GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
TIP BAYRAMI VE DOKTORLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Çocuklara “Büyüyünce ne olacaksınız? diye sorduğumuzda çoğunun doktor olmak istediğini görürüz. Bizim zamanımızda böyleydi çocukların bu soruya verdiği cevaplar… Bugün Türkiye’de buna alternatif cevaplar verilse de yine doktor olma eğilimi devam etmektedir. Bunun en büyük sebebi ailelerin çocuklarını doktor olarak görme isteğidir. Toplumumuzda aileler arasında nedense doktorluk hep revaçta olan bir meslektir.
Sağlık her şeyin başı… Sağlıksız yaşamaya, yaşamak denir mi bilmem. Sıhhatin öneminden dolayı doktorları hayatımızın en müstesna köşesine oturtuyoruz. Gerçi günümüzde doktorluk o eski cazibesini ve tercih edilme yoğunluğunu kaybetmiştir. Bunun sebeplerinin başında tahsilinin uzun olması geliyor. Günümüz gençleri kısa zamanda hayata atılmanın hesabını yapmaktadır. Bugünkü gençlerimiz, zorluğu ve uzunluğu nedeniyle tıp öğrenimine tahammül edememektedir. Fakat bunlara rağmen yine de tıp tahsili cazibesini korumaktadır.
Doktorlar hayatımızın her yerinde bizimle beraber… Onların kapısını zor zamanlarda çalıyoruz. Sağlıkta görüşmüyoruz genellikle… Bu belli ki hastalıktan kaynaklanan zorunlu bir görüşme oluyor. Zor zamanlarımızda onların şefkat iklimine sığınıyoruz. Bazen de hastalığın getirmiş olduğu sıkıntı ve gerginlikle onları üzüyoruz. Fakat onlar bu gerginliğin sebebini bildikleri için bizleri hoşgörüyle karşılıyorlar.
Ülkemizde tıp tarihi bir hayli eskilere dayanmaktadır. “Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Fakat “Tıp Bayramı” bu tarihten daha sonra kutlanmaya başlanmıştır. İlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmıştır. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa, Dr. Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmıştır. 1933’te “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş; peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te ise Ege Tıp Fakültesi kurulmuştur. Bugün bu fakültelerin sayısı yüzlere yaklaşmıştır.
Ülkemiz Cumhuriyetten beri sağlık konusundaki meseleleri tümüyle aşabilmiş değildir. Bu hususta çok mühim aşamalar kat edilse de köklü çözümler getirilememiştir. İstatistiklere göre 2000’li yılları yaşayan ülkemizde her gün 175 bebek, 3 anne kaybediyoruz. Bu Türkiye’ye yakışan bir tablo değildir. Fakat tüm bu olumsuzluklara rağmen son yıllarda sağlıkla ilgili atılımları da görmezlikten gelemeyiz. Özellikle hastanelerin dağınık yapılanmadan kurtarılıp tek çatı altında toplanması olumlu bir gelişmedir. Artık hangi kurum elamanı olursa olsun herkes istediği hastaneye gidebilmektedir. Fakat bu durum özellikle bazı hastanelere aşırı yüklenme sunucunu doğurmuştur. Bunlar zamanla aşılacaktır.
Son dönemde sağlık alanında ciddi yenilikler yapıldı. Bu yenilikler daha çok hastaları kollamaya yöneliktir. Artık hastalar doktorlarını kendileri seçebiliyor. Bu sadece yönetmelikte kalan bir şey değil. Doktor sayısının yeterli olduğu hastanelerde bilfiil uygulanıyor. Bunun yanında Avrupa’da uygulanan aile hekimliği bizde de hayata geçiriliyor. Bundan sonra her ailenin bir hekimi olacak. Bu ailedeki fertlerin sağlık bilgileri bu hekim tarafından bir araya getirilecek. Hasta öncelikle bu hekime tedavi edilecek, gerekirse başka sağlık kurumlarına gönderilecek. Bu sistem çağdaş sağlık politikalarının bir yansımasıdır.
Türkiye’de hekim başına düşen hasta sayısı Batı ülkeleriyle kıyaslanınca çok fazla olduğu açıkça görülür. Doktorlarımız hastalara yeterli zamanı ayıramıyorlar. Hastalarımız bu hususta haklı olarak müştekiler... Fakat bu durumda yapılacak fazla bir şey yok. Doktorları da suçlamamak gerekir. Onların da imkânlarını zorladıklarına bizzat şahit oluyoruz. Fakat her meslekte olduğu gibi doktorlar arasında da işini hakkıyla yapmayan, savsaklayan tipler de yok değildir. Bunları, diğerlerine zarar vermeden ayıklamak gerekir. Bizler doktorlarımızın yaşadığı zorlukları biliyor ve onlara, gösterdikleri fedakârlıklardan dolayı teşekkür ediyoruz.
TRABZON’UN YENİ VALİSİ NURİ OKUTAN
M.NİHAT MALKOÇ
Yöneticilik, hüner gerektiren meşakkatli bir iştir. Çünkü insanları memnun etmek, doğru yönlendirmek, verimli çalışmalarını sağlamak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Bu sadece okumakla, yani eğitimle gerçekleştirilemez. Kişinin şahsiyeti ve olaylara yaklaşımı çok önemlidir. Sert mizaçlı olmak her zaman otoriteyi sağlamaya yetmez. Hatta çok kere iticiliğe zemin hazırlar. Hoşgörünün fazlası da gevşekliğe yol açar. Bu hususta dengeyi sağlamak gerekir. İnsanlara ufuklarının genişliği hesaba katılarak yaklaşılmalıdır.
Ülkemizde yaşanan krizlerin çoğu idarecilerin yerinde ve zamanında doğru tavır ve davranış gösterememesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin idareci profili aslında başarısız değildir. Bu konuda sürekli serzenişlerde bulunuruz; fakat çok olumlu idareci örneklerini de görmek gerekir. Ülkemizde örnek idarecilerin sayısı görmezlikten gelinemeyecek kadar çoktur. Fakat bizler nedense daha çok olumsuz örnekleri dilimize pelesenk ederiz.
Merkezde bulunan genel idarenin taşradaki uzantıları vardır. Bunların başında valiler gelir. Bilindiği gibi iller Türkiye’de merkezi idarenin en büyük taşra teşkilatıdır. Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında 47 olan il sayısı, 1933’te 57’ye; günümüzde ise 81’e ulaşmıştır. İl idaresinin başı olan vali, devlet tüzel kişiliğinin, hükümetin ve ayrı ayrı her bakanlığın temsilcisidir. Vali İçişleri Bakanı’nın önerisi, Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı’nın onaması ile atanır. Valinin ildeki tüm merkezi idare kurumlarının ve personelinin başı olması nedeniyle oldukça geniş bir alana nüfuzu vardır. Bununla beraber adli ve askeri kurumlar valinin yönetim ve denetimi altında değildir.
İllerin en büyük mülki idare amiri olan valilerin yetkileri çok olduğu gibi sorumlulukları da çoktur. İşlerin düz gitti zamanlarda göze batmazlar. Bir de işler aksamaya görsün en büyük hedef tahtası olurlar. Bunun en bariz örneğini Trabzon’da gördük. Güvenlik zaafı gerekçesiyle Trabzon valisi Hüseyin Yavuzdemir makamından oldu. O şimdi merkez valisi olarak Ankara’da görev yapacak. Aslında o da iyi niyetle çalıştı ve bu şehre hizmet etti. Fakat işler bir anda çığırından çıkınca yerinden oldu. Trabzonlular ona hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyor. Ona yeni görevinde başarılar diliyoruz.
Son Valiler Kararnamesiyle 12 ilimizin valisi değişti. Konya Valisi Arif Atilla Osmançelebioğlu ve Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir merkeze alındı. Vali Oğuz Kağan Köksal’ın Emniyet Genel Müdürlüğüne atanmasıyla boşalan İzmir Valiliğine Adana Valisi Mustafa Cahit Kıraç atandı. Kahramanmaraş Valisi İlhan Atış Adana Valiliğine, İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşaviri Dr. Recep Kızılcık Batman Valiliğine, Batman Valisi Haluk İmga Afyon Valiliğine, Van Valisi Mehmet Niyazi Tanılır Kahramanmaraş Valiliğine, Sakarya Valisi Nuri Okutan Trabzon Valiliğine, Merkez Valisi Hüseyin Atak Sakarya Valiliğine, Sivil Savunma Genel Müdür Yardımcısı Özdemir Çakacak Van Valiliğine, Kütahya Valisi Osman Aydın Konya Valiliğine, Giresun Valisi Şükrü Kocatepe Kütahya Valiliğine, Mülkiye Başmüfettişi Mustafa Taşkesen Giresun Valiliğine, Mülkiye Başmüfettişi Mustafa Toprak ise Çorum Valiliğine getirildi. Valilerimize yeni görevlerinde başarılar diliyoruz.
Son kararnameyle bütün gözlerin üzerine çevrildiği Trabzon Valiliğine atanan Sakarya eski valisi Nuri Okutan’a “Trabzon’a hoş geldiniz” diyoruz. İlimizin yeni valisi Nuri Okutan’ı yıllardan beri icraatlarıyla takip ve takdir eden bir kişiyim. “Bir gün şehrimizin valisi olsa” diye hep içimden geçerdi. Özellikle Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinin kaymakamı iken çok sınırlı imkânlarla ses getiren işler yapmıştı. İsminin kamuoyunun vitrinine çıkmasını sağlayan Kelkit kaymakamı iken yaptıklarıdır. Bu küçük Anadolu şehrini ayağa kaldırmıştı.
Trabzon’a genç ve başarılı bir vali olan Nuri Okutan’ın atanması bu şehre verilmiş en güzel hediyedir. Devletimiz Trabzon’u her zamanki gibi önemsemiş ve vali atarken titiz ve seçici davranmıştır. Çünkü yeni valimizin son derece başarılı ve ak bir sicili vardır. Ben onu yaptığı cesur ve sıra dışı atılımlarıyla merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’na benzetiyorum. Henüz 45 yaşında olan ve gelecekte adından sıkça söz ettirecek olan Okutan’ın bugüne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının teminatıdır bence.
Peki, nedir Okutan’ın ak sicili? Yani neler yapmıştır geçmişte? Nuri Okutan, valilik yaptığı Siirt’te okulöncesi okullaşma oranını yüzde 4’ten yüzde 64’e yükseltmiştir. Sakarya Valiliği sırasında da yüzde 7 olan okulöncesi okullaşma oranını yüzde 80’e çıkarmayı başarmıştır. Eğitime katkılarından dolayı “Vehbi Koç Ödülü”ne layık görülmüştür. 100 bin dolarlık bu ödülün bir kuruşuna bile dokunmamış, onu da eğitime harcamıştır. O, bu onurlu davranışıyla geçmişte Mehmet Akif’in İstiklal Marşı yarışmasında yaptığını yapmıştır.
Yeni valimiz Okutan tam bir eğitim tutkunudur. Soyadına layık bir insan olduğunu her fırsatta göstermiştir. Özellikle Siirt Valisi iken kızların okuması için çok mücadele etmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Emrindeki pahalı mercedesleri satarak elde ettiği kaynağı ilin kalkınmasına aktarmıştır. Resmi araçların özel işlerde kullanılmasına asla göz yummamıştır. Resmi kurum ve kuruluşlarda israfın ter türlüsüne savaş açmıştır. Öyle ki açılışlara çiçek göndermeyi bile yasaklamıştır. Eğitimi esas gündem maddesi olarak hep önde tutmuştur. İşini hakkıyla yapmayan idareci ve memurların korkulu rüyası olmuştur. İşini güzel yapan memurları da ödüllendirerek onlara şevk ve heyecan vermiştir.
Bana göre Trabzon aradığı valiyi buldu. Eğer kent olarak ona sahip çıkarsak Trabzon’da çok güzel işler yapacaktır. Kısa zamanda şehrin imajını ve çehresini değiştirecektir. Artık Trabzon menfi hadiselerle anılmayacaktır. Trabzonlular olarak yeni valimiz Nuri Okutan’ın emrine amadeyiz. Onu bağrımıza basmaya hazırız. Kıymetli valimize tekrar “Şehrimize hoş geldiniz” diyor bundan sonraki vazifesinde üstün muvaffakıyetler diliyoruz. Haydi, geleceğin aydınlık Trabzon’u için el ele, gönül gönüle verelim.
TÜRKİYE’NİN DEPREM GERÇEĞİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu sanırım bilmeyenimiz yoktur. Şayet bu ülkede yaşıyorsanız bu gerçeği bilmeli ve kabul etmelisiniz. Korkudan azade yaşamak istiyorsanız hayatınızı ona göre düzenlemelisiniz. Peki, bizi korkutan ve hayatımızı zindan eden deprem gerçekte nedir? Yerkabuğuyla ilgili çalışmalar yapan bilim adamları depremi ‘yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsma olayı’ olarak tanımlıyorlar.
Bilindiği gibi ülkemiz deprem kuşağının tam üstünde oturuyor. Bunun içindir ki istatistiklere göre son 103 yıl içerisinde ülkemizde 154 yıkıcı deprem meydana gelmiştir. Bu depremlerde 92 bin 250 kişi hayatını kaybetmiştir, 550 bin civarında yapı ya yıkılmış, ya da büyük oranda hasar görmüştür. Jeofizik Mühendisleri Odası’nın bu istatistik verileri aslında söylenmesi gereken her şeyi açıkça söylüyor. Bu rakamlardan sonra fazla söze hacet yoktur.
Bu ülke insanı tarih boyunca ne depremler gördü… Adana-Ceyhan Depremi’ni 27 Haziran 1998’de, Marmara Depremi’ni 17 Ağustos 1999’da, Düzce Depremi’ni 17 Kasım 1999’da yaşadık. Bu depremlerde çok büyük miktarlarda can ve mal kayıpları verdik, binlerce insanımız yaralanıp sakat kaldı. Yuvalar dağıldı. Çocuklar yetim ve öksüz kaldı. Nice civanlar toprağın kara bağrına gömüldü. Ocaklara ateş düştü. Düzen, yerini keşmekeşe bıraktı.
Son yaşadığımız deprem hâlâ hafızalarımızdan silinmedi. Onun içindir ki Türkiye’yi alt üst eden ve derinden yaralayan zaman dilimlerinden birisidir 17 Ağustos 1999… Saat 03.02… Türkiye için yeni ve sıkıntılı bir dönemeç.…Merkez üssü Gölcük olmak üzere Marmara Bölgesi 7.4 büyüklüğünde 45 saniye sallandı.. Resmî raporlara göre 17 bin ölü, gerçekte ise en az 30 bin ölü, 25 bin yaralı vardı. Bunların ardından yüzlerce artçı deprem gerçekleşti. Halk ölülerine günlerce ağladı. Ülkece yas tutuldu.
Bunun ardından üç ay bile geçmeden 12 Kasım 1999 akşamı, saat 18.58’de Bolu’nun Düzce ve Kaynaşlı bölgesinde yeni bir deprem yaşandı. 7,2 büyüklüğünde 30 saniye süreli... Bu depremde toplamda 100 bin konut, 25 bin işyeri yıkılmış ya da hasar görmüş... Halk büyük tedirginlik içerisinde sokaklara dökülmüş… Türkiye makûs talihine günlerce ağlamış.
Bundan sekiz yıl evvel böyle bir senaryo yaşadı güzel ülkemiz… Bu aslında senaryodan öte bir hakikatti. Son büyük depremden(17 Ağustos 1999) bugüne kadar sekiz yıl gibi uzun sayılabilecek bir zaman geçti. Türkiye olarak o acı günlerden ders alacak yerde, deprem gerçeğini unutur olduk. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başladık. Öyle ki etrafta açıkça gözüken deprem çatlaklarını sıvalarla kapatarak güya acılara set çektik. Yıkılması gereken binaları eğreti kolonlarla ayakta tutmaya çalıştık. Yeni yapılar inşa edilirken eski kör mantığı bir kenara bırakamadık. Pansuman çözümlerle durumu idare ettik, günü kurtardık. Deprem hücrelerini kuranlar çok geçmeden aklanarak(!) hapisten çıktı.
Son günlerde İstanbul için yeni bir deprem ihtimali üzerinde duruluyor. Gerçi günümüzde depremin ne zaman olacağını bilmek mümkün değildir. Fakat İstanbul’la ilgili deprem ihtimalleri, istatistiklere dayanılarak ileri sürülüyor. Bu haberlerin ortada dolaşması İstanbul halkını huzursuz ediyor. Fakat ileriye dönük önlemler de alın(a) mıyor.
Mademki deprem bizim bir anlamda kaderimiz, o zaman onunla barışık yaşamaya, ona karşı gerekli tedbirleri almaya çalışmalıyız. Lakin deprem gerçeğini çabuk unutmuş bir halimiz var. Yine müteahhitler bildiğini okuyor, kontroller yetersiz…
Depreme karşı aslında o kadar da çaresiz değiliz. Yapmamız gerekenler eksiksiz olarak yerine getirilse en az zayiatla işin içinden çıkabiliriz. Onun için öncelikle yerleşim bölgelerinin zemin etütlerini yaptırarak, yerleşim alanlarını bilimsel bir bakış açısıyla ve titizlikle belirlemeliyiz. Binaları deprem etkilerine karşı dayanıklı yapmalıyız. Ev alırken uyanık olmalıyız. Ucuz evlere şüpheyle yaklaşmalı, bunlarla ilgili olarak bir ön araştırma yapmalıyız. Çünkü böyle evler belli ki sağlam değildir, malzemeden çalınarak yapılmıştır. Paranızla aldığınız evin mezarınız olmaması için alınması gerekli acil önlemler öncelikle ve özellikle alınmalı, bu hususta daima uyanık olunmalıdır. Deprem riski zihnimizden silinmemelidir. Her an bu afete hazırlıklı ve uyanık olunmalıdır.
Dünyada deprem ülkesi sadece biz değiliz şüphesiz… Japonya bizden daha büyük deprem riski altındadır. Fakat onlar buna uygun bir inşaat teknolojisi geliştirmişlerdir. Bizler de söz konusu hadiseye onlar gibi makul ve mantıklı yaklaşmalıyız. Bu hususta bilimi rehber tayin etmeliyiz. Allah ülkemizi deprem gibi büyük afetlerden korusun.
GİRİŞİMCİLİK RUHU
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat, atılgan ve cesur insanların omzunda yükselir. Bütün yenilikler merak unsurunun meyveleridir. Hayatı diri kılan ve yaşanılacak güzelliklerle bezeyen girişimcilik ruhudur. Bu ruh bizi hayata bağlar. Hepimiz yaşamın güzelliklerini ve meyvelerini girişimcilere borçluyuz. Onların gayretleri ve teşebbüsleri olmasaydı kim bilir bundan kaç yüzyıl öncesinde kalakalırdık. Demek ki çağı aydınlatan ışık, girişimcilerin gözlerinden yansır. Bu ışığın hiç sönmemesi milletçe en büyük dileğimizdir.
İnsanca ve onurla yaşamak için çalışmak ve üretmek şarttır. Zira ihtiyaçların ardı arkası kesilmiyor. Her günün ihtiyaçları birbirinden farklılıklar arz ediyor. Karşılanamayan ihtiyaçlar üst üste binince sosyal meseleler baş gösteriyor. Demek ki her şeye rağmen çalışmak ve üretmek gerekir. Üstat Mehmet Akif Ersoy bu durumu şöyle şiirleştirmiştir:
“Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası,
Dostunun yüz karası; düşmanın maskarası! ”
Demek ki her fert milleti için, memleketi için, kendisi için çalışıp çırpınmalıdır. Aslında üretmeyenin tüketmeye de hakkı yoktur. Üretmeden tüketmek yüzsüzlüktür. Herkes kendi imkân dairesi içerisinde girişimci olmanın yollarını aramalıdır. Girişimcilik ille de ağır sanayi veya fabrika kurmak olarak algılanmamalıdır. Avcılık, çiftçilik, hayvancılık, zanaatkârlık, ticaret de girişimcilik kollarından sayılır. Hepsi de gereklidir.
“Yaşam kalitemizi yükselten insanlar kimdir? ” diye bir soru sorulsa hiç tereddüt etmeden ‘Girişimciler’ cevabını veririm. Bunun böyle olduğunu hepimiz yaşayarak öğrenmişiz sanırım. Çünkü hayatın her yanında onların atılımlarının izlerini görmekteyiz.
Peki, girişimcilik nedir? Girişimci kimdir? Bu soruların cevabı aslında kelimenin kökünde saklıdır. Zira girişimcilik teşebbüs cesaretine sahip olmak ve yerinde uygulamalarla üretime katkıda bulunmaktır. Girişimci kâr amacıyla yola çıksa da asıl derdi üretmektir.
Girişimci, mal ve hizmet üretiminin yapılabilmesi için, üretim öğelerini en iyi şartlar altında bir araya getiren kişidir. Girişimci, riski üzerine alarak, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, üretim öğelerinin alımını yapar, bunların bir araya getirilmesi imkânını sağlar. Girişimci kâr amacı güder ancak tek amaç para kazanmak değildir.
Girişimcilik bugün başlayan bir eylem değildir. İnsanlar dünyayla tanıştıkları ilk yaratılış döneminden beri girişimcilik hususunda ilkel de olsa kendilerince adımlar atmışlardır. Fakat girişimciliğin zirveye ulaştığı ve ciddiyetle ele alındığı dönem Rönesans dönemidir. Sanayinin ciddi bir sektör olarak hayatımızı şekillendirmesi girişimciliği hızlandırmıştır. Sanayi devrimi üretimi ve tüketimi hızlandırmıştır. Böylelikle girişimcilik hayatın olmazsa olmazları arasına girmiştir. Fakat girişimcilik belli bir birikimi gerektirir. Girişimciler sıradan insanlar değildir. Onlar hayata daha farklı bir gözle bakarlar, sıradan insanların göremediğini görürler, fırsatları asla kaza etmezler.
Girişimciler kendine mahsus karakterleri ve özellikleri olan insanlardır. Girişimci öncelikle ve özellikle kendine güven duymalıdır, kendisine güvenilen biri olmalıdır. Yeri gelince geri adım atabilmeli ve yeniden başlayabilme kararlılığı taşıyabilmelidir. Geleceğe dönük sonuçları değerlendirebilmelidir. Mesleki riskleri üstlenebilmelidir. Toplumsal özellikleri ağır basmalıdır. Asgari fırsatlardan bile azami derecede yararlanabilmelidir. Yeniliklere açık, işini seven biri olmalıdır. Her ortamda ekip çalışmasına inanmalıdır.
Girişimciler fırsatları gören, piyasanın ve çevrenin farkında olan, karakteri güçlü, risk alabilen, organizasyon ve analiz yeteneği yüksek olan kişilerdir. Problemlere yenilikçi, yaratıcı bakış açısıyla yaklaşırlar; değişiklikleri yönetme becerisine sahiptirler. Onun için çoğumuzun akıl edemediklerini düşünür, uygun bir zamanlamayla gerekli teşebbüslerde bulunurlar. Bunlar girişimciliğin kalıcılığını sağlayan mühim meziyetlerdir.
Türkiye’de girişimci potansiyeli çok olmasına rağmen girişimci sayısı nüfusa oranla son derece azdır. Çünkü bu ülkede düne kadar ayakları yere basan, sağlıklı bir ekonomi yoktu. Türkiye gibi kırılgan ve fazlaca değişken ekonomilerde girişimcilik ruhunu besleyen kaynaklar yetersizdir. Onun içindir ki girişimcilik istenildiği hızda yürümez.
Ülke olarak girişimcilerin yanında olmalıyız. Onların daha büyük işler yapmaları için devlet olarak ekonomik altyapıyı sağlıklı bir çerçeveye oturtup onlara zemin hazırlamalıyız. Yazımı Çin’de Silk-Cashmere(Kaşmir) markasını oluşturup zirveye çıkaran iş kadını Ayşen Zamanpur’un girişimcilerle ilgili söylediği güzel bir sözle tamamlıyorum: “Girişimciler meraklıdır ama mütecessis değildir. Girişimciler hırslıdır ama haris değildir. Girişimciler risk alır ama gözü kara değildir. Girişimciler başarıyı sever ama başarısızlıktan yılmaz.”
İSLAMDA ESTETİK VE MEKÂN TASAVVURU
M.NİHAT MALKOÇ
Sanatın oluşumunda yaşama biçiminin ve inançların rolü büyüktür. Hak olsun, batıl olsun her inanç, kendisine tabi olan fertlerin maddi ve manevi hayatını şekillendirmiştir. Bunu uzak ve yakın çevremize göz atınca rahatça görebiliriz. Etrafımızdaki mimari eserlere bakınca orada yaşayan insanların inanç ve duygu coğrafyaları hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz.
İnanç sistemleri belli bir estetik kaygıyı da beraberinde getiriyor. Estetik; hayatın göze ve gönle akan, görünen yüzüdür. Zira estetik, bakış açısı ve algılama biçimidir. Onun içindir ki bütün medeniyetlere bir estetik kurgu hâkimdir. İslam kültüründe estetik ‘İlm-ül Cemal’ kavramıyla karşılanır. Osmanlıca’da buna “bediiyyat” denmektedir. Bizde ve diğer İslam ülkelerinde Müslüman toplumların ürettikleri güzellikler estetiğin kapsamını teşkil eder.
Bazı kesimler İslam’ın sanata bakışını sorgulamışlar, meseleye dar çerçeveden baktıkları için de bu inancın sanata yaklaşımını yargılamışlardır. Onların en büyük kıstasları İslam’ın resim ve heykele karşı takındığı olumsuz tavırdır. Gerçekten de İslamiyet insan suretinin resmedilmesine ve heykelinin yapılmasına pek olumlu bakmamış, bunu uygun görmemiştir. Bunun en mühim sebebi ise şirke temayül riskidir. Onun içindir ki Müslümanlar arasında bu sahada yetişmiş fazla bir sanatkâr ve sanat eserleri yoktur. Sadece bunu ölçü alarak İslam’ın sanata bakışını yargılamak iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Bu durum Müslümanların hiçbir zaman sanata kayıtsız kaldığını göstermez.
İslam her bakımdan güzellik dinidir. Allah’ın sıfatlarından birisi de ‘Cemil’dir. Aslında en büyük sanatkâr Allah’tır. Onun yarattıklarındaki sanatı hiçbir kul vücuda getirememiştir, bundan sonra da getirmeye muktedir olamayacaktır. Rabbimiz bir ayetinde mahlûkatındaki eşsiz güzelliğe dair şöyle buyurmaktadır: “Allah yarattığı her şeyi güzel yaratandır.”(Secde 32/7) Yüce Allah yarattıklarında güzelliği ve zerafeti hikmetle buluşturmuş, bu iki unsur arasında eşsiz bir bütünlük sağlamıştır. Kâinata, gökyüzüne, yeryüzüne, dağlara, denizlere, ovalara, vadilere baktığımızda, bu zerafetin, uyumun, hatta kusursuzluğun bütün boyutlarını açıkça görebiliriz.
“Allah güzeldir, güzeli sever” hadisi İslam’ın güzellik anlayışını özetlemektedir. Fakat bu inanç sistemi, güzelliği sadelikle buluşturmayı esas almıştır. İnsanoğlu yaratılışa dair sanat ve hüner arıyorsa öncelikle aynaya bakması gerekli ve yeterlidir. Çünkü gerçek sanat, insanın dışa açılan penceresi olan suretinde bütün çıplaklığıyla teşhir edilmiştir.
Her inanç sistemi kendi içinde bir bütünlük arz eder. Bünyesine zararlı gördüğü değerleri dışlar, onların yerine başka değerler koyar. İşte İslamiyet de resim ve heykeli hoş karşılamadığı için onların yerini başka sanatlarla doldurmuştur. Bunun içindir ki İslam’da ağaç ve taş oymacılığı, çini ve yazı sanatı çok gelişmiştir. Bu sahalarda eşsiz sanat eserleri ortaya konulmuştur. Neticede sanat hayatın daima merkezinde yer almıştır.
İslam dininin sanata getirdiği en büyük yenilik cami mimarisidir. İslamlığın ilk yıllarından, o zamanki haliyle günümüze gelmiş yapı mevcut değildir. Fakat İslam’ın ilk yıllarında gaye, sanat değeri olan yapılar meydana getirmek değildi. Mühim olan ibadetlerin yapılacağı asgari donanımlı mekânlar oluşturmaktı. Fakat bu anlayış ilerleyen yüzyıllarda değişmiştir. Artık sanat göstermek ihtiyaçtan öncelikli hale gelmiştir. Lakin hiçbir zaman israf bataklığına saplanılmamıştır. Çünkü israf inancımızda kesinlikle haramdır.
İslam sanatı, İslamlığın yayıldığı bütün bölgelerde yöresel üsluplarla kaynaşarak zengin örnekler ortaya koymuştur. İslam ülkelerini dolaşanlar bu coğrafyalardaki camilerin mimari özelliklerindeki üstün nitelikleri görüp onlara hayran kalırlar. Özellikle Türkiye’de Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait dini eserler orijinal figürler taşır. İslam inanç dairesinde olsalar da bazı ülkelerin sanat motifleri yerel özellikler taşır. Bu çeşitlilik ve özgünlük dağınıklık olarak görülmemiş, aksine İslam sanatının ufkunu olabildiğince genişletmiştir. İslam’ın estetik anlayışı ve mekân tasavvuru her zaman çağın ilerisinde olmuştur.
ZAMANI AŞAN TAŞLAR–2
M.NİHAT MALKOÇ
Mezar kitabeleri Türk-İslam kültürünün kamuya açık eşsiz kütüphaneleridir. Zeytinburnu’nun tarihe ve milli kültüre sevdalı ve vefalı belediye başkanı Murat Aydın’ın İstanbul’un merkezi yerlerinden biri olan Zeytinburnu ve çevresindeki mezar kitabelerini “Zamanı Aşan Taşlar” adıyla bir araya getirtip belgelendirmesi takdire şayan bir icraattır. Bu bir belediyecilik çalışması olarak görülmeyebilir, bunu sokaktaki vatandaş belki ciddiye bile almayabilir; hatta eleştiri konusu da yapabilir. Fakat yapılan çalışma iyi anlatılırsa anlam ve önemi kolayca kavratılabilir. Başkan Murat Aydın eserin ‘Sunuş’ yazısında tarihi değerlerimiz ve onların bir parçası olan mezar taşlarımız hakkında şunları söylüyor:
“Öyle bir şuur taşıyoruz ki; ölürken bile Yaradanımızı yüceltmeyi düşünüyoruz. Her mezar taşının başlığında duran o ölümsüz “Hûve’l Bâkî” sözü ezelî ve ebedî bir gerçeği bizlere daima hatırlatıyor: Ölen, öte dünyaya doğru yola çıkarken alnında o gerçeği de taşıyor: “Bâkî Olan Ancak O’dur.” Evet, mezar taşımız “başımız” olduğunda, “alnımıza” o yazı nakşediliyor.
Bugün bütün İslam coğrafyası gibi ülkemizin de mezarlıkları, o övgü cümlesinin işlendiği yüz binlerce taşla doludur. Ölümsüz bir hakikat cümlesini taşa nakşedip saklayan bir milletiz biz. Geçmişten gelen büyük bir zarafet bu. Büyük ve rafine bir kültürün emaresi…
Bu memleketin gerçek tapusu mezarlıklarıdır. Bizi biz yapan değerlerin en önemlilerinden birisidir mezarlıklarımız. Bizim için mezarlıklar başka bir iklimin coğrafyasıdır, bir kütüphanedir, bir inziva yeridir. Mezarlıklar, şairin deyişiyle “âsûde bir bahar ülkesi”dir.
Bizim envâî çeşit taş işlemeciliğimizle meydana getirilen mezar taşlarımız, aynı zamanda tarih düşülen, kayıt tutulan, yerine göre küçük vecizeler, dilekler yazılan, ölenin sosyal statüsünü ve kimliğini belirten ölümsüz belgelerdir. Bu belgelerin korunarak yarının Türkiye’sine hakkıyla teslim edilebilmesi, bizlerin boynunda manevî bir borçtur.”
Mezar taşlarını okumak, açıklamak ve üzerinde yorum yapmak belli bir Arapça ve Farsça bilgisini gerekli kılar. Bu da yetmez, uçsuz bucaksız bir derya hükmündeki hat sanatını bilmek gerekir. Bu özelliklerin hepsini bir arada bulunduran Dr. Süleyman Berk, zorlu bir çalışmadan sonra çok değerli bir eser ortaya koydu. Fakat bu iş tek başına yapılamazdı, daha doğrusu bir kişinin gözünden kaçan şeyler olabilirdi. O da bunları dikkate alarak öncelikle bu iş için bir ekip kurdu. Bazıları mezar taşı kitabelerini okudu, bazıları fotoğraflarını çekti. Neticede “Zamanı Aşan Taşlar” isimli kıymetli bir eser çıktı ortaya…
Süleyman Berk, “Zamanı Aşan Taşlar” isimli kıymetli eserinde Merkez Efendi Mezarlığı, Dedeler Mezarlığı, Tahir Efendi Mezarlığı, Eski Kozlu Mezarlığı, Yeni Kozlu Mezarlığı, Silivrikapı ve Ayvalık Mezarlıkları, Seyyid Nizam Mezarlığı, Yedikule Mezarlığı, Erikli Baba Tekkesi Hazîresi, Topkapı Çamlık Mezarlıkları, Eski Topkapı Mezarlığı, Maltepe Mezarlığı, Yenikapı Mevlevihânesi, Takkeci İbrahim Ağa Camii Hazîresi gibi mezarlıkları envanter(döküm) olarak almıştır. Eserini hazırlarken bunlar üzerinde çalışmıştır.
Mezar taşları üzerinde yapılan bu gibi çalışmalar bir anlamda tarihe not düşmektir. Fakat bu eserlerin müşterisi sadece birkaç meraklıdan öteye gitmez. Yani böylesi kıymetli kitaplar yayıncısına kâr getirmez; hatta harcamalarınızı bile karşılayamazsınız. Durum böyle olunca, kazancı her şeyin önünde gören hiçbir yayıncı bu işe girmez. O zaman devreye sivil toplum kuruluşları, dernekler, vakıflar ve belediyeler girer. Onlar ellerindeki maddi imkânlarla bu kıymetli ata yadigârlarını yok olmaktan kurtararak gün ışığına çıkarırlar. Bunu yapma ihtiyacı duymak için manevi değerlere, atalara ve tarihe saygı duymak yeterlidir. İstanbul Zeytinburnu Belediyesi de bu anlayışla “Zamanı Aşan Taşlar” isimli kitabın hazırlanmasında hiçbir desteği esirgememiştir. Neticede ortaya kıymetli bir kültür hazinesi çıkmıştır. Taşlar bir anlamda yok olmaktan, tarihin sessizliğine gömülmekten kurtarılmıştır.
Dr. Süleyman Berk “Zamanı Aşan Taşlar” isimli kıymetli eserinin Önsözünde mezarların ve mezar taşlarının mana ve ehemmiyetiyle alakalı olarak şu isabetli tespitlerde bulunuyor: “Osmanlı mezarlıkları ve mezar taşları dün olduğu gibi bugün de herkesin ilgisini çekmektedir. Çünkü bu mezarlıklar, endamlı servileri, rengârenk çiçekleri ve sanat şaheseri taşlarıyla insana huzur veren mekânlardır. Eski mezarlıklarımızda ölümün, insana ürperti veren soğuk yüzü görülmez. Osmanlı Medeniyeti buraları birer ‘manevî istirahat bahçesine’ çevirmiştir. Mezar taşı kitâbeleri yapıları itibariyle de sanat ve estetiğin konusu olmuşlardır. Çok ince taş işçiliği, çeşitlilik arz eden başlıkları, taşıdıkları edebî ifadeler ve yazı sanatının çok güzel örneklerini taşımaları onları önemli kılmıştır. Ayrıca kişi ile ilgili en doğru bilgiler mezar taşlarından elde edilmiştir. Meselâ, Sicill-i Osmâni müellifi Mehmed Süreyyâ kitabını telif ederken büyük ölçüde mezar taşlarından faydalanmıştır.”
Yüzlerce mezar kitabesini kayıt altına alan ve belgelendiren, 520 sayfadan meydana gelen “Zamanı Aşan Taşlar” adlı eseri bize kazandıran Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın’a, eserin bir araya gelmesinde ve yayına hazırlanmasında büyük gayretler sarf eden Dr. Süleyman Berk’e, mezar taşlarını okuyan, fotoğraflayan herkese bir Türk-İslam kültürü sevdalısı olarak şükranlarımı sunuyorum. Türk kültürüne hayırlı olsun.
ZAMANI AŞAN TAŞLAR–1
M.NİHAT MALKOÇ
Geçmişten bugüne gelene kadar pek çok maddi ve manevi değerimizi kaybettik. Bunların başında sevgi, saygı, hoşgörü, hürmet ve vefa geliyor. Bunlardan uzaklaştıkça insanlıktan da uzaklaştık. Çünkü insanlığımızın köşe taşlarıydı bunlar… Geriye dönüp bakmadan tarihimize ve şanlı medeniyetimize sırt çevirdik. Kültürümüzü boşayarak Batı kültürüyle millilikten ve helal dairesinden uzak, sakat bir izdivaç yaptık. Bu evlilikten doğan nesiller aslını inkâr etti. Ortaya milli ve manevi değerlerden uzak, ne idüğü belirsiz bir nesil çıktı. Bu nesil bizi aramaktan ve anlamaktan ne kadar da uzaktır.
Saygı, sevgi, hoşgörü ve vefa insani kimliğimizin olmazsa olmazlarındandı(r) . Bunlar hem ölüye, hem de diriye gösterilmesi gereken unsurlardır. Bunlar bizim şahsiyetimizin imzasıdır. Söz konusu kıymet hükümleri insani ve imani değerlerimizin manzumesidir. Günümüz insanı yaşayanlara saygı ve hürmet göstermiyor ki ölülerine göstersin. Yeni nesilden böyle bir beklentimiz de kalmadı zaten… Türk hiciv şiirinin en büyük isimlerinden biri olan Şair Eşref(1847–1911) bu gerçeği bir dörtlüğünde bakın nasıl dile getiriyor:
“Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,
Gelmesin reddeylerim billâhi öz kardaşımı.
Gözlerim ebnâ-yı âdemden o rütbe yıldı kim,
İstemem ben fâtiha, tek çalmasınlar taşımı! ”
Bizim kültürümüzde yaşamak da, ölüm de bir nimet ve lütuftur. Bunu İslam hakikatlerini idrak edemeyenler ve imanın lezzetini tadamayanlar anlayamazlar. Çünkü bizi bu dünyada nimetlendiren ve imtihan eden yüce Allah, imtihanın seyrine göre bize öteki dünyada buradakilerle mukayese edilemeyecek derecede büyük nimetler ihsan edecektir. Ölüme bu açıdan bakabilirsek onu sevimli bir yolculuk olarak görebiliriz. Öyleyse ölüm müminler için bir anlamda dünya kışlasından terhis ederek asıl yurduna göçmektir.
İslam kültüründe mezar taşları apayrı bir öneme haizdir. Gerçi inancımızda mezarların süslenmesi ve gösterişli yapılması pek müspet karşılanmamıştır. Lakin mezar kitabeleri bunun dışındadır. Zira bu taşlarda esas olan gösteriş değil, dünyada kalanlara mesaj vermektir. Ölümün dünyaya bakan aşikâr yüzüdür onlar… Her biri bir sanat eseri hükmündedir. Hat sanatının en güzel örneklerini bu taşlarda görmek mümkündür. Pek çoğunda, islamda bir geleneğin yansıması olarak, mevtanın ölünümüne tarih düşürülür.
Ülkemizde Cumhuriyetten evvelki mezarların hemen hepsinde hat sanatının en güzel örnekleriyle yazılmış süslü yazıları görmek mümkündür. Harf inkılâbından sonra bu gelenek sessiz sedasız bir şekilde yok olup gitmiştir. Fakat Cumhuriyetten evvel mezar taşlarına kazınan yazılar bu geleneğin en güzel örnekleri olarak bugünlere gelmiştir. Gerçi bu anıt taşlardan sadece şanslı olanlar zamana direnebilmiştir. Mezar taşlarının çoğunu koruyamamışız, ya talan etmişiz, ya da tabiatın insafına bırakmışız. Bunların ciddi bir envanterini bile çıkaramamışız. Elimizdeki hazinenin kıymetini bilememişiz.
Türkiye’de pek çok yerde mezar taşlarının okunması, açıklanması ve fotoğraflarla belgelenmesi çalışması yapılmaktadır. Özellikle tarihe saygılı ve duyarlı yerel yönetimler bu işe el atmaktadır. Mahalli yönetimler bu konuda çalışma yapan uzmanlara maddi kaynak temin etmektedir. İşte bu mühim çalışmalardan birisi de Zeytinburnu sınırları içerisindeki mezar taşları ele alınarak yapıldı. Zeytinburnu Belediyesi’nin tarihe ve milli kültüre saygılı ve duyarlı başkanı Murat Aydın Bey, bu ilçe sınırları içerisinde bulunan, adeta bir Açıkhava müzesi görünümünde olan kıymetli mezar taşlarının incelenmesi, okunması ve fotoğraflarla belgelenmesi için değerli araştırmacı yazar Dr. Süleyman Berk’i bu işe memur etti. “İşi ehline veriniz” hadisinin anlamlı bir gereği olarak bu işi en iyi bilenlerden birisine havale etti.
MACBETH ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Sanat sevgisi ve sanat oluşturma hüneri insanın doğuşundan beri ruhunda var olan ve üzerine gidildikçe geliştirilen bir olgudur. Sanatla ilgilendikçe hayata ve doğaya bakışımız alabildiğine değişir. Sanat hayatımıza renk ve dinamizm katar. Onun olmadığı yerde boşluk vardır. Bu boşluğu şiddet ve geçimsizlik doldurur. Bugün gençlerimizin şiddete temayülü sanattan ve edebiyattan uzaklaşmasıyla doğrudan ilintilidir. Çözüm ancak sanattadır. Bu konuda sanat üzerine söylediği isabetli görüşleriyle tanıdığımız Herbert Read şöyle diyor:
“Sanatın işlenmesi, duyarlığımızın eğitilmesidir ve bizler sanatsal bir hava içinde yetiştirilmediğimiz takdirde, bomboş bir ruhsal yaşamın ve tatsız bir dünyanın şiddetine ve suçuna itiliriz. Yaratma isteği olmayan yerde ölüm güdüsü oluşur ve bu da sonsuz bir yıkıcılığa götürür bizi.”
Gençlerimizin içine sanat sevgisi sokmalıyız. Onları güzel sanatlarla meşgul etmeliyiz. Zira sanat kabalaşan ruhları inceltir. Hem üretmek insana haz verir. Ürettiklerimiz üst üste konulunca onun görüntüsü bizi daha da şevklendirir. Gelin sanatı okullarımıza gerçek manada yerleştirelim. Onu okul bahçelerinde bırakıp ayaz altında üşütmeyelim. O üşürse bizler donarız. Neticede buz kesen vicdanlarımız bizi robotlaştırır.
Bazı eserler yazarlarını çağrıştırır, hatta bir çırpıda göz önüne getirip hatırlatır. Çünkü bu eserler zamana karşı direnen ve eskimeyen bir söyleyişe(üslûba) sahiptirler. Bu tarz eserleri yazmak şüphesiz ki ustalık ister. İşte bu eserlerden birisidir ‘Macbeth’…Eminim ki ‘Macbeth’ ismi size bir çırpıda usta İngiliz yazar William Shakespeare’i hatırlatmıştır.
İngiliz edebiyatının yüz akıdır William Shakespeare… Her İngiliz aile, onun kitaplarını en eski basımlarından ve bozulmamış dilinden okutur çocuklarına… Körpe beyinler İngilizce sevgisini ve bu dilin doğal güzelliğini onun satırlarında tadar, fark eder. Çünkü Shakespeare İngilizce ve İngiltere demektir. Dünya edebiyatının da en büyük ismidir o…BBC’nin yaptığı ‘1000 Yılın Dâhileri’ anketinde nice şöhretli ismi geride bırakarak zirveye göz kırpmıştır. Onu okumak dünyayı okumaktır bir anlamda…
İşte böyle büyük bir yazarın eseridir ‘Macbeth’… Yüz sayfadan ibaret olan bu tiyatro metni, yüzyıllardan beri değişik şekillerde ve kalıplarda sanatın malzemesi olmuştur. Sinemadan tiyatroya ve müzikale kadar hemen her yerde onun tılsımlı hikâyesini görürsünüz. Shakespeare’in olgunluk çağına geçiş döneminin ilk eseri sayılır Macbeth… Ünlü İtalyan müzisyen Verdi’nin düzenlemesiyle tadına dayanılmaz bir opera eserine dönüşmüştür aynı zamanda… William Shakespeare ve Giuseppe Verdi gibi edebiyat ve müziğin iki büyük ustasını buluşturan bu şaheser, tiyatroda da binlerce kere izleyiciyle buluşmuştur.
Macbeth uzun bir oyundur… İskoç tarihinden bir kesit sunan oyun, Macbeth’in karısı Lady Macbeth’in de teşvikiyle evine ziyarete gelen Kral Duncan’ı öldürmesiyle başlar. Çünkü Macbeth ile Lady iktidar hırsıyla tahta sahip olmak istemektedirler. İktidarda kalabilmek için Macbeth ile Lady cürüm işlemekten kaçınmazlar. Tahta çıkmak için cinayet işleyen Macbeth, bu kez de tahtta kalmak için cinayet işlemektedir. Ancak bir süre sonra vicdanı bu yükü taşıyamaz ve Lady ile birbirlerinden uzaklaşmaya başlarlar. Ama tüm bu olaylar sırasında onları teşvik eden birileri daha vardır: Cadılar… Oyun bu eksende devam eder gider.
İktidar hırsı, cinayet, kötülük, entrika ve büyücülük gibi insan ruhunun en karanlık yönlerini yansıtır Macbeth… Bu eseri Sabahattin Eyüboğlu çevirmiş dilimize…
Shakespeare’in dört büyük trajedisinden biri olan ‘Macbeth’, 400’üncü yıldönümünde şimdi de Trabzon Devlet Tiyatroları tarafından sahneleniyor. Bu vesileyle yine bir cuma akşamı öğrencilerle tiyatro keyfindeydik… Trabzon Lisesi öğrencileri her zaman yaşattıkları tiyatro sevgisini Macbeth’e karşı da gösterdiler. Doğrusu Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncuları da Shakespeare’nin Macbeth’inin hakkını verdiler usta oyunculuklarıyla… Oyuncuları ve seyircileri bütün samimiyetimle kutluyorum.
KURTLAR VADİSİ VE ŞİDDET TEMAYÜLÜ
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’de televizyonculuğun tarihi sanıldığı kadar eski değildir. Ülkemizde ilk televizyon yayınlarına 1968 yılında başlanmıştır. Yani Türkiye’de televizyon yayıncılığının tarihi geçmişi bugün itibariyle sadece 39 yıldan ibarettir. Bu uzun sayılabilecek bir zaman dilimi değildir. TRT’nin televizyon yayınları, dünyadaki ilk televizyon yayınlarının başlamasından otuz yıla yakın bir süre sonra, 31 Ocak 1968’de Ankara’da başlamış ve kısa bir süre içinde toplum tarafından benimsenmiştir. Türk halkı kısa zamanda televizyondan keyif almaya başlamış, hatta kısa zamanda televizyonun tiryakisi olmuştur.
Dünyada televizyonculuk modern sayılabilecek şartlarda yapılırken bizde uzun süre tek kanal rakipsiz olarak varlığını sürdürmüştür. Dünyanın pek çok yerinde renkli yayınlar başlamışken bizde siyah beyaz yayınlar uzun yıllar boyunca devam etmiştir. 1984 yılına kadar tek kanal ve siyah beyaz olarak süren yayınlar, 80’li yılların ortalarında TRT’nin elinde çok kanallı ve renkli yayınlara, 1990’lı yıllarda ise TRT dışında, özel televizyon kanallarının devreye girmesi ile çok sesli ve çok kanallı duruma dönüşmüştür. Özel televizyonların kurulmasına imkân tanıyan düzenlemelerin yapılmasından sonra Türk televizyonculuğunda çağ atlanmıştır. Kanal sayısıyla birlikte rekabet ve kalite de o oranda artmıştır.
Son yıllarda özel televizyonlar reklâm pastasından daha çok pay alabilmek için milli ve manevi değerlerimizi görmezlikten gelmektedir. Sayıları her geçen gün artan bu özel kanallar işi iyice maddiyata ve menfaate dökmüşlerdir. Pastadan kendilerine düşen payı artırmanın mücadelesini bütün değerlerden önde görenler zaman zaman kültürümüze ve geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza, gençlerimize zarar vermeye başlamışlardır.
Son yıllarda televizyonlarda bir dizi furyası hüküm sürmektedir. Dizilerin biri bitmeden öbürü başlamaktadır. İnsanlar her geceye birkaç dizi sıkıştırma telaşına ve hatasına düşerek gündelik işlerini aksatmaktadır. Cinsel ağırlıklı ve şiddet içerikli bu diziler çocuklarımıza da ciddi zararlar vermektedir. Onların temiz ruhlarını lekelemektedir.
Özel televizyonlar arasında en çok ses getiren dizilerin başında ‘Kurtlar Vadisi’ gelmektedir. Uzun yıllardan beri reyting rekorları kıran ve bütün reklâmları tekeline alan bu dizi, şimdilerde geniş kitleler tarafından tartışılır olmuştur. Lakin dizinin yükselişine kimse engel olamamıştır. Psikologlar ve sosyal bilimciler diziyi şiddet üretmekle ve yanlış modeller öne sürmekle suçlamışlardır. Lakin bu suçlamalar dizinin yükselişine mani olamamıştır.
Geçenlerde ‘Kurtlar Vadisi’ isimli bu çok seyredilen dizi yeni bir konu ve formatla izleyicinin karşısına çıktı. ‘Kurtlar Vadisi Terör’ adıyla yayınlanarak ülkemizin çok hassas bir yarsına parmak bastı. Haftalar boyunca reklâmları verildi. Henüz gösterine başlamadan kamuoyunda tartışıldı. İlk bölümü yayınlanınca büyük bir reyting aldı. Otuz milyona yakın insan tarafından izlendi. Herkes ikinci bölümü heyecanla beklerken dizinin yayından kaldırıldığı haberiyle hayal kırıklığına uğradılar. Dizi şiddet içerdiği gerekçesiyle yayından kaldırılmıştı. İkinci bölümün yayınlanacağı saatte televizyon ekranından şu açıklama geçti:
“23 yıldır Türkiye’nin gününü kana bulayan, ufkunu kapatan ve geleceğini körelten terör belasının arkasındaki karanlık gerçekleri konu edindiğimiz dizimizin yeni bölümlerine gelen yayın yasağı fiili bir durumdur.
Bildiğiniz gibi, önyargılı karalama kampanyalarına rağmen Kurtlar Vadisi Terör’ün birinci bölümü yayınlanırken, bütün ülkede televizyon izleyenlerin yarısı nefeslerini tutmuş, her kesimden 30 milyon insanımızın yüreği birlikte çarpmış, eserde şu veya bu kesime karşı en küçük bir ayırım ve aşağılama görülmemiştir… Buna rağmen geçtiğimiz Pazartesi günü itibariyle fiili sansür çarkı dönmeye başlamış, hiçbir demokratik hukuk devletinde görülemeyecek bir uygulama ile dizimizin yayımlanması imkânsız hale getirilmiştir… Ya ‘Kurtlar Vadisi’ yayından kalkacak ya da kanalın yayın izni iptal edilecekti…
Yapımcı olarak bizim yaptığımız 30 milyon vatandaşın takdirini kazanan sanal bir gerçekliktir ama bu kitlenin beğenisini hiçe sayan sansürcü zihniyetin yaptığı somut bir gerçekliktir… Zira dizinin henüz sadece bir bölümü yayınlanmış ve bu bölümde herhangi bir sakınca görülmemiş olduğu halde sonraki bölümler, ısmarlama bir takım kaygı ve tahminlerden hareketle ağır şekilde suçlanmıştır.
Oysa Kurtlar Vadisi, daha birinci bölümün ilk sahneleriyle birlikte bu ülkede her şeye rağmen herkesin kardeş olduğu bilincini pekiştirmek için en etkili örneği vermiştir… Dizinin en güçlü mesajlarla vurguladığı Kürt ve Türkün kardeşliğinden rahatsız olanlar, Kurtlar Vadisi’ni suçlamış, yayın engellenmiştir…”
Türkiye’de günlerden beri Kurtlar Vadisi Terör”ün yayından kaldırılması konuşuluyor. Herkes kendince ahkâm kesiyor. Bir zamanlar dizinin şiddeti körüklediği tezinde birleşenler bile yayın yasağını çirkin bir sansür olarak görüyorlar. Yani dizi mazlum ve mağdur koltuğuna oturtuluyor. Güzel ülkemin güzel insanları bir günde sözlerinden çark ediyor. Sanal yayınlar gerçek hayatın üstüne çıkarılıyor. Sapla saman birbirine karıştırılıyor.
Şahsi kanaatime göre Kurtlar Vadisi dizisi sahte ve kanunsuz kahramanlar yaratıyordu. Çocukları yanlış mecralara sürüklüyordu. Genellikle milli ve manevi değerlerimize uyan mesajlar verilmiyordu. Gençler bu yanlış örneklerden fazlasıyla etkileniyordu. Bazen hak arama ve adalet arayışı mahkemeler dışına taşıyordu. Bunları dizinin önceki bölümlerini dikkate alarak söylüyorum. Fakat şiddet içerikli dizi sadece Kurtlar Vadisi miydi?
Bu dizi yayından kalktı diye artık cinnet haline dönüşen toplumsal şiddet azalacak mı? Öldürme ve yaralamalar son bulacak mı? Maalesef hayır! ... Bence bu diziden evvel pek çok dizi, yarışma ve gösteri programı öncelikli olarak yayından kaldırılmalıdır. Kurtlar Vadisi onlarla kıyaslanınca çok daha ehven-i şer kalır. Ama burası Türkiye işte! ... Sözde özel hassasiyetlerimiz varmış… Nedense bazı şeyleri anlamakta hâlâ zorlanıyoruz
VERGİ BİLİNCİ VE GELECEĞİMİZ
M.NİHAT MALKOÇ
Milletlerin teşkilatlanmış şekline ‘devlet’ diyoruz. Yani aslında devlet biziz… Onun içindir ki hainlerin zihninde yer eden “devletin malı deniz…” anlayışı nerden bakarsak yanlıştır, iğrençtir, hiçbir tutar dalı yoktur. Dürüst insan, devletin malını ve kaynaklarını kendi malından daha çok düşünür. Her işinde devletten yana tavır takınmaya ve tutumlu olmaya gayret eder. Çünkü devletin malında nice tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı vardır. Allah’a ve ahiret gününe inananlar devlet müesseselerine bu anlayışla yaklaşırlar.
Her nedense milletimiz devlete yüklenmeyi ve onu yere batırırcasına insafsızca eleştirmeyi çok sever. Onlara göre her işte ve her konuda kabahatli devlettir. O zaman vurun abalıya… Oysa devlet soyut bir kavramdır aslında… O, yerden yere vurduğun devlet aslında sensin. Acaba resmi kurum ve kuruluşları böyle sert bir biçimde eleştirirsek bundan fayda mı, yoksa zarar mı görürüz? Her işin olduğu gibi bunun da bir ölçüsü vardır muhakkak…
Devletin verdiği hizmetleri kalite ve yeterlilik bakımından sürekli eleştirenler, acaba vatandaşlık görevlerini hakkıyla yerine getiriyorlar mı? Acaba askere gitme zorunlu olmasa kaç kişi bu peygamber ocağına baş koyar? Devlet, hizmetlerimize karşılık bize ücret vermese bir gün çalışır mı memurlar? Devleti eleştirirken bunlar da geçiyor aklımızdan… Demek ki aslında bizler de çok masum değiliz. Zaten devlette zaaflar varsa, bu mekanizmanın dişlileri olan millette de zaaflar vardır. Zira bu çarkın dişlileri fertlerden oluşuyor.
Devletten kaliteli ve kesintisiz hizmet istiyorsak ve bekliyorsak bizler de elimizi taşın altına sokmalıyız. Devlete karşı görevlerini yerine getirmeyen sorumsuz vatandaşların devleti ve onun kurumlarını yermeye, onlardan hizmet beklemeye hakkı yoktur. Türkiye’de yaygın olarak yapılan şey, ölçüsüz eleştiridir. İş vazifeye gelince ortalıkta pek kimseyi bulamazsınız.
Devletin kusursuz ve devamlı hizmet verebilmesi için maddi yönden güçlü olması şarttır. Türkiye ekonomisinde kalıcı bir iyileşme sağlanabilmesi için bütçe gelirlerinin artması, öte yandan giderlerin azalması gerekir. Yani kamu gelirleri mutlaka artmalı, kamu giderleri de azalmalıdır. Bunun yanında sınırlı kaynaklarımızı verimli kullanmalıyız.
Devlet, gücünü halkından alır. Vatandaşlar her zamanda ve zeminde devlete karşı olan maddi ve manevi yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmelidir. Bu yükümlülüklerden biri de vergi vermektir. Bilindiği gibi Anayasanın 73. maddesinde “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür “ hükmü yer almaktadır. Vergiyi basite almayalım, devlet gelirlerinin yarıdan çoğu vergi girdilerine dayanmaktadır.
Ülkemizde memurların gelir vergisi maaşlarından otomatik olarak kesilmektedir. Fakat serbest çalışanlar için böyle bir sistem mevcut değildir. Bu yüzden serbest çalışanların önemli bir kısmı üzerlerine düşen vergileri devlete ödememektedir. Fakat yeterli hizmet alamayınca da ‘bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’ misali en çok da onların sesi çıkmaktadır.
Kim ne derse desin Türkiye’de kayıt dışı ekonomi dengeleri sarsmaktadır. Hiç kimse ‘kayıt dışı ekonomi yok’ diyemez. Bunu inkâr etmek yerine, üzerine ısrarla gitmeliyiz. Hiç kimsenin bir başkasının sırtından geçinme hakkı ve lüksü yoktur. Devlet isterse kayıt dışının da üstesinden gelebilir. Bunun için kararlı olunmalıdır. Fincancı katırlarını ürkütmekten korkulmamalıdır. Devlet güç ve otorite demektir. Hiç kimse devletin üstünde değildir.
Türkiye’de vergi konusunda ciddi düzenlemeler yapılmalıdır. Devletin vergi politikası bir kez daha gözden geçirilmelidir. Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınması yoluna gidilmelidir. Vergi yükü tabana yayılmalıdır. Vergi miktarları azaltılırken, bu konuda mükellefler kararlılıkla takip edilmelidir. Vergi kaçağı önlenmelidir.
Mükellefin sırtına yüklenen vergi miktarının çok olması, vergi gelirlerinin çok olacağı anlamına gelmez. Vatandaşa taşıyacağının üstünde bir vergi yükü yüklerseniz, elbette ki o bu yükün altından kalkamaz, ezilir, hilelere, yasal olmayan yollara başvurur. Vergi miktarı makul olursa hemen herkes üzerine düşeni verir. Böylece fertlere düşen vergi miktarı az olsa da kişi sayısı artınca aradaki eksiklik kapanır. Böyle olunca kimse de incinmez, yakınmaz. Vergi adaletini sağlayamadığımız müddetçe beklenen vergi gelirini elde edemeyeceğiz.
Vergi kaçaklarının azalması ve vergi gelirlerinin artması için vatandaşlarımıza vergi bilinci ve sorumluluğu kazandırmalıyız. Vergilerin halka hizmet olarak geri döndüğü inandırıcı bir biçimde anlatılmalıdır. Her bir fert bu gerçeği hayatında canlı örneklerle görebilmeli ve ikna olmalıdır. Bu arada vergiler olur olmaz yerlerde harcanıp tabir caizse çarçur edilmemelidir. Çünkü onlarda hepimizin alın teri ve emeği vardır.
Vergilerin nerelere gittiği, nasıl harcandığı mükelleflere iyi izah edilmelidir. Vatandaşın, verdiği paranın hesabını sorma hakkı vardır. Vergi bilinci kazandırma konusunda devlet televizyonundan azami derecede yararlanılmalıdır. Vergi haftasının gayesine uygun olarak idrak edilmesini, vatandaşa vergi bilinci kazandırılmasını, devletin vergilerinin önceki yıllara göre daha da artmasını ve bu vergilerin hayırlı hizmetlerde kullanılmasını diliyorum.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta