GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
BİR GÜN SEN DE YAŞLANACAKSIN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat değişik etaplardan oluşmuş bir yol güzergâhıdır. Bu yolda bazıları yürür, bazıları koşar, bazıları ise sürünür. Herkes gücüne göre hareket eder. Güçsüzler ve yaşlılar hep gerilerde kalır. Şair Ahmet Haşim ömrü bir merdivene benzeterek şöyle demişti:
“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...”
Hepimiz bu hayat merdivenlerini bir bir çıkıyoruz. Yükseldikçe görüş alanımız artsa da nefesimiz de o oranda azalmaktadır. Her merdiven, dermanımızı eksiltmekte, takatimizden çok şey alıp götürmektedir. Yorulsak da, daralsak da bu merdivenin en üst basamağına çıkıncaya kadar yükselişimize devam edeceğiz. Yükselirken de güneş rengi hükmündeki hatıralarımızı beraberimizde götüreceğiz. Bunlar bazen bizi sevindirecek, fakat çok kere de üzecektir. Çünkü mazinin ihtişamı hâlin acizliği karşısında hep üste çıkacaktır. Mevcut durum bizi üzmeye, yormaya, içimizdeki melali artırmaya fazlasıyla yetecektir. Vakit gelecek mevcut manzara karşısında semaya yaşlı gözlerle bakmak durumunda kalacağız.
Aynalar gençlere huzur verirken, yaşlılara korku salar. Şakaklarımızdaki beyazlar ve alnımızdaki kırışıklar üstümüze abanan yılların ürkütücü çehresini gösterir. Gerçi her yaşın kendine göre bir güzelliği olduğu gerçeğini de kabul etmek gerekir. Yaşlılık ağır bir yük olsa da, manevi açıdan bakınca kötü bir şey olmadığı görülür. Bu yaşlar bir anlamda ömrün hasat mevsimidir. Çocuklar ve torunların mürüvvetleri görülür, onların başarılarıyla gururlanılır. Çalışmaya ara verdiğimiz için bedenimiz dinlenir. Şiirimizin büyük şahsiyetlerinden Cahit Sıtkı Tarancı yaşlanmayla beraber bedenimizde ve ruhumuzda meydana gelen değişimleri hüzünlü bir edayla “Otuz Bey Yaş” adlı şiirinde bakın nasıl dile getiriyor:
“Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.”
Yaşlanmak nihai kaderimizdir, ondan kaçış ancak erken ölmekle mümkündür. Bu da sanırım tercih edilen bir durum değildir. Madem yaşlanmaktan kaçış yok, o zaman bu yeni halimize alışmak gerekir. Gerçi bedenimizin fiziki olarak yaşlanmasına ruhumuz da kendince destek oluyor. Yani ruh bu yeni duruma göre değişiyor, başkalaşıyor. Hissiyatımız yaşlılığı kabul edecek hale bürünüyor. Eğer bedenle ruh bu hususta denge içerisinde hareket etmezse psikolojik sıkıntılar baş gösterir. Ruh, bedenin bu değişmiş halini kabul etmede zorlanır.
Yaşlılığa alışmak çok kolay bir şey değildir. Yaşlanan insanlarda ihtiyarlığın getirdiği fiziki olumsuzluklarla beraber, ölüm korkusu da sıkıntı teşkil eder. Allah’a ve ahiret gününü inananlar bu korkuyu hissetmezler. Bilirler ki ölüm yok oluş değil, kulluk vazifesini tamamlamış olmayla birlikte verilen bir çeşit berattır. Ne mutlu nurlu berat alabilenlere! ...
Eskiden toplumumuzda geniş aile vardı. Günümüzde yaşlılar ayrı evlerde bir başına oturuyorlar. Evlatlar anne babalarını başlarından savıyorlar. Huzurevlerinde binlerce anne baba, çocuklarının sevgisinden uzak ömür törpülemektedir. Bu, Müslüman Türk toplumuna yakışmıyor. Fazla söze ne hacet… Herkes ettiğini bulur. Ne ekerseniz onu biçersiniz.
TİYATRO HAYATA TUTULAN AYNADIR
M.NİHAT MALKOÇ
Hepimiz hayatın bir ucundan tutmuşuz. İyi veya kötü herkes kendi hayatını yaşıyor. Memnun olsak da, olmasak da hayatın bir yerinde durmak zorundayız. Fakat tiyatro da böyle bir mecburiyet yok. Tiyatroda sanatçı sahnede kendi hayatını yaşamaz. Başkalarının hayatlarını canlandıran sanatçı, o hayatların hakkını vermek için oyunculuk hünerini gösterir.
Tiyatroyla hayat birbirleriyle sımsıkı ilişkilidir. Çünkü dünya da bir çeşit tiyatro sahnesidir. Bu sahnede herkes gelir oyununu oynar, sonra da çekip gider. İster sahne olsun ister dünya, mühim olan rolümüzün hakkını vermektir.
Tiyatro hem göze, hem de kulağa hitap eder. Görsel sanatların başında gelir. Tiyatrocu olmak için öncelikle bu işe eğilimli, sonra da eğitimli olmak gerekir. Geleneksel Türk Tiyatrosundan günümüze kadar nice insanlar yürünmüş bu temsil kervanında.
Ülkemizde ve dünyada her yıl 27 Mart günü Dünya Tiyatrolar Günü olarak kutlanmaktadır. Bunun da bir hikâyesi vardır muhakkak… Uluslararası Tiyatro Enstitüsü’nün 1948 yılında kurulduğunu ilgililer bilir. Bu enstitü 1961 yılında aldığı bir kararla 27 Mart gününü Dünya Tiyatrolar Günü olarak kabul etmiştir. Her yıl enstitüye üye ülkelerde 27 Mart günü bir anlamda Tiyatro Bayramı olarak kutlanır. Bu günde tiyatronun önemi ve tiyatrocuların meseleleri tartışılır. Fakat nedense çözüm bulunmaz.
Bizde tiyatro çok eskilere dayansa da Devlet Tiyatroları’nın geçmişi sanıldığı kadar eski değildir. Devlet Tiyatrosu, Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi’nin bir aşaması olarak, 1949 yılında, “Devlet Tiyatro ve Operası” adıyla kurulmuştur. Konservatuvar’ın kurulduğu 1936 yılından 1947 yılına kadar, Tiyatro Bölümü’nü Alman Tiyatro Sanatçısı ve Yöneticisi Carl Ebert yönetmişti. 1940’da ise, “Tiyatro ve Opera Tatbikat Sahnesi” kurulmuştur. Bu, modern tiyatromuz için bir geçiş dönemidir.
Türkiye’de sadece 13 vilayetimizde Devlet Tiyatrolarına ait sahne vardır. Bunlar İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Antalya, Trabzon, Konya, Sivas, Diyarbakır, Van, Erzurum ve Gaziantep şehirlerinde bulunmaktadır. Bazı şehirlerde, özellikle İstanbul ve Ankara gibi şehirlerde birden çok sahne vardır. Bunları da hesaba kattığımızda Devlet Tiyatroları’na ait 28 sahne olduğu görülür. 81 ili bulunan güzel ülkemizde bu kadar tiyatro bulunması asla yeterli değildir. İllerimizin en az yarısında tiyatro bulunmalıdır. Gönül arzu eder ki her ilde bir tiyatro bulunsun, fakat devletin imkânları bunu gerçekleştirebilecek kadar geniş değildir. Aslında tiyatro özel kuruluşların desteğiyle bir yerlere gelmelidir. Özel tiyatroların sayısı artırılmalıdır. Gerçi büyük şehirlerde pek çok özel tiyatro vardır. Fakat Anadolu şehirleri bu imkândan mahrumdur. Bu boşluğu turnelerle doldurmak gerekir.
Türkiye’de tiyatronun çağdaş ölçülere kavuşturulmasında büyük emekler sarf eden ve bu alanda öncü olan sanatçıların başında Muhsin Ertuğrul gelmektedir. Onun tiyatromuza kazandırdıkları, bu alanda bilgi ve görgü sahibi olanlarca bilinir ve takdir edilir.
1947 Mart’ında Türkiye’den ayrılan Carl Ebert’in yerine, Tatbikat Sahnesi’nin yöneticiliğine Muhsin Ertuğrul getirilmiştir. 10 Haziran 1949 günü çıkarılan “Devlet Tiyatro ve Operası’nın Kuruluş Yasası”, 16 Haziran’da yürürlüğe girmiş; Muhsin Ertuğrul, Devlet Tiyatro ve Opera Genel Müdürlüğü’ne getirilmiştir. Türk tiyatrosunun Batılı anlamda kurucusu olarak kabul edilen Muhsin Ertuğrul, 1979’da İzmir’de vefat etmiştir. Bugüne kadar onun boşluğunu dolduracak bir tiyatro adamı maalesef gelmemiştir.
Trabzon Devlet Tiyatrosu 1987 yılında dönemin Kültür Bakanı Mesut Yılmaz tarafından açılmış ve Ankara Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Erhan Gökgücü Müdürlüğe atanmış, 7 Ekim’de Necati Cumalı’nın yazdığı, Mahir Canova’nın yönettiği “Boş Beşik” adlı oyunla da perdelerini Trabzonlu seyircilerine açmıştır. Günümüze kadar yerli ve yabancı birçok oyun oynanmış ve Türkiye’nin birçok yerine turneler düzenlenmiştir. Ayrıca 2000 yılından itibaren Türkiye’de bir ilki gerçekleştiren Trabzon Devlet Tiyatrosu “Uluslararası Karadeniz’e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Festivali”ni hayata geçirerek sevgi, barış, dostluk ve dayanışmayla, ülkelerarası kültür ve sanat alışverişiyle adeta bir sevgi köprüsü oluşturmuştur. Bu festivalin genişleyerek devam etmesi en büyük temennimizdir. Fakat bu festivalde dil meselesi aşılmalıdır, görsellikle yetinilmemelidir. Çünkü anlamadan seyretmek sıkıcıdır.
Trabzon’da Devlet Tiyatroları’na ait bir sahnenin bulunması bizler için bir şanstır, bunun kıymetini bilmeliyiz. İş baskısından bunalan ruhlarımız tiyatroda dinlenmekte ve huzur bulmaktadır. Tiyatro dil gelişiminde de çok mühim bir rol üstlenmektedir. Çocuklarımızı tiyatrodan mahrum etmeyelim. Onları sık sık oyunlara götürelim. Shakespeare’in dediği gibi “Tiyatro hayata tutulan aynadır.” Bu aynadan kendimizi seyretmeyi ihmal etmeyelim. Yeri gelince gülelim, yeri gelince payımıza düşen dersleri alalım.
HAS ADAMDI KADİR HAS
M.NİHAT MALKOÇ
Vakti gelen, ecel atına binip yol alıyor ötelere... Dünyanın kuytusunda yıpranan ruhları kendine çekiyor, kavrıyor iyiden iyiye sonsuzluğun çağrısı… Göz pınarlarından dökülen damlaların oluşturduğu hüzün denizinde meçhule giden bir gemi çalıyor en acı sirenlerini. Geride kalan insan yığınları bir başka yolculuğun hüznünü taşıyorlar yorgun yüreklerinde… İstemeseler de azade olamıyorlar kendi yolculuklarının eleminden.
Dünyaya gelirken aslında dönüş biletini de koyuyorlar cebimize… Fakat o bileti gözümüzün uzağında tutuyoruz nedense. Sonsuza dek yaşama isteği ve kezzap hükmündeki dünyevi ihtiraslar, hakikatlere perde oluyor. Gözler toprakla dolmadan kopamıyoruz süslü rüyalarımızdan. Toprağı yastık yapmadan vazgeçemiyoruz kuştüyü yastıklarımızdan.
Gelen gidiyor işte… Üstelik dişimizle tırnağımızla, zor şartlarda biriktirdiklerimizi de dünyada bırakarak çıkıyoruz dönüşü olmayan o uzun soluklu yolculuğa… Yapmamışlar kefene cep… Zira salih ameller dışında buradan götürdüklerimiz kalp para hükmündedir. Manevi alışverişimizde ancak ve ancak Allah için verdiklerimiz geçiyor.
Dünya nimetleriyle rızıklananlar hiç ölmeyecekmiş gibi gece gün demeden, üstüne yenilerini koymanın gayreti ve telaşı içerisinde geçiriyorlar altın hükmündeki vakitlerini… Bazıları dünyevi nimetleri Allah’ın yolunda tasadduk ederek salih amellere dönüştürüyorlar. Var mı bu dünyada bundan daha kârlı bir alışveriş? Yok elbette…
Veren eli alan elden üstün kılan Allah, hayır hasenatın çetelesini tutturuyor sorumlu meleklerine. Sosyal sorumluluk anlayışıyla ceplere indirilen eller ne kadar çok banknot kavrıyorsa çehreler o kadar gülücüklerle doluyor. Başkalarının yüzündeki tatlı tebessümlerden haz alanlar alın terinin manevi huzuruyla doyumsuz lezzetlere yelken açıyorlar.
Vermek de herkese nasip olan bir erdem değildir şüphesiz. Vermek bir nasip işidir. Bu nasipten koca paylar alan bir gönül adamını uğurladık son günlerde. Malının mülkünün önemli bir kısmını gözü görerken, eli tutarken eğitim için vakfeden Kadir Has’ı kaybettik Mart aynın yirmi ikisinde… Son görüntüleri de bir eğitim kurumunda çekilmişti Has’ın. Kendi adıyla kurulan Kadir Has Üniversitesi’nde geleceğin binasına harç koyacak beyinlere nasihatlerde bulunmuştu ölmeden iki saat evvel…86’sında dünya hayatına veda eden, uzun ömrünü her türlü hayır işine vakfeden bu gönül adamı, geride bıraktığı servetle değil, eğitime yaptığı 600 milyon doların üzerindeki bağış yatırımlarıyla anılacak bundan sonra…
İstanbul’da ölen Kayserili hayırsever iş adamı Kadir Has, “Vatan Borcu Ödüyorum” adlı kitabında, “Mutluluğu, ülkeme ve insanıma hizmet ederek tatmak istiyorum” demişti. Has, 86 yıllık hayatını kaleme aldığı ve 2006 yılı Aralık ayında yayımladığı “Vatan Borcu Ödüyorum” adlı kitabında, dünyada yararlı bir iş yapmayan kişilerin, boşu boşuna yaşadığını ifade etmişti haklı olarak… Bu kitaptan ilginç bir bölümü dikkatinize sunmak istiyorum:
“Büyüklerimiz, hayatın akışını anlatırken, ‘İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri’ derlerdi. Bu belki de hayata veda etmenin bir mesajıydı. Ben, Allah’ın vereceği faydalı ömrümün sınırları içerisinde, hayatın icabı ne ise ona çabalıyorum. İmkânlarımı eğitim, kültür, sağlık ve sosyal yardım alanlarında seferber etmeyi sürdürüyorum. ‘İşte geldik, gidiyoruz’ diyeceğim ama içimdeki bir ses, daha çok şeyler yapmam gerektiğini işaret ediyor. Bir şöhret peşinde değilim. Halkımın vereceği her paye, benim baş tacımdır. Her doğan gün, insan için yeni bir hayattır. Her günü birlikte yaşıyoruz, birlikte hayat mücadelesi veriyoruz. Temennim, tüm bu mücadelelerin insanlığın hayrına olmasıdır.(Vatan Borcu Ödüyorum-Kadir Has-ABC Basın Ajansı Yayınları)
Has adamdı Kadir Has… Soyadı kendisine çok yakışıyordu. Bunun hakkını fazlasıyla veriyordu. O da her fani gibi uzun bir ömrün ardından beka âlemine göçtü. Kadir Has, devleti için çok şey yaptı. Devlet de ona Devlet töreniyle gömülme şerefini bahşetti. Yaşadıkça her türlü hayrı bizzat kendisi yaptı. Hiçbir şeyi sonraya bırakmadı. Allah rahmet etsin.
A. ERKAN KOCATÜRK’LE AYAKÜSTÜ SOHBET
M.NİHAT MALKOÇ
Dostluk en sevimli, en munis, en güler yüzlü sözcüktür. Dostlarımızdır bizi hayata sıkı sıkıya bağlayan… İnsanların, eski dostlarını görüp hasret gidermesi ne kadar doyumsuzdur. Bizi diğer varlıklardan ayıran hisler; dostluk, muhabbet ve vefa değil midir? Bu kavramlara sadakatimiz ölçüsünce insanız… İnsanlığı ölçen başka bir ölçek tanımıyorum.
Geçenlerde görev yaptığım Trabzon Lisesi öğretmenler odasında oturup dinlenirken kapıda beyaz saçlı, nur yüzlü bir pir-i fani belirdi. Daha sonra bana doğru yaklaştı ve “Efendim mesainizi engellemeyecekse biraz konuşabilir miyiz? ” dedi. Öğrenci velisidir sandım. “Elbette, öğrenci velisi misiniz? ” dedim. Çünkü biz öğretmenleri öğrenci velilerinden başka pek ziyaret eden olmaz. “Ben Gümüşhane’den…” diye söze başlayınca “Erkan Abi sensin ha… Hoş geldin, sefalar getirdin” deyip hasretle musahafa ettim kendisiyle.
Unutkan bir insanım ama bunun unutmayla fazla bir ilgisi yok. Gümüşhane’de beş yıl(1992–1998) görev yaptıktan sonra 1998 yılında bu şehirden ayrıldım. O gün bugündür bu şehre bir daha uğrama imkânım olmadı. Daha doğrusu yolumuz kesişmedi. Onun için hayli uzak kaldım dost simalardan. Hem Erkan Bey’in beni okulumda ziyaret edeceğini aklımdan geçirmemiştim hiç... Fakat o iyi bir dost olduğunu, vefa duygularının capcanlı olduğunu ispat edercesine, büyüklük küçüklük kaprislerine girmeden gelip ziyaret etti. Bu onun kâmil bir insan olduğunun en büyük göstergesidir. Zira sevgi, saygı ve hoşgörü onun lügatinde en önde gelen kelimelerdir. Tanımayanlar için bu dost canlısı insanı kısaca tanıtayım size:
“1941 yılında Gümüşhane de doğmuştur. Bağlarbaşı mahallesinde ikamet etmektedir. Ticari İlimler Akademisinden mezundur. Şair H.Cevdet Kocatürk’ün oğludur. Şiirlerinin bir kısmı Kuşakkaya gazetesinde yayınlanmıştır. Şiirlerinde genellikle hece veznini tercih etmiştir. Dili ustalıkla kullanır. Halk şiiri geleneğini sürdürür. Tasavvufi konularda ve taşlama tarzında şiirleri de vardır. Şiirlerinde âşıklık geleneğinin izlerini görmek mümkündür.”
Ahmet Erkan Kocatürk’le okul kantininde bir saate yakın muhabbet ettik. Gümüşhane’deyken kendisini ziyaret eder, sohbetinden istifade ederdim. Onun muhabbetinde malayani söz yoktur. Konuştuğunda hak ve hakikatten bahseder. Ben onu, ömrünü Mekke’de geçiren Ali Ulvi Kurucu merhuma benzetirim. Kurucu, Resulullah’a yakın olmak için ömrünü mukaddes topraklarda geçirmiştir. Kocatürk de böyle bir Peygamber ve Allah dostudur. Yüzüne bakınca Allah’ı hatırlarsınız. Zaten müslümanın sureti Allah’ı hatırlatmalıdır. Allah böyle insanların sayısını artırsın. Onların gayretleri ile bir yerlere geleceğiz.
İnançlarını her şeyin üstünde tutan Kocatürk, son yıllarda dünyanın meşgalelerinden iyice elini eteğini çekmiş, işlettiği kuyumcu dükkânını da kapatmıştır. Şimdi, Gümüşhane’nin manevi dinamiklerinin başında gelen Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi adına yapılan külliyede hayır işleriyle meşgul oluyor. Fakat o ticaretle uğraştığı yıllarda da hayır işleriyle ilgileniyordu. Onun Ahmet Ziyaüddin Hazretlerine olan hayranlığı çok eskilere dayanır. Bir dörtlüğünde manevi hocası olan Gümüşhanevi Hazretlerine şöyle seslenmektedir:
“Yolun hakikattir, hizmetin büyük,
İrfan meclisinde ‘Ser’sin Sultanım
Seni sevmeyen kalp sinede bir yük
Ehli aşk gönlünde ‘Var’sın Sultanım”
Ahmet Erkan Kocatürk soylu bir aileden gelmektedir. Yedi Meşalecilerden ve Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olan Vasfi Mahir Kocatürk onun amcasıdır. Babası Hamit Cevdet Kocatürk ise Gümüşhane’nin en eski tüccarlarındandı, şairdi aynı zamanda. Onlarda şairlik aileden gelen bir meziyet… Erkan Bey de amcası Vasfi Mahir’in telkinleriyle şiire gönül vermiştir. Soylu bir aileden gelmiş olmasına rağmen o hep tevazu üzere yaşamış ve alçakgönüllülüğü en büyük erdem olarak görmüştür. Dokuz yıl aradan sonra bu güzel insanı gördüğüm için kendimi bahtiyar sayıyorum. Allah onu başımızdan eksik etmesin.
MÜSLÜMAN KİMLİĞİ ÜZERİNE TERENNÜMLER
M.NİHAT MALKOÇ
Arapça kökenli bir kelime olan 'Müslüman' kavramı 'teslim' kelimesinin fâilidir, Bu yönüyle 'teslim olan' anlamına gelmektedir. Demek ki Müslümanlığın birinci basamağı şüpheye meydan vermeden Hakk'a teslim olmaktır. İslam inancına göre Müslüman, Allah'a, O'nun birliğine, İslam dininin şanlı peygamberi olan Hz. Muhammed(sav) 'in son peygamber olduğuna inanan, Allah'ın emirlerini yerine getirmeye, yasaklarından kaçınmaya çalışan insandır. Fakat İslam'ın gereklerini zaman zaman yerine getirmeyen, ihmal eden dinden çıkmaz, sadece günahkâr olur. Onun için, emin olmadıkça kişileri tekfir etmemeliyiz.
Ahir zamanda iman ateşten gömlek gibidir. Çıkarsan cehenneme düşersin, taşırsan yanarsın. Cehenneme düşüp yanmaktansa bu dünyada o gömleği taşıyarak yanmak daha mantıklı ve kârlıdır. Ebedi hayata inananlar ve cenneti umanlar bu gömleği hiç çıkarmazlar üzerlerinden. Hakk'ın huzuruna bununla çıkarak, defterini sağdan alan bahtiyar kullardan olurlar. O akıllı insanlar ebedi hayatı geçici olana tercih ederler. Bu ne kârlı bir alışveriştir.
Müslümanlar dünya denen bu zorlu imtihan yerinde her gün ayrı bir musibetle imtihan oluyorlar. Nasıl ki çelik ateşte yandıkça güç kazanıyorsa, Müslümanlar da bu imtihanlardan alınlarının akıyla çıktıkça takvaları, ihlâsları ve inançlarına bağlılıkları o oranda artıyor. Dikkat edilirse şeytan, yoldan çıkanlardan ziyade muttaki olanlarla daha çok uğraşıyor. Onları hak yoldan saptırmak için hiçbir fırsatı kaza etmiyor. Neticede tahkiki iman sahipleri, şeytanın hile ve tuzaklarına kanmayarak sırat-ı müstakimden sapmadan ilerliyorlar.
Müslüman fıtratı üzerine dünyaya gelen insanoğlu, akıl baliğ olunca inancını kendi hür iradesiyle seçiyor. Tabii olarak bunu seçerken, yaşadığı toplum ve çevre onu fazlasıyla etkiliyor. Hatta bazıları çevrenin ve kötü arkadaşların açtığı şirk kuyusuna düşerek her iki dünyasını da mahvediyor. Rabbimiz fıtratımızla inancımız arasındaki bağı bakın nasıl izah ediyor: 'Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur) . Ancak insanların çoğu bilmezler.' (Rûm: 30/30)
Nimetlerin en büyüğü olan İslam, hepimizin ortak manevi değeridir. Onu hakkıyla temsil ettikçe yükselecek, ondan uzaklaştıkça alçalacağız. Onu yaşamakla kalmayacak, aynı zamanda elimizin ulaştığı her noktaya taşıyıp yaşatacağız. Bilinmelidir ki İslâm'a hizmet etmek sadece hocaların, müftülerin, vaizlerin, hafızların vazifesi değil, bu her müslümanın birinci görevidir. Çünkü her Müslüman, İslami hakikatleri geniş kitlelere duyurmakla yükümlüdür. İnancımızı ferdi olarak yaşamak bizi sorumluluktan kurtarmaz. Tebliğ vazifesini hiçbir zaman yabana atmamalıyız. Bu anlamda her Müslüman dininin görevlisidir.
Günümüzde Müslüman kimliği maalesef içi boşaltılmış bir kavramdır. Batı dünyası ve genel anlamda İslam dışı bütün inanç mahfilleri İslam'ın inanç sistemini diledikleri renge boyanmış bir kabuk olarak gösterme gayreti içerisine girdiler, çoğumuz o kabuğu kırarak öze inemedik. Kabuğu öz sanma gafletine düştük. Yanı başımızdaki Kur'an'a bakmak yerine, popülist İslam yorumlarının peşinden sürüklendik. Oysa her şey iki kapak arasında açıkça yazılıydı. Bence Müslüman kimliğinin meselelerin kaynağında bu özden uzak oluş yatmaktadır. Teşhis yanlış konulduğu için, tedavi gayretleri netice vermemektedir.
İslam ve onun mukaddes kitabı olan Kur'an-ı Kerim evrensel bir mesaj taşımaktadır. Belli bir ırkın, kavmin, zamanın ve mekânın dini değildir. Bütün ırkları, kavimleri, zamanı ve mekânı kuşatmıştır. Son din olması da bundan dolayıdır. Fakat müsteşrikler ak'ı kara, kara'yı ak gösterme gayreti içerisinde bu mutlak hakikatleri değiştirmek için olağanüstü bir çaba harcıyorlar. Doğulu halkların, hatta aydın sıfatı taşıyanların önemli bir kısmı bu çirkef oyuna gafletten öte, gönül rızasıyla gelmektedir. İrfan kör gafleti izale edememektedir.
Türk milletinin belli bir zaman ve süreçten sonra İslamı din olarak kabul etmesi tarihin en mühim dönüm noktalarındandır. Şayet bu millet, İslam zırhını kuşanmasaydı hem kendileri, hem de şerefle taşıdıkla tevhit inancı çok farklı noktalarda olurdu. Bu durumu sindiremeyen müsteşrikler ırkçılığı milliyetçilik süsüyle acı bir zehir olarak bizlere sunmaktadır. Böyle olunca bir buçuk milyarlık İslam ümmeti özlenen ve beklenen birliği sağlayamamaktadır. Oysa İslam inancı bu milletleri birbirine bağlaması gereken bir çimentodur. Fakat bunu her zaman engelliyorlar. İslam'ın reddettiği ırkçılık yaftasını boynumuza asıyorlar. Akif bu durumu şu dizelerle sert bir biçimde dile getirir:
'Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize? '
İslam mesele üreten değil, çözüm getiren akideler manzumesidir. Lakin bu inanç sistemi art niyetli odakların elinde problemler yumağının kaynağı olarak gösterilmek istenmektedir. Globalleşen dünyada sermaye sahipleri gemilerini yürütmek için bu iğrenç yolu seçmiş bulunmaktadırlar. Çünkü onların sundukları materyalist ve kapitalist sistemler insanlığa huzur getirmekten çok uzaktır. Onlar ancak suni 11 Eylül senaryoları yazıp tatbik ederler. Bunun için de binlerce insanı oyunlarına dekor olarak kurban etmekten çekinmezler.
Kulu en iyi, Yaratanı bilir. Hakk'ın bizlere sunduğu ilahi düzen kusursuzdur. Şüphe yok ki gerçek huzur bu düzene tabi olmakla, İslam dairesi içerisine dâhil olmakla elde edilir. Bunu İslam karşıtları da çok biliyorlar, onun içindir ki bu gerçeği fark eden kitlelerin artmaması için, gençlerden başlamak üzere, kitlelerin düşünme yetilerini değişik yollarla devre dışı bırakıyorlar. İçki, kumar, sigara, uyuşturucu, kadın ticareti, çılgın eğlenceler ilâhi nasları ve gerçekleri unutturmanın, dünyayla teselli bulmanın morfinidir. Müslümanlar bunları görmezlikten gelemez. 'Benim meselem değildir' diyemez. İslam'ın hedefi bütün insanlığı şer batağından kurtarıp tevhit aydınlığına çıkarmaktır.
Müslümanlar iman denizinde kum tanesi hükmündedir. Tek başına fazla bir şey ifade etmeseler de birleşince kum dağları oluştururlar. Bu dağlar günün birinde bulutlara değecek yüksekliğe varabilir. Bunun içindir ki güçlerimiz birleştirilmeli, yük paylaşılmalı, nimetler de bölüşülmelidir. Özellikle Müslüman aydınlar fildişi kulelerde oturup ahkâm kesmemelidir. Hak ve halk için halkın yanında, halkla beraber hareket edilmelidir.
Müslümanların meselelerinin ana kaynağı kimliğini netleştirememektir. Kimlik, bir insanın kendisini değişik açılardan tanımlaması, tarif etmesidir; kendini bir kalıba oturtmasıdır. Mühim olan başkalarının bizi nasıl gördüğünden öte, bizim nasıl bir kimlik arayışı içerisinde olduğumuzdur. İrademizi başkalarına teslim etmek anlamsızdır.
Bazı toplumların kimliklerinde ırk ve soy faktörü öne çıkar. Yahudilerde ve Almanlarda durum böyledir. Müslüman halkların kimliğini belirleyen temel faktör İslâm dinidir. Oysa ülkemizde kimliğimize rengini veren 'İslam' inancına karşı alternatifler aranmaktadır. Bu arayışlar lüzumsuzdur, bizi bölmeye, parçalamaya yöneliktir. Kimlik arıyorsan 'İslam' neyine yetmiyor? Altı yüz yıllık Osmanlı'yı dimdik ayakta tutan İslam paydasında toplanma anlayışı değil miydi? Çöplükte hazine aramak ahmaklık değil de nedir?
Müslümanlar olarak kültür ve inanç coğrafyasında önce yerimizi tespit etmeliyiz. Batılı mıyız, doğulu muyuz? 'Hem batılıyım, hem de doğuluyum' demek bir anlamda 'Ben henüz bir kimlik sahibi değilim' demektir. Tanzimat'tan bugüne kadar yaptığımız en büyük yanlış hem batılı, hem de doğulu görülmek, lakin neticede hiçbiri olamamaktır.
Doğulu olmak Batı'nın maddi değerlerini reddetmeyi gerektirmez. 'İlim müminin yitik malıdır, onu nerde bulursa alsın' hadisi yönümüzü gösteren bir pusuladır. Bizler teknolojiden evvel, Batı'nın kültürel değerlerine sevdalanmışız. Bu, kimliğimizi kaybetmemize, tanınmaz bir mahlûk oluşumuza zemin hazırlamıştır. Ayakları yere basan, onurlu, diri ve gururlu bir millet olmak ancak kendimiz olmakla mümkündür. Batı'nın paspası olmak mecburiyetinde değiliz. Titreyip özümüze dönmeliyiz. Zira hatadan dönmek fazilettir. Kendi meselelerini başına musallat eden Müslümanlar, köklü çözümü de kendileri bulacaktır.
ÜNLÜ HİKÂYECİ NAZAN BEKİROĞLU’YLA DOST SOHBETİ
M.NİHAT MALKOÇ
Geçenlerde (09 Mart 2007 Cuma günü) KTÜ/ Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Öğretim Görevlisi Ahmet Hilmi İmamoğlu biz öğrencilerini ziyaret etmek üzere Trabzon Lisesi’ne geldi. Öğretmenler odasında muhabbeti koyulaştırdıktan sonra Nazan Bekiroğlu Hoca’yı ve diğer hocaları ziyaret etmeye karar verdik. Randevu aldık. Öğretmen arkadaşlardan Meryem Bülbül ve Nebahat Eyüboğlu’yla beraber Söğütlü’ye gittik. Ahmet Bey arabasıyla götürdü bizi. Nazan Bekiroğlu hocamı ziyaret ettik. Daha sonra Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü hocalarından Bilal Kırımlı ve Osman Kemal Kayra da geldi. Maziye şöyle bir bakıverdik. Geçmişe dair anılara yolculuk yaptık.
Ben 1992 senesinde mezun oldum Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nden. Az değil aradan 15 sene geçmiş. Fakat geçmişte yaşananlar küllense de, unutulmamış. Hocalarımla çayları yudumlarken o güzel günleri konuşup geçliğin atmosferinde soluklandık. Hocalarımız bizi hiç unutmamış, tabii ki biz de onları unutmamışız. Aramızda hiçbir kırgınlık geçmemiş. Onun için ak sayfalar var arkamızda.
İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Köprübaşı’nda okudum ben... Geri kalmış bir bölge olduğu için eğitim ve öğretim adına fazla bir şey alamadık lise yıllarında… Çünkü derslerin çoğu öğretmensizlik yüzünden boş geçiyordu. İstanbul Türkçesi’nin esamisi okunmuyordu burada… İmlâ ve noktalama berbattı. Böyle bir altyapıyla Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’ne başladım. İlk aylarda doğal olarak bocaladım. Hocam Ahmet Hilmi İmamoğlu ‘Sen bu bölümde okuyamazsın, yol yakınken geri dön’ dedi. Beni bir korku sardı. Korku daha sonra hırsa dönüştü. Bu eksikliklerimi önce okuyarak, sonra yazarak giderecektim. İç dünyamda büyük bir seferberlik başlattım. Her gün kütüphanelerde akşamlıyor, kitapların üzerinden kalkmıyordum. Bunlar ders kitabı değildi. Hikâye, roman ve şiir türünde eserlerdi. Okudukça doldum, doldukça boşalma ihtiyacı hissettim.
O birikimle üniversitenin ilk yıllarında yazmaya başladım ben… Önce şiirle koyuldum işe. Daha sonra deneme, makale ve fıkralar geldi. Türksesi Gazetesi’nin sahibi rahmetli Ayhan Kıyak’a giderek gazetesinde yazmak istediğimi söyledim. Şöyle bir baktı bana, daha doğrusu süzdü beni. Tanımak için sorular yöneltti bana. Gözlerimdeki arzu ve heyecanı hissetmiş olmalı ki yazma teklifimi kabul etti. ‘Yarından itibaren yazmaya başla’ dedi. Tabii ki parasız yazacaktım. Dünyalar benim olmuştu. O gece uyumadım, ilk yazımı yazdım.
Böylece başladı yazma maceram… Ondan sonra 15 sene yazdım Ayhan Kıyak’ın Türksesi ve Hizmet Gazetelerinde… Görüldüğü gibi hâlâ buradayım. Bir ara Bizim Okul isimli derginin Yazı İşleri Müdürlüğünü yürüttüm. Okuyucu yanımızda yer almadığı için kısa zamanda kepenkleri kapattık. Yurt genelindeki pek çok dergide yazılarım ve şiirlerim görülmeye başladı. Artık belli çevrelerde tanınmaya başlamıştım. Hocam Nazan Bekiroğlu bu yönümü biliyor ve sırf bu yüzden bana değer veriyordu. O yıllarda hocam az yazıyordu, seçici davranıyordu. Ben pek çok dergi ve gazetedeki yazıları bir arada yürütüyordum. Bunlarla beraber zaman zaman hocam Nazan Hanım’la edebi münakaşalarda bulunuyordum.
Günümüz modern hikâyesinin öncülerindendir Nazan Bekiroğlu… Uzun yıllar boyunca yazdıklarını biriktirmiş, yakın geçmişte peş peşe yayınlamıştır. Kendisi şimdilerde Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümünde öğretim görevlisidir. Ben de dört yıl boyunca onun öğrencisi olma bahtiyarlığını yaşadım. O zamanlar Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü vardı orada… Nazan Hanım da bu bölümün başkanıydı. Yakın geçmişte, hangi akla hizmettir bilinmez, bu bölüm kaldırılarak yerine Türkçe Öğretmenliği Bölümü açıldı. Şimdilerde Bekiroğlu hocam bölüm başkanlığını bırakıp kendini edebi çalışmalar üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Nazan Bekiroğlu bu şehrin, Trabzon’un öz evladıdır. O, şehrimizin adını edebiyat sahasında geniş kitlelere duyurmaktadır. Fakat Trabzon halkının büyük çoğunluğu ne yazık ki onun varlığından bile haberdar değildir. Bırakın sıradan halkı, okumuş kesim bile bu büyük öykücünün varlığından bihaberdir. Bizde aydın kavramının dışı cilalı olsa da içi boştur.
Nazan Hanım deneme, makale, hikâye ve roman sahasında dev eserler vermiştir. “Nun Masalları(Öykü) , Cam Irmağı Taş Gemi(Öykü) , Mor Mürekkep(Deneme) , Mavi Lale(Deneme) , Cümle Kapısı(Deneme) , İsimle Ateş Arasında(Roman) , Yusuf İle Züleyha(Şark Mesnevisi) , Şair Nigar Hanım(İnceleme) , Halide Edip Adıvar(İnceleme) onun özgün eserleridir. Bu kitaplar seçkin kitapçıların raflarını süslemektedir. Fakat O, bu eserlerin sahibi büyük bir yazar olmasına rağmen tevazuu hiçbir zaman elden bırakmamaktadır. O, günümüz Türkiye’sinde çok kibar ve zarif bir Osmanlı Hanımefendisi gibi davranarak hayranlık uyandırmaktadır. Bu onun ruh inceliğinin bir yansıması olarak görülebilir.
Türkiye’nin son dönemde yetiştirmiş olduğu en büyük hikâyecilerden biri olan Nazan Bekiroğlu’yla, her tarafı kitaplarla dolu bir odada iki saate yakın muhabbet ettik. Her daldan ve her telden konuştuk. Bu, hoca öğrenci dostluğunun ve dayanışmasının bir nişanesiydi. Bana yanından ayrılırken “Yazdıklarını kitaplaştır. Bir dahaki gelişinde kendine ait bir kitapla yanıma gelmeni istiyorum.”dedi. Ben de kendisine yazdıklarımı kitap haline getirmenin büyük bir iddia ve cesaret gerektirdiğini, bunun zamanının gelmediğini söyledimse de o bana “Artık kemale erdin, bundan sonra yazdıklarını iki kapak arasına almalısın.” diye nasihatte bulundu. Ne diyelim, üstatlar en iyisini bilir. Bu kıymetli sanatkârın sohbetinden büyük bir haz alarak geri döndük. Kendisine bundan sonraki edebi hayatında üstün başarılar diliyorum. Onun öğrencisi olmak benim için şereftir. İyi ki varsın sevgili Nazan Bekiroğlu…
ÇANAKKALE’DE UYANIŞ
M.NİHAT MALKOÇ
18 Mart Çanakkale Zaferi dünyanın şahit olduğu en büyük hadiselerden biridir. Bu bir ölüm kalım mücadelesiydi. Bir milletin onca millete karşı gösterdiği bu amansız mücadele, mazlum ülkelere de güç ve umut vermiştir. Çanakkale Boğazı’nın geçilmezliğini bütün dünyaya haykıran Çanakkale Savaşlarında 250 binin üzerinde askerimiz şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bizim şehitlerimizin sayısı miktarınca düşman askerleri de hayatlarının baharında ruhlarını Çanakkale sırtlarında bırakmıştır.
Çanakkale edebiyatımıza sıkça konu olmuştur. Bugüne kadar Çanakkale üzerine neler yazılmadı ki! ... Onlarca roman ve hikâye, yüzlerce şiir Çanakkale’deki kurtuluş destanını ebedileştirmiştir. Her yıl yerel ve ulusal olmak üzere Çanakkale ile ilgili şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlenir. Şair ve yazarlarımız bu yarışmalara katılarak hünerlerini gösterirler.
Bu yıl İstanbul’da Kartal Belediyesi ile Zeytin Dalı Şiir-Edebiyat-Kültür-Sanat ve Dayanışma Grubu tarafından “Çanakkale Şehitleri ve Şehitler” konulu şiir yarışması düzenlendi. Yarışmada birinciye 1000 YTL, İkinciye 750 YTL, üçüncüye 500 YTL para ödülü verilmesi kararlaştırıldı. Yarışmaya Türkiye’nin dört bir yanından yüzlerce şair katıldı. Uzun incelemeler sonucunda yüzlerce şiir arasından seçim yapıldı. Elemeler neticesinde “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimle Türkiye üçüncüsü oldum. Türkiye üçüncülüğü kazanan “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimi dikkatinize sunuyorum:
“Kasırgalar savurur; buz kestirir kar bizi
Gece gündüz kavurur sıcağında nâr bizi
Çanakkale’de zaman açılır sonsuzluğa
Çağırır gül yüzüyle agûşuna yâr bizi
Sabır ateşten gömlek, dua semaya kapı
Bülbülün nağmesinde yakar ahûzar bizi
Gözlerim kapanmadan ruhum dalar uykuya
Elinde kırmızı gül, çağırır mezar bizi
Fazilet yarışında önde gider yiğitler
Zekeriya misali bölse de hızar bizi
Gayya çukurlarından beslenirse kem gözler
Sirkeyle bal misali öylece bozar bizi
Kalbin orta yerine siner kirli bakışlar
Kendimize getirir ilâhî nazar bizi
Gök yarılsa ikiye, gün batsa da şafakta
Çağların göbeğine tarihler yazar bizi
Gök kubbenin altında dolaşırken avare
Hicran ateşlerine atar intizar bizi
Hafakanlar basmadan yetiş rahmet meleği
Ölüme çeyrek kala çepeçevre sar bizi
Efkâr basar sinsice hüzün coğrafyamıza
Sevgilinin hayali eder bahtiyar bizi
Gelibolu’da yağmur fırtınaya dönüşür
Sular kaynar derinden, ateşi yakar bizi
Ürperir maveradan koparıldıkça ruhlar
Maziden arda kalan sermaye bakar bizi
Ölü toprağı serper, gaflet kurşundan ağır
Bir kez uyumaya gör yılanlar sokar bizi
Doğar Anafartalar alacakaranlığa
Aynadaki akisler Hakk’a muştular bizi
Zaman alevden bir gül, safın önünde kısrak
Düşmanı haklarım ben dostlardan kurtar bizi
Kirli çizmeleriyle girer de haremime
Hallac-ı Mansur gibi beyhude soyar bizi
Kapımın kilidini çalan dünkü devşirme
Düşünmez, bir kalemde kızıla boyar bizi
Ay ışığı düşerken kapkaranlık geceye
Uyanışın öncüsü, muzaffer sayar bizi
Diner Çanakkale’de esen acı karayel
Suya düşer cemreler ısıtır bahar bizi
İl içi ve ilçeler arası yarışmalarda bugüne kadar 13 tane ödül kazandım. Bunlar arasında birincilik, ikincilik, üçüncülük ve mansiyonlar vardı. Türkiye genelinde elde ettiğim bu üçüncülük benim için çok önemliydi. Çünkü ilk kez ulusal bir yarışmada derece elde ettim. En büyük temennim Türkiye genelindeki ödüllerin devamının gelmesidir. Ödüller şair ve yazarların itici gücüdür. Zira marifet iltifata tabidir.
TÜRK BAYRAMI NEVRUZ
M.NİHAT MALKOÇ
Tarihler 21 Mart’ı gösterdiğinde içimiz kıpır kıpır olur. Çünkü bu tarih bizde Nevruz Bayramı olarak kutlanır. “Nevruz” ifadesi her ne kadar Farsça bir terkip olsa da bu en eski Türk bayramlarından biridir. Nevruz, Farsça birleşik bir kelimedir. Nev; yeni, rûz; gün anlamını taşır. Kelimenin Farsça kökenli olması bu bayramı Türk bayramı olmaktan çıkarmaz. Çünkü tarihi malumatlar bu bayramın Türklerle olan derin bağlantısını ortaya koymaktadır. Kimse bu köklü değerlerimizi bizden koparmaya çalışmasın. Bunlar Türk kökenli milletleri birbirine bağlayan bir nevi çimentodur.
Türkler toprağa çok değer veren, adeta onunla duygusal bir bağ kuran ender milletlerden biridir. Onun içindir ki topraklarına yan gözle bakanlara yüzyıllarca kılıç sallamışlardır. Asırlarca at üzerinde göçebe yaşamayı göze alabilmişlerdir. Toprağa kendilerince bir kutsiyet atfetmişlerdir. Nevruz da bir anlamda toprağın uyanışıdır, ses verişidir. Uzun sayılabilecek bir kıştan sonra baharın gelişinden dolayı duyulan sevinç yansıtılır nevruzda… Toprakla ilgili olarak Âşık Veysel’in şu dörtlüğü bize ne çok şey anlatır:
“Karnın yardım kazmayınan, belinen
Yüzün yırttım tırnağınan, elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yârim kara topraktır”
Nevruz dün olduğu gibi bugün de çok geniş bir coğrafyada kutlanan bir Türk bayramdır. Bazılarının iddia ettiği gibi bir Mecusi bayramı değildir nevruz... Ateş yakılması ve ateş üzerinden atlanması yüzünden bu bayramı Mecusilikle ilişkilendirmek bayağılık ve sığlıktır. Nevruz, Türk dünyasının kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna kadar uzanan engin coğrafyada yaşayan toplulukların pek çoğu tarafından yaygın olarak kutlanan bahar bayramıdır. Görünen o ki bu coğrafyada nevruz coşkusu her geçen gün artmaktadır.
Türkmenistan’da üç yıl boyunca kaldım. Orada nevruza çok büyük yer ve değer verildiğini bizzat gördüm. Burada halk nevruzu sahipleniyor. Bu bayram insanları kenetliyor. Sabahtan akşama kadar insanlar tabiatla iç içe yaşayıp eğleniyor. Küçük çocuklar ve yetişkin kızlar en güzel ve renkli elbiselerini giyerek gezintiye çıkıyorlar. En güzel yemekler bugüne saklanıyor, bugün için yapılıyor. Bütçeler alabildiğine zorlanıyor. Halk yeşilin doyumsuz güzelliğine sığınıyor. Eski gelenekler mümkün olduğunca yaşatılıyor. Halkın bu günü bayram tadında ve havasında kutlaması için bütün resmi kurumlarda üç günlük tatil ilan ediliyor.
Türkiye’de yakın zamana kadar nevruz kelimesinden ürküyordu insanlar… Çünkü nevruzun bir Türk bayramı olduğu pek az kesim tarafından biliniyordu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı kesimler tarafından kutlanan bir gün olarak yer ediyordu hafızalarımızda… Hatta o gün bir kısım şer odakları olaylar çıkarıyor, kal döküyor, eylemleriyle gündemi işgal ediyorlardı. Böylelikle nevruz insanlarda ve devlette bir baskı unsuru oluşturuyordu. Oysa günümüzde bu tazyikin tesirin geçmişe nazaran çok daha yumuşatılmıştır.
Yasakçı zihniyetlerle bir yerlere varılamayacağını gösteren hadiselerin başında gelir nevruz… Eskiden bir kısım yerlerde nevruz kutlamalarına izin verilmezdi. Bunu fırsat bilen art niyetli kesimler, yasağa karşı çıkarak işi kan dökmeye kadar götürürlerdi. Oysa günümüzde nevruz kutlamaları polisin gözetiminde olmak üzere serbesttir. Halk o gün taşkınlık yapmamak şartıyla doyasıya eğlenmektedir. Baharın gelişinin getirdiği coşku ve dinamizm bütün güzelliğiyle etrafa yansıtılmaktadır. Uzun kışın kasveti dağıtılmaktadır. Halk nahoş hadiselere geçit vermemektedir. Böylelikle halk kendisine duyulan güveni karşılıksız bırakmamaktadır. Böyle olunca pek ciddi hadiseler de yaşanmamaktadır. Bu da gösteriyor ki öncelikle insanlara itimat etmeliyiz ki fertlerdeki bağlılık ve sorumluluk duygusu inkişaf edebilsin. Gelin en eski Türk bayramlarından biri olan nevruzu ruhuna uygun olarak bahar neşesiyle kutlayalım. Cemrelerin ısıttığı toprağa, havaya ve suya sahip çıkalım.
“SHAKE IT UP ŞEKERİM” YAHUT YUH OLSUN SİZE…
M.NİHAT MALKOÇ
Milletçe siyasi bağımsızlığımızı kazansak da, görünen o ki kültürel bağımsızlığımızı hâlâ tam anlamıyla elde edebilmiş değiliz. Gelişmesini hızla tamamlama yolunda olan Türkiye gibi bir ülke için bu, çok acıklı bir durumdur. Bu ülke insanlarının önemli bir kısmı bilerek veya gafletinden dolayı öz kültürünü reddederek yabancıların kapısında iki büklüm arzı endam etmektedir. Bunu hemen her dönemde üzülerek görmekteyiz.
Türkiye olarak yıllardan beri Eurovision Şarkı Yarışması’na katılırız. Bu uzun zaman içerisinde sadece bir kez Sertap Erener isimli şarkıcımız İngilizce bir şarkıyla birincilik kazanmıştır. Fakat o zamanlar buna bir Türk olarak hiç mi hiç sevinemedim. Çünkü sadece şarkıyı söyleyen sanatçı Türk’tü. Şarkının sözleri İngilizceydi. Yarışmada ülke olarak birinci olsak da bu durum millet olarak bizi fevkalade üzmüştür. Çünkü bu yarışmada milli kimliğimizle temsil edilmemişiz. Bu gelecekteki sanatçılara da kötü örnek olmuştur. Müzik çevreleri kerameti müzikte değil, dilde arar olmuşlardır. Böylelikle yanlış bir yola sapılmıştır.
Bu yıl 52’ncisi düzenlenecek Eurovision Şarkı Yarışması, Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de 10 Mayıs’ta yarı final, 12 Mayıs’ta ise final olarak gerçekleştirilecek. Hatırlayacağınız gibi Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması’na ilk kez 1975 yılında Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” isimli şarkısıyla katılmış, 2003 yılında Sertap Erener’in “Everyway That I Can” isimli şarkısıyla da birincilik almıştı. Türkiye, TRT’nin organizasyonunda 2004 yılında yarışmaya ev sahipliği yapmıştı. Birinciliğimiz bazı çevreleri heyecanlandırsa da milli ve manevi değerlere sahip çevreler tarafından şiddetle eleştirilmişti.
Bilindiği gibi Eurovision Şarkı Yarışması’nı Türkiye’de TRT organize ediyor. Devletin kurumu olan TRT şarkıcıyı ve şarkıyı kendisi tespit ediyor. Bu yıl Eurovision’da ülkemizi popçu Kenan Doğulu temsil edecek. Geçenlerde seçici kurul Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek eseri belirlemek üzere TRT Genel Müdür Vekili Ali Güney başkanlığında toplandı. Kenan Doğulu eleme için hazırladığı üç şarkıyı kurula dinletti. Aralarında Genel Müdür Yardımcısı Muhsin Mete, Müzik Dairesi Başkan Vekili Deniz Çakmakoğlu ve Ankara Televizyon Müdürü Muhsin Yıldırım’ın da bulunduğu kurul, ülkemizi temsil edecek şarkıyı seçti. Yapılan değerlendirmeler sonucunda İngilizce bir şarkı uygun bulundu. Bu yıl Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması’nda “Shake It Up Şekerim” adlı eser ile yarışacak. Kenan Doğulu’nun seslendireceği eser 9 Mart’ta kamuoyuna açıklandı.
“Shake It Up Şekerim”in dilimizdeki karşılığı “Çalkala Şekerim”… Bu haliyle şarkı ne Türkçe ne de İngilizce… Hilkat garibesi bir şey… Bu parçada Türkçe olan sadece “Şekerim” kısmıdır. Öbür sözler tamamen İngilizcedir. Böyle bir şeyi şuurlu insanların gururuna yedirmesi ve kabullenmesi mümkün değildir. Bu ancak sömürge ülkelerde olur. Anlaşılan o ki Kenan Efendi bu ülkenin milli ve manevi değerlerinden haberdar değildir, şayet haberdarsa bu hareketiyle Türkçeye ve milli değerlerimize saygıda kusur etmektedir.
Bir konuşmasında Türkçe şarkı söyleme konusunda ısrarcı olmayı “eski kafalılık” olarak değerlendiren Kenan Efendi’yi millet olarak kınıyoruz. Onun bizi Avrupa’da temsil etmesini istemiyoruz. Türk’e ve Türkçeye saygı duymayan birisinin elde edeceği netice birincilik de olsa bizim için utanç vericidir. Bir zamanlar Fecri Ebcioğlu, Sezen Cumhur Önal, Erol Büyükburç, Erkin Koray, Cem Karaca, Barış Manço gibi sanatçılar, yabancı parçalara Türkçe söz yazarak onları bir anlamda adaptasyondan geçirdiler. Müziğin bile yabancısına tahammül edemeyen bu millet şimdilerde İngilizce sözlü parçalarla Avrupa’da temsil ediliyor.
İngilizce sözlü şarkı söylemek Türkçeye ve Türkiye’ye güvensizliğin açık göstergesidir. Hafızanızı bir zorlayın… Sertab Erener İngilizce ile birinci olduğu yıl, İngiltere İngilizce bir parçayla sonuncu olmuştu. Demek ki mühim olan İngilizce değildir. Eğer böyle olsaydı İngilizler sondan birinci olmazdı. Asıl önemli şey milli motifler ve müziktir. Fakat bizler bunu henüz anlayabilmiş değiliz. Daha doğrusu anlayacak kapasitede olanlara görev vermiyoruz. Başarma derdi ve heyecanı olmayan popüler isimleri seçerek asıl yanlışı burada yapıyoruz. Oysa bu ülkede nice genç, bilinçli ve başarılı müzisyenler var.
Başında “Türkiye” ifadesi olan TRT gibi bir kurumun Türkçeye ihanet etmesi yenilir yutulur cinsten bir densizlik değildir. Aslında TRT bu yarışmaya katılacak şarkının Türkçe sözlü olmasını ön şart olarak belirlemeliydi. Onlar ne yaptılar? Türkçe şarkılar varken İngilizceleri tercih ettiler. Türk milletinin paralarıyla ayakta duran TRT’yi Türkçeye ettiği ihanetten dolayı kınıyorum. Artık TRT milli olmaktan çıkmıştır. Bu kurum sırtımızda duran bir kamburdan başka bir şey değildir. Daha fazla zarar vermeden kapatılmalıdır veya vakit geçirmeden ıslah edilmelidir. Milletimize ve milletimizi bir arada tutan Türk diline saygısı olmayanlar bu kurumdan uzaklaştırılmalıdır. Onlar olmazsa olmazlardan değildir. Fakat Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Onun çekildiği yerler vatan olmaktan çıkar. Bunun böyle bilinmesi, kurumların ve şahısların bu çerçevede hareket etmesi gerekir.
Son olarak İngilizce bir parçayla bizi Eurovision’da temsil etme kararı aldıkları için bir kez daha Kenan Doğulu’yu ve TRT’yi kınıyorum. Milletimizin bu kişiye ve kuruma tepki göstermesini istiyorum. Bir Türk evladı olarak böyle bir şarkıyla temsil edilmekten utanç duyuyorum. Bizi anlamayan ve Türklük şuurundan nasiplenmeyen bu kişilere ve kurumlara başarı filan da dilemiyorum. Allah herkese uzağı görme öngörüsü, akıl ve fikir versin.
İSTİKLAL MARŞI VE AKİF'İN ONURLU DURUŞU
M.NİHAT MALKOÇ
Milli marşlar milletlerin bağımsızlık hareketlerini anlatan destan niteliğindeki eserlerdir. Onlar kalemle değil, ruhla yazılır. Bu marşlar milletleri bir ve beraber tutar. Yeni nesillerin ruhu bu marşların maneviyatından beslenir. Nitekim öyle de olmuştur. Türk gençleri bu marşın verdiği heyecanla düşman güçlerini büyük bir cesaretle bertaraf etmişlerdir.
Bir zamanlar 'Hasta Adam' olarak nitelendirilen ve şer güçler tarafından paylaşılmaya çalışılan Osmanlı, bir daha hasta yatağından kalkamamış, onun ruhundan ve küllerinden yepyeni bir Cumhuriyet doğmuştur. Eşi ve benzeri olmayan bu coğrafyada milletimiz adeta emsalsiz bir diriliş destanı yazmıştır. İnsanlarımız canavarlaşan bir medeniyete karşı ölüm kalım mücadelesi vermiştir. Bu mücadelede İstiklal Marşı'mız itici bir rol oynamıştır. Bu marşta ileri sürülen irade hayatın temel dinamiği olmuştur. Bu güçle bütün engeller aşılmıştır. O yıllarda yurdumuzun durumu hiç de iç açıcı değildi. Bu durumu şöyle tasvir edebiliriz:
3 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılır. 1920 yazı içinde ülke topraklarının büyük bir bölümü işgal altındadır. Ankara düzenli bir ordu kurma çalışmaları içindedir. İstanbul Hükümeti Mondros Ateşkes hükümleri gereğince orduyu terhis etmiştir. Yeni bir ordu kurma çalışmalarında ise sayısız güçlüklerle karşılaşılmaktadır.
Meclis hükümeti yeni bir ordu kurarken bu orduyu ayakta tutacak, ona moral verecek güçleri de harekete geçirme çabasındadır. Yayınlanan gazeteler halkı işgal güçlerine karşı direnmeye, birlik olmaya, cesaret vermeye uğraşmaktadırlar. Gazete ve dergilerden önemli bir bölümü hükümet tarafından satın alınarak cephelere yönlendirilmekte, mitingler düzenlemekte ve camilerde vaazlar verilmektedir. İstiklal Marşı da halkın ve ordunun moral gücünü yükselteceği düşünülerek o zamanlar gündeme getirilmiştir.
O yıllarda Kurtuluş Savaşı olanca hızıyla devam ediyordu. Henüz bağımsız olmamıştık; fakat bağımsızlığa dair inancımız dipdiriydi. İstiklal Marşı bu zor günlerimizde milletimize ruh ve heyecan kazandırdı. Türkiye Cumhuriyeti'nin milli marşı olarak kabul edilen ve okurken hepimizi heyecanlandıran İstiklal Marşı'nın öyküsünü sanırım bilmeyeniniz yoktur. Bilindiği gibi İstiklal Marşı bir yarışma neticesinde seçildi. Maarif Vekâleti 1921'de bir güfte yarışması düzenledi. Bu yarışmanın duyurusunu dikkatinize sunmak istiyorum:
'Şairlerimizin dikkatine: Milletimizin dâhili ve harici İstiklâl uğruna girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve terennüm için bir İstiklâl Marşı, Umur-u Maarif Vekâleti Celilesi'nce müsabakaya vazedilmiştir. İşbu müsabaka, 23 Kanun-u evvel sene 36 tarihine kadar olup bir heyet-i edebiye tarafından, gönderilen eserler arasından intihap edilecektir ve kabul edilen eserin güftesi için beş yüz lira mükâfat verilecektir. Ve yine lâakal beş yüz lira tahsis edilecek olan beste için bilahare ayrıca bir müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar Ankara'da Büyük Millet Meclisi Maarif Vekâleti'ne yapılacaktır.'
Yukarıdaki duyuruyu okuyanlar eline kâğıdı kalemi alarak o zor dönemlerdeki milli duyguları terennüm etmeye başladılar. Bu hususta da adeta bir seferberlik havası yaşandı. Bu yarışmaya 724 şiir katıldı. Kazanan güfteye para ödülü konduğu için önce yarışmaya katılmak istemeyen Mehmet Akif; Maarif Vekâleti Hamdullah Suphi'nin ısrarı üzerine Kahraman Ordumuza adadığı şiirini yarışmaya soktu. TBMM'nin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda Mehmet Akif'in şiiri oybirliğiyle milli marş olarak kabul edildi.
Bu güzide marşın bestesi de bir yarışma neticesinde belirlenmiştir. Bunda da asıl gaye en güzeli elde etmekti. Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 müzik adamı katıldı. 1924 yılında Ankara'da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay'ın bestesini kabul etti. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930'da değiştirilerek Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Şefi Zeki Üngör'ün 1922'de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe kondu.
Takdir edersiniz ki İstiklal Marşı'nın tılsımlı bir manası ve ruhu vardır. Milletimizin hemen her ferdi onun atmosferine girince kendinde bambaşka bir güç ve inanç bulmaktadır; adeta başkalaşmaktadır. Büyük küçük hemen her yaştan öğrencimiz onu büyük bir zevk ve iştiyakla kısa zamanda ezberlemektedir. Benim yedi yaşındaki kızım Gülşah da bir hafta gibi kısa bir sürede bu marşın on kıtasını da ezberlemiş, bu arzusu beni ve çevremizdekileri çok şaşırtmıştır. Demek ki İstiklal Marşı bildiğimiz şiirlerden değildir. Çünkü onun her kelimesi büyük bir inançla ve titizlikle seçilmiştir. Bu marş çoraklaşan ruhlarımızı yeşertmiştir.
İstiklal Marşı şairi Akif'in hayatı her bakımdan bizlere örnek teşkil edecek niteliktedir. Onun İstiklal Marşı yarışması sırasındaki kararlı ve şahsiyetli duruşu gençlerimize aşılanmalıdır. Bunu başarabilirsek pırlanta gibi bir nesil yetiştirmiş oluruz. Akif bu nesle 'Asım'ın Nesli' diyordu. Bu ülke ancak böyle bir nesille düzlüğe çıkabilir. Geleceğimiz bu nesille aydınlık ufuklara açılacaktır. Akif'in dediği gibi Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazmayı nasip etmesin. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olsun.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta