Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1599

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.04.2007 - 02:34

    AYYÜZLÜ RESULE HİTABIMDIR! …
    M.NİHAT MALKOÇ

    Bedbahtım; zamanın köhnesinde yaşamaya mecbur olduğum için
    Bedbahtım; senin saadet asrından ve nur ikliminden uzak kaldığım için
    Bedbahtım; hakikat güneşinin altında nefsimin buzlarını eritemediğim için
    Bedbahtım; nurunla cilalanamadığım ve varlığında yok olamadığım için
    Bedbahtım; senin iman göğünde sönük de olsa bir yıldız olamadığım için
    Bedbahtım; ayaklarının değdiği kızgın kum tanelerine yüzümü süremediğim için
    Bedbahtım; arkanda el bağlayıp Hakk’a yönelen cemaatine dâhil olamadığım için
    Bedbahtım; fezayı kuşatan mübarek dualarına yürekten ‘âmin’ diyemediğim için
    Bedbahtım; gönül pervazlarına konup adını terennüm eden bir ak güvercin olamadığım için
    Bedbahtım; yüreğim hicret duygularının sancısıyla kıvranıyor, doğranıyor şimdi…

    Sen gidince; güneşin ziyası değmez oldu üstümüze, yıldızlar iyice kıstı o berrak ışığını
    Sen gidince; yeşilin büyüsü siyahın mateminde eriyip buz kesildi ebemkuşağı
    Sen gidince; dindi rahmet yağmurları, kirlendi gönül evimiz, tarumar oldu hanemiz
    Sen gidince; kanadı kırıldı yetimlerin, yüreği burkuldu gariplerin ve mazlumların
    Sen gidince; çağların üstüne kâbus misali kalın bir paçavra örtüldü, yırtıldı perdeler…
    Sen gidince; riya, inkâr ve hıyanet altın devrini yaşamaya başladı toz duman içinde
    Sen gidince; ümmetinle birlikte Hira Dağı da gözyaşı döktü buz tutan eteklerine
    Sen gidince; zamanın bağrına düştü ateş, sessizliğin çığlığı tuttu yedi kat göğü
    Sen gidince; çıkmaz oldu Bilâl-i Habeşilerin yanık sesi, yas tuttu arşın direği minareler
    Sen gidince; düşmez oldu cemreler toprağa, hayat hayatını kaybetti her dem nefes alsak da…

    Ey Sevgili; şimdi bir yağmur damlacığında berraklaşıp düş, kavrulan gönül çölümüze
    Ey Sevgili; yoluna revan olanların safında yer almak bahtiyarlığın tarifsiz şahikasıdır
    Ey Sevgili; senin rayihana muhtacız, suretine ve siretine hasrettir gönül gözlerimiz
    Ey Sevgili; hasretin dayanılmaz oldu gayri, doğ ne olur güneş olup kararan göğümüze
    Ey Sevgili; yaratılan cümle mevcudat senin bitimsiz aşkına Kerem olmuştur
    Ey Sevgili; cismine hayran, yoluna kurban olduğum, gül yaprağına sinmiş teninin kokusu
    Ey Sevgili; sensizliğin gurbetinde mahkûm duygularım; Muhammed’im, can Ahmed’im…
    Ey Sevgili; sensin mevsimlerin ilkbaharı, rüzgârların kıbleden eseni, cennetin müjdecisi
    Ey Sevgili; Miraç gecesi sana açılmıştı yedi kat gökler, sidretül müntehaya değmişti başın
    Ey Sevgili; sürmeli gözlerinden süzülen şehla bakışlar, ateşe duvar olur ruz-i mahşerde

    En Sevgili; senin nurun güneşin aydınlığını bile gölgede bıraktı, bulutlar sana ağladı
    En Sevgili; aşkınla, hasretinle, eleminle yanmayan yürekler yüktür tarumar sinelerde
    En Sevgili; güllerin nebisi, nebilerin gülü, hakikat güneşinin süveydaya düşen gölgesi
    En Sevgili; hissiz, sevgisiz, muhabbetsiz, aşksız gönülleri aydınlatan ışıksın sen…
    En Sevgili; acizdir kalemler, seni anlatmaya muktedir değil şair, kâğıtlar yetmez methine
    En Sevgili; bir gece, tek bir gece rüyalarıma misafir ol, doyasıya seyredeyim o gül cemalini
    En Sevgili; içimizi yakar müşfik bakışların, kalp göğünden doğar gül yüzlü hayalin
    En Sevgili; gül kokusunu senden alır, herkes sana hayran kalır, sana dönen yolu bulur
    En Sevgili; göklere adın yazılıdır, senden alır yıldızlar ışığını, bulutlar rahmetini…
    En Sevgili; nurun dolar gönül hanemize, ağarır tan vakti karanlığın koynundaki düşlerimiz

    Hasretim; payıma düşmeyen o doyumsuz sevdanın her dirhemine nefes kadar…
    Hasretim; kıpkızıl güneşin kavurucu sıcağında şefkatli gölgenin altında serinlemeye
    Hasretim; ashabın seni yücelten ve gök kubbeye sığmayan sınırsız sevgisine
    Hasretim; nefreti silip süpüren aşk iklimine, engin hoşgörüne ve şiddetin panzehiri sevgine…
    Hasretim; hasat mevsiminde ağırlaşan başağını yere eğen buğday misali ağır başlılığına
    Hasretim; hıçkırıklardan tebessümler çıkaran, umarsızlığı umuda dönüştüren duruşuna
    Hasretim; seherlerde gül dalı işlemeli seccadelerde Allah’a dönüp yakaran titrek sesine
    Hasretim; yağmalanan duygularımızı, cam kırıkları arasından toplayıp kalbimize serpişine
    Hasretim; bir kılını koca dünyayla değişmediğim saçının her bir teline, ahirine, evveline…
    Hasretim; nurdan cemaline, erişilmez kemaline, anlatılmaz ahvaline, ikbaline, her şeyine…

    Dön artık; serpildi nifak ağacı, günahlar boyumuzu aştı, hakikat yuvadan uçtu
    Dön artık; kurudu pınar başları, akmaz oldu nurlu oluklardan hayat suyu
    Dön artık; gayya çukurlarından temenna dileyenler uyansın gaflet uykularından
    Dön artık; Kisra saraylarındaki sütunları yeniden imar ediyor asrın Ebu Cehilleri
    Dön artık; ayağa kaldır zulmün önünde diz çökmüş ümmetini, bir kez ruhundan üfle
    Dön artık; bitsin gönül gurbetleri, dinsin hüzün sağanağı, kanatlansın yetim hissiyatımız
    Dön artık; merhem ol yaralanmış bilinçlerimize; sula, kuruyan gönül pınarlarımızı
    Dön artık; şafaklarımız hüzne boğulmasın, dağıt ruhumuzda çöreklenen karanlığı
    Dön artık; gecelerin efkârı bitirdi bizi, dinmiyor kalbimizi saran o yetim sızı
    Dön artık; haybeye kürek çeken ellerimiz, hakikat mumunun fitilini tutuştursun

    Gel ki; dinsin yüreklerin sızısı, kırılsın hakikati tersyüz eden kiralık kalemler
    Gel ki; yeşersin dualar, can bulsun ahların gökleri kuşattığı raddede uhrevi arzular
    Gel ki; hüznün alevleri sönsün rahmet damlalarının çepeçevre kuşattığı yerde
    Gel ki; esrik düşünceler can suyuyla çelikleşsin, diri kalsın biteviye
    Gel ki; hayra tebdil olsun serencamımız, yol alsın bulutlara, buharlaşsın gamımız
    Gel ki; durulsun hercai duygularımız, hedefini bulsun taş yerine attığımız gonca güller
    Gel ki; tek bedende toplansın cümle canlar, yetim kalmasın minarelerde ezanlar
    Gel ki; ihtiraslar dinsin, sabrın ve şükrün bayrağı dalgalansın ruhun maviliklerinde
    Gel ki; açılsın üzeri is bağlamış, duvarlara çivilenmiş, ölülere adanmış nurlu sahifeler
    Gel ki; hafiflesin serçelerin kanatlarına yüklenen kurşundan ağır yükler…

    Sen ki; gönül bahçelerimizin solmayan gülüydün, dikenlerin ensesinde açan
    Sen ki; putların taşlardan çok olduğu bir Mekke gecesinin alacakaranlığına doğmuştun
    Sen ki; çaresizlerin çaresi, umarsızların gözyaşlarını silen şefkat ve umut eliydin
    Sen ki; karakışlarımıza baharın gülen yüzünü nakşettin, diriliş muştusuydu getirdiklerin
    Sen ki; paçavralar altında kıvranan ve ruhuna prangalar vurulan kimsesizlerin kimsesiydin.
    Sen ki; bir damla gözyaşında okyanuslar saklardın, kirlenen hislerimizi paklardın
    Sen ki; kâinat kitabının içine sığdıramadığı, bulutların kıyıp da yağdıramadığı nursun
    Sen ki; korunaktın, limandın imanımızı sakladığımız, küfrün kalelerini yokladığımız…
    Sen ki; yüreklere altın yaldızla işlenen suretinle, adınla kalp tahtının güçlü padişahıydın
    Sen ki; naatlarımızı anlamlandıran, sözü kıymetli kılan, mana eriydin berzahımızda

    Sensiz daralıyor yürek denizlerimizin kararan ufukları, fırtınalar dinmiyor ateş deryalarında
    Sensiz daralıyor asumanın nefesleri, büküyor boynunu kutlu bahçedeki peygamber çiçekleri
    Sensiz daralıyor vakit, yanıyor muhayyel saraylarım, intizara gömülüyor alevden âhlarım
    Sensiz daralıyor görüş alanım, fırtınalarda inciniyor, kırılıyor ipekten kanatlarım…
    Sensiz daralıyor kalbimizin saçakları, uhrevi bakışın yakıyor kirpiklerimi, soluyor gamzelerim
    Sensiz daralıyor yürek dağlarım, leyli düşünceler kurşuna diziliyor, eşkıyalar çalıyor hislerimi
    Sensiz daralıyor mevsimlerin soluğu, çatlıyor tohum, çürüyor olgunlaşan meyveler dallarında
    Sensiz daralıyor göğüs kafeslerimiz, şehrayinler karanlığa el pençe divan duruyor sabahlarda
    Sensiz daralıyor gönül kıyılarım, sadağında paslanıyor oklar, kumlar şimdi kırgındır denize
    Sensiz daralıyor sesimizin değdiği coğrafyanın nazenin ervahı, kül oluyor coşkumuz tende

    Ey gölgesi fecre kadar uzayan, melali aynalara yansıyan güzel, karanlığımıza hükmet! ..
    Ey gökleri gezen seyyah, uğra bizim de iklimimize, damıt ve dağıt içimizdeki hüzünleri
    Ey gönüllere köprü olan, kin köprülerini yıkan dost, dökülmesin umut ağacımızın yaprakları
    Ey ilham pınarlarının eşsiz kaynağı, esirgeme can suyunu, serp çatlayan yüreğimize
    Ey korkularımızı silip süpüren, sol yanımda taşıyorum alev parçasına dönüşen yokluğunu
    Ey bereketli yağmurlarla gelen nur damlası, çölleşen gönül atlasımıza ruhundan can ver
    Ey gönüllerin mümbit topraklarında açan yetim gül, çağlasın nehirlerin her kum tanesinde
    Ey göklerdeki yıldızları devşiren nurlu elçi, ışığını gönder kapkaranlık atmosferimize
    Ey varlığı yoklukta bulan sevgili, gözlerin çağırsın beni dar vakitlerde gönül hapsine
    Ey tarihin gülen talihi, götür hülyalarımızı teslim eyle sözün çoğalan keremine…

    Esselatü Vesselamü Aleyke ya Resûlullah! ...Esselatü Vesselamü Aleyke ya Habiballah!

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 15.04.2007 - 02:17

    YOMRA’DA KUTLU DOĞUM ŞÖLENİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Ülkemizde son yıllarda çok güzel bir gelenek oluşturuldu. ‘Kutlu Doğum’ adını verdiğimiz bu gelenek, her sene ruhlarımıza ilaç oluyor. Nisan ayının ikinci ve üçüncü haftaları içerisinde kutlanan Kutlu Doğum Haftası bizi Resulullah’ın ikliminde soluklandırıyor. O kutlu sevgiliyi hatırlamak bize iç dünyamıza göz gezdirme imkânı da sağlıyor. Onu anıyor, onun ikliminde serinliyoruz. Onun mübarek gülsuyuyla, kurumaya yüz tutmuş gönül çınarlarımız yeşeriyor. “Esselamu aleyke ya eyyühennebiyyi ve rahmetullahu ve bereketühü” deyip ona, o güzeller güzeline gönül penceremizi ardına kadar açıyoruz.

    Geçen hafta sonu(14 Nisan 2007 Cumartesi günü) Yomra’da, konferans salonu bile olmayan bu şirin ilçenin bir düğün salonunda Kutlu Doğum Haftası etkinliği vardı. Yomralılar Resulullah’ı anmak ve anlamak için salonu doldurmuşlardı. Hatta kalabalık dışarıya kadar taşmıştı. Gülleri eline alan herkes, Resulullah’a salât ve selam gönderiyordu. Bu, kuru bir kalabalık değildi şüphesiz. Herkes nereye, ne amaçla geldiğini çok iyi biliyordu.

    Kutlu Doğum Şölenini onurlandıran bir de hatip vardı. O ki ta Samsun’dan kalkıp iki cihan serverini, Allah’ın Habibini anlatmak için Yomra’ya kadar gelmişti. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Okuyan’dan söz ediyorum. Trabzon’un Çaykara ilçesinden olan Okuyan, iki saatlik enfes konuşmasında Resulullah’ı, müslümanın görev ve sorumluluklarını; zaman zaman gülmece unsurlarını da katarak anlattı. Yomra Düğün Salonu tıklım tıklımdı. Özellikle kadınlar salonda çokluklarıyla dikkat çekiyorlardı. Herkes hatibi pür dikkat dinledi. Değerli öğretim üyesi, güçlü hatip Mehmet Okuyan konuşmasında özetle şu görüşlere yer verdi:

    “Dünyanın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı bir Peygamberin doğum yıldönümü münasebetiyle buradayız. O ki Allah’ın habibiydi; insanların ve peygamberlerin en üstünüydü. Böyle bir peygamberin ümmeti olduğumuz için ne kadar sevinsek azdır. Fakat onun yolundan gidebiliyor muyuz? Onun eşsiz hayatını kendimize model alabiliyor muyuz? Hayatımız onunkine ne kadar benziyor? Bir gün Resulullah kalkıp bize misafir gelse onu yüzümüz kızarmadan ağırlayabilir miyiz? Evlerimizin hâli onu ağırlamaya müsait midir? Mevcut hayatımız ondan ne kadar da uzaktır. Onu misafir etmeye yüzümüz var mıdır? Yaşadığımız hayat karşısında onunla yüz yüze gelsek mahcup olmaz mıyız? Ona hakkıyla layık olabildik mi acaba? Bu sorulara tatmin edici cevaplar veremeyiz.

    Kur’an’ın ilk emri ‘oku’ olmasına rağmen bizler okumuyoruz. Çoğumuz namazda ne dediğimizin farkında değiliz. Namazı hakkıyla, yaşayarak kılamıyoruz. İbadetlerimizin içi boş kalıyor. Oysa namazda okuduğumuz ayetlerin anlamını bilsek kendimizi namaza verebiliriz. Fakat bilmiyoruz. Namazda her türlü kötülük geliyor aklımıza. Oysa namazda huşu olursa ondan haz alırız. Allah’tan başka şey düşünmeyiz. Fakat biz namazda ya fındık, ya çay parasının ne zaman verileceğini düşünüp hesap ediyoruz. Namaz Allah’la konuşmak, ona halimizi arzetmek ve ona şükretmektir. Lakin bunu ne kadarımız layıkıyla yapabiliyor?

    Hacca gidenlere bakıyorum da tamamına yakınının yaşlı ve orta yaşlı olduğunu görüyorum. Özellikle altmış yaşını geçenler gidiyor hacca. Oysa hacca genç yaşta gidilmelidir. Fakat gençler hacca gitmiyor. Hacca giden yaşlılara, bugüne kadar niçin hac vazifelerini yapmadıklarını soruyorum. Enteresan cevaplar veriyorlar. Dünya işlerini ancak yoluna koyduklarını, genç yaşta hacca geldikleri takdirde hacıların yapması gereken vazifeleri yapamamaktan korktuklarını belirtiyorlar. Sanki gelecekte yaşayacaklarına dair senetleri var. Kimin ne kadar yaşayacağı ve kimin ne zaman öleceği belli değildir. Hem gençler haccı daha kolay ve rahat ifa edebilirler. Orada yaşlıların neler çektiğini çoğumuz biliyoruz. Onun için gençleri vaktinde hacca gitmeye çağırıyorum. Ömrün ne zaman, nerede biteceğini bilemeyiz.

    Gelin kendimize şöyle bir çekidüzen verelim. Hayatımızı Resulullah’ın öngördüğü şekilde yaşamaya gayret edelim. Dünya meşakkatleri bitmez. Ahiretimizi burada kazanıp ukbada cennet nimetleriyle nimetlenelim. Eğer Rabbinize hakkıyla inanıyor ve gereğini yapıyorsanız endişe edecek bir şey yoktur. Kısa ömrümüzü Hak yolunda harcayıp onu cennetle değiştirelim. Allah bizi Resulullah’a ümmet, kendine layık kul eylesin….”

    Program sonunda öğretmenler, ilk ve orta öğretim öğrencileri kategorilerinde düzenlenen “Hz. Muhammed(sav) Sevgisi” konulu şiir ve kompozisyon yarışmalarında dereceye girenlere ödülleri verildi. Ben de söz konusu yarışmaya öğretmenler kategorisinde şiir ve kompozisyonumla iştirak etmiştim. Meğerse Yomra sınırları içerisinde görev yapan öğretmenlere yönelikmiş yarışma. Ben Trabzon merkez sınırları içerisinde görev yaptığım için yazı ve şiirim yarışmaya dâhil edilmedi. Fakat Yomra Müftüsü Mustafa Koç Bey bana telefon ederek mevcut durumu anlattı. Yazı ve şiirimi çok beğendiklerini, fakat katılımın şartnameye uymadığını, bunun için eserleri yarışma dışı tuttuklarını, ama mutlaka Yomra’ya gelip Kutlu Doğum programına katılmamı, bana da kitap ödülü vereceklerini belirtti.

    Değerli müftümün isteği doğrultusunda 14 Nisan 2007 Cumartesi günü Yomra’ya giderek programa katıldım. İyi ki gitmişim. Çok nefis bir program oldu. Kur’an okundu, konferans verildi, güller dağıtıldı. Adeta nebevi bir atmosferde ruhlar diriliş muştusu yaşadı.

    Programın sonunda Yomra Müftüsü Sayın Mustafa Koç’la tanıştım. Diyanet Vakfı Yayınları’ndan iki ciltlik İslam İlmihali’yle, yine aynı kurumun yayınlarından Kur’an’ı Kerim Mealini şahsıma takdim ettiler. Programın sonunda kadın ve erkeklere değişik salonlarda pilav ikramı yapıldı. Organizasyon tek kelimeyle mükemmeldi. Uzun zamandan beri böyle güzel bir ‘Kutlu Doğum’ programı izlememiştim. Bu güzelliklerin oluşmasında Yomra Müftüsü Mustafa Koç ile Yomra Milli Eğitim Müdürü gayretli insan İrfan Ertav’ın büyük payı vardır. Yomra ‘Kutlu Doğum’ organizasyonundan alnının akıyla çıktı. Emeği geçen herkesi kutluyorum. Ömrüm olursa bir dahaki sene yine orada olmaya gayret edeceğim.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 09.04.2007 - 01:19

    NİSAN YAĞMURLARI VE YETİM HİSSİYAT

    M.NİHAT MALKOÇ


    Her mevsimin kendine mahsus güzellikleri vardır şüphesiz… İlkbahar, yaz, sonbahar, kış… Belki her insanın favori mevsimi de farklıdır. Birinin çok sevdiği mevsimi, bir başkası pekâlâ sevmeyebilir. Fakat kış, çoğumuzun çabuk geçmesini arzuladığı bir mevsimdir. Çünkü kış, tabiatın bembeyaz bir örtüye büründüğü ve insanların daha çok evlerine kapandığı bir zaman dilimidir. Görüntü itibariyle hoş olsa da, eve mahkûm olmak; kışı öteki mevsimlere kıyasla daha itici kılar. Kış, doğayla bütünleşen ve çevreyle iç içe yaşayan insanı boğar.

    Mart kıştan çıkışın, bahara erişmenin müjdecisidir adeta. Henüz bütün çiçekler açmasa da, havalar tam anlamıyla ısınmasa da umutların tomurcuklandığı demlerdir bu zaman dilimi… Esas olan da umutların filizlenmesi değil midir? Gerisi zaten vakit erişince gelir.
    Takvimler nisanı gösterdiğinde bulutlar, biriken gözyaşlarını tutamaz artık, koyverirler damlalarını yere… Yerçekimi galip gelir suyun direncine. İlkbahar iyiden iyiye kendini hissettirir. Toprak ana uyanır uzun kış uykusundan. Yeşerir kırlar, dağlar ve bayırlar…

    Nisan yağmurları bolluk ve bereket getirir soframıza. Toprak nasibine düşen suyu emer hararetle. Topraktaki elementler birbiriyle etkileşim içerisine girer. Çiftçiler tavan aralarına ve depolara koydukları kazma ve belleri çıkarırlar orta yere. Ovalarda traktörlerin bolluk ve bereket habercisi homurtularıyla, hücreleri yıpranan hayata can gelir.

    Nice insan sırılsıklam olur nisan yağmurları altında. Çünkü sürprizleri çok sever nisan yağmurları. Sabahleyin evden çıkarsınız, her taraf günlük güneşliktir. Öğleye doğru gökten süzülür damlalar. ‘Nerden çıktı bu yağmur’ deyip hayrete düşersiniz. Fakat ani bastırmaları, onların en bariz özellikleridir. Bazen de şiddetini artırarak hareket kabiliyetimizi iyice azaltırlar. Fakat kimse kaçmaz bu bereket habercisi yağmurlardan. Kaçan da Nasreddin Hoca misali rahmete basmamak için kaçar. Bu yağmurlar tenimizi yenilerler adeta.

    Kimse korkmaz nisan yağmurlarından. Zira müşfiktir gökten yere inen damlaların her biri. Nasıl çabuk bastırmışsa, öyle de çabuk diner nisan yağmurları. Bıktırmazlar, durağan gidişimize renk ve ahenk katarlar bir anlamda. Fırtınanın tiksindirici ve korkutucu yüzünü göremezsiniz bu gülümseyen damlalarda. Toprakla buluşan katreler acıtmazlar, kıyamazlar bize, pamuk gibi değerler saçlarımıza. Sanki sevgilinin eli dokunur başımıza. Bir okşayış hazzıyla hayatınıza apayrı bir dinamizm gelir. Katreler çiçek açmış erik dallarına değerek köke hayat verirler. Yeşilin çağrısıdır toprağa inen her bir damla…

    Baharın bir an evvel gelmesi için sabırsızlanan gönüllere yürekten bir merhabadır nisan yağmurlarının sesi… Bahara duyulan özlemin bittiğinin müjdecisidirler aynı zamanda… Baharla birlikte kırlar çağırır bizi kuytularına. Erik ve badem ağaçları süslenmiş bir gelin gibi belirirler bereketli topraklar üzerinde. Güneşin sıcaklığını yavaş yavaş hissetmeye başlarız tenimizde. Yağmur damlalarının yere düşmesiyle birlikte, içimizde hasrete dönüşen ve bedenimizin bir parçası olan toprak, biriken kokusunu salar atmosfere. Çorak topraklar hüznünü dağıtır ab-ı hayat hükmündeki damlalarla buluşunca. Yeşeren otlar gözümüze ve gönlümüze temaşa zevkini fazlasıyla tattırır. Dinlenir gözbebeklerimiz yeşilin her tonunda.

    Bolluk ve berekete davetiyedir bahar… Arılar kovanlardan dökülür dışarıya. Rüzgâr uçurur çiçek tozlarını bir uçtan bir uca. Kış uykusuna yatan mahlûkat güneşe döner soluklaşan yüzünü. Börtü böcek yuvalarını kurmaya başlar güneşe nazır… Zira yeniden doğuşun bir diğer adıdır bahar… Yağmur taneleri nur taneleri olup yarınlarımızı aydınlatır bereket kisvesiyle… Buram buram toprak kokar gün boyu işleyen anaların nasırlı elleri. Çoraklaşan ve gözden düşen topraklar için zemzem suyu kadar muteberdir nisan yağmurları. Bunu ancak hayatını toprağa adayanlar ve maişetini topraktan kazananlar bilir.

    Uzun geçen kıştan sonra bahar bize adeta ilaç gibi gelir. Hiçbir psikolog sağlayamaz bize baharın getirdiği sevinci ve hayata tutunma arzusunu. Baharla birlikte daha mütebessim olur suretlerimiz. Güneşten beslenir gözbebeklerimiz, bardağın dolu kısmını görür gözlerimiz… İyimserlik iksiri katılır kanımıza. Huzur, huzursuzluğa galebe çalar bu demlerde. Hırkalarını ceviz sandıklarına koyan insanlar düşünmek istemezler kışın tekrar geri geleceğini. Evinize taşırsınız bahar sevincini ve heyecanını. Uykularınız ve rüyalarınız bile baharla daha da güzelleşir. Kâbuslar yerini renkli düşlere bırakır gecenin en yalnız yerinde…

    Kardelenlerin hükmü biter nisan yağmurlarıyla birlikte. Bülbüller yarıda kalan aşk nağmelerini ve sevdalarını sunmak için iki büklüm olurlar gülün önünde. Hercai menekşelerin taç yaprakları faslı bahara ram olur. Nice çiçek boy gösterir tabiatın sımsıcak kucağında.

    Bahar dirilişin bir diğer adıdır zannımca. En kötü anımızda bile gitmeyi değil, kalmayı yeğleriz. Hayata güzel bakabilmek için imkânların sonuna kadar kullanıldığı bir zaman dilimidir bahar.... İçimizdeki çöllerin yeşerdiği, kuraklığın son bulduğu ve vahaların hayat iksiri sunduğu bir dönemin müjdecisidir. Cemrelerin nihayetinde havaların ısınması, bolluk ve bereketin fışkırması bahara endekslidir. Bahar her şeydir aslında…

    Nisan yağmurları baharın öz evladıdır. Etle tırnak gibidirler. İçimizdeki kiri ve pası silip süpürürler. Bizi yeniden doğmuşçasına saflaştırarak hayata katarlar. Kim kaçar ki bu bereket sağanağından! ... Bilinmelidir ki nisan yağmurlarının olmadığı bir bahar, elbet yetim ve öksüzdür. Nisan yağmurlarında arınmayan ruhlar, arınmanın hazzını bir daha hiç yaşayamazlar. Onlar biraz da yalnızlığımızı giderirler. İyi ki geldin bahar… Baharın gelişi nisan yağmurlarıyla zinetlendi. Son sözüm şudur ki bu bahar günlerini doyasıya yaşayın.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.04.2007 - 14:27

    NATO’NUN İŞLEV(SİZLİĞ) İ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Günümüzde dünya devletlerinin en büyük yatırım alanları güvenlik ağırlıklıdır. Büyük devletlere baktığımızda bu alana çok büyük paralar yatırdıklarını görüyoruz. Başta ABD olmak üzere, Avrupa ülkeleri ve Çin, güvenliğe bütçelerinden çok büyük paylar ayırıyorlar.

    Dünyada güvenlik deyince NATO akla gelmektedir. Yani bu teşkilat savunma amaçlı bir kuruluştur. NATO’ya üye olan ülkelere saldırı olduğunda bu kurumun üyeleri ortak hareket ederek saldırıyı etkisiz kılarlar. “Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü” anlamına gelen “North Athlantic Traty Organization” olarak yazılan İngilizce aslındaki sözcüklerin kısaltılmış şeklidir. Türkçesi “Kuzey Atlantik Paktı” olarak da ifade edilebilir.

    Kuzey Atlantik İttifakı’nın kuruluşuna ilişkin antlaşma, 12 ülkenin katılımıyla 4 Nisan 1949’da Washington’da imzalanmıştır. “Washington Antlaşması” olarak da anılan antlaşma, bütün imzacı devletlerin onayları alındıktan sonra 24 Ağustos 1949’da yürürlüğe girmiştir. Antlaşmayı imzalayan 12 ülke şunlardır: ABD, Kanada, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İngiltere, Fransa, Portekiz, İzlanda, İtalya. Burada da görüldüğü gibi Türkiye bu teşkilatın kuruluşunda yoktur.

    Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katılımına ilişkin Kuzey Atlantik Antlaşması Protokolü, 22 Ekim 1951’de Londra’da imzalanmıştır. Türkiye, Kuzey Atlantik Antlaşması’nı 18 Şubat 1952’de onaylayarak (5886 sayılı yasa) NATO’ya üye olmuştur. Yunanistan da aynı tarihte Antlaşmayı onaylamıştır. NATO’nun üye sayısı, Almanya, İspanya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’nın katılımıyla 19 olmuştur.

    21–22 Kasım 2002 tarihlerinde gerçekleştirilen NATO’nun Prag Zirvesinde, Soğuk Savaş sonrası ikinci genişleme kararı alınmış, bu doğrultuda Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, İttifak ile katılım müzakerelerine başlamaya davet edilmiştir. Bu ülkelerle katılım müzakereleri sonucunda hazırlanan Katılım Protokolleri 26 Mart 2003’te Brüksel’de imzalanmıştır. Eski Doğu bloku ülkesi Romanya, Bulgaristan, Slovakya, Slovenya, Litvanya, Letonya ve Estonya, 29 Mart 2004’te ABD’nin başkenti Washington’da düzenlenen törenle NATO’ya resmen üye olmuşlardır. Böylece NATO, tarihinin en geniş kapsamlı ve önemli genişlemesini gerçekleştirmiştir. NATO’nun üye sayısı, son yedi ülkenin katılımıyla 26’ya ulaşmıştır. Bunların yanında Fransa İttifak üyesi olmakla birlikte bütünleşmiş askeri yapıya dâhil değildir.

    SSCB dağılmadan evvel, Doğu bloku içinde yer alan ülkeler Varşova Paktı’na da doğal üyeydiler. Bilindiği gibi NATO, Varşova Paktı’na karşı askeri güvenlik ve savunma teşkilatı olarak kurulmuştur. O zamanlar iki kutuplu bir dünya vardı. Kutuplardan birisinde Varşova Paktı, öbüründe ise NATO yer alıyordu. Fakat SSCB’nin dağılmasıyla Varşova Paktı da tarih oldu. Bu sefer NATO tek kanat olarak kaldı. Hatta bazı eski Varşova Paktı üyesi ülkeler NATO’da yerini aldı. Tabir caizse eski düşmanlar aynı safta, aynı gayede buluştular.

    Önceleri komünizm tehlikesine karşı kurulan NATO, bu tehlikenin ortadan kalkmasından sonra kendini lağvetmedi. Hatta geçmişle kıyaslanamayacak derecede genişledi. Rakipsizlik, bu teşkilatı daha da büyüttü. Fakat etkinliğini o derece artıramadı.

    Aslında bugün NATO’nun varlığı fazla bir şey ifade etmiyor. Çünkü bu birliğin düşman olarak gördüğü blok artık yok ortada. Hatta düşman olarak görülen bazı ülkeler şu anda söz konusu askeri savunma teşkilatının içinde yer almaktadırlar. Bir zamanlar ABD Savunma Eski Bakanı Rumsfeld’in ifade ettiği gibi “NATO, savunmaya yönelik bir güç olmaktan çıkıp, kriz bölgelerine müdahale edecek bir saldırı gücüne dönüşmelidir.” Bu kuruluş barışçı bir anlayışla mazlumun yanında yer almalıdır. Haksız olan ülkelere karşı sert ve kararlı durmalıdır. Fakat NATO’nun başı(bir anlamda patronu) olan ve dünyanın jandarmalığına soyunan ABD, zalimce politikalar yürüterek petrol ve diğer yeraltı kaynaklarına sahip ülkelere küstahça saldırınca NATO’ya üye diğer ülkeler her nedense ya ABD’nin şer politikalarını açıkça desteklemekte ya da suspus olmaktadırlar. Bu demektir ki NATO; ABD’nin arka bahçesidir. ABD bu uluslararası kuruluşu çıkarları doğrultusunda istediği gibi yönlendirmektedir. Bunu Bosna-Hersek’te Filistin’de ve Lübnan’da açıkça gördük; Irak’ta da görüyoruz. NATO Irak’ta ABD’nin bir anlamda taşeronluğunu yapmaktadır; bütün kararlarını ABD’nin menfaatleri doğrultusunda almaktadır.

    Kuzey Atlantik Antlaşması’nın birinci maddesinde “Taraflar, BM Yasası’nda ortaya konduğu üzere, karışmış olabilecekleri herhangi bir uluslararası anlaşmazlığı, uluslararası barış ve güvenlik ve adaleti tehlikeye sokmadan barışçıl yollarla çözmeyi ve uluslararası ilişkilerinde BM’nin amaçlarına aykırı olacak şekilde güç kullanımı ya da tehdidinden sakınmayı taahhüt etmektedirler.” yazmasına rağmen bugüne kadar buna uyulmamıştır.

    Kimse kimseyi kandırmasın… Bu teşkilattaki çifte standartlar her geçen gün artmaktadır. NATO günümüzde mazlumlara karşı balyoz, zalimlere karşıysa kalkan görevi görmektedir. NATO artık ABD çıkarlarına hizmet eden bir tabela teşkilatı olmaktan öte bir şey ifade etmemektedir. Türkiye’nin NATO üyeliği bize hiçbir şey kazandırmamıştır, aksine zarar vermiştir. Türkmenistan bile NATO’ya üye olmayıp dünyada az sayıda tarafsız kalan ülkelerden biri olurken, bizler nedense NATO’nun şemsiyesi altında kalmayı yeğlemişiz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.04.2007 - 02:53

    OKU(MA) YAN ŞEHİR TRABZON

    M.NİHAT MALKOÇ


    Ülkemizin pek çok farklı kültürüne beşiklik eden, bir zamanlar padişahların sokak sokak dolaşarak çocukluklarını yaşadığı, şehzadelerin yıllarca valilik yaptığı şehirdir Trabzon… İstanbul’un Fatih’i İkinci Mehmet’in topraklarımıza kattığı, her şeyiyle Türk mührünü vurduğu, İslam kültürüyle cilaladığı müstesna diyarlarımızdan biridir Trabzon…

    Bilindiği üzere Trabzonlular son yıllarda büyük töhmet ve haksızlıklara maruz kaldılar. İki tane yeni yetme çocuğun hatası, koca bir şehrin sırtına yüklendi. Halkın moral değerleriyle oynandı aylarca. ‘Trabzon’ ismi maalesef cinayet lafzını çağrıştırır oldu. Oysa Trabzon ve Trabzonlular bu sıfatlara hiç mi hiç layık değildir. Hafızaların karartıldığı ve zihinlerin köreltildiği bir kampanya neticesinde herkes zarar gördü yaşananlardan…

    Trabzon pek çok muhafazakâr şehir gibi bu ülkenin teminatıdır aslında… Bu şehirden hain çıkmaz, çıksa da burada barınamaz. Vatanını seven insanlar yetişir bu şehrin merkezinde ve varoşlarında. İşsizliğin ve aşsızlığın beraberinde getirdiği bütün sıkıntılarını içlerine atar bu şehrin genci ve yaşlısı… Kan tükürseler kızılcık şerbeti içtim derler.

    Bugün Trabzon’un meselelerini ele alıp hararetle çözüm arayanlar, bir şeyi gözden kaçırıyorlar. Bu şehrin en büyük derdi işsizlik, aşsızlık ve gayesizliktir. Her şeyi iş ve aş yokluğuna bağlayamazsak da meselelerin çoğu bu sebebe dayanıyor. Fakat iş ve aştan yoksun olan gençlerin çoğunun herhangi bir marifeti ve becerisi de yoktur. Bu şehirde kalifiye eleman arayanlar istedikleri vasıflarda insan bulmakta zorlanırlar doğrusu… Gerçi bu durum Trabzon’un değil, bütün Türkiye’nin kanayan yarsıdır aslında. Şehir insanının geleceğe dair fazla umutları da yoktur. Günü kurtarmak öncelikli gayedir.

    Eskiden bu şehirden çok miktarda aydın çıkardı. Şairler, yazarlar ve araştırmacılar sürekli eser verirdi. Çünkü insanlar gece gün demeden okurdu. Fakat son yıllarda Trabzon’un aydın damarı da kuruma eğilimindedir. Bunun en büyük nedeni okuma ve sosyal etkinlikler hususunda yeterince organize olamamaktır. Bugün Trabzonlular, geçmişle kıyaslandığında, yeterince okumuyorlar. Daha çok duyduklarına itibar ediyorlar. Bu kanaate rahatça varabiliriz. Durum böyle olunca genç beyinler kolayca uç noktalara kayabiliyor.

    Şehrin ve buraya bağlı köylerin halkı okumayı bir ihtiyaç olarak görmüyor. Kırsal kesimde okuma yazma bilmeyenler de az değildir. Özellikle geçmişte bir hata sonucu okuyamayanlar bunun bedelini daha büyük kayıplarla ödüyor. Okuma yazma bilenler, hatta yüksek öğrenime devam edenler kitap okusa da bu hususta isabetli kararlar veremiyorlar. Çok kere düzeysiz kitaplarla zaman öldürüyorlar. Spor ve magazin gazeteleri Trabzon’da daha çok tercih edilerek okunuyor. Trabzonspor’un varlığı, içeriği spordan öteye gitmeyen gazetelerin daha çok tercih edilmesinde önemli bir etken oluyor.

    Geçtiğimiz senelerde, özellikle ramazanlarda bu şehirde kitap fuarları düzenlenirdi. Halk kitapla ve yazarlarla buluşturulurdu. Geçen sene Dünya Ticaret Merkezi’nde böyle bir organizasyon gerçekleştirildiyse de yeterli tanıtım ve başarılı bir organizasyon gerçekleştirilemediği için fazla bir ilgi ve katılım görmedi. Oysa bu gibi faaliyetlerin daha organize, planlı ve sağlıklı gerçekleştirilmesi gerekir. Bu şehrin hemen yanı başında havaalanı vardır. İstanbul’daki bir yazar bir saatte Trabzon’a gelerek okuyucusuyla buluşabilir. Beş yıldızlı oteller ve konaklama tesisleri mevcuttur. Şehre kültürel manada fazla bir katkısı olmasa da çok eski ve köklü bir üniversitemiz vardır. Lakin işin kötüsü, şehirde ciddi bir konferans salonu yoktur. Bu şehre tez elden adamakıllı bir kültür sarayı yapılması şarttır.

    Trabzon’a Nuri Okutan gibi geçmişi başarılarla dolu, eğitimi her şeyin üstünde tutan çok değerli bir valinin atanması bizim için bir şanstır. O vali ki Sakarya’da görev yaptığı zamanlar “Okuyan Şehir Sakarya” adlı projenin mimarlığını yapıyordu. Niçin şimdilerde Vali Nuri Okutan öncülüğünde belediye ve sivil toplum kuruluşlarının desteklediği “Okuyan Şehir Trabzon” adıyla bir proje gerçekleştirilmesin. Valimiz Okutan, soyadıyla münasip olarak Trabzon’u da okumaya yöneltirse bu bizim için en büyük kazanç olur. Kendisinin bu gibi projeleri zihninde tasarladığını düşünüyorum. Şimdilerde şehri ve şehrin yapısına tesir eden mahfilleri tanıma gayreti içerisindedir. Bu süreçten sonra varlığını iyice hissettirecektir.

    Trabzon’da bir hareket başlatılmalıdır. Okuma, öğrenme, spor ve sosyal etkinliklerden ibaret olan bu hareket, halkı kendine getirecektir. Fuarlar, imza günleri, konferanslar ve paneller düzenlenerek şehrin donuk yüzüne kan ve can getirilmelidir. Şehir sosyal faaliyetlere, kitaba, yazara ve okumaya doyurulmalıdır. Trabzonluların zihninde kitap meşalesi yakılmalıdır. Okullarda ciddi ödüllü yarışmalar düzenlenmelidir. Bu yarışmalara geniş katılımlar sağlanmalıdır. Gençler kahvelerden koparılıp muhakkak kitaba yönlendirilmelidir.

    Eskiden, Belediye Başkanı Asım Aykan zamanında halka ve öğrencilere yönelik hemen her ay bir şiir ve kompozisyon yarışması düzenlenirdi. Fakat bugünkü belediye birkaç ses yarışmasından ve festivalden başka kültür adına bir şey yapmış değil. Yine Aykan döneminde Belediye halkın ihtiyaçlarını dikkate alarak değişik konularda kitaplar yayınlar, bunları halka ücretsiz dağıtırdı. Bunu yaparken kasasından da bir kuruş çıkmazdı. Hayırsever kişiler bu faaliyetlere destek olurdu. Fakat bugünkü belediye yönetimi cumhurdan kopuk bir görüntü çizmektedir. Okullara yönelik sosyal faaliyetlere pek sıcak bakılmamaktadır.

    Yeni valimiz Okutan’ın şiire ve edebiyata gönül veren bir insan olduğunu kendisiyle yapılan bir röportajda okumuştum. Hatta amatörce olsa da şiirle ilgilendiğini de belirtiyordu o röportajda. Bu bizim için şanstır. Bu özelliklerini kısa zamanda Trabzon’a da yansıtacaktır.

    Bu arada yerel kanallara da bir çift sözüm var. Yerel kanallar gece gün demeden sporla yatıp kalkacak yerde biraz da kültür, sanat ve edebiyata zaman ayırsa çok daha isabetli olur. Trabzon’un bir futbol kenti olmasının yanında; bir kültür, sanat ve edebiyat şehri olduğunu da unutmamalıyız. Futbola gösterdiğimiz ilginin en az yarısını okumaya, öğrenmeye göstermeliyiz. Seyircilere sabahtan akşama kadar müzik ve futbol dayatmak sorumlu yayıncılık anlayışıyla bağdaşmaz. Gelin sizler de yayıncılık anlayışınızı bir gözden geçirin.

    Trabzon’un şiddetten uzak, okuyan, düşünen, sorgulayan bir şehir olması ancak kültür ve sanat faaliyetlerinin çoğalmasıyla mümkündür. Fakat bu faaliyetlerin gerçekleşmesi için ne doğru dürüst bir salonumuz, ne de bu işe gönül veren ciddi sivil toplum kuruluşlarımız var. Yeni valimiz Okutan’dan şehrin imajını öncelikle bu yönde şekillendirmesini istirham ediyoruz. Okuyan, muhakeme eden insanlardan kimseye zarar gelmez. “Okumayan Şehir Trabzon”, Vali Okutan’ın gayretleriyle “Okuyan Şehir Trabzon”a dönüşmelidir. Hem de hiç zaman kaybetmeden. Beklemeye tahammülümüz ve zamanımız yok…Hemen şimdi! ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.04.2007 - 00:45

    KARADENİZ SAHİL YOLU’NDA MUTLU SON

    M.NİHAT MALKOÇ


    Medeniyetin pek çok ölçütü vardır. Bunlardan birisi de yoldur. Yol medeniyettir. Bir ülkenin gelişmişliğinin ve kalkınmışlığının göstergelerinin başta geleni sahip olduğu kara ve demir yollarıdır. Hayatın can damarıdır yollar… İhtiyaçlarımız yollar aşılarak ayağımıza kadar getiriliyor. Bölgeler arasındaki ulaşım ve fiziki iletişim yollar sayesinde sağlanıyor.

    Yol, su ve elektrik eskiden gelişmişliğin en büyük göstergelerindendi. Çok şükür günümüzde susuz ve elektriksiz yer kalmadı nerdeyse. Fakat yolu olmayan, daha doğrusu çağdaş niteliklerde bir yola sahip olmayan yerlerin sayısı bugün de çok fazladır. Daha düne kadar Karadeniz Bölgesi de bu talihsiz yerlerden birisiydi. Özellikle Orta ve Doğu Karadeniz’i sanayi kentlerine bağlayan sahil yolu son derece kötü ve elverişsizdi. Hele Samsun’dan Trabzon’a kadar olan güzergâh, çok kötüydü. Her gün kazalar oluyordu bu yollarda. Bu yol çalışkan ve vatansever Karadenizlilere reva görülecek cinsten değildi.

    Akıl ve sağduyu sahibi olan herkes Karadeniz’in yol problemini görüyor ve bu hakikati kabul ediyordu. Fakat bütün mesele çağdaş standartlarda bir yolun inşası için teşebbüste bulunmaktı. Bu, büyük maddi meblağ gerektiren bir projeydi. 1987 yılında yolun planlama ve altyapı çalışmaları başlatıldıysa da, o yıllarda ciddi bir ilerleme kaydedilemedi. Çünkü başa gelen hükümetler bir türlü ekonomik rahatlığı ve istikrarı sağlayamıyordu.

    Her gelen hükümet ilk iş olarak bu yolu bitireceğini söylese de geçen zaman içerisinde fazla bir ilerleme gerçekleştirilemedi. Yol güzergâhındaki çalışmalar çok kere çevrecilerin engeline takıldı. Yolu bitirmek bugünkü Recep Tayip Erdoğan Hükümetine nasip oldu. Bu hükümet döneminde çalışmalar iyice hızlandırıldı. Öyle ki zaman zaman gece çalışmaları bile yapıldı. Büyük bir inançla ve cesaretle çalışmalar sürdürüldü. Sonuçta Karadeniz Sahil Yolu, 07 Nisan 2007 tarihi itibariyle bölge insanının ve tüm Türkiye’nin kullanımına açıldı. İstikrar ve verimlilik açısından tek parti iktidarının ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Proje aşamasında 34, yapım aşamasında ise 12 hükümet eskiten ve 4,2 milyar dolara mal olan 542 kilometrelik Karadeniz Sahil Yolu, kim ne derse desin, bölgenin çehresini değiştiren büyük bir yatırımdır. Hizmeti geçen herkese teşekkür ediyoruz.

    Karadeniz Sahil Yolu’nun kendine mahsus özellikleri vardır. Bu yol iki gidiş ve iki geliş olmak üzere toplam dört şeritli, şehir geçişlerinde ise üç gidiş ve üç geliş olmak üzere altı şeritli olarak projelendirilerek inşa edildi. 542.5 kilometrelik yol boyunca 263 köprü ve 12 adedi tek tüp, 20 adedi çift tüp olmak üzere toplam 32 tünel yapıldı. Bunlardan birisi de Ordu’nun Perşembe ilçesi ve Bolaman beldesi arasında yapılan Nefise Akçelik Tüneli’dir.

    Türkiye’nin en büyük tüneli olma özelliği taşıyan Nefise Akçelik Tüneli, hazin bir öyküyü de bütün burukluğuyla ve haşmetiyle yaşatacak bundan sonra… Bolu Tüneli’nden 520 metre daha uzun olan bu tünele, bir vefa örneği gösterilerek, adı verilen Nefise Akçelik, tünelin ve genel anlamda yolun bugünkü hale gelmesinde çok büyük emekler vermiş örnek bir inşaat mühendisiydi. Tünelin projesini yapan ve inşaat aşamasında büyük emeği geçen Karayolları Genel Müdürlüğü Zemin Mekaniği ve Tüneller Şubesi Müdürü, inşaat mühendisi Nefise Akçelik, ne yazık ki tünelinin hizmete girdiğini göremeden, 48 yaşında kanserden vefat etmiştir. Bundan sonra vefanın ölmediğinin bir göstergesi olarak onun adı da bu muhteşem eserde yaşayacak. Bence söz konusu tünele bu ismi koymak çok isabetli olmuştur.

    Samsun’dan Sarp Sınır Kapısı’na kadar uzanan Karadeniz Sahil Yolu, 6 il, 63 ilçe, 17 bucak merkezi, 9 liman, 2 havaalanı ve sahil boyunca kesintisiz devam eden sayısız küçük yerleşim birimine hizmet ediyor. Kıyılardaki balıkçı barınakları, yapılan yeni yola göre yeniden düzenlendi ve düzenleme sırasında da yer yer kapasiteleri arttırıldı. Karadeniz Sahil Yolu’nda şehir geçişleri mümkün olduğunca yerleşim dışına alınarak, mevcut yol şehir içi trafiğe hizmet edecek şekilde düzenlendi. Proje çalışmalarında maliyet, emniyet, çevre, zaman faktörleri göz önünde bulunduruldu. Fakat bu yol, üzerinden geçtiği il ve ilçelerin halkını denizden kopardı. Bence bahsi geçen yolun en olumsuz yanı da budur. Pek çok sahilimiz bu yol yüzünden dalgakıranlara zemin oldu. Fakat bunun başka yolu da yoktu herhalde.

    Bu yol her açıdan ülkemiz ve özellikle Karadeniz’imiz için büyük bir kazanç olmuştur. Söz konusu yolun faydalarını saymakla bitiremeyiz. Netice olarak diyebiliriz ki Karadeniz Sahil Yolu seyahat süresini kısaltacak, trafik kazaları sonucunda ortaya çıkan ölüm, yaralanma ve maddi hasarları azaltacaktır. Nerden bakarsak bakalım bu yatırım yüzümüzü ağartacak cinstendir. Hangi siyasi teşekkülden olursa olsun, bu yola katkısı olan herkese bu bölgenin bir ferdi olarak samimi şükranlarımı sunuyorum.




    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.04.2007 - 02:21

    SİGARA VE KANSER

    M.NİHAT MALKOÇ


    Günümüzde güzel anlarımızı fotoğraf karelerinde donduran, hayata dair güzellikleri geçmişe mahkûm eden, çiçek açan dallarımızı hoyrat elleriyle kıran, düşlerimizi kâbus haline getiren hastalıkların başında geliyor kanser… Küçük bir rahatsızlık geçirdiğimizde bile hep bu hastalığın şüphesiyle telaşlanıyoruz. Cümleler “Acaba…” diye başlıyor çoğu kez… Çünkü aklımızda yer etmiştir kanser… Bu hastalığın bir gün kapınızı çalacağına dair endişe duymayanınız var mıdır? Yok elbet… Hep o soğuk kelimeyle huzurumuz kaçmıştır besbelli...

    Sigara ve kanser kadar birbirini çağrıştıran başka kelime var mıdır acaba? Gerçekten de sigara deyince kanser, kanser deyince de sigara geliyor insanların aklına… Bu iki kelime o derece birbiriyle özdeşleşmiştir. Durum bu iken nasıl oluyor da insanlar para verip de sigara alıyor, bu şekilde kansere davetiye çıkarıyor. Bunu anlamakta zorlanıyorum.

    Günümüzde herkes bilgiye kolayca ulaşabiliyor. Artık herkes sigarayla ilgili çok şey biliyor. Hemen her gün sigaraya bağlı hastalıklardan ölen veya sürünen insanların haberlerini duyuyoruz. Sigaranın zararlarını bilmemize rağmen yine de kullanmaya devam ediyoruz.

    Tıp çevrelerinin belirttiğine göre sigara, kansere bağlı ölümlerin yüzde 30’undan sorumludur. Akciğer kanserlerinin yüzde 85’i sigaraya bağlıdır. Son rakam çok dikkat çekicidir. Yüzde 85 rakamı sizi hiç mi ürkütmüyor? İnsanoğlu ya gaflet içindedir ya da çok cesurdur. Zira öyle olmasaydı bu istatistikleri bildiği halde sigara içmeye devam edebilir miydi? Böyle cesaret olmaz olsun. Bu durum olsa olsa deli cesareti diye nitelendirilebilir.

    Sigara içenlerin zararı sadece kendilerine değildir. Onlar kendileriyle birlikte çevrelerinde yaşayan insanları da göz göre göre zehirliyorlar. Bir çalışmaya göre pasif sigara içiminin de akciğer kanseri riskini yüzde 25 arttırdığı bulunmuştur. Ne garip bir şey, düşünebiliyor musunuz? Sigara içmediğiniz halde çevrenizde yaşayan sorumsuz insanlar yüzünden yüzde 25 kanser riskiyle karşı karşıya kalıyorsunuz.

    Bazı anne babalar ev içinde çocuklarının sağlığını hiç hesaba katmadan sigara içmektedir. Çocuklarının eline bir dikenin batmasına bile tahammül edemeyen ebeveynler, tiryakiliğin getirmiş olduğu basiret körlüğüyle nasıl da büyük tehlikelere zemin hazırlıyorlar. Çocuklarını, elleriyle pasif içici yaparak nikotinin soğuk kollarına atıyorlar. Bazıları biraz daha duyarlı davranarak sigarasını balkonda veya başka odalarda içiyor. Gerçi başka odada içilen sigaranın zehri kısa zamanda evin her tarafını sarabilir. Fakat bunu hesap edemiyorlar.

    Son yıllarda ülkemizde kadınların önemli bir kısmı sigara illetiyle karşı karşıyadır. İlk bakışta dost gibi görünen bu zehir, iş stresi ve yaşamın zorlukları nedeniyle sigarayı bir kurtarıcı ve teskin edici olarak gören kadınları da vuruyor. Bir kere başlayanlar bir daha nikotinin pençesinden kurtulamıyor. Bir noktadan sonra hayat çekilmez hale geliyor.

    Bazı vurdumduymaz tiplerin içlerinden ‘nasıl olsa öleceğiz’ dediğini duyar gibiyim. Ölüm hakikatini inkar eden yok ki! ...Elbette vakti gelince dünya denen mezradan ebedi âleme göç edeceğiz. Fakat yaşadığımız sürece sağlıklı ve kaliteli yaşayacağız. Günde bir paket sigara içen kişilerin içmeyenlere oranla on kat daha fazla akciğer kanserine yakalanma riski bulunmaktadır. Bunu bile bile sigarayı tüttürmek barutla ateşi bir araya getirmekten farksızdır.

    Hiç kimsenin sağlığımızı tehdit etmeye hakkı yoktur. Sağlık deyince hatır gönül de kırılır elbet… Zira Anayasanın 56. Maddesine göre, herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmelerini önlemek devletin ve vatandaşların görevidir. Uluslararası platformda temiz hava soluma hakkı, temel bir “ insan hakkı “ olarak yer almıştır. Bu hakkımızı sonuna kadar arayalım.

    Son yıllarda çıkarılan 4207 sayılı kanun çok yararlı olmuştur. “Tütün ve Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanun” ile sigara içmeyenlerin hakları korunmuş ve yasaya uymayanlara cezai hükümler getirilmiştir. Bu kanun, sigara içenlerin sayısında ciddi azalmalara sebep olmuştur. Sigara içenlerin hareket alanı iyiden iyiye azalmıştır. Bazı tiryakiler tuvalette sigara içecek kadar zillet ve acziyet içerisine düşmüştür.

    Demek ki yasaklar her zaman kötü değildir. İradesine sahip olamayanları zorlamak ve yönlendirmek bazen çözüm olabiliyor. Bu manada kapalı mekânlarda sigara içme yasağı hayırlı olmuştur. Böylelikle hayat kalitemiz daha da artmıştır. Kimse bir şey kaybetmemiştir.

    Eskiden otobüslerde, devlet dairelerinde, okullarda ve kapalı yerlerin çoğunda püfür püfür sigara içiliyordu. Sigara içmeyenler ise bu durumu, sırf kırıcı olmamak için sineye çekiyordu. ‘Dostluk mu, sağlık mı’ ikilemi içerisinde kalınıyordu. Çok şükür ki yeni kanunla bu sıkıntıdan kurtulduk. Artık kimse sözü edilen yerlerde sigara iç(e) miyor, içmeye yeltenenler de bu hususta rahat hareket edemiyorlar, tedirginlik duyuyorlar. Demek ki isteyince her şey oluyor. Yeter ki yaptığımız kanunun arkasında duralım ve takipçisi olalım.

    En iyisi gelin sigara afetinden uzak yaşamayı deneyelim. Kanser korkusunu iliklerimizde hissetmeyelim. Göreceksiniz ki hayatınız çok değişecek. Sağlıkla yaşamanın huzuru içerisinde hayattan daha çok zevk alacaksınız. Sağlıklı ve güzel günler için sigaraya “Hayır” demenin zamanı gelmedi mi hâlâ? ... Geldi, geçti bile…Daha ne bekliyorsunuz? ...

    Cevap Yaz
  • İsmail Hayal
    İsmail Hayal 01.04.2007 - 23:03

    MUSTAFA NİHAT MALKOÇ

    Bu memleketi sevmek ona hizmetle olur. Bu şehirde doğanlar, üzerinde yaşayanlar, onun havasını teneffüs edip suyundan içenler ona karşı bir vefa borcu olarak bir şekilde hizmet etmek zorundadır. Derler ya doğduğun yer değil doyduğun yer önemlidir. Bu şehrin dağını, taşını, yokuşunu görenler bir karamsar tablo olarak önümüze bahaneler sunarlar. İlimize ve hatta kendi çalıştığım daireye iki öğretmen arkadaş tayin oldular. Ve henüz ilk aylarında aralarındaki bir konuşmaya istemeden kulak misafiri oldum. Bu şehrin yokluklarına, imkansızlıklarına, iklimine, havasına, suyuna velhasıl hemen hemen her şeyine methiyeler (!) dizerken, bu şehre aşık, insanını, kültürünü iyi tahlil eden bir kişi olarak bayağı sinirlendiğimi itiraf edeyim. Ve o arkadaşlara; arkadaşlar bu şehre yeni geldiniz, henüz bir ay gibi kısa bir zaman zarfında bu kadar intibayı nasıl kazandınız. Artı bu iklimin, bu dağların günahı ne? Ve yahut bu şehri tanımadan bu kadar erken pes etmeyi size öğreten, diploma veren okullarınızı kınıyorum. Ve sizler bu şehrin olumsuz taraflarını görmek yerine neden bardağın dolu tarafını görmek istemediniz. Unutmayınız ki; güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.
    Bu memlekete gelen insan bu memleketi kendi vatanı bilmedikçe, insanlarını kendi insanlarıyla özdeşleştirmedikçe zaten başarılı olma şansları olamaz. Ve bu insanlar kusura bakmasınlar kişilik olarak ta henüz rüştlerini ispatlayamamış kişilerdir.
    Bu memleketi, memleketi gibi görüp ona hizmet eden bir gönül insanından bahsetmek istiyorum. 1992 yılında bu şehre güzelliğini, ilmini, insanlığını ve tüm güzel hasletlerini taşıyan ve paylaşan bir güzel insan. Mustafa Nihat Malkoç adında bir öğretmen. Üstelik kendisini tanımadan, sesini duymadan, bir hoş sohbet bile edemeden nasıl tanıtırım ki? Evet, ama bu memlekete bu kadar kısa zamanda bu kadar iz bırakan başka bir öğretmen tanımadım, duymadım. Öyle ki bu şehirde onu tanımayan, sohbetinden feyz almayan, çayını içmeyen yok gibidir. Ya bizler Gümüşhaneliler olarak, gerek öğretmen, gerek memurlar olarak bu şehre sırtımızı dönmekten başka ne yaptık. Kaçımız Mustafa Nihat hocamız kadar bu memlekete hizmet ettik. Kaçımız kültür adına, eğitim adına, bu şehir adına onun kadar kaygılanabildik, çözüm yolları aradık?
    Yüzlerce, binlerce vatanına, dinine ve milliyetine bağlı öğrenci yetiştiren Mustafa Nihat Malkoç Hocamı tebrik etmek istiyorum. Ve güzel hocam, Gümüşhane’miz ona hizmet edenlerini asla unutmaz. Tıpkı sizi unutmadığı gibi. Bozulan ve değerlerinden gitgide uzaklaşan bu gençlik sizin gibi değerli insan mühendislerinin ellerinde yeniden şekillenip kurtulacak ve sizlere minnettar kalacaktır.
    Bu yüzden lütfen bu şehirden elinizi çekmeyiniz. Çünkü bizler sizin gibi değerleri kolay kolay bulamıyoruz. Ve bu Gümüşhane sevdalısı mütevazı yüreğimden Gümüşhane’m adına size sadece bir kuru teşekkür gönderebiliyorum. Kabul buyurun efendim.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 01.04.2007 - 14:45

    İSMAİL HAYAL’IN HAYAL DÜKKÂNI

    M.NİHAT MALKOÇ


    Yazmak bir tutkudur kanımca… Bu meşguliyet zamanla bağımlılığa dönüşebilir. Ondan sonra kendinizi alamazsınız yazmak eyleminden… Çevreniz sizi anlamaz çok kere… Hatta eşinizden bile azar işitirsiniz bu yüzden… Sevdiklerinizle “ya yazı ya ben” noktasına gelirsiniz. “Ne yârdan geçilir, ne serden” deyimi bu durumu anlatır size. Her şeyi göze alırsınız. Fakat tutkular kolay kolay terk edilmez. Orta yolu bulursunuz belli bir zamana kadar… Sıkıntılar daha sonra kâbus gibi geri dönebilir. Katlanırsınız ister istemez.

    Kadınlar fazla kitap okuyan ve gece gün demeden yazan erkeklerden hoşlanmazlar. Hele saatlerce bilgisayar başında oturup, adeta bu mereti ikinci bir eş(kuma) olarak görenler, belli bir zaman sonra eşleriyle köşe kapmaca oynarlar. Aslında bu hususta kadınlara da hak vermek lazım. Saatlerce bilgisayar başında yazı yazan kocaya katlanmak hiç de kolay bir şey değildir. Kadınlar ilgi isterler, bilgisayardan esirgemediğiniz ilgiyi onlardan esirgerseniz evlilik müessesesinin dibine dinamit koymuş olursunuz. Yazı yazan insanlar bu tip problemlerle sık sık karşılaşmaktadırlar. Bu sıkıntıları zaman zaman ben de yaşıyorum.

    Geçenlerde Gümüşhaneli yazar dostlarımdan İsmail Hayal ile bu konuyu sanal ortamda yarı şaka yarı ciddi konuştuk. O da bir yazar olduğu için zaman zaman benim gibi, benzer meselelerle karşılaşabiliyor. Fakat bunlar sevgi ve anlayışla aşılabiliyor. Aslında her konuda olduğu gibi bu konuda da biraz empati(duygudaşlık) yapmak gerekir. Kendinizi bir an için kadınların yerine koyarsanız, onları daha iyi anlayabilirsiniz. Onların da sevgiye ve ilgiye ihtiyacı vardır. Her işte olduğu gibi bu konuda da dengeyi sağlamak şarttır.

    İsmail Hayal dedim de, “Hayal Dükkânı” geldi aklıma. Gümüşhane’de Rehberlik ve Araştırma Merkezi’nde rehberlik uzmanı olarak çalışan değerli araştırmacı-şair ve yazar İsmail Hayal, Gümüşhane’de günlük yayınlanan Kuşakkaya Gazetesi’nde Hayal Dükkânı” adıyla kültür, sanat ve edebiyat sayfası hazırlıyor. Her gün düzenli olarak yayınlanan bu sayfa okuyucular tarafından çok beğeniliyor. Öyle ki bu sayfanın pek çok tiryakisi bile var.

    İsmail Hayal tarafından yayına hazırlanan “Hayal Dükkânı” en son 180. kez kapılarını açtı vefalı müşterilerine… Bu dükkân bildiğiniz dükkânlardan çok farklı… Her yerde enflasyon canavarı kol gezerken bu dükkânda her şey bedava… Yanlış duymadınız, bu dükkânda para geçmiyor. Zaten kıymetli yazar İsmail Hayal, dükkânının tabelasında “Bu dükkânda her şey bedava” diye yazıyor. Her şey bedava olunca doğal olarak da büyük bir izdiham yaşanıyor dükkânda. Fakat bu dükkânın raflarında herkese yetecek kadar erzak var. Üstelik bu dükkândaki mallar paylaşıldıkça azalmıyor, aksine daha da artıyor. Çünkü bu dükkânın raflarında bulgur, şeker, makarna, mercimek yok. Şiir, deneme, makale, öykü nasihat, veciz sözler, biyografiler var. İlim, irfan var her köşesinde…

    Gümüşhane’nin kültür, sanat ve edebiyat gündemine ve bu alanda kalem oynatan değerlerine ışık tutuyor “Hayal Dükkânı”. Şehrin yetiştirmiş olduğu değerlerine gösterilmesi gereken vefa duygusunu fazlasıyla yerine getiriyor bu dükkânın sahibi... Gerçi dükkânın belli bir sahibi de yok. Dükkân miri mal… İsmail Hayal bu dükkânı sadece işletiyor. Vergisini fazlasıyla veriyor. Maliye buyursun gelsin, tahkikatını yapsın! …Temiz ticaret! ...

    Hayal Dükkânı’nda hayaller sunulmuyor yalnızca, hakikatlere de ışık tutuluyor. Okul çağındaki gençlere de rehberlik ediliyor. Alanlarında otorite olanların bilgileri, hayat mektebinde okuyanların tecrübeleri geniş kitlelere aktarılıyor. Şahsen kesip arşivimde saklıyorum bu seçkin kültür, sanat ve edebiyat sayfasını. Evvela satır satır okuyorum yazılanları. Daha sonra eşimle dostumla paylaşıyordum dikkate değer bulduklarımı. Zira Gümüşhane’nin nabzı tutuluyor o müstesna satırlarda. Şehrin aynası adeta…

    İsmail Hayal zaman zaman kendi yazılarından da kısa örnekler sunuyor burada. İsmail Hayal’ın oturmuş, mecazlı, derin ve soyut kavramlarla örülmüş üslubuna bayılıyorum. Şiir gibi yazıyor bütün satırları. Gönüllere nakış işliyor sanki. Gelecekte Gümüşhane ondan çok söz edecek. Bu değere sahip çıkın ve onunla gururlanın. Kendisini içtenlikle kutluyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 27.03.2007 - 01:39

    HER KÜTÜPHANE BİR HAPİSHANE KAPATIR

    M.NİHAT MALKOÇ


    Kitap, hayatımızın merkezinde olması gereken, fakat hiçbir zaman ol(a) mayan bir bilgi kaynağıdır. Faydası hususunda hemfikir olduğumuz bu bilgi hazineleriyle dostluğumuz hep problemli olmuştur. Okumanın önemiyle ilgili nice nutuklar vermişiz çocuklarımıza; öğretmensek öğrencilerimize… Fakat nedense kendimiz örnek olamamışız gençlere…Lafta kalmış samimiyetten uzak süslü nutuklarımız…Onun içindir ki etkili olamamıştır hiçbiri….

    Dünyada ve Türkiye’de kitleler halinde okuma faaliyeti pek rastlanan bir eylem değildir. Hele ülkemizde okumak için seferber olma, görülmüş bir şey değildir. Nobel ödüllü Portekizli yazar José Saramago, “Okumak her zaman azınlık içindi, her zaman da öyle olacak” der. Aslında bu sözünde haksız da değildir. Okumak azınlık eylemi olmaya mahkûm edilmiştir. Azınlığı siyasi anlamda düşünmeyin. Kastımız okumayı sevenlerin ve okuyanların toplam nüfusa oranının az olduğunu ifade etmektir.

    Ülkemizde okumak hâlâ lüks görülmektedir. İşin garip yanı, tahsilliler de okumuyor ülkemizde… Okumayı öneren öğretmenlerin de yeterince okumadığını bilmeyen yoktur. Yanlış duymadınız, öğretmenlerimiz de gereğince okumuyor. Ders kitapları dışındaki eserlere bakan öğretmen sayısı son derece azdır. Öğretmenler bu sözlerimden dolayı bana kızsalar da hakikatler bundan ibarettir. Okumayışın sebepleri ve mazeretleri saymakla bitmez. Herkes kendince haklıdır bu konuda da(!) …Fakat mazeretlere sığınmak neyi halleder ki! …

    Bu ülkede gerçek aydınlar, vücuduyla bir yerlere gelenler kadar konuşulup gündeme gelmedikçe, inanın, bir adım ilerleyemeyiz. Dizilerdeki yeni yetme oyuncuları ve vücuduyla arz-ı endam edenleri konuşanlar, acaba bir nebze de bilim konusunda kafa yoruyorlar mı? Hiç sanmıyorum. Onların beyinlerinden çok, dilleri ve gözleri çalışmaktadır.

    Hayranlık beslediğimiz, imza almak için peşinden koştuğumuz sanattan habersiz bir kısım sanatçılar(!) hayatlarında kaç kitap okumuşlardır? Okudukları kitap sayısı iki elin parmak sayısı miktarına erişebilir mi? Sanat âleminde küçük düşmemek ve cehalet damgası yememek için okumadıkları kitapları okumuş gibi gösterenlere ne demeli? Onlar çok okunan kitapları alıp evlerinde bulundursa da açıp okumuyorlar. Çünkü onlar çok iyi biliyorlar ki bu ülkede okumak pirim yapmıyor. Şaklabanlıklar her şeyin önünde yer alıyor.

    Edebiyatımızın en büyük isimlerinden biri olan Recaizade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası” isimli bir romanı vardır. Bu eserde Bihruz Bey adlı bir tip yer almaktadır. Bu yanlış ve şekilci batılılaşmayı temsil eden bir kişidir. Bihruz Bey güzel giyinmeyi, sık sık araba değiştirmeyi sever, evinde her çeşit kitap vardır, kitaplar vitrinleri süsler ama hiçbirini okumamıştır. Bu tip o zamanın cemiyeti içerisinde Batılı bir insan olarak kabul görür. Bugünkü Türkiye’de nice Bihruz Beyler vardır. Bunlar yüzünden yerimizde sayıyoruz zaten… Bihruz Beyler okumaya başlayınca düzlüğe çıkacağız.

    Hemen herkesin evinde az çok kitap var. Fakat bu kitapların üzerinde bir karış toza rastlayabilirsiniz. Çünkü yıllardan beri açılıp okunmamışlar. Sadece vitrinleri süslesin diye alınmışlar. Güzel görünsün diye ciltli olanlar tercih edilir. ‘Dostlar alışverişte görsün’ misali öylece dururlar raflarda. Bu mantık bizi bugünkü çağdaş milletlerden geri bıraktı.

    Günümüzde televizyon ve internet, zaten yeterli olmayan okuma alışkanlığımızı iyice yok etti. Artık bilgisayar başında sabahlıyor gençlerimiz… İnternette önüne gelenle cetleşmekten okumaya zaman ayır(a) mıyorlar. Televizyonda herkesin bir dizisi var. Dizi başlayınca hayat duruyor. Okumanın esamisi bile okunmuyor. Eskiden öğrenciler günlük ve yıllık ödevlerini yapmak için giderlerdi kütüphanelere. Artık öğrenciler ödevlerini internetten indiriyor. Hatta bazı internet kafeler hazır ödev yapıp öğrencilere pazarlıyorlar.

    Öğretmenler öğrencilere bizzat kendilerinin hazırlayacağı, internetten hazır olarak bulamayacağı ödevler vermelidir. Böylelikle öğrenciler kütüphanelere çekilmelidir. Her kütüphanenin bir hapishane kapattığı gerçeği akıldan çıkarılmamalıdır.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta