Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1599

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 03.06.2007 - 01:57

    5.ULUSLARARASI TÜRKÇE OLİMPİYATLARI

    M.NİHAT MALKOÇ


    Türkçemiz dünyanın en eski ve köklü dillerinden biridir. Bu dille milyonlarca ciltlik eser yazılmıştır. Fakat günümüzde Türkçemiz yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulamamıştır. Son senelerde özellikle Batı dilleri Türkçeyi bir hayli kirletmektedir.

    Türkçemizi eski görkemli günlerine kavuşturmak için her fert ve kurum elinden geleni yapmalıdır. Bilindiği gibi güzel Türkçemizi dünyada hak ettiği konuma getirmek, dilimizin daha yaygın bir şekilde kullanılmasını sağlamak ve Türkçeyi en iyi öğrenenleri ödüllendirmek amacıyla 2003 yılından beri “Uluslararası Türkçe Olimpiyatları” düzenlemektedir. Bu yıl beşincisi düzenlenen Türkçe Olimpiyatları eskiye nazaran çok daha görkemli oldu. Dünyanın beş kıtasından, yüz ülkesinden İstanbul’a gelen 500 altın çocuk, okudukları şiirlerle, söyledikleri şarkı ve türkülerle Türkçenin güzelliklerini sergilediler.

    Uluslararası Dil Öğretimi Derneği tarafından düzenlenen ve ‘Türkçenin 100 Akları’ sloganıyla yola çıkan olimpiyatta 500 öğrenci şiir, şarkı, sunum, konuşma, yazma, makale, genel kültür, özel beceriler, ülke tanıtım stantları gibi kategorilerde yarıştı. Türkçe Olimpiyatlarının ilkine 17, ikincisine 24, üçüncüsüne 41, dördüncüsüne ise 83 ülke katılmıştı.

    5. Türkçe Olimpiyatları, kelimenin tam anlamıyla yüz akımız oldu. Türkçe bir kez daha dünya gündemine taşındı. Salondaki muhteşem görüntü Birleşmiş Milletler oturumlarını andırıyordu. Olimpiyatlara aşağıda sıraladığım ülke çocukları katılarak, okudukları şiir ve şarkılarla Türkçeyi bayraklaştırdılar. Bu ülkeleri şöyle sıralayabiliriz: Afganistan, Almanya, Arjantin, Arnavutluk, Avustralya, Bangladeş, Belçika, Bosna Hersek, Brezilya, Burkina Faso, Cezayir, Çad, Çek Cumhuriyeti, Çin, Danimarka, Endonezya, Etiyopya, Fas, Filipinler, Finlandiya, Fransa, Gana, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, Hollanda, Irak, İngiltere, İran, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, Japonya, Kamboçya, Kamerun, Kanada, Kazakistan, Kenya, Kongo, Kosova, Laos, Letonya, Lübnan, Macaristan, Malavi, Malezya, Mali, Meksika, Mısır, Moğolistan, Moldova, Moritanya, Nepal, Nijerya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Özbekistan, Pakistan, Papua Yeni Gine, Polonya, Rusya Federasyonu, Sırbistan, Singapur, Srilanka, Sudan, Suriye, Suudi Arabistan, Şili, Tacikistan, Tanzanya, Tayland, Tayvan, Tunus, Uganda, Vietnam, Yemen, Yeni Zelanda ve Yunanistan…

    Burada sıraladığımız ülkelerin bir kısmında elçiliğimiz bile yok. Fakat vatan ve bayrak sevgisi sınır tanımıyor. Evrensel değerler dünyayı bir köye dönüştürmeye kadirdir. Bu değerlerin başında hiç şüphesiz sevgi, şefkat, hoşgörü ve barış gelmektedir. Bu değerleri yaşamak ve yaşatmak için sınır tanımayan gönül erleri, Türkçenin Türkiye sınırlarını aşarak dünyaya açılmasını sağladılar. Bunlar içimizden çıkan vefa abideleridir. Onlar ki milletine olan muhabbeti dünyayla paylaşmak ve bizi dünya platformuna taşımak için kıtalar aşıyorlar.

    İnsanın memleketinden, eşinden, dostundan koparak dilini ve kültürünü bilmediği yabancı bir ülkeye gitmesi kolay bir şey midir? Gurbet duygusunu ve memleket özlemini yaşayan insanlardan biri olduğum için çok iyi bilirim bu hissiyatı, bu buruk neşeyi ve tarifsiz gururu… Çünkü ben de üç yıl boyunca Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta MEB’in açtığı Türk okullarında görev yaptım. Üç yıl boyunca eşimden, çocuğumdan ve canımdan çok sevdiğim yurdumdan ayrı kaldım. Fakat bu sürede ecdat yadigârı topraklarda Türk’ün ve Türkçenin sesi olduk. Bunun hazzı, öbür yandan yaşadığımız hasreti ve melali unutturdu bize.

    Bu okullar sayesinde dünyanın en ücra köşelerinde Türk bayrağı dalgalanıyor. İstiklal Marşımız çalınıyor. Anadolu türküleri söyleniyor. Türk kelimesi kulaklarda yankılanıyor. Türkiye, dünya genelinde bozulan imajını düzeltiyor. Bunu Türk okulları yapıyor. Devletin ve özel teşebbüslerin açtığı Türk okulları… Buralardan yetişenlerin her biri Türkiye’nin barış elçisi olup çıkıyor. Vefa duygusu beş kıtada bayraklaşıyor. Türkçe, varlığını bütün haşmetiyle haykırıyor. İstiklal Marşı’nı, Türkçe şiirleri ve şarkıları farklı milletlerin çocuklarının dilinden duymak insanın gözlerini yaşartıyor. Bize bu güzellikleri yaşatanlardan Allah razı olsun.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.06.2007 - 14:43

    GÜMÜŞ İŞLEMELİ ÇAYDANLIK(Hikâye)

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bahar bütün cömertliğiyle bağrını açmıştı kendisine umut bağlayan insanlara… Ağaçlar kışın kasvetini ve yorgunluğunu üzerlerinden atarak çiçeklerle bezenmiş yeni elbiselerini giyip düşmüşlerdi yollara… Gökyüzü sislerden ve bulutlardan arınmış, ak pak olmuştu. Güneş bir ateş topu halinde gök kubbede gülen yüzünü gösterse de sıcaklığı ısıtmıyordu kışın o soğuk günlerinde üşüyen ve büzülen tenleri…

    Aliye'nin yüzüne de baharla birlikte renk gelmişti. Artık sıkı sıkıya kapattığı pencereleri ve üzerlerindeki perdeleri açmakta bir mahsur görmüyordu. Basık bir sokak üzerinde inşa edilen binanın altıcı katında oturuyorlardı. Oysa o dağları, bulutları ve denizi bir arada görebileceği bir tepe üzerinde yaşamayı hayal etmişti hep… Fakat bahtına böyle bir yer düşmüştü. Zaman zaman içi kararsa da, bu mahalleye alışmıştı doğrusu…

    Sonbaharda kaybettiği kocasının acısı henüz küllenmemişti içinde. Rahmetli kocasının, evlilik yıldönümlerinde aldığı gümüş işlemeli çaydanlık oturma odasının en görünen yerinde duruyor, ona baktıkça taptaze hatıraları gözlerinin önünde canlanıyordu. Çaydanlığın sağında burma bıyıklı kocasının, solunda ise kendisinin gençlik günlerinden kalma siyah beyaz fotoğrafları duruyordu. Gözü onlara kaydıkça gözlerinin ıslandığını hissediyor, iki küçük yavrusunu üzmemek için gözyaşlarını içine akıtıyordu.

    Aliye, çayı çok seven kocasına çelik çaydanlıkta koyu çaylar hazırlar, fakat bunu gümüş işlemeli yeşil çini çaydanlığa aktarır, onda demlenmesini beklerdi. Bu süslemeli demlik evliliklerinin canlı bir hatırası olarak anılarını beslerdi. İlk evlilik yıldönümlerinde Aliye'ye alınmıştı. Maddi değeri çok fazla olmasa da evliliklerine dair sembol olmuştu. Ondan sonraki yıllarda alınan hediyeler daha pahalı cinsten olsa da bunun önüne geçememişti.

    Aliye Hanım ve kocası bu çaydanlıkta demlenen çaydan başka bir keyif alırlardı. Çocuklarını erken denebilecek bir saatte yatırır, kendileri baş başa sohbet ederlerdi. Hatta zaman zaman biri kitap okur, orada anlatılanları beraberce mütalaa ederlerdi. Nefislerini böylelikle dizginlerlerdi. İbadetlerinde berdevamdılar. Hatta herkesin uyuduğu saatlerde gece namazlarına kalkmayı da ihmal etmezlerdi. Fakat ibadetlerinin biriktirdiği nur, yüzlerine yansımıştı. Tavır ve davranışlarında sadakatin ve vefanın en güzel örnekleri görülürdü.

    Kim derdi ki bu güzellikler saman alevi gibi bu kadar kısa sürecek… Masmavi gökyüzünü kapkara yağmur bulutları kaplayacak. Fakat mukadderat Allah'ın tasarrufundaydı. Bir saat ötesini bilmeyecek kadar acizdi insan. Lakin bu acziyetini göremeyecek kadar da kördü. Onun içindir ki gücün kendisinde olduğunu düşünürdü pervasızca. Oysa güç ve kudret onu dünyaya gönderen ve nimetlendiren yüce Yaratan'ın katındaydı.

    Aliye'nin kocası Mümtaz, bir haftalık İstanbul seyahatinin hasret yüklü dönüşünde ecel arabasının içinde vermişti son nefesini. Vuslat hayalleri kurarken bir anda hicranın karanlığına gömülmüştü hatıralar… Acı haber eve düşünce yer gök gözyaşıyla dolup taşmıştı. İki körpe kuzu yetim kaldığının farkında bile değildi. Gelecekteki güzel günler camdan bir kâse misali yere düşmüş, bir anda tuz buz olmuştu. Aliye'nin sol yanı viran kalmıştı. Onu teselli edecek, acısını dindirecek ne olabilirdi ki… İki yavrudan başka dayanağı ve umudu yoktu. Onlar için direnmeli, güçlü olmasa da güçlü görünmeliydi.

    Artık uzun gecelerde yapayalnızdı. Eskisi gibi çocukları erken de yatırmıyordu. Çünkü yalnız kalmak, yüreğindeki hasret nöbetlerini iyice depreştiriyordu. Kapı zilinin hiç çalınmayacağını bilse de yine de cılız bir umut içerisinde kulağı oradaydı. Giden gelmez, kalan gülmezdi elbet… Fakat alışkanlıklar kolay kolay unutulamazdı.

    İlk evlilik yıldönümlerinin hatırası olan çini çaydanlık onun için daha bir anlamlı ve önemliydi. Gözünü hiç ayırmıyordu ondan. Fakat bir akşam, çayın demlenmesini beklerken çini çaydanlık gözlerinin önünde ortadan ikiye ayrılmıştı. Buna bir anlam veremiyordu. Ne olmuştu da çaydanlık bu hale gelmişti. Üzüntüsünden lokmalar boğazında düğümleniyordu. Çaydanlığın kırılmasıyla onca hatıraları da yok olmuştu. Üzüntüsü ikiye katlanmıştı.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.06.2007 - 03:17

    GÜLE SEVDALI BİR GENÇLİK…

    M.NİHAT MALKOÇ


    Ömrün de safhaları vardır şüphesiz… Bu aşamaların kendince özellikleri ve güzellikleri mevcuttur. Ömrün kesitleri biraz da mevsimlere benzer. Çocukluk ilkbahar, gençlik ve orta yaşlılık yaz, ihtiyarlığın arifesi sonbahar, ihtiyarlıksa kıştır. Fakat kış deyip geçmeyin, kışın da kendine göre güzellikleri olduğunu kim inkâr edebilir? Kainatı boydan boya kuşatan o beyazlık neyle değişilebilir ki! ... Ya saçlarımıza karışan aklar? Onlar da güzeldir eşyanın manasına vakıf olabilenler için. Güzellik gören gözlere mahsustur aslında. Güzeli görebilmek de erdemdir kanımca. Ne mutlu eşyayı hayır üzere temaşa edebilen engin ve kalender gönüllere… Onlar ki geleceğin şekillenmesinde anahtar rolü oynayacaklardır.

    Ömrün tartışmasız en güzel çağıdır gençlik… Dünyaya genç gözüyle bakmak güzellikleri görmektir. Biraz dağınık ve savruk olsalar da gençler, yaşlı dünyamızın ve yarınlarımızın gözbebeğidir. Biz dünyayı onlardan emanet aldık. Bizler aslında onların kiracılarıyız. Gerçekte ev sahibi gençlerdir. Bu gül bahçelerini onlara teslim edeceğiz. Vakit hitama erende emaneti sahibine teslim edeceğiz. Mühim olan şey, emaneti teslim edeceğimiz nesle milli ve manevi şuur aşılamaktır. Bunu başarabilirsek gönül huzuru içerisinde yaşar gideriz. Gözümüz hiçbir zaman arkada kalmaz. Böyle bir yarını bugünden inşa etmeliyiz.

    Günümüzde gençlerin meseleleri yığın yığın olsa da sorumlulukları az olduğu için sıkıntıları çabuk unutmaktadırlar. Hayatını doyasıya yaşamak için küçük olumsuzlukları görmezlikten gelmektedirler. Hakikatlerin aydınlığından kaçıp hülyaların gölgesine sığınmaktadırlar. Fakat gölgeler ilelebet devam etmez. Güneşin huzmeleri gölgeleri bertaraf etmeye yeter. Neticede zaman gelir, gerçeklerin kılıcının şakırtıları kulaklarımızı tırmalar.

    Günümüzde gençliğe bir haller oldu. Değişimin ve dönüşümün kaçınılmaz olduğunu bilirdik de, mazinin değerlerini bu kadar süpüreceğini tahmin etmezdik. O eski sevecen, saygılı, müşfik ve kalender gençlik gitmiş, yerine hırçın, mağrur, ukala, tahammülsüz, gösteriş meraklısı bir nesil gelmiştir. Böyle bir değişimi arzu etmezdik ama her şey arzular üzere gerçekleşmiyor. Toprağa ne atarsan o bitiyor. Demek ki bizler toprağa çürük tohumlar attık ki böyle çelimsiz ve yabani fideler çıktı yüzeye… Bunda tohumdan çok, biz bahçıvanların sorumluluğu daha büyüktür. Tek taraflı düşünmek sağlıklı neticeler getirmez.

    Bugünkü gençlik okumuyor, düşünmüyor, sadece hayal ediyor. Fakat hayallerin gerçekleşmesi için hiçbir şey yapmıyorlar; tabir caizse kılını kıpırdatmıyorlar. Gün geliyor hayal harmanları yanıp kül oluyor. Okumayan gençlik, meselelere vakıf olamıyor; hadiselere geniş perspektiflerden bakamıyor. Oysa gençler okumanın zevkine bir kez varabilseler her şey çok değişik olacak. Hayatı daha doğru anlamlandırmak için okumak, olmazsa olmazlardandır.

    Türkiye’de yaşayanlar ilkokul birinci sınıftan üniversiteye kadar Türkçe dersi görmelerine rağmen yine de anadillerinin inceliklerine varamıyorlar. Koca delikanlılara üniversite sıralarında hâlâ Türkçenin gramerini öğretmek onur kırıcı değil mi? Bir İngiliz 16. asırda yaşayan Shakespeare’i sözlüğe bakmadan anlamasına rağmen bizim çocuklarımız elli sene evvel yazılan eserleri sözlüğe müracaat etmeden anlayamıyorlar. Bugünkü yoz gençlik birkaç yüz kelime arasında sıkışıp kalmıştır. Onun içindir ki kendilerini ifade edemiyor.

    Dedik ya gençlik okumuyor, seyrediyor, hayal kuruyor. Evlerde her şey var ama kütüphane yok. Anne baba okumayınca haliyle çocuklar da okumuyor. Evler sinema salonlarına dönmüş, herkesin takip ettiği bir dizi veya spor programı var. Her gece kanal kavgaları sürüp gidiyor. Hakikatlere ve tefekküre kafa yoran yok ki! ...Böyle bir ortamda sağduyulu bir neslin yetişmesi zaten mucize olurdu. Dibi çamurlu derelerin suyu duru olmaz ki! ...Böyle dereden böyle su akar. Ders kitabı dışında kitap okumayan gençliğin kendi hayat tecrübeleriyle yetinmesi, pek çok sıkıntıları da beraberinde getiriyor. Lise son sınıfa gelen öğrenci, mezun olacağı gün “Yahu gitmeden şu okulun kütüphanesini de bir göreyim” diyebiliyor. Kitap okumayan gençlik, insanların canına okumaktan geri kalmıyor.

    Günümüzde hayal alıyor, hayal satıyor delikanlılarımız ve genç kızlarımız. Hayalin hükümranlığı da saman alevinden daha uzun ömürlü olmuyor. Tez vakitte hakikatler bir şamar gibi iniyor hayal tacirlerinin çirkin ve maskeli yüzlerine. Okumayan, kendini yenileyemez. Gençler yeterli kitap okumayınca da şer odaklarının tuzaklarına kolayca düşebiliyorlar. Basiret nazarları köreliyor genç dimağların… Solukları kesiliyor yarı yolda…

    Gençliği olumsuz yönde etkileyen pek çok araç mevcuttur toplumda. Bunların başında da medya gelmektedir. Yazılı ve görsel basının insanlar üzerindeki tesirini ne inkâr edebiliriz, ne de görmezlikten gelebiliriz. Aslında medya, hayırlı işlerde kullanılsa nice güzelliğin ortaya konmasında vesile olur. Tehlikeli olan medya değil, onu kötü emelleri uğrunda kullanan tekelci medya patronlarıdır. Bu sadece Türkiye’ye mahsus bir durum da değildir.

    Aslında basın yayın organlarının asıl vazifesi doğru haber ve doğru bilgi vermektir. Bunu yaparken kişisel hesapları unutmaları gerekir. Milletin öz değerlerine saygılı davranan ve asırlık birikimleri geleceğe taşıyan bir medyanın, başımızın üstünde yeri vardır. Bizim karşı olduğumuz şey, medyanın kendisi değil, yanlışlarıdır. Aklı başında medya su, hava ve ekmek kadar lüzumludur. Bu milletin değerlerine sadık kalarak işini yapanlara müteşekkiriz.

    Medyanın yönlendiriciliği inkâr edilemez bir gerçektir. Günümüzde medyayı takip edenlerin büyük çoğunluğu gençlerdir. Yazılı ve görüntülü medyanın en büyük müşterileri onlardır. Bu toy zihinler kitle iletişim araçlarının zararlarını düşünemiyorlar; hatta onları çok zevkli ve eğlendirici platformlar olarak görüyorlar. Televizyonlara kuşkuyla bakmıyor gençlerimiz… Bakış açısı bu olunca doğal olarak önlem alma gereği de duymuyorlar.

    Son yıllarda televizyonlarımız dizi çöplüğüne dönmüş durumdadır. Bir dizi bitmeden öbürü başlıyor. Dizilerin verdiği mesajlar hiç de tutarlı ve faydalı değil. Üçkâğıtçılık, kolay ve kısa yoldan köşe dönme, duygu istismarı, ahlaki zaaflar dizilerin belkemiğini oluşturuyor. Sevişme ve yatak sahneleri, gayrimeşru ilişkiler sıradan hadiseler olarak yansıtılıyor. Bunları seyreden gençler böyle bir hayata yöneliyor. Televizyonlardan akıl alıp iş yürütenlerin sonu da tabiî olarak hüsran oluyor. Evlilikler, yerini gündelik ilişkilere ve kaçamaklara bırakıyor.

    Düzeysizlik düzey olunca sapla saman birbirine karışıyor. Bizler, Türkiye’nin geleceğini düşünen ve bunun için fikir geliştiren, sorgulayan, yargılayan, geleceğe umut taşıyan bir gençlik istiyoruz. Şiddet ve nefret televizyonlardan evlere, evlerden sokaklara pompalanıyor. İnsanlıkla ve medeniyetle örtüşmeyen sıradanlıklar modernleşe adı altında yutturulmak, bir yaşam tarzı hâline getirilmek isteniyor. Üstelik bunlar topluma dayatılıyor. Kabul etmeyenler de ‘gericilik’ yaftası yiyor. Senin gibi düşünür, senin gibi yaşarsam modern oluyorum, inançlarım, kültür ve medeniyetim doğrultusunda yaşarsam bağnaz oluyorum. Sevsinler sizin çürük manifestonuzu… Uyandı insanlık, artık dayatmalar prim yapmıyor.

    Son yıllarda görüntülü medyada büyük bir yarışma furyası almış başını gidiyor. Önüne gelen uçuk kaçık bir yarışma programı düzenleyerek, özellikle gençlerden oluşan kitleleri peşlerinden sürüklüyorlar. Bir yarışma bitmeden öbürü başlıyor. Şarkı, türkü söyleme yarışmalarından tutun da güzellik ve mankenlik yarışmalarına kadar onlarca yarışma, televizyonlarda arz-ı endam ediyor. Gençlik bu anlamsız yarışmaların peşinden sürükleniyor. Yarınlarımızın teminatı olan gençlik, lüks yaşamak ve çok kazanıp çok harcamak için hayal avcılığına soyun(durul) muş. “Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete” misali sürüp gidiyor bu ekran kirliliği. Denetim mekanizmaları da bu çirkeflikleri görmezlikten geliyor çoğu zaman… Gençlik yavaş yavaş avuçlarımızdan kayıp gidiyor ama gaflet uykusundaki bizler bunun farkında bile değiliz. Yarın çok geç olmadan gençliği bu bataklıklardan kurtarmalıyız.

    Yarışmalara katılmak için evden kaçan kızlar ve henüz reşit bile olmayan erkekler, büyük şehirlerdeki stüdyolara ve otellere akın ederek yarışmaların elemelerine katılıyorlar; gecenin yarısında kuyruklara girip yer kapmaya çalışıyorlar. Popstar olma hayalleri aklın önüne geçmiş, herkes hayal dükkânından alışveriş yapıyor. Gençlik kısa zamanda köşeyi dönmenin hesabı içerisinde. Fakat köşenin öte yanında nice gayya çukurlarının kendilerini beklediklerinden haberleri yok. Şöhret hevesi, genç bedenleri kirli ellerin tuzağına düşürüyor.

    Okullarda ilim öğrenmesi gereken genç beyinler, stüdyoların ve podyumların kasvetli havasında körpe yaşamlarını ve parlak ömürlerini törpülüyorlar. Unutulmamalıdır ki bir gecede hayatı değişenlerin, yine bir gecede hayatlarının sönme ihtimali çok yüksektir. Bunun sayısız örneklerini yaşayıp görüyoruz. Bırakın artık Müslüman Türk gençliğini! ...Düşün istikbalimizin aydınlık şafağı hükmündeki gençliğin yakasından. Çekin pis ellerinizi, yeter artık, kirletmeyin yarınlarımızı… Birazcık empati(duygudaşlık) yapın, aydınlık geleceğimizi karartmayın. Sizlerde hiç mi merhamet, insaf ve izan yoktur? Üç kuruş reklâm geliri için yapmadığınız kalmadı. Vicdanınızı cüzdanınıza mı hapsettiniz yoksa?

    Bizler, sıcak yuvalarında olmaları gerekirken, gece yarılarına kadar sahnelerde hayal avcılığı yapan, masalarda meze olan bir gençlik istemiyoruz. Üstat Necip Fazıl’ın deyimiyle “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir! ” şuurunda bir gençlik...” istiyoruz. Türk gençliği aydınlık Türkiye’nin temelini atmak için sabahlara kadar okumalı ve vaktini laboratuvarlarda değerlendirmelidir. Çamurlarda debelenen bir gençlik değil, güle sevdalı bir gençlik istiyoruz biz… Bu necip millet, uzun zamanlardan beri güle sevdalı bir gençliğe hasrettir. Kadehlerde dert unutmaya çalışan şuur fakirlerini değil, dertlilere umut olan bir gençliği özlüyor ve hasretle bekliyoruz. Bu gençliğin mayası milletimizin özünde vardır zaten. Yeter ki bizler balçığa karışmış ve görünmez olmuş bu cevheri bulmak için çamurlanmayı göze alabilelim.

    Mevlanaların, Yunus Emrelerin, Hoca Ahmet Yesevilerin, Mehmet Akiflerin, Necip Fazılların, Cemil Meriçlerin, Nurettin Topçuların, Erol Güngörlerin, Serdengeçtilerin davasını sırtlayan ve yorulmak nedir bilmeyen bir gençliğin rüyasını görüyoruz parsellenmiş uykularımızda. Son Sultanü’ş Şuara Necip Fazıl Kısakürek; ufuklarda yolu hasretle gözlenen, sorumluluk, yüksel seciye ve ideal sahibi bu gençliği şöyle tasvir ediyordu bize:

    “Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin, İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik…

    ‘Kim var! ’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert ‘Ben varım! ’ cevabını verici, her ferdi ‘Benim olmadığım yerde kimse yoktur! ’ fikrini besleyici bir dava ahlâkına kaynak bir gençlik... Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi bir gençlik...

    Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin ve gerçek kahramanlık madeniyle sahtesini ayırt etmekte kuyumcu ustası bir gençlik...”

    Günümüzde gençlik öğrenmiyor, eğleniyor, tabir caizse düşünmemek, varlığın sırrı üzerinde tefekkür etmemek için her şey yap(tır) ılıyor. Daha doğrusu bir kısım büyük ağabeyler böyle bir hayatı reva görüyor Türk ve dünya gençliğine. Birilerinin gösterdiği çizgide eğlenmek mecburiyetinde bırakılıyoruz. Eğlenme anlayışımızı da gizli eller tayin ediyor. Zira onların tüketicisiyiz nasıl olsa! ... Keselerinin dolması için, baştan beri gençliği hedef kitle olarak seçmişler. Para uğrunda ne yapılsa mubahtır onlar için…İnsanı paradan ibaret gören, ruh yönünü hiçe sayan kapitalist mantıktan başka ne beklenir ki! ...

    Günümüzde tüketim çılgınlığı yaşanıyor. Sınırlı kaynaklar hoyratça ve hovardaca harcanıyor. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da ifrat ve tefrite kaçan ilkel bir mantık yürütülüyor. Birileri üretecek, birileri tüketecek… Büyükler küçüklerin omzuna basarak yükselecek, sonra da yukarıdakiler yüzümüze, başımıza tükürecekler… Aklınızı başınıza devşirin ve çıkarmayın onları omzunuza. Artık yukarda siz olun ki tükürmesinler yüzünüze.

    Bu çağda yerli ne varsa rafa kaldırılmış, her şeyin ecnebisi alınarak baş tacı edilmiştir. Milli ve manevi değerlere savaş açılmış, savunmasız gençlik, kaderine terkedilmiştir. Körpe beyinler, art niyetli zihinlerden seken kurşun misali düşüncelerle adeta zehirlenmiştir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.05.2007 - 23:44

    İSTANBUL ÜSTÜNDE GÜLÜMSEYEN BULUTLAR

    M.NİHAT MALKOÇ


    Güneş, ışığını saklamıştı bulutların arasına… Kahpe Bizans’ın üzerine doğmamak için ertelemişti doğuşunu… İstanbul’un üzerindeki kara bulutlar yavaş yavaş dağılıyordu gökyüzünün derinliklerine. Asumanın yıldızları ayın etrafında dönerek geleceğin Fatih’ine serenat yapmakla meşguldüler. İstanbul, sabahın aydınlığında dinlendiriyordu zonklayan beynini. Taassup ve inkârın kalp atışların duyulmaz olmuştu göğüs kafesinde.

    İstanbul’un şafağında güller açmıştı, denizler durulmuştu iyice… Tarihe not düşmek için yarışmıştı gönül erleri… Nice seferlerden eli boş dönmüştü cengâverler… Mübarek dudaklardan dökülen övgü dolu sözler muhatabını arıyordu. Tılsımlı sözler, yola düşen erlerin ve komutanların dilinden düşmüyor, adeta ebedi bir besteye dönüşüyordu: “Kostantiniyye(İstanbul) elbet fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan; onu fetheden askerler, ne güzel askerlerdir…” hadis-i şerifi İstanbul’u sıradan bir coğrafya olmaktan kurtarıyor, bu güzel şehre manevi bir paye ihsan ediyordu.

    Rengini kaybeden İstanbul, yepyeni bir renk ve dipdiri bir ruhun arayışı içerisine girmişti. İstanbul’un içinde bir İstanbul daha vardı şüphesiz. Öz evlatlarına dar olan bu muhit, ceddin sımsıcak şefkat ve merhamet iklimine sığınıyordu. Değişimin ve dönüşümün zilini çalmanın tam zamanıydı. Servilerin altında ölümsüzlüğü kucaklıyordu ebediyet damgası yiyen ruhlar… Beden, ruhun görünen kaba yanından başka neydi ki! ... Buz dağlarını suyun üstündeki kütleden ibaret sananlar her zaman olduğu gibi yine yanılıyordu. Zira görünenin ötesinde bir ruh taşıyordu Doğu’dan ilhamını alan tarihin şanlı mirasçıları.

    Daha sonra Fatih unvanını alacak olan İkinci Mehmet gönüllerden başlamıştı mübarek fetihlere. Ok aydan çıkmıştı bir kere… O ki gül kokulu iklimlerden ve yeşil kubbelerden almıştı eşsiz ahlakının rayihasını… Ruhunun ateşinde nice buz dağları eriyordu. Yılgınlıkların gölgesi güneşin ziyasında silinip gidiyordu. Gök yangınları yürekleri de tutuşturuyordu. Alaz alaz yanıyordu mazinin barut fıçıları… Tarihin gözlerine mil çekiyordu zaman… Nisanın son günleri, koşar adım ilerliyordu Mayısın gül yüzlü karargâhına… İstanbul’un gözlerinden düşen ateşin bir damla, boyun büküyordu yerçekimi kanununun belleğine…

    Uzun bir yolculuktu tarihin ufuklarında gerçekleşen. Güllerin rayihası İstanbul’un önlerine kadar ulaşmıştı. Gelen şanlı ve müjdeli bir simaydı. İçinde kar beyaz umutlar saklıyordu. Karanlık geceler sabahı müjdeliyordu. Zira karanlığın en yoğun olduğu an sabaha en yakın zamandı. Vakit heyecandan kıpır kıpırdı. Nihavent bir bestenin tınısı kulakları okşuyordu. Yarım kalan yanlarımız tamamlanıyordu. Bir ikindi vakti güneş Üsküdar’da suları alev ateş yakıyordu. Gökle yer, donanmaların emsalsiz haberlerini muştuluyordu. Yılgınlıklar silinip gidiyordu gönül coğrafyasından. Erguvanların gölgesinde huzur buluyordu ruhlar…

    Bir yanda İstanbul düşerken öbür yanda tevhidin ipekten bayrağı yükseliyordu iman kalelerinde. Fakir yürekler manevi ganimet bulmuşçasına bayram ediyordu. Yalanlar hakikatlerin içinde eriyordu bir bir… Bedbin hava nikbin bulutlarla dağılıyordu. Suların koynunda raks ediyordu ay ışığı. Varlığın cümlesi fethin heyecanıyla cûş içinde Boğaz’ın tatlı huzuruna iştirak ediyordu. Masal tadında bir hakikat yaşanıyordu bin yıllık topraklar üzerinde. Yepyeni bir devir açılıyordu surların öte yanında. Kalelerin burçlarındaki kesme taşlar bu değişime ve dönüşüme şahitlik ediyordu. Zaman donuyordu vaktin şafağında.

    Fetih köhne bir çağı kapatırken gül yüzlü bir çağın kapılarını bütün haşmetiyle ve haşyetiyle açıyordu. Kasımpaşa sırtları, gördüğü manzara karşısında küçük dilini çoktan yutmuştu. Bazıları denizlerde gemilere kılavuzluk edemezken, tarihin akışını değiştiren muhteşem bir insan, karadan yürütüyordu gemilerini. Karada yürüyen gemiler denizlere yarım kalmış umutları taşıyordu. Kızkulesi, elindeki divitle gördüklerini belleğine yazıyordu. Dağ taş şahitlik ediyordu yaşananlara. İsimsiz kahramanlar adlarını altın harflerle yazdırıyordu tarihin serlevhalarına. Çamlıca tepesi kuşbakışı seyrediyordu İstanbul ufuklarında yaşanan gelgitleri. Konstantiniyye adıyla maruf İstanbul, İslambol’a dönüşüyordu.

    İstanbul’un emsalsiz bir fetihle isyanboldan İslambol’a dönüşmesi dünyanın dengelerinde değişime yol açtı. Bu değişime ve dönüşüme cümle mevcudat iştirak etti. Parçalar bütünü buldu. Darmadağın olan yürekler inşa ve ifşa edildi. Sonsuzluk bir noktada toplandı. Hakikatin perdeleri ardına kadar açıldı. Gerçekler ayan beyan oldu. Gönüller arasında sağlam köprüler kuruldu. Nefretler sevgi rüzgârlarıyla silinip gitti. Güzel çirkine, iyi kötüye, asillik adiliğe, zarafet kabalığa, bediî kıymetler aleladeliklere galebe çaldı.

    Fetih, varlığın ürpertiyle uyanmasına vesile oldu. Boğazın mavisi daha bir istekle ve içten gülümsedi. Mavilik olanca cömertliğini sundu seyre dalan basiretli ve beşaretli gözlere. Martılar, kuğular, karabataklar maviliklere açılıp İstanbul’a serenatlar sundular. Balıklar ağlara takılmanın tedirginliğini hissetmediler bile. Fetih sevinci olumsuzlukların üstüne perde oldu. Şiirler ve şarkılar nağmelerin saltanatında İstanbul’u terennüm eder oldular.

    Fethi maddi gözle tevil edenler çamurlara saplanıp kalırlar. Zira Fatih’in maksadı toprak kazanmak değil, rıza-ı ilahiydi. O, Allah rızasına talipti. Feraset sahibi insanların en büyük hedefi de bu olmalıydı zaten. Kulluk sultanlıktan çok daha büyük bir mertebeydi hakikatleri kavrayanlar için... “Kulluğum sultanlığımdır” diyenlere hak vermemek elde değildi. Zira Hakk’a kul olmak özgürlüğe yelken açmak demekti.

    Ebû Eyyûb el-Ensari Hazretlerine, ilerlemiş yaşına rağmen çölleri aştırarak onu İstanbul yollarına düşüren Rıza-ı Bari’den başka neydi ki! ... O ki Medine’den kalkarak İstanbul’a vasıl olmuştu. Bütün gayretlerine rağmen fetih gerçekleşmemişti. Bu Peygamber dostu, ruhunu İstanbul önlerinde vermeden önce şu manalı vasiyette bulunmuştu: “Beni alın götürebileceğiniz kadar ileriye götürün. Hatta imkân varsa surların içine girin ve beni oraya gömün! Biz İstanbul’u fethetmek için geldik, ama bana nasip değil. Ne var ki bir gün Efendimizin bu haberi mutlaka çıkacak ve bu müjdesi muhakkak tahakkuk edecektir. Ben burada gömülü olayım. Yanı başımdan geçen İslam süvarilerinin kılıçlarının, kalkanlarının şakırtılarını işitmek hoşuma gider. Bırakın hiç olmasa o leventlerin seslerini duyayım.”

    Her şey gibi fetih de bir kısmet işiydi şüphesiz… Ebû Eyyûb el-Ensari Hazretleri, Resulullah’ın övgüsüne mazhar olan komutan olmayı çok istese de bu, asırlar sonra gelecek olan Sultan İkinci Mehmet’e nasip olacaktı. Fakat Ebû Eyyûb el-Ensari’nin ruhu da böylece huzur bulacaktı. Nitekim öyle de oldu. Fetih ordularının hedefi olan İstanbul, İslam âlemine dâhil edildi. Bunun biz Türklere nasip olması ayrıca büyük bir bahtiyarlıktır. Bu hususta Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Çünkü İstanbul’a sahip olmak bir ayrıcalıktır.

    Kasımpaşa sırtlarından yürütülen kalyonlar silah değil, inanç yüklüydü. Kimsenin aklına gelmeyen bu yöntem, genç bir delikanlının aklına gelmişti. Haliç papatya bahçesine dönüşmüştü. Umutlar yüreklerden taşmış, İstanbul’u çepeçevre sarmıştı. Güneş daha bir erken ve daha bir heyecanla doğmuştu İstanbul semalarından… Varlığın manası anlamsızlığa set çekmişti. Cümle mevcudat el değiştirmenin ve yepyeni bir ruh elbisesi giymenin huzuru içerisindeydi. Ağaçlar daha bir mağrur yükseliyordu gök boşluğunda… Çiçeklerin kokusu atmosferi rayiha cennetine döndürmüştü. Eşya, kimliğine kavuşmanın hoşluğu içerisindeydi.

    Fetih, seherlerimizi aydınlattı; öfkelerimizi dindirdi. Göklerimizi ezanlarla müşerref kıldı. O mübarek ezanlar eşyanın asabiyetini kırdı, ruhunu mülayimleştirdi, kurumaya yüz tutmuş gönül bağlarını yeşertti. Alışık olmadığımız çanlar ilelebet sustu. İlahi nağmeler çölleşen yüreklerimizi vahaya döndürdü. Güller, nergisler, menekşeler, erguvanlar fetih tablosunun tamamlayıcısı oldular. Sis çökmüş ufuklar ışık huzmeleriyle aydınlandı. İstanbul’a Müslüman Türk damgası vuruldu. Bu damgayla binlerce yıllık şehir daha da güzelleşti.

    Fethin akabinde Fatih’in muzaffer bir komutan edasıyla değil de, bir dost kılığında ve nezaket içerisinde Ayasofya’nın önüne gelip orada bekleyen gayri müslimleri büyük bir olgunlukla karşılaması, onlara hoşgörünün en güzel örneğini sergilemesi, fethi gerçekleştiren ruhun asaletini de gösteriyordu. O asil ruh, bir boydan koskoca bir imparatorluk çıkarmıştı.

    İstanbul, hayal dünyamızın nadide mahsulüdür. Bahçelerimizin gonca gülüdür her bir semti… İstanbul Türkiye’nin gülen yüzüdür. Dünya İstanbulsuz ne kadar da eksik olurdu, hiç düşündünüz mü? Hiçbir şey dolduramazdı İstanbul’un bıraktığı boşluğu. İstanbul olmasaydı şairlerin hayal dünyası tarumar olurdu. Yetim kalırdı şehrengizler… Hep bir şeyler eksik kalırdı duygu ve hayal coğrafyamızda. İstanbul’un boşluğunu hiçbir şey dolduramazdı.

    Şehirleri yaşatan şairler olduğu gibi, şairleri yaşatan şehirler de vardır. İstanbul bu şehirlerin başında gelmektedir. Bu güzide şehir, şairlerin ruh dünyasını harekete geçirmiştir. Mürekkepler çağlayan olup akmıştır selüloz yığınları üzerinde… İstanbul deyip geçmemeli… Bu emsalsiz şehir kıpır kıpır eder hasret ipeğine sarılan hissiyatı… Dünden bugüne dek büyük küçük şairlerin cümlesi İstanbul’u anlattıkça büyümüştür. İstanbul da şairlerin dilinde halden hale girerek alıngan ve nazenin bir kız gibi gönül dünyamıza taht kurmuştur.

    İstanbul’un İslam iklimine dâhil edilmesi, şiirimiz içinde şaheserler doğmasına zemin hazırlamıştır. Şairlerin ilhamını beslemiş fetih ve İstanbul… Duygular kabardıkça kabarmış İstanbul göklerinde. Sözler büyülenmiş İstanbul’la… Hamaset, kalelerin burçlarından yükselerek göklere baş değdirmiştir. İstanbul’u diline dolayan, şiirlerine sindiren, adeta tılsımlı bir söz yumağı hâline getiren şairlerin başında büyük söz üstadı Yahya Kemal Beyatlı gelmektedir. O büyük şair, İstanbul’un fethini şu berceste beyitlerde ebedileştirmiştir:

    “Üsküdar, bir ulu rüyayı görenler şehri!
    Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri.

    Hepsi der: ‘Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?
    Bizim İstanbul'u fethettiğimiz mutlu günü! ’

    Elli üç gün en mehabetli temaşa idi o!
    Sanki halkın uyanık gördüğü rüya idi o!

    Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatıradan;
    Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan;

    Canlanır levhası hala beşer ettikçe hayal;
    O zaman ortada, her saniye gerçek bir hal.

    Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha
    Şanlı namiyle ‘Büyük Top’ denilen ejderha.

    Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece,
    Karadan sevkedilen yüz gemi geçmiş Haliç’e;

    Son günün cengi olurken ne şafakmış o şafak,
    Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,

    Görmüş İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu;
    Saklamış durmuş asırlarca hayalinde bunu.”

    İstanbul’un fethi, vahiyden uzak hafızalarda depremler meydana getirmiş, köhne çağ kapanarak aydınlık bir çağın kapıları ardına kadar açılmıştır. Fetihle birlikte ecnebilerin bin yıllık ezberi bozulmuştur. Hadiselere ister istemez daha geniş açıdan bakmaya başlamışlar ve kendilerini gözden geçirmişlerdir. Dünyayı tekellerinde tutamayacaklarını anlamışlardır.

    Bu güzide zafer, imanın mutlak surette küfre galebe çalmasıdır. İstanbul şafağındaki tatlı kızıllık, suların serinliği, göklerin mavisi, şadırvanların tebessümü, yaprakların naz içinde salınışı fethin hatırınadır. Kuşların İstanbul göklerinde nazlı nazlı süzülüşü, bulutların cömertçe boşalması, güneşin parlak çehresini göstermesi, rüzgârın tenimizi okşarcasına esişi biraz da İstanbullu olmalarındandır. Fetih gururu onların da övünmesine vesile olmuştur.

    İstanbul’un Müslüman-Türk toprağı olarak tarihe geçmesi, iman dalgalarının tesirini artırmıştır. Kiliseler, havralar, sunaklar; görkemli minarelerin gölgesi altında derin düşüncelere dalmıştır. İslam güneşi her yanı çepeçevre kuşatmış, marazlı fikirler İslam’ın kızgın ateşi altında erimiş, yerlerini hakikat oluğundan süzülen bengisulara bırakmıştır. Fetihle birlikte aklıselim üstün gelmiştir. İslamiyeti hakkıyla tanımayanlar Fatih’in engin hoşgörüsüne şahit olunca, bu yeni durumu eskisinden evla görmeye başlamışlardır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 27.05.2007 - 21:57

    EDEBİYATIN GÜLEN YÜZÜ: MEHMET NURİ YARDIM

    M.NİHAT MALKOÇ


    Kültür hayatımızın temel dinamikleri araştırmacı yazarların gayretleriyle gün yüzüne çıkar. Onlar dünü bugüne taşıyan kültür, sanat ve edebiyat işçileridir. Maziyle hâl arasında köprüdürler. Yaptıkları iş, büyük sorumlulukları da beraberinde getirmektedir. Çünkü bu kişiler her kesime ve her düşünceye aynı mesafede durmak ve tarafsız olmak zorundadırlar. Yaptıkları çalışmalara ancak böylelikle itibar edilir. Zira kültürümüz geniş ufuklu bakışlara muhtaçtır. Millet olarak bütün kültürel değerlerimizi kucaklamak mecburiyetindeyiz.

    Fikir hayatımızın kültür unsurlarını okuyucuya sunan isimlerden birisi de araştırmacı-yazar Mehmet Nuri Yardım’dır. Henüz 13 yaşındayken edebiyat âlemine bir şiirle adım atan Mehmet Nuri Yardım, soluksuz bir hız ve tempoda kültür, sanat ve edebiyat dünyasındaki hizmetlerine devam etmektedir. Onu bu yönüyle merhum Ahmet Kabaklı’ya benzetirim. Çünkü o da Ahmet Kabaklı gibi, akademisyen olmadığı halde, akademik değerde pek çok eser veren bir kalemdir. Akademisyen olmamasına rağmen akademisyenlere taş çıkartan bir yazma gücü vardır. İsminin önünde koca koca payeler yazan isimlerden eksiği yoktur, fazlası vardır. Türkiye’de akademik payeler aldığı halde verimli olamayan, özgün eserler veremeyen nice insanlar vardır. Onlar Mehmet Nuri Bey’in eline su bile dökemezler. Bu arada akademik unvanlarının hakkını verenleri tenzih ediyorum. Gayemiz asla kutuplaşma değildir.

    Araştırmacı-Yazar Mehmet Nuri Yardım, edebiyat eğitimi alan bir yazarımızdır. 1980’de girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1985’te başarıyla mezun olmuştur. Öğretmenlik mesleğini sınıf ortamında yerine getiremese de çok daha geniş kitlelerin öğretmenliğini hakkıyla ifa etmiştir.

    Yardım’ın yazar hanesinde pek çok başarı vardır. 1980’de Köprü dergisinin Menkıbe Yarışması’nda “Hasiye Nine” isimli yazısıyla birincilik ödülü kazanmıştır. 1979 yılında başladığı gazetecilik mesleğini Yeni Asya, Doğuş, Tercüman, Türkiye, Hürriyet, Zaman, Bizim Gazete, Haber Fatih, Orta Doğu gazetelerinde devam ettirmiştir. Çalıştığı gazetelerde daha çok kültür sanat sayfaları hazırlamış, yazılar yazıp röportajlar yapmıştır. Bazı yayınevlerinde çalışmıştır. Türkiye Çocuk dergisinin haber müdürlüğünü yapmıştır(1994) . Hâlen Yeniçağ gazetesinde Salı ve Perşembe günleri kültür sanat ve edebiyat yazıları yazmaktadır. Gazete ve dergi ortamlarında kültür, sanat ve edebiyatın nabzını tutmaktadır.

    Velut bir kalemi vardır Yardım’ın… Kolay ve mükemmel yazan bir yazardır. Geniş bir bilgi birikimi vardır. Çok okuyan ve sürekli araştıran bir kişidir. Kütüphaneler ruhunu dinlendiren alanlardır. Dile hâkimiyeti dikkat çeker. Türkçeyi ustalıkla kullanır. Bu kıymetli araştırmacı-yazar pek çok değerli esere imza atmıştır. “Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları”, “Romancılar Konuşuyor”, “Türk Şiirinden Portreler”, “Kelâm ve Kalem”, “Yazar Olacak Çocuklar”, “Unutulmayan Edebiyatçılar” bunlardan sadece birkaçıdır. Onun bir de biyografi serisi vardır. Bu seride “Yahya Kemal Beyatlı”, “Mustafa Necati Karaer’e Armağan”, “Ömer Seyfettin”, “Refik Halit Karay”, “Ziya Osman Saba”, “Sait Faik Abasıyanık”, “Safiye Erol Kitabı”, “Ziya Osman Saba Sevgisi” gibi eserler yer almaktadır.

    Mehmet Nuri Yardım, Kubbealtı Akademisi Kültür Sanat Vakfı Müdürlüğü’nü de başarıyla sürdürmektedir. Yazı işlerini yürüttüğü Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın yanında, Yedi İklim, Hece, Defne, Türk Edebiyatı, Size Aktüel, Tarih ve Düşünce, Sur, Bizim Külliye, Kişisel Gelişim ve Kitaphaber dergilerine de yazıyor. Bunlara başka ilaveler de yapabiliriz.

    Yerli kaynaklardan beslenen edebiyat, kültür ve sanat olan her yerde muhakkak Mehmet Nuri Yardım da vardır. Fakat o edepli edebiyatın sözcüsüdür. Edebiyatın kökünün ifade ettiği manaya sadıktır. Edepten yoksun edebiyata kıymet vermez. Şimdilik ağırlıklı olarak İstanbul sınırları içerisindeki kültür, sanat ve edebiyat faaliyetlerine yetişiyor. Fakat Anadolu’daki kültür etkinliklerine ve dergilere de destek oluyor. Edebiyata gönül verenlere yardım ediyor. Soyadının manasını yaşıyor, yaşatıyor. Yani o, soyadıyla müsemma bir yazardır. Şahsiyetinde bencillik ve kıskançlık yoktur. Yazarların hep yanında ve yakınındadır.

    Şahsen 17 yıldır yerel gazetelerde köşe yazıları yazan bir kişiyim. Yazılarımın sayısını hatırlamakta zorlanıyorum. Herhalde bini geçmiştir kaleme aldığım yazılar… Bugüne kadar onlarca dergide yazı ve şiirlerim yayınlandı. Fakat edebiyatı çepeçevre saran İstanbul hegemonyasını bir türlü aşamadım. Bu belki de biraz da sivri dilli oluşumdandır. Bilmiyorum… Her nedense Anadolu’daki ses bir türlü İstanbul’a ulaşmadı. Durum bundan ibaretken Mehmet Nuri Bey’in gülen yüzüyle hemhal oldum. Onun tertip ettiği, “Sanat Âlemi” sitesinin yarışmalarında aldığım ödüllerle kendime olan güvenim tazelendi. Bu yönüyle bana da çok büyük katkısı oldu. Kendisi, yazma şevkimi artırdı. İstanbul yazı âlemine olan önyargılarım kırıldı. Şimdi yazar hâlesine daha geniş bir çerçeveden bakabiliyorum. Bu, Mehmet Nuri Bey’in bana kazandırdığı bir bakış açısıdır.

    Mehmet Nuri Yardım’ın en bariz özelliği vefa duygusunu yaşaması ve yaşatmasıdır. Kendisi uzun yıllardan beri; kültür, sanat ve edebiyatımıza hizmet etmiş kişilerin yaşatılması için büyük bir gayret gösteriyor. Onun şahsiyetiyle ilgili olarak “tek başına bir edebiyat ordusu” nitelemesini yapabiliriz. Allah Mehmet Nuri Yardımların sayısını artırsın. Onların sayısı ne oranda artarsa Mehmet Nuri Yardım’ın sırtına binen yük de o oranda azalır. Türk kültürü “kökü mazide olan âti” diye nitelendirebileceğimiz böyle velut kalemlere dünden daha çok muhtaçtır. Onların hakkını kolay kolay ödeyemeyiz. Allah onlardan razı olsun. Bu necip millet, bu gibi şahsiyetlerin gayretleriyle kültürel emperyalizmden uzak duracaktır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 27.05.2007 - 00:59

    FETİH COŞKUSU YAHUT İSTANBUL ÜZERİNE

    M.NİHAT MALKOÇ


    Coğrafyayı vatan yapan, üzerinde yaşayan insanların maddî ve manevî kültürleridir. Bu değerler olmasa ve insanları birbirine kenetlemese, topraklar vatan vasfını taşımaz. Öylesine bir toprak parçası olarak kalakalırlar. Oysa mühim olan toprağın vatanlaşmasıdır.

    Yurdumuzun her karış toprağı şehit kanlarıyla sulandığı için apayrı bir değeri vardır bizim için. Bu topraklar için toprağa düşen yiğitlerimiz, boy boy yeni fidanların filizlenmesine vesile olmuşlardır. Bu fidanlar servi misali düzdür, eğilir bükülür cinsten değil. Onlar ki dik durmayı fazilet addederlerdi. Onların varlığıyla ne kadar gururlansak azdır.

    Yurdumuzun tartışmasız en gözde şehri olan İstanbul da bu maneviyat erenlerinin sayesinde Müslüman Türk yurduna dönüştü; İslâm kimliği kazandı. Bizans’ın olmazsa olmaz değerlerinin başında gelen yedi tepeli İstanbul’un her bir tepesine süngü misali minareler dikerek buraları Türk yurdu hâline getiren ecdadımız, karanlık bir dönemin kapanmasına ve aydınlık bir şafağın doğmasına vesile olmuştur. Ruhlarımızı nura boğan bu aydınlık sonsuza dek üstümüzde kalacaktır. Bu ışık ilelebet bizim kılavuzumuz olacaktır.

    Türkiye’de üzerinde en çok konuşulan ve yazılan şehirlerin başında şüphesiz ki İstanbul gelmektedir. Hiçbir şehre bu denli büyük ve destansı bir sevgi reva görülmedi. Şair ve yazarların diline pelesenk olan İstanbul, anlatıldıkça büyüdü ve güzelleşti. Yine de bu şehri anlatmakla bitiremedik. Zira bu şehir maneviyat harmanıdır. Bundan sonra da kalem erbabının hazine hükmündeki malzemesi olmaya devam edecektir.

    Divan şâirlerinden günümüz şâirlerine kadar binlerce söz üstadı İstanbul’u vasfetmeye gayret etti. Fakat söz bitti, İstanbul bitmedi. Yine de sözler vasfetmede aciz kaldı bu bereketli toprakları. Sonunda Lâle devri şairlerinden Nedim, bu husustaki ölçüyü koydu ortaya. İstanbul’un bütün İran topraklarına bedel olduğunu haykırdı cümle âleme:

    “Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahadır
    Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır”

    Yukarıdaki beyitten sonra söylenecek fazla söz kalmıyor bize. Şair söylenmesi gerekeni fazlasıyla söyledi. Gerçekten de İstanbul bir yana, dünya bir yana… Her ne kadar “içi seni yakar, dışı beni” diyenler varsa da İstanbul bir anıttır kültür, sanat ve edebiyat tarihimizde. Her alanda dolu olan İstanbul’da boşluğa tesadüf etmek mümkün değildir. Nuru da, kiri de başkadır İstanbul’un. Kavgamız kiri nura dönüştürme mücadelesidir. Vaktiyle ben de İstanbul’a dair terennümlerimi kelimelere dökerek şöyle demiştim:

    “İstanbul sen içimde tarifsiz bir ukdesin
    Geçmiş zamanı aşıp yankılanıyor sesin

    Nice revnaklı şehir şöhretine özenir
    Bahçelerin, bağların rayihayla bezenir

    Yaralı benliğimde Cihangir hüzünleri
    Minyatürlere gömdük o karanlık günleri

    Gönül zincirlerini koparmak mümkün değil
    İstanbul’dan ayrılmak ölümdür, sürgün değil

    Mâziden haber verir gökte uçan turnalar
    Söndürür yangınımı şadırvanlar, kurnalar

    Topkapı sarayında ecdadımın gölgesi
    Hırka-i Saadet’te duyulur Kur’an sesi

    Peygamberin övdüğü Fatih’in ben olsaydım
    İrem bahçelerinde gül misali solsaydım

    Sinan’ın mühürünü taşır Süleymaniye
    Sultanahmet bugüne Osmanlı’dan hediye

    Dolanır saçlarında, gülümser sabah yeli
    Yas tutar Ayasofya, kavurur hüzün seli

    Kalender hislerime tercüman Eyüp Sultan
    Ruhlara hayat verir yedi tepeden ezan

    Emsalin ancak Kudüs, Mekke ile Medine
    Eyüp Sultan’da kabir davet ediyor dine

    Kelimeler yetersiz, tasviri zor İstanbul
    İçimi alev ateş kavuran kor İstanbul”

    İstanbul dudaklardan dökülen ölümsüz bir bestedir. Belki bin yıl, belki de sonsuza dek söylenecek bir şarkı… Bu nağmenin esintisi gönül telimizi titretir. Kostantiniyye değildir arık bu topraklar… Yedi tepeden, göğü delen minarelerden her gün beş vakit ezan dökülür sinelere. Akif’in deyimiyle “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli”dir. Onlar bizi ayakta tutar, küfre kalkan olurlar. Ezanların serinliğinde soluklanırız cehennemî volkanlara karşı. Ruhumuzun daracık sokaklarını onların manasıyla genişlettikçe genişletiriz.

    Vakti kuşatır İstanbul’un ufkundan yükselen sabah güneşi… Sadece toprağı değil içimizi de ısıtır bahar yağmurlarına bürünerek. Güneş bile kıskanır bu şehrin eşsiz güzelliğini. İstanbul’un üstüne doğmayı bir onur sayar kendisi için; bir anne şefkatiyle sarıp sarmalar yedi tepeyi. Her bir tepe Fatih’i gördüğü için bahtiyar sayar kendini.

    Tükenmez İstanbul’a dair sözler. Bu şehir için sözler kâfi değildir hiçbir zaman. İstanbul’u sözcüklere ve sözlüklere sığdırmak boş bir uğraştır kanımca. İstanbul yaşanır ancak; hem de doyasıya… Kederlerden azade bir İstanbul yağmurunda sokaklarda ıslanmak ne büyük bir bahtiyarlıktır. İstiklâl Caddesi’nin olanca kalabalığına rağmen bir başına, yalnızlık duygusunu doyasıya yaşamak bir ayrıcalıktır diğer zaman ve mekânlara inat. Bu hissi yaşamayı ertelemenin savunulacak yanı yoktur bana kalırsa.

    Eyüp’te dünü, Şişli’de bugünü yaşamak gerek. Piyer Loti’de geçmişi, Akmerkez’de geleceği soluklamak bir sentezdir hayata dair. Birini ötekine tercih etmek gerekmez. Çünkü iç içedir her biri… İstanbul’un semtlerinin moderniyle geleneksel olanını ayırmak ve birini ötekinin üstünde görmek havayı suya tercih etmekten farksızdır. Hangi birinden vazgeçebilirsiniz ki? İşte İstanbul’da su gibi elzemdir hayatı idame ettirmek için…

    Her harfine bir tepe düşer İstanbul’un. Her bir tepesinde bir evliya uyur bu mübarek coğrafyanın. Beykoz ilçesinde, İstanbul’un denize en yakın ve yüksek tepesi olan Yuşa Tepesi’nde yankılanan ezanlar, gaflet uykusunda olanların yüzüne bir şamar gibi iner. Yuşa Aleyhisselam’ın on dört metre uzunluğundaki mübarek kabri, İstanbul için manevî bir sigortadır adeta. Bunun yanında coğrafyanın vatana dönüşmesini sağlayan aslanlar, Edirnekapı’da manevî siperlerde nöbet tutarlar. Sonsuzluk uykusuna yatmışlardır İsrafil’in Sur’a üfleyeceği o müstesna zamana dek… Onların bu sonsuzluk uykusudur bizi ayakta tutan ve gönül dünyamızı mamur eden. Dirilişimiz onların soluklarıyla beslenecektir.

    İstanbul benim gözümde ve gönlümde, tepeleriyle gökleri öpen nurlu bir dağdır. Ona atılan her damla çamur yüreğimi kanatır. Gönül bağım ilelebet sürecek bu şehirle. Çünkü bu mübarek beldede Eyüp Sultanlar, Fatihler, Kanunîler yatıyor. Bu şehri sevmek için bu bile yeterlidir. Ya, Resulullah’ın o mübarek dudaklarından dökülen nurlu sözler… Bu şehrin onun dudaklarından çıkan sözlerle ulvileşmesi, sevmek için yeterli bir sebep değil midir? İstanbul’u sevmek sevgiye yüce bir paye biçmektir. Sevgiyi layık olduğu burçlarda bayraklaştırmaktır.

    “Fetih”, “açmak” olarak izah edilir lügatlerimizde…”Fatih” ise “açan” demektir. Yani fetih, sömürü ve istila demek değildir asla. Çünkü fetihten maksat ganimet ve toprak kazanmak değildir. Mühim olan, evvela gönüllere girip o enginlikte iman rüzgârları estirmektir. Açmaktır fetih… Ama neyi? İslam kapılarını, iman kapılarını ardına kadar açmak… Onları açarken küfür kapılarını sürmelemek… Fetih nefrete varan yolları kesmek, sevgi ve hoşgörüye giden yollara kılavuz olmaktır; manevi tekâmülde sınır tanımamaktır.

    Fetih, zamanı avuçlarında bir hamur misali yoğurup onunla ruhlardaki manevi açlığı gidermektir. İslam’ın değerlerini merkeze alıp hayatı onun etrafında döndürmenin somutlaştırılmasıdır fetih… Yoksa toprak kazanmak için kan dökmek değildir. İstanbul’un fethi de ulvi gayeler taşımaktaydı. İstanbul’a sahip olan inancın önü açıktı. Dünyanın önemli inanç merkezlerinin başında yer alıyordu bu bakir topraklar… Tarih buralarda bambaşka bir hale bürünüyordu. Nitekim bu şehir, İslam inancının bayraklaşmasına vesile olmuştur. Büyük Fatih İstanbul’u fethedişinin sebebini bir şiirinde şöyle dile getiriyor:

    “İmtisâl-i “câhidu fillâh” olupdur niyyetüm
    Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm
    Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benüm
    Lutf-ı Hudâdur hemân ümmîd-i feth u nusretüm”

    İstanbul herkesin gözünde ve gönlünde olan müstesna şehirlerin başında geliyordu. Bir semboldü bu şehir… Kim alırsa onun inancının ve manevi dinamiklerinin müşahhas sembolü… Bu yüzden Fatih’ten evvel İstanbul’a nice akınlar olmuştur. İstanbul sadece Müslümanlar tarafından değil başka inanç mensuplarınca da defalarca kuşatılmıştır. Zira bu şehir Müslümanların Batıya açılan kapısı olarak görülüyordu. İslam ancak buradan Batıya açılabilirdi. Halife Muaviye zamanından Sultan Mehmet’e kadar nice seferler gerçekleşmiş İstanbul üzerine. Fakat bu büyük şeref şanlı komutan Fatih Sultan Mehmet’e nasip olmuştur.

    İstanbul hakkında yazılanlar nice sayfalar, ciltler doldurur. Fakat yine de kalemler, kâğıtlar ve mürekkepler bu şehri bihakkın anlatmaya kifayet etmez. Denizler mürekkep olsa İstanbul’u hakkıyla vasfetmeye yetmez. Bizimkisi, sözlerimizle İstanbul’u onurlandırmak değil, sözlerimizin İstanbul’la onurlanmasını sağlamaktır. Fethinin 554. yıldönümünde büyük Fatih’i ve onun Hazreti Peygamberin övgüsüne mazhar olmuş askerlerini rahmet ve minnetle anıyorum. İyi ki varsın İstanbul… İyi ki bizimsin…

    İstanbul’un fethinin manasını idrak edebilmek için Fatih Sultan Mehmet Han’ın ruh halini ve niyetini iyi bilmek lazımdır. Henüz 21 yaşındayken mana ve ehemmiyeti kelimelerle ifade edilemeyecek derecede büyük bir işe kalkışan ve bunu hakkıyla yerine getiren Mehmet Han nasıl bir ruh ikliminde yetişmişti? Bunu bilmeden fethi anlamak mümkün değildir.

    İstanbul’a o büyük şahsiyetin mana penceresinden bakabiliyor muyuz? Resulullah’ın müjdesini her şeyden evvel bir ideal ve hedef olarak gören bu düşüncenin membaının iman olduğunu bilmeyen var mıdır? İstanbul’a dair hadisin mübarek dudaklardan döküldüğü zamandan fetih vaktine kadar 857 yıl geçmişti. Bu uzun bir zaman dilimidir. Aradan bu kadar uzun zaman geçmesine rağmen ecdadın manevi hedeflerinde hiçbir sapma görülmemiştir. Zira İstanbul’un gayrimüslimlerin elinde olması iman ehlinin yüreğinde dinmeyen bir sancıydı. Bu sancıyı en çok hisseden de Fatih’ti. Onun içindir ki fetih ona nasip olmuştur.

    Fatih’in İstanbul ‘da fethettiği sadece mekân değildi. O, mekânla birlikte zamanı da fethetti. Zamanın azılı dişlerini iman kerpetenleriyle tek tek söktü. Bu genç delikanlıya böyle büyük düşünceleri ve manevi hissiyatı Akşemseddin, Molla Gürani, Zağanos Paşa gibi gönül erleri telkin etmiştir. Osmanlı sultanları tahta çıkmadan evvel(şehzadelik yıllarında) özel bir eğitim alırlardı. Bu eğitim hem dini, hem de pozitif ilimleri kapsardı. Onun içindir ki Osmanlı’dan din düşmanı ve hain padişah çıkmamıştır. Hepsi de manevi yönden dolu dolu insanlardır. Bu durum, onların peygamber merkezli hareket etmeleri neticesini doğurmuştur.

    İstanbul’un fethini maddi boyutuyla izah etmek pek çok eksikliği de beraberinde getirecektir. Zira bu büyük hadisenin mana boyutu, madde boyutunun çok çok önündedir. Fetih sonrası gerçekleştirilenler İstanbul’un nasıl bir manaya başkentlik ettiğini gözler önüne sermektedir. Osmanlı maddi yayılmacı değildi. Onlar manevi iradenin İslam üzere tecelli etmesini sağlamak için her türlü altyapının hazırlanmasına gayret etmişlerdir.

    Aydınlık bir gelecek için fetih ve Fatih ruhunun, iradesinin tecelli etmesi zarurettir. Fatih maddi bir varlık olarak karşımızda olmasa da onun beslendiği kaynaklar bütün tazeliğiyle hayatımıza hâkim olmalıdır. Bugünün gençliği Fatih’in mirasını kutsal bir emanet olarak görmeli, gereğini yapmalıdır. Aksi halde yarınlarımız prangalara vurulacaktır. Selam olsun ufukların sultanına…Selam olsun fetih ruhunu sahiplenecek yarınların gençliğine!...










    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 22.05.2007 - 01:18

    SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI NE İŞ YAPAR?

    M.NİHAT MALKOÇ


    Türkiye köklü devlet geleneği olan bir ülkedir. Türkiye’nin tarihini 1923 senesinden başlatsak da, bu devlet aslında binlerce yıllık bir mazi zincirinin son halkasıdır. Bu ülke, tecrübelerini tarihin derinliklerinden alıp bugüne kadar getirmiştir. Günümüzün yönetim anlayışı, geçmişle bugünü sentezleyen bir yapıya sahiptir. Devlet yönetiminde resmi kuruluşların yanında sivil toplum kuruluşlarının da önemli görevleri ve etkinlikleri vardır.

    Türkiye kültür ve inanç bakımından farklı renkleri bünyesinde barındıran ve barış içerisinde yaşatan ender coğrafyalardan birisidir. Dış güçler ve hain mihraklar kültürel zenginliklerimizi ve çeşitliliğimizi olumsuzluk olarak gösterip aleyhimize kullanmasalar kimsenin kimseden rahatsızlık duyacağı yok. Fakat birileri sağlıklı uzuvlara mikrop bulaştırıyor, bünyede yara meydana getiriyor, sonra da oluşan yarayı kaşıyıp tene acı veriyor.

    Türkiye’de binlerce vakıf, dernek ve buna benzer sivil toplum kuruluşu vardır. Bunların bir kısmı kültürel, bir kısmı ekonomik ve bir kısmı da siyasal gayelerle kurulmuştur. Türkiye bir hukuk devleti olduğu için bunların hemen hepsi kanunlar etrafında oluşmuş, fakat bazıları faaliyetlerini kanunlar etrafında sürdürmemişlerdir. Demek ki sivil toplum kuruluşlarının hepsi, ülkemiz ve milletimiz için hayırlı işler yapma amacında değillerdir.

    Türkiye’de çok hayırlı hizmetlere vesile olan kuruluşlar var olduğu gibi, bu güzel ülkenin aleyhinde işler çeviren, farklı siyasi yelpazelerin emriyle bir yerlere yamanan ve oradan rızıklanıp verilen emirleri harfiyen yerine getiren görünürde sevimli, gerçekte art niyetli kuruluşlar da vardır. Bunların isimlerini alenen söylemesek de duyarlı vatandaşlar çoğunu biliyor. Devletin ilgili birimleri de onlar hakkında yeterli bilgiye sahiptir. Adlarını hepinizin bildiği bu oluşumlar fırsat buldukça milletin değerlerine kin ve nefret kusuyorlar.

    Aslında sivil toplum kuruluşları iyi bir devlet teşkilatının yardımcı kollarıdır. Devletin ulaşamadığı hizmetleri yerine getirirler. Siyasi iktidarların öznel yaklaşımlardan doğan hatalarını gösterip doğru önerilerde bulunurlar, yanlışları düzetmek için alternatif yaklaşım biçimleri geliştirirler. Bu açıdan bakınca resmi teşkilatlanmanın tutan eli, gören gözüdürler. Böylesi kuruluşların sayısının ve etkinliğinin artması devletin ve vatandaşın faydasınadır.

    Avrupa’daki ve diğer medeni ülkelerdeki sivil toplum kuruluşları bizdekilerle kıyaslanamayacak kadar çoktur. Onlarda düşünce kuruluşları da bizden çok fazladır. Fakat hepsinin bir ilgi ve hareket alanı vardır. Amaçları birilerine hizmet etmek, birilerinin hesabına çalışmak ve siyasallaşmak değildir. Hepsinin ilgi ve faaliyet alanları önceden tüzüklerinde açık ve net olarak belirtilmiştir. Belirtilen alanların dışına çıkmazlar, çıkamazlar. Fakat Türkiye de durum çok farklıdır. Ekonomiyle ilgili bir sivil toplum kuruluşu kendi alanında çalışmayı bırakır, ülkenin dini hayatını ve siyasi duruşunu sorgulamaya, bununla ilgili kendince, yanlı tezler üretmeye, halkı yönlendirmeye çalışırlar. Ekonomik raporlar yerine dini ve siyasi raporlar yayınlayıp milletin hür iradesine ambargo koymaya yeltenirler.

    Son yıllarda Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının önemli bir kısmının ne iş yaptığını anlamakta zorlanıyoruz. Gerçi ne iş yaptıkları söz ve eylemlerinden belli oluyor. Fakat yaptıkları işler tüzüklerinde yazılanlarla, hatta adlarıyla hiç de uyuşmuyor. Mesela annelik gibi kutsal bir duyguyu kullanıp meydanlara çıkan, ismiyle hiç de ilgisi olmayan işler yapan sivil toplum kuruluşlarını görünce hem gülüyor, hem de üzülüyoruz. Bu açıkça dramdan başka bir şey değildir. Zira tiyatro türlerinden biri olan dram, komediyle trajedinin karışımıdır. Onlar da yaptıklarıyla hem bizi güldürüyorlar, hem de bunla da kalmayıp kırdıkları potlarla bir o kadar da üzüyorlar. Fakat kimse çıkıp da bu kuruluşlara ‘Sen ne yapıyorsun’ demiyor. Toplum mühendisliğine soyunmuş bu ölçü bilmezlere vazifelerini hatırlatmak öncelikle devletin ve ‘desteğini çekme anlamında’ da vatandaşların görevidir.

    Hayırlı hizmetler yapan sivil toplum kuruluşlarına teşekkür ediyoruz. Fakat aldıkları isimle ve tüzükleriyle alakasız işler yapanları ve milletin değerleriyle çatışanları kınıyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 19.05.2007 - 20:38

    EĞİTİMDE TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ RAFA MI KALDIRILDI?

    M.NİHAT MALKOÇ


    Eğitim, fertlerin istendik davranışlar geliştirme sürecidir. Toplumların ilerlemesi ve çağdaş medeniyet seviyesine yükselmesi ancak bu sürecin sağlıklı yürümesiyle mümkündür. Eğitimli insan gücü, milletlerin güven kaynağıdır. Eğitilmemiş insan, patlamaya hazır bomba gibidir. Kültür ve eğitim seviyesi düşük insanların art niyetli kişiler ve kurumlar tarafından kullanılması kolaydır. Eğitimin önemi konusunda Çinli şair Kuan Tzu şöyle diyor:

    “Bir yıl sonrasıysa düşündüğün, tohum ek;
    Ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladığın;
    Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini, halkı eğit o zaman;
    Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın;
    Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın;
    Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen milleti;
    Birine bir balık verirsen, doyar bir defalık;
    Balık tutmayı öğret, doysun ömür boyunca.”

    Eğitim şuurlu, planlı ve maksatlı bir birikim kazanma eylemidir. Bu eylemin, işini bilen yöneticiler tarafından idare edilmesi az zamanda çok ve doğru işler yapılmasını sağlar. Eğitim yönetimi, anadan babadan görme usullerle yürütülecek kadar basit bir idare sahası değildir. Bugün bu konuda çok büyük merhaleler kat edilmiştir. Bu konuda geleneksel usullerle modern yaklaşımların sentezlenerek güncelleştirilmesi ve hayata geçirilmesi gerekir.

    Geçtiğimiz senelerde Türkiye’de Toplam Kalite Yönetimi(TKY) ’yle yatıp kalkıyorduk. Bir anda hayatımızın merkezine oturmuştu toplam kalite yönetimi anlayışı… Okullarımızda buna yönelik olarak konferanslar, seminerler ve bilgilendirme toplantıları düzenleniyordu. Bu hususta adeta bir seferberlik ilan edilmişti. Bununla ilgili kanun ve yönetmelikler çıkarılmıştı. “Toplam Kalite Yönetimi Uygulama Projesi” geliştirilmişti. Talim Terbiye Kurulu bu projenin dayanaklarını, çıkış noktasını ve gayesini şöyle ifade ediyordu:

    “Milli Eğitim Bakanlığı merkez ve taşra teşkilatında; çağın getirdiği değişim ve gelişmeleri doğru algılayıp değerlendirme, çalışanların sürekli eğitimi ile niteliklerini yükseltmeyi, böylece hizmet sunumundaki kaliteyi arttırarak eğitim hizmetinden yararlananların memnuniyetini sağlamayı, problemlerin çözümünde ve eğitim yönetiminde karar alma süreçlerine ilgililerin tam katılımını gerçekleştirmeyi ve aynı zamanda karar almada veri kullanmayı yaygın hale getirerek verilerle yönetim anlayışını hâkim kılmayı hedefleyen TKY felsefesini Toplam Kalite Yönetimi uygulama yönergesine göre milli eğitim sistemine yerleştirmektir.”

    Eğitimde amaç, üreten insan yetiştirmektir. Eğitimdeki üretim diğer alanlardan daha farklı ve karmaşıktır. Çünkü üretilen sadece maddi değerler değildir. Fikir de eğitimin mahsullerinden biridir. Pek çok maddi ve manevi değerin altyapısı, önceden edinilmiş bir fikre dayanır. Maddi değerler, manevi birikimler üzerine oturtulursa çok daha sağlam, etkili, kalıcı ve temelli olur. Eğitim planlamasının ve içeriğinin buna göre düzenlenmesi gerekir.

    Bir zamanlar dillere pelesenk olan toplam kalite yönetimi neyi getiriyordu eğitim dünyamıza? Toplam kalite yönetimi eğitimde katılımcılığı, ortak hareket etmeyi, kaynakların etkili ve verimli kullanımını esas alıyordu. Bu anlayıştaki insan, merkez olarak kabul ediliyordu. Bu anlayış; çalışanların bir bütün olarak hareket etmesini, başarı ve başarısızlığın ekip ruhunun bir yansıması olarak algılanmasını öngörüyordu.

    Eğitimde toplam kalite yönetimi, eğitimin veriminin ve kalitesinin yükseltilmesini birinci öncelik olarak kabul ediyordu. Çünkü esas olan kaliteydi. Asgari eğitimle yetinmek bu zamanda tercih edilmiyordu. Az kaynak tüketerek yüksek verim almak için yepyeni anlayışlar ve yönelimler arayışı içerisine giren eğitim uzmanları, toplam kalite anlayışını can simidi olarak görmüş, bu anlayışı hayata geçirmenin gayreti içerisinde olmuşlardır.

    Milli Eğitim Bakanlığı eğitimde kaliteyi artırmak için daima arayış içerisinde olmuştur. Toplam kalite yönetimi de bu arayışların somut bir tezahüründen başka bir şey değildi. Bununla bağlantılı olarak TKY’nin gayesi MEB tarafından şöyle açıklanmıştır:

    “Toplam Kalite Yönetimi (TKY): her kademedeki personelin bilgi ve beceri düzeyinin yükseltilmesini, yönetimde katılımcılığın sağlanmasını, personelin iş (görev) tanımına uygun olarak çalıştırılmasını, birim içi koordinasyonun sağlanması ile çalışanlar arasında güvene dayalı bir iş ortamının oluşturulmasını hedeflemektedir. Böylelikle personelin iş doyumuna ulaşacağı ve daha verimli olacağı beklentisi ile TKY anlayışının eğitim sisteminde uyarlanması ilgide kayıtlı onayla uygun görülmüştür.”

    Başarı ortak hareket etmekle gerçekleşir. Çalışan her ferdin birikimlerinden azami derecede yararlanırsak eksikliklerimizi başkalarının bilgi ve birikimleriyle giderebiliriz. Kişi ‘her şeyi ben bilirim’ mantığıyla hareket ederse hadiselere geniş perspektiften bakamaz. Toplam kalite yönetimi, paylaşımı ve birlikte hareket etmeyi esas aldığı için sorumluluğu da fertler arasında eşit şekilde bölüştürmektedir. Böylelikle herkes başarıya odaklanmaktadır. Çünkü başarının nimetiyle başarısızlığın külfeti, işin içindekilere eşit miktarda yansımaktadır.

    “Yaşam açık bir defterdir; eğitimse ona başarı öyküleri yazmanıza yardımcı olur.” demiş Joyce A. Myers… Gerçekten de öyle değil midir? Hayat denen bembeyaz defter, zamanla başarı ve başarısızlık öyküleriyle dolduruluyor. Eğitimli ve azimli kişiler genellikle başarılarla dolduruyor bembeyaz sayfaları… Eğitimsiz kişiler pusulasız gemi gibi yanlış limanlara gidebiliyorlar, bazen de açık denizlerde fırtınalara maruz kalıp ölümle yüz yüze gelebiliyorlar. Demek ki en iyi pusula, rengini milli değerlerden alan eğitimdir.

    Dünyada en değerli varlık insandır. Her şey insan denen muazzam varlık üzerine kurulmuştur. Bu muazzam varlığı yönetmek ve yönlendirmek öyle kolay bir şey değildir. Çünkü insanın çok karmaşık ve derin bir ruh yapısı vardır. Özellikle eğitim yönetiminde görev alan kişilerin bu karmaşık yapıyı dikkate alarak hareket etmeleri, yöntem geliştirmeleri, tutumlarını şekillendirmeleri, planlama yapmaları verimliliğin sağlanması ve devamlılığı açısından önemlidir. Eğitim yönetiminde öncelikle standartların belirlenmesi ve o ölçülere adım adım ulaşmak için iyi bir planlama yapılması şarttır. Bunu yaparken tarafsız ve tutarlı hareket etmek önemlidir. Zira insanlar yöneticileri değerlendirirken kıyas yapmayı severler.

    Eğitimde toplam kalite yönetiminde yeniliklerin takibi ve eğitimde uygulanması esastır. Bilgi teknolojilerinin eğitimde kullanılması, hedeflere ulaşmada kolaylık ve hız sağlayacaktır. Eğitim ordusunu yönlendiren neferlerin donanımı da son derece önemlidir. Eğitim öğretimde nicelikle paralel olarak niteliğin artırılması önemli bir hedeftir. Bu hedefe ulaşmada yapılması gerekenlerin eksiksiz yerine getirilmesi toplam kaliteye yansıyacaktır.

    Türkiye’de eğitimde toplam kalite yönetimi Kasım 1999’da bir yönerge yayınlanarak başlatılmıştı. Hızlı bir bilgilendirme ve hazırlanma süreci yaşanmıştı. Eğitimde yeni yaklaşımlar ortaya konulmuştu. Bu bir değişimin ve dönüşümün habercisiydi. Bu süreç içerisinde, çalışanlar bilgilendiriliyor, yetkiler artırılıyor, sorumluluk alanları genişletiliyor, takım çalışması teşvik ediliyordu. Körü körüne kabul etme yerine, yeri gelince sorgulama kültürü gelişiyordu. Eğitimde yöntem ve teknikler yenibaştan gözden geçiriliyordu. Eğitimcilere duyulan güvenin artırılması için vitrin değişimine gidiliyordu. Performansın artırılmasına yönelik faaliyetler dikkat çekiyordu. Bu çerçevede Toplam Kalite Kurulları oluşturuluyordu. Bu da olayın teşkilatlanma boyutuydu.

    Toplam kalite anlayışı, cezadan evvel ödüllendirmeyi esas alan bir yaklaşımdı. Çünkü ceza eğitimde iticiliğe ve nefrete zemin hazırlıyordu. Büyük bir gayretle çalışanlar, kaliteli hizmet üretenler ödüllendirilmeliydi, öyle de yapılıyordu. Bunun müspet yansımaları da kısa zamanda görülmeye başlanmıştı. Çalışanların ödüllendirilmesi, işini savsaklayanları da teşvik etmeye başlamıştı. Artık onlar da azim ve gayretle çalışıyorlardı. Güzel şeyler yapılıyordu.

    Son yıllarda MEB’in Toplam Kalite Yönetimi ile ilgili gayretleri iyice azaldı. Acaba bu anlayış da, pek çok değişimin akıbeti gibi dumura mı uğradı? TKY rafa mı kaldırıldı?

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 15.05.2007 - 20:33

    “SUDAKİ TILSIM” EBRU SERGİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Sanat, hayatın tekdüzeliğini kıran ve ona apayrı bir canlılık katan eylemler zinciridir. Sanata değer veren milletler her zaman itibar görmüştür. Onlar medeniyetin bugünkü hale gelmesinde büyük pay sahibi olmuşlardır. Sanatı ihtiyaç olarak görmeyen, her şeyi maddeyle ölçen insanların hayatının insaniliği tartışılabilir. Çünkü yemek, içmek insan olmanın göstergesi olarak kabul edilemez. İnsanlar üretir, gelişir ve geliştirirler. Onların değeri birikimleriyle ve hayata kattıklarıyla ölçülür. Hayata bir şey eklemeyen ve hep tüketici konumunda olan insanları vasıflandıran en münasip kelime asalaktır. Ya asalaklardan uzak durmalı, ya da onları tez vakitte rehabilite ederek hayata kazandırmalıyız.

    Trabzon’da kültür, sanat ve edebiyat adına güzel işler de yapılıyor zaman zaman… Fakat biz isteriz ki bu güzel işler zaman zaman değil, her zaman olsun. Bu ifadeden Trabzon’da çoğu zaman kötü şeyler yapılıyor manası çıkarılmasın. Trabzonlular adam gibi adamlardır. Vatanlarını ve değerlerini canı pahasına korurlar. Benim serzenişin günümüzde kültür, sanat ve edebiyat etkinliklerinin geçmişle kıyaslandığında geri planda kalmasıdır. Oysa her geçen gün ileri gitmek esastır. Tarihi binli yıllarla ifade edilen bu güzel şehrin kültür, sanat ve edebiyat faaliyetleriyle anılmasını istiyoruz. Trabzon’un mazisi tertemizdir. Bugünü de öyledir aslında. Birkaç münferit hadise yılların getirdiği güzellikleri ve müspet imajı yerle bir edemez. Gündelik hadiseleri genellemek bu şehre ve insanına haksızlıktır.

    Trabzon’da değişik el becerileri ve sanat eğitimi kursları düzenleniyor. Bunların bazıları devlet kurumları aracılığıyla(özellikle Halk Eğitim Merkezi) , bazıları da özel teşebbüsler vasıtasıyla gerçekleştiriyor. Bu bağlamda hafta başında(14 Mayıs 2007 Pazartesi) Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi’nde Ebru Sergisi açıldı. Geleneksel sanatlarımızdan biri olan ebrunun en güzel örneklerinin sunulduğu sergi, hafta boyunca sanatseverlerin ilgilerine sunulacak. Ebru sanatını merak edenler muhakkak bu sergiye gidip el emeği göz nuruyla yapılan birbirinden güzel çalışmaları yakından görmelidir.

    Geleneksel Türk el sanatları milletimizin özünü yansıtmaktadır. Bu sanatlar milli ve manevi değerlerimizle yoğrulmuştur. Günümüzde bu sanatlara duyulan ilgi çok yetersizdir. Bu durum geleneksel sanatlarımız için olumsuz sinyaller veriyor. Yani yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Onun için geleneksel sanatlarımızla ilgili her faaliyet çocuklar gibi sevindirir beni. İki genç bayanın on öğrencisiyle verdiği mücadeleyi yürekten alkışlıyorum.

    Aysun Birlik ve Songül Kartal’ın rehberliğinde on kursiyer tarafından bir yıl boyunca büyük emeklerle yapılan ebru tarzı resimler, sergiyi gezenlerin büyük beğenisini topluyor. Kursa devam edenlerden birisi de benim öğrencim… Betül Beldüz isimli öğrencim bir yıl boyunca derslerinden arda kalan zamanını bu sanatı öğrenmek için harcamış. Henüz 15 yaşındaki genç bir kızın gezip eğlenmek yerine, zamanını ebruyu öğrenmek için harcaması takdire şayandır. Çok da güzel eserler çıkarmış Betül kızımız... Ebru öyle sanıldığı kadar kolay bir sanat değildir. Sabır, tahammül ve dikkat gerektiriyor. Nice insan büyük bir merakla bu işe girmiş, fakat işin zorluğunu anlayarak kısa zamanda bırakmıştır.

    “Sudaki Tılsım” adlı ebru sergisinde birbirinden güzel 72 ebru çalışması var. Çalışmalar Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi’nde sergileniyor. Bu tarihi mekâna ebrular çok yakışmış, taş duvarlara asılan çerçeveler bambaşka bir hava oluşturmuş. Bu havayı teneffüs etmenizi öneririm. Üstelik sergide isteyen kişi, ebru çalışması yapabiliyor. Yani bu hoş sanatı bizzat tatbik etme imkânınız da var. Uygulama yapınca işin zorluğunu anlayabiliyorsunuz.

    Marifetin iltifata tabi olduğunu hepimiz biliriz. Bizler bu gençlere maddi ve manevi destek verirsek onlar bu sanatı daha da ileriye götürecektir. Sergide ebru çalışmaları satışa da sunulmuş, isteyen beğendiği ebruyu satın alabiliyor. Böylelikle o çocukların maddi külfetini ve yükünü hafifletiyorsunuz. İmkânı olanların bu eserlerden satın alması âlicenaplıktır. Genç ebruzenleri bu güzel çalışmalarından ve ebruyu yaşatma gayretlerinden dolayı kutluyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 15.05.2007 - 01:03

    KÖPRÜBAŞI’NIN TARİHİ YOK MU?

    M.NİHAT MALKOÇ


    Trabzon’un unutulmuş ilçelerindendir Köprübaşı… Yıldızlara değen mağrur başıyla yeşilin koynunda uyur gece gündüz demeden…Sürmene, Araklı ve Çaykara ilçeleri arasında sıkışıp kalmıştır. Nefes alacak hali yoktur. Fakat onuruyla yaşar bir başına. Verimli geniş arazileri yoktur. Kanaatkâr insanları ekip biçerler toprağı. Mısırı kendileri yerken, otluğu hayvanlarına yedirirler. Yaz gelir, yaylalara çıkarlar. Hayvanlarını salarlar çayır çimene. Buz gibi soğuk sulardan kana kana içerler. Hava ve su çelikleştirir yorgun bedenlerini. Kuymak ve mıhlama hastalıklar için en büyük antibiyotiktir. Zorluklar içerisinde yaşasalar da hayatlarından memnun gözükürler. Azla yetinirler, tamahkârlık nedir bilmezler. Ormanlarla çevrili köylerde yeşilin bütün tonlarını görebilirsiniz. Buranın halkı doğayla barışık yaşar.

    Nice büyük şahsiyet yetiştirmiştir bu topraklar… Merhum Adnan Kahveci, merhum Recep Yazıcıoğlu ve şimdi milletvekili olarak mecliste bulunan Diyanet İşleri Eski Başkanı Mustafa Sait Yazıcıoğlu bu ilçeye bağlı Beşköy beldesinin yetiştirdiği devlet adamlarıdır. Köprübaşı tarih boyunca pek çok bakan ve vekil yetiştiren bir ilçe olarak ün yapmıştır ülke çapında. Fakat nedense mum misali hiçbir zaman dibine ışık vermemiştir bu garip ve mahsun ilçe… Gidenler, geride kalanları unutmuş bu uzak beldede. Kimse uyandırmamıştır onu derin uykusundan… Bırakın uyandırmayı, gelen gidenler ninni söylemiştir uykusunun daha da derinleşmesi için. Çünkü bir uyansa hakikatlerle yüz yüze gelecektir. Titreyip kendine dönecektir. Samimiyetten uzak, süslü vaatlere kanmayacaktır bir daha… Yılların unutulmuşluğunun hesabını soracaktır devlet erkânına. Onun içindir ki uyandırmazlar.

    Her ilin, hemen hemen her ilçenin yazılmış, kayda alınmış bir tarihi olmasına rağmen Köprübaşı’nın belli bir tarihi de yoktur. Burası yıllarca Sürmene’nin bir beldesi olarak kalmış zihinlerde. Zaman içerisinde Sürmene’nin gölgesinde küçüldükçe küçülmüştür. Buradan yetişenler doğup büyüdükleri, havasını soludukları, dağlardan süzülen buz gibi kaynak sularını içtikleri beldelerini çabuk unutmuşlardır. Pek çoğunu para değiştirmiştir. Onlar artık yazdan yaza gelip bu güzel ilçenin sıhhat dağıtan yaylalarında izinlerini geçirip Köprübaşı ilçesinden transit geçmektedirler. ‘Ne oluyor, ne gidiyor’ diye sorma ihtiyacını da duymamışlardır. Sizin anlayacağınız Köprübaşı kökenli zenginler ve okumuşlar vefa imtihanından koca bir sıfır çekmişlerdir. Nimetlenenler külfet söz konusu olunca köşe bucak kaçmışlardır. Bunun istisnaları olsa da bunlar kaideyi bozacak ağırlıkta değildir.

    Köprübaşı 1990 senesinde rahmetli Adnan Kahveci’nin gayretleriyle ilçe statüsü kazanmıştır. O günleri bugünmüş gibi hatırlarım. Rahmetli Kahveci, Köprübaşı’na geldiğinde “Sayın Bakanım Yolumuzun Asfaltlanmasını İstiyoruz” yazılı bir pankart şehrin orta yerine asılmıştı. Bunu gören Kahveci, “İndirin o pankartı, arabamın bagajına koyun, bundan sonra gerek kalmayacak ona. Çünkü ilk fırsatta yolunuz genişletilerek asfaltlanacak” demişti. Ağır aksak da olsa yolda bir kısım çalışmalar yapılmıştı. Şans bu ya Beşköy’deki felaket sırasında yapılan yollar da yıkılarak sulara karışmıştı. Bu felakette Köprübaşı en az on yıl geriye gitmişti. Bu durum halkın makûs talihini iyiden iyiye ağırlaştırmıştı. O gün bugündür uzun yıllardan beri Sürmene ile Köprübaşı arasındaki yol asfaltlan(a) mamıştır. Bu yol insanların ömrünü yiyip bitirmiştir. Zaman içerisinde başa gelen iktidarların dünyaya bakış açıları, zihniyetleri değişse de Köprübaşı için hiçbir şey değişmemiştir.

    Son yıllarda Köprübaşı gençleri yüksel tahsil hususunda büyük bir atılım içerisindedir. Eskiden senede bir iki kişi üniversiteyi kazanırken bugün bu sayı onlarla ifade edilmektedir. Buradaki gençlerin okuyup meslek hayatına atılmaktan başka çıkar yolları da yoktur.

    Köprübaşı’nda ciddi bir kitap okuma mekânı mevcut değildir. Yani bu ilçenin halk kütüphanesi bulunmamaktadır. Tez elden buraya kapsamlı bir kütüphanenin kurulması şarttır. Gerçi Köprübaşı Halk Eğitim Merkezi’nin bununla ilgili bir çalışması ve gayreti vardır. Bu insanlara muhakkak destek olmalıyız. Gençlerimizi kahve köşelerinden kurtarıp kitaplarla buluşturmalıyız. Bunu yapabilirsek insanların ufku bir hayli genişleyecektir.

    Köprübaşı dün olduğu gibi bugün de sosyal ve kültürel faaliyetlerde de etkin değildir. Her ilçenin, hatta bazı beldelerin festivalleri olduğu halde Köprübaşı’nın geleneksel bir festivali yoktur. Polisi, adliyesi, askerlik şubesi, icra dairesi de mevcut değildir. Her yer için bir kurtuluş günü olsa da Köprübaşı için belli bir kurtuluş günü zikredilmemektedir. Köprübaşı’nın tarihini, kültürünü, gelenek ve göreneklerini anlatan bir kitaba da rastlamadım bugüne kadar… Sürmene’nin tarihi yazılmıştır ama Köprübaşı’nın tarihi yazılmamıştır. Böyle şey olur mu? Köprübaşı’nın tarihi yok mudur? Belediyenin bu eksikliği muhakkak gidermesi gerekir. Bu hususta şahsen hiçbir maddi karşılık beklemeden çalışmaya hazır olduğumu da buradan ilan etmek isterim. Yeter ki yetkililer böyle bir kitap yayınlandığında basılacağına dair garanti versinler. Çünkü bu çeşit çalışmalar zahmetlidir. Sivil toplum kuruluşlarının, kaymakamlığın ve belediyenin bu çalışmaları desteklemesi gerekir. İlle de ben yapayım ısrarında değilim. Böyle bir işe gireceklere bir nefer gibi yardımcı da olabilirim. Yeter ki maksat hâsıl olsun. ‘Ben yaptım, sen yaptın’ ucuz hesabı içerisinde değilim, hiçbir zaman da olmam. Köprübaşının tarihi ve kültürü en kısa zamanda kayda geçilmelidir.

    Dedim ya şirin ilçemiz Köprübaşı yıllarca Sürmene’nin gölgesi altında kalarak iyice körelmiştir. Bu garip kazaya dair yokları sıralarsak zincirin halkaları alır başını gider. Bu yoklar zincirinin halkalarını en kısa zamanda kırmalıyız. Köprübaşılılar doğup büyüdükleri beldeye sahip çıkmalıdır. Köprübaşı’nın sayılı zenginlerini saymaya kalksam herhalde sayfalar dolar. Peki, o zaman bu şehir niçin böyle kaderine terkedilmiş. Bazı Anadolu köylerinin yolları bile asfaltlanmışken iki ilçeyi ve Köprübaşı’yla Trabzon’u birbirine bağlayan stabilize yol niçin en kısa zamanda asfaltlanıp halkın istifadesine sunulmaz? Burada yaşayan halk ikinci sınıf vatandaş mıdır? Bu ayıbın kısa zamanda ortadan kaldırılması gerekir.

    Köprübaşı’nın en büyük sorunu işsizliktir. Burada doğan gençler ayakları yere basar basmaz gurbet yollarına düşmektedirler. Kolay mıdır bir insanın sevdiklerini terk edip İstanbul’un yolunu tutması? Fakat Köprübaşı’nda kalan gençlerin kahve köşelerinde sürünmekten başka yapabilecekleri şey yoktur. Gerçi gurbette de karınları doymamaktadır vasıfsız işçilerin. Günümüzde kalifiye elaman para kazanırken, vasıfsız işçiler boğaz tokluğuna çalışmaktadır. Bu nedenle Köprübaşı’nda meslek kurslarının yaygınlaştırılması, gençlerin bu kurslarda beceri sahibi olmaları gerekir. Günümüzde sanatkârlık en büyük referanstır; tercih sebebidir. Bunun göz önünde bulundurularak gereğinin yapılması elzemdir.

    Diğer şehirler zamanla büyürken Köprübaşı her geçen gün küçülmektedir. Eskiden Köprübaşı’ndaki esnaf sayısı bugünküne kıyasla çok daha fazlaydı. Oysa günümüzde hatırı sayılır esnaf sayısı bir elin parmakları kadardır. Bunlar da harcamalarının karşılığını alamamakta, zarar etmemek için büyük mücadele vermektedirler. Zira Köprübaşı’na mal getirmek fazladan nakliye masrafını zorunlu kılmaktadır. Bunun bedeli de satılan mallara yansıtılmaktadır. Bunun yanında burada yaşayan kişilerin çoğu işsiz olduğu için alım güçleri de yoktur. Onun içindir ki sayıları her geçen gün azalan esnaflar kepenk kapamamak için onur mücadelesi vermektedir. Bir kısmı çeklerini ödemekte ciddi sıkıntılar yaşamaktadır.

    Köprübaşı insanı genellikle tarımla uğraşmaktadır. Halkın çoğu mısır, fındık ve çay yetiştirmektedir. Malum olduğu üzere son yıllarda çay ve fındık da para etmemektedir. Halk çay ve fındığı toplarken yevmiyecilere harcadığı gideri bile, elde ettiği mahsulü satarak karşılayamamaktadır. Onun için son yıllarda geçim konusunda ciddi sorunlar baş göstermiştir. Aileler çocuklarının okul masraflarını ödemekte bile zorluk çekmektedir. Çay paraları, harcamaları karşılamaktan uzaktır. Üstelik bazı aylarda çayın belli kontenjanlar üzerinden alınması çiftçiyi iyice perişan etmektedir. Bazı aileler çaylarını söküp, yerine fındık dikmişlerdir. Bir zamanlar iyi para eden fındık üzerinde oynanan uluslar arası oyunlar fındığın getirisini de çok düşürmüştür. Mısır zaten para getiren bir ürün değildir. Bunlar gösteriyor ki Köprübaşı halkı için ufukta parlak bir gelecek gözükmemektedir. Fakat yöre halkının umutları yine de diridir. Çünkü umutsuz yaşanmaz. Geleceğe dair umutlar, yaşama sımsıkı sarılmamızı sağlayan can simidi hükmündedir. Umudun bittiği yerde yaşamak bir işkenceden farksızdır. Gelin Köprübaşı için bir şeyler yapalım. Bu konuda herkesin yapabileceği bir şey vardır.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta