GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
RAMAZANA, TERAVİHE VE ÇOCUKLARA DAİR…
M.NİHAT MALKOÇ
Ayların sultanı ramazan, insanların ‘Bir’de buluştuğu, birbiriyle kaynaştığı ve yardımlaştığı müstesna zaman dilimleridir. Bu ayda kalpler yumuşar, merhamet yüreklerden taşar. Kadın erkek, zengin fakir, büyük küçük herkes aynı manevî iklimde soluk alır. Camiler insanlarla hayat bulur. Aynı apartmanda oturduğu halde aylarca birbiriyle görüş(e) meyenler teravih namazı saflarında buluşurlar. Mahalle sakinleri camilerde bir ve beraber olurlar.
Ramazan, büyüklerin oruç ayı olsa da bu ayda çocuklar da farklı bir iklime girerler. Çocuklar en az büyükler kadar sevinirler ramazanın gelişine. Bazıları küçük yaşlarına rağmen oruç tutmakta ısrar ederler; anne babaları ne kadar uğraşsa da onları bu kararlarından döndüremezler. En azından birkaç gün oruç tutarlar, bazıları yarım gün tutmayı denerler. Bu yaştaki çocukların oruca meyli ve merakı bir hayli çoktur. İftardan sonra kız çocuklar anne veya nineleriyle, erkek çocuklar ise baba veya dedeleriyle teravihe giderler. Cami onlar için bir maneviyattan öte bir oyun ve eğlence atmosferidir. Bir kısım çocuklar da teravihleri evden uzaklaşmak, derslerden kaçmak için bir vesile sayarlar; camilerde arkadaşlarıyla buluşurlar.
Çocuklar teravih namazlarında genellikle en arka safa gönderilir. Bu, çocukların arayıp da bulamadığı bir şeydir. Çünkü namazı oyuna ve eğlenceye döndürmek için ortam hazırlanmıştır. Teravih başlayınca çocuklar anne babalarını taklit ederek kendilerince namaz kılarlar. Fakat yan yana iki çocuk gelmişse, işi eğlenceye döndürmek, sulandırmak ve gülmek de kaçınılmazdır. Çocuk bir hayli küçükse, namaz kılanların önünden geçerek camiyi baştan sona dolaşabilir. Zira çocuklar bu yaşta davranışlarının değerlendirmesini yapamazlar. Bu hareketlerde bulunurken ince hesap yapmazlar, derinliğine düşünmezler. Fakat büyükler bu hareketlere hiç de hoşgörüyle bakmazlar. Bazı kaba softaların; namaz kılarken gülüşen, sağa sola bakıp dikkatleri dağıtan çocukları kolundan tutup camiden attığına da şahit olabilirsiniz.
Bu yılki ramazanın ilk teravih namazını kılmak için gittiğim bir camide şahit olduğum bir kabalığı aktarmak istiyorum size. Ramazanın bu ilk teravisinde çocuklar camiyi doldurmuştu. Namaza başlamak için ayağa kalktığımızda yaşı yetmişin üzerinde olduğunu tahmin ettiğim bembeyaz sakallı bir ihtiyarın sekiz on yaşlarındaki bir çocuğu evire çevire dövdüğünü görerek üzüldüm. Cemaatin bakışları o noktaya yoğunlaştı. Müdahale etmeye kalkışanlar olduysa da çocuk ağır bir sille yemekten kurtulamadı. Sorsanız kendisini en büyük Müslüman olarak gören bu ihtiyar, yaptığı bu kabalıkla bunun gibi çocukları camiden soğuttu.
Çocuklar kötü alışkanlıklara bulaşmasın, dinine, geleneklerine bağlı inançlı insanlar olsunlar isteriz. Kahvehanelere, disko ve barlara giden gençleri ‘vurun abalıya’ misali insafsızca eleştiririz. Oysa bu gençleri, henüz çocukluk çağlarında bizler o mekânlara itmişiz. Camiye okumaya gelen çocukları en küçük yaramazlık yaptıklarında, haylazlık ettiklerinde, okuyamadıklarında falakaya çekmişiz. Cennetin güzelliklerini anlatacak yerde, cehennemin ne kadar korkunç bir yer olduğunu anlatarak onları korkutmuşuz. Allah’ın ‘rahman’, rahim’ ‘halim’ sıfatlarından evvel ‘celal’ ve ‘kahhar’ sıfatlarını anlatarak ürkütmüşüz onları. Onlar da zamanla korkularını ümitsizliğe dönüştürmüşler. Kurtuluşu yanlış adreslerde aramışlar.
Başlangıcında rahmet, ortasında bereket ve sonunda mağfiret olan kutlu ramazan ayında kimsenin kalbini kırmamak gerekir. Bu kişi bir çocuksa daha da hassas davranmak bir zorunluluktur. Çocuklar varsın oynasınlar ama camilerden ve dinî duygulardan soğumasınlar.
Çocukları camilere ısındırmak için onları ramazanlarda camiye götürmek lazımdır. Hatta camiye gelen çocuklara lokum, çikolata ve şeker vermek de teşvik etmek açısından önemlidir. Bu küçük giderleri cami cemaatinden varlıklı bir hayırsever pekâlâ karşılayabilir. Bu çocuklar yarının büyükleri olacak; onlara Allah sevgisini, cami adabını öğretmek gerekir. Çocuklar manevî iklimde yetişirlerse ilerde büyük makam ve mevkilere gelince rüşvet almazlar, iltimas yapmazlar, işten kaytarmazlar; vicdanlarının sesini dinlerler; en büyük polisiye kuvvetin vicdanlarda saklı olduğu gerçeğini idrak ederek öylece hareket ederler.
YURDUMUN BAYRAMI NEVRUZ
M.NİHAT MALKOÇ
Kışın kasvet verici günlerini geride bıraktık. Mart ayıyla beraber bahar mevsimi kendini hissettirmeye başladı. Öncelikle günler uzadı. 21 Mart günü, gündüzle gece birbirine eşit oldu. Bundan sonra gündüzler, gecelerden daha uzun olacak. Akşam hemen olmayacak. Gecelerin kısalması yaşlıların işine yaradı. Çünkü onlar, kışın uzun gecelerinden bıkmışlardı zaten... İhtiyarlar çok az uyku uyuyarak da hayatlarını idame ettirebilirler. Birçoğunun uykusu tutmaz. Uzun geceler onlar için kâbustan farksızdır. Fakat gençler için durum çok daha farklı! … Onlar uykuya hiç doyamıyorlar. Kış mevsiminin uzun gecelerinde ancak kendilerine gelebiliyorlar. Oysa fazla uyku uyumak hiç kimse için sağlıklı bir davranış değildir.
Bahar sadece günlerin uzaması demek değildir. Baharla birlikte dünyamız bambaşka bir şekil alıyor. Tabiat derin kış uykusundan uyanıyor; giydiği kalın kışlık elbiseleri bir çırpıda üzerinden atıveriyor; havaların ısınmasıyla beraber rengârenk libaslara bürünüyor. Dağlarda çiğdem çiçekleri boy veriyor. Yüksek tepelerdeki kar yığınları, güneşin o kavurucu sıcağıyla birlikte suya dönüşüyor. Çobanlar önlerine aldıkları sürüleri çayır çimen otlatıyorlar. Yanık bir kaval ezgisiyle birlikte dile geliyor körpecik kuzular! … Dallarda açan çiçekler zamanla meyveye duruyor. Tabiat bin bir renkli donunu giyiyor seher vaktinde.
Tabiat her şeyiyle düğün bayram ediyor. Badem ağaçlarındaki çiçekler, hayata “merhaba” dercesine hoş ve alımlı salınıp duruyorlar. Kır çiçekleri yeni âşıklara sevgi tomurcukları sunuyor. Aşkın sihirli havasına papatyalar da iştirak ediyor. Yeni açan yapraklar, bahar rüzgârlarıyla sallanıyor. Kırıp dökmüyor; sanki okşuyor. Toprağın altındaki canlılar yeryüzüne dönüş hazırlıkları yapıyor. Onlardaki sevinci tarif etmek imkânsız! .. Kolay mı aylarca kar altında hayat mücadelesi vermek? Onlar bayram etmesin de kim etsin? Karıncalar ağır adımlarla yolculuğa başlamış bile! ... Ya kelebeklere ne demeli? ... Hepsinde de apayrı bir heyecan! ... Kış bitti, yeryüzüne göç başladı. Yaşasın bahar, aydınlık ve güneş! ...
Kış da elbet kendi güzelliğiyle gelir ama uzun sürünce çekilmez olur. Bahar sevinci, tüm canlılarda ortak olan bir duygudur. Belirli bir mekâna hapsolan ruhların dirilişi ve bayramıdır bahar! … Duygularımızın tercümanı olan şairler de bahar temasını işlemişler şiirlerinde. Bunların başında yer alan Halide Nusret Zorlutuna, bakın nasıl karşılıyor baharı:
“Gel bahar, erit bu yolun karını
Geçen seneleri anmayalım hiç
Dinle bülbüllerin şarkılarını
Güllerin kıpkızıl şarabını iç
Saçında baygın bir gül kokusu var
Dudakların kızıl, karanfil gibi
Gözlerinde gülsün mine ışıklar
Sesinle büyüle çarpan her kalbi
Gel bahar, gel bahar, yakınlarda gül
Denize renginden armağan bırak
Ufuklarda gezin, göklere süzül,
Sonra yavaş yavaş in, içime ak…”
Uzun ve kasvetli kışın ardından gelen gül yüzlü bahar, insanın ruhunu okşuyor. Güneş, hücrelerimize hayat bahşediyor. Bahar gelince damarlarımızda dolaşan kan, sanki daha hızlı bir tempoda hareket ediyor. Onun içindir ki Türkler baharın gelişiyle birlikte bayram ederlerdi. Buna “Nevrûz” adı verilirdi. Nev “yeni”, rûz “gün” demektir. Her iki kelime bir araya getirilerek “yeni gün” anlamına gelen bir terkip oluşturulmuştur. Bu bayram Mart ayının yirmi birinde kutlanmaktadır. Vaktiyle İranlılarda da millî bayram olarak kutlanırdı.
UNUTMAK FELÂKETTİR
M.NİHAT MALKOÇ
Atalarımız: “Aklı beşer nisyan ile malûldür” demişlerdir.Yani insan aklı unutmaya meyillidir; insan çabuk unutur. Bazen kendimizi hayatın akışına öyle bir kaptırırız ki unutmamak ne mümkün! ...Günlük meşgaleler, kurduğumuz planları ve hesapları alt üst eder. Unutmamamız gereken pek çok şeyi bir anda unutuveririz. Hatta öyle zamanlar gelir ki en sevdiğimiz dostumuzun adını bile hatırlamakta zorlanırız. “Acaba” ile başlayan “Tüh be! ..” ile biten nedamet cümleleri kurarız. Oysa pişmanlıklar unutmanın ceremesini gidermez ki! ...
Çağımız buhranlar ve debdebeler çağı… Hayatın kurşundan ağır yükü altında çok kere eziliyoruz. Gereksiz şeyler bizleri meşgul ediyor. Hayatımızı bir türlü sadeleştiremiyoruz. Başkalarının hayatı, zamanımızı çalıyor. Dedikodu kazanı kaynadıkça vakit öldürüyoruz.
Arkamıza dönüp bakmadan yaşıyoruz. Onun için de hatalarımızı göremiyoruz. İnsan, hayatı çok kere yoğun yaşıyor. Olaylar birbiri ardına gelişiyor. Bunun içine bir de kişisel hesaplarımız girince ayıkla pirincin taşını! ... Sabah kalkışımızdan gece yatışımıza kadar o kadar çok şey yaşıyoruz ki! ... Bir sürü ayrıntı…. Hayatta sürdürdüğümüz meşguliyetlere ve dost çevremizin genişliğine göre unutmanın dozajı şekilleniyor. Çok kere unutmamamız için notlar alıyoruz. Fakat her şey de yazılmaz ki! ... Bir kişiyle karşılaştığımızda onu tanıyıp tanımama arasında gidip geldiğimiz esnada not defterimizi çıkarıp kopya çekemeyiz ki! ...
Bizim unutmayla kastettiğimiz sadece bunlar değildir elbet.... En büyük felâket, kendimizi dünyanın geçici zevk ve heveslerine kaptırıp bizi yoktan var eden, bin bir çeşit nimetle rızıklandıran ve bizi kendisinin dünyadaki halifesi kabul eden Allah’ı unutmaktır. Dünyevî işlerle ilgili unutkanlıklar para, mal ve itibar kaybına yol açar. Ya Rabbimizi unutmanın getireceği iman kaybı bizi nerelere götürür? Bunun bedelinin ağırlığını bu cılız ayaklarımızla taşıyabilir miyiz? Bu ağır yükün altında titremez mi yüreğimiz ve ayaklarımız?
Nerden bakarsanız bakın unutmanın her çeşidi kayıptır. Fakat uhrevî hususlardaki nisyan, kelimenin tam anlamıyla bir büyük felâkettir. Hayat ne yazık ki bizi çok kere kendine çekip sarıp sarmalıyor. Gaflet denen illet gözlerimize simsiyah bir perde çekiyor. Varlıkları algılamamızda ciddi yanılgılar ortaya çıkıyor bu yüzden. Bunun en büyük sebebi iyi amellerimizin noksanlığıdır. Amelî konularda dirayetli olan basiretli insanların gafletleri uzun sürmez. Onların üzerinde ibadetlerin getirdiği koruyucu bir güç, tabir caizse bir zırh vardır.
Unutmak bu çağın hastalığı sanki… Herkes unutuyor. Kimi nereden geldiğini, kimi, de nereye gideceğini… Çok kere de inançlarımızın bize yüklediği sorumlulukları unutuyoruz. Yüce Allah bizlere unutma hususunda şu duayı etmemizi tavsiye ediyor: “... Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma... (Bakara S., 286.Ayet)
Üzerinde afiyetle yaşadığımız dünya, akıllara durgunluk verecek bir nizam içerisinde yaratılmıştır. Bu nizamı görüp de onun Nâzım’ını akıla getirmeyip yanlış ve çıkmaz sokaklara sapmak ne büyük bir aldanıştır. Bunun telâfisi tez elden tevbe edip şirkten ve günahlardan arınmaktır. Göklerde ve yerdeki varlıkların sahibi Allah’tır. Bunu şu ayette de görebiliyoruz: “Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa S., 126.Ayet)
Eşyaya bakıp tefekkür etmeliyiz. Bizler bir saat tefekkürün bin yıl nafile ibadetten hayırlı olduğu gerçeğini merkez alan inancın soylu mensuplarıyız. Nasıl olur da bu harikulâde yaratılışa gözlerimizi kapayabiliriz; kulaklarımızı tıkayabiliriz. Zira dünyada rastlantıya rastlamak mümkün değildir. Her şey belli amaçlar uğruna, belli bir düzende yaratılmıştır. Akıllı insan, kendisine kitap ve peygamber gönderilmese de bu hakikati idrak edebilir.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı unutmak ahmaklığın en bariz göstergesidir. Bu, gözüyle etrafı seyredip de gözün varlığından haberdar olmamak kadar abes bir durumdur. Allah bu gibi insanlara çarpıcı bir ihtarda bulunuyor: “... Onlar Allah’ı unuttular. O da onları unuttu...” (Tevbe S., 67.Ayet) . Bu ihtar aklı olanlara yeter. Allah’ı unutmak! ... Allah tarafından unutulmak! ... Bu ne büyük bir ziyandır. Bu büyük ihmalin hesabını hangi birimiz verebiliriz?
TRABZONLU KANUNÎ
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon bir şehzadeler şehridir. Trabzon, tarihten bugüne kadar çok büyük şahsiyetler yetiştirmiştir. Bu şahsiyetlerin başında da tarihin yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri olan Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman gelmektedir. O, Trabzon’un gözbebeğidir. Trabzonlular onun gibi büyük bir dosta, şöhretli bir devlet adamına, bu topraklarda doğup büyüyen bir hemşehriye sahip oldukları için gururlanmaktadır. Kendisinin “Kanunî” diye tavsif edilmesi, zamanında etkili kanunlar koymasından ve koyduğu kanunları ısrarla uygulamasından dolayıdır. Cihan Padişahı Sultan Süleyman, Osmanlı Devleti bünyesinde çok önemli kanunlar çıkarmıştır. Batılılar sırf bu yüzden ona “Kanunî” sıfatını uygun bulmuşlar, onu bu adla anmışlardır.
Kanunî Sultan Süleyman, Osmanlı Devleti’nin Yükselme Dönemi padişahlarındandır. Yavuz Sultan Selim’in oğludur. Annesi Hafsa Sultan’dır. Sultan Süleyman, 1494 yılında Trabzon’un Ortahisar Mahallesi’nde doğmuştur. O yıllarda babası Yavuz Sultan Selim Han, Trabzon’da Sancak Beyi’ydi. Bugünkü anlamda ‘vali’ statüsündeydi. Annesi Ayşe Hatun da İstanbul’daki sarayda yaşamak yerine oğlu Selim’in yanında, yani Trabzon’da yaşamayı tercih etmiştir. Mezarı da Atapark civarında kendi adına yaptırılan caminin avlusundadır.
Mısır’ı fethederek kutsal emanetleri İstanbul’a getiren, halifeliği Osmanlı Devleti’ne kazandıran, Osmanlı’nın halife unvanlı ilk padişahı olan Yavuz Sultan Selim, 1512 yılında şehzadelikten padişahlığa yükseldiği için Trabzon’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. O yıllarda oğlu Süleyman, 15 yaşındaydı. Yani Kanunî 15 yıl boyunca Trabzon’da yaşamıştır. İlk ve ortaöğrenimini bu şehirde tamamlamıştır. Bu kentin sokaklarında dolaşmış, bu kentin ekmeğini yemiş, suyunu içimiştir. Bu şehir onun hatıralarıyla doludur. Babası padişah sıfatıyla saraya intikal edince, kendisi de Manisa’ya Sancak Beyi göreviyle gönderilmiştir. Fakat o yaşadıkça, Trabzon’u hiç unutamamıştır. Trabzon’un eski valilerinden Nuri Okutan’ın da ifade ettiği gibi “Muhteşem Süleyman, kılıcının üzerinde hamsi motifi işletecek, zaferden zafere koşarken sırtında Trabzon ketanından gömlek giyecek kadar Trabzonludur ve ufkunu da Trabzon’dan almıştır.”
Cihan Padişahı Trabzonlu Kanunî Sultan Süleyman, 1520’de tahta çıkmıştır. Kendisi o zaman 26 yaşındaydı. Bu büyük insan, kesintisiz 46 yıl tahtta kalarak bir büyük rekora tuğrasını basmıştır. Kanunî 1494 ilâ 1566 yılları arasında olmak üzere 72 yıl yaşamıştır. 72 yılda bin yıllık hizmet ifa etmiştir dersek fazla abartmış olmayız. Batılıların ona “Muhteşem Süleyman” demesi boşuna değildir. Şâirlerimizden Selâhaddin Yılmaz’ın şu dörtlüğü onu ne güzel anlatıyor:
“Doğu, batı, güneye sayısız sefer yapan,
Osmanlı tarihine altın sayfalar yazan,
Halifelikten başka, gerçek Müslüman olan,
Cihana hâkim olan Kanunî Süleyman’dır.”
Kanunî Sultan Süleyman sadece padişahlıkla meşgul olmuyordu, o aynı zamanda bir şâirdi. “Muhibbî” mahlâsıyla(şiirdeki takma ad) Klasik nazım şekilleriyle birbirinden güzel şiirler yazıyordu. Şiirlerinde arûz ölçüsünü kullanıyordu. En sevdiği şâirler Bâkî ve Fuzulî’ydi. Binlerce divan şiiri vardır Muhibbi mahlaslı Kanunî Sultan Süleyman’ın… Şiirlerini Divan’ında bir araya getirmiştir. Yani onun mürettep bir Divan’ı mevcuttur. Şiirleri usta Divan şairlerinin şiirlerinden hiç de eksik değilidir. Onun sağlıkla ilgili olarak söylediği şu beyit herkesin hafızasında yer etmiştir:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
(Türkçesi: Halk arasında makam, mevki ve zenginlik itibar edilen, sevilen bir unsurdur. Oysa dünyada en kıymetli şey sağlık ve sıhhattir.)
Kanunî çok zeki bir yöneticiydi. Bir o kadar da âdildi. Âlimlere ve sanatçılara çok değer verirdi. Pek çok zafere imzasını atmıştır O... Bunlar arasında Rodos ve Belgrat’ın fethini, Mohaç, Budin, Estergon zaferlerini, Viyana, Almanya, İtalya, Avusturya seferlerini sayabiliriz. Kanunî, Trabzon için eşsiz bir değerdir. Bizler onunla hemşehri olmaktan gurur ve onur duyuyoruz.
ŞEHİTLER ÖLMEZ
M.NİHAT MALKOÇ
En mukaddes değerlerin başında gelir vatan bizim için… “Vatan sevgisi imandandır” demiş bizim manevî rehberimiz olan Resulullah Efendimiz… Bu söz, vatana dair sevgimizi daha bir derinleştirmiştir. Vatan annemiz, babamız kadar kıymetlidir bizim için. Onun için veremeyeceğimiz hiçbir maddî ve manevî varlık yoktur. En değerli varlığımız bizi diri ve iri tutan canımızdır. Vatan deyince ölüm gelir aklımıza. Bunun için yıllarca ölmüşüz. Canımızı feda etmişiz vatan ve millet yolunda, üstelik hiç de tereddüt etmeden ve gocunmadan…
Türk milleti kahramanlığıyla ve vatan için ölümü göze alışıyla nam salmıştır dünyada. Çanakkale bunun en canlı örneğidir. Çanakkale sanki açık bir kahramanlık müzesidir. Buraya gidenler Türk’ün vatan sevgisini ve kahramanlığını anlamak için söze ihtiyaç duymazlar. Gördükleri, bu milletin yiğitliğini anlamak için onlara kâfi gelir. Çanakkale’de tepelere yazılan şu ifadeler bu toprakları gezenlere ihtarda bulunmaktadır, onların gözünü açmaktadır:
“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver: Bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bu tümsek, Anadolu’nda
İstiklal uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.”
Değerlerin en yücesi olarak görmüşüz milleti ve milliyeti... Birlik ve beraberliğimizin çimentosu olmuş asırlarca. Fıtrî olan vatan sevgisi bizde en yüce mertebeye ulaşmış, adeta taçlanmıştır. Vatanını seven, onu her türlü tehlikelerden korumak için canını siper eder. Bu necip millet bu cesareti ve örnek davranışı defalarca göstermiştir. Tabir caizse bu toprakların her bir karışı Müslüman Türk milletinin mübarek ve muazzez kanıyla sulanmıştır. “Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” diyen şair Mithat Cemal’e davranışlarımızla ses vermişiz.
Tarihte ne çekmişsek vatansız ve milliyetsizlerden çekmişiz yıllar boyunca. Onlar çok kere bizden görünerek bizlere kuyu kazmışlardır. Çoğu Moskova’da zehirlemiştir dimağını. Onlar ki aldıkları zehirleri yurdumuzun genç ve dinamik evlatlarının bakir muhayyilesine zerk etmişlerdir. O zehrin panzehiri olmuş kalbimizde besleyip büyüttüğümüz vatan sevgisi... “Bu Vatan Kimin? ” suali sorulunca dile gelmişiz Orhan Şaik Gökyay’ın şu mısralarında:
“Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıra dağlar gibi duranlarındır;
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir…”
Biz müslümanlar kadere imanı, müslümanlığın gereği olarak biliriz. Ölüm de kaderin tecellisidir itikatımızca. Büyük mutasavvıflardan biri olan Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, ölümü “Şeb-i Arûs”(Düğün Gecesi) olarak nitelendiriyor. Rûh, Rabbine, gerçek mekânına kavuşunca huzura erer. İmanı kâmil insan ölümden asla korkmaz. Çünkü bizler ölümü yok oluş değil, ‘sonsuzluğa yolculuk’ olarak kabul ediyoruz. Ölüm bitiş değil, taze bir başlangıçtır bizce. Tasavvuf şâirlerimizden Yunus Emre bu hakikati şu veciz beytiyle dile getiriyor:
“Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedî varsın”
Aslında ölümlü olan sadece tendir, ruhlar ölmez. Her şeye maddeci gözle baktığımız için ruhu bir kenara bırakarak teni ulvileştiriyoruz. Oysa Yunus’un dediği gibi:
“Ten fânidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez;
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.”
Allah yolunda canını feda eden Müslüman’a ‘şehid’ denir. Vatan, millet ve Allah için mücadele ederken öldürülenler şehittir bizim gözümüzde. Ölümlerin en makbulü ve mübareği şehadettir. İslam’da en büyük mertebedir şehitlik… Ahrette Peygamberlikten sonra en büyük makamdır şehitlik… Onların bütün günahları Allah tarafından affedilir. Böyle bilindiği ve de böyle kabul edildiği için bizim milletimiz bu makama erişmek için hayatı elinin tersiyle itmiştir. Milletimiz uzun yıllar boyunca iç ve dış düşmanlarla çarpışarak binlerce şehit vermiştir. Son yıllarda başımıza musallat olan terör belâsı yüzünden binlerce gencimizi toprağın kara bağrına gömdük; ne yazık ki taze fidanlarımızı toprağa gömmeye hâlâ devam ediyoruz. Yurdumuza ve huzurumuza kastedenler kin ve nefretlerini gece gündüz kusuyorlar.
İnsanın en değerli hazinesi şüphesiz ki ona hayat veren canıdır. Allah; vatan, millet ve iman uğrunda ölenleri mükâfatlandıracağını, onlara cenneti bahşedeceğini şu ayetlerde vaat ediyor: “Allah yolunda öldürülenler(şüheda) için “ölülerdir” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Lâkin siz sezmezsiniz.(El-Bakara S.154.Ayet) … “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Hayır, onlar Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.”(Âl-i İmran S.169.Ayet)
Şehitlik çok mukaddes bir mertebedir Hakk’a inananlar için… Peygamberimiz bu hususta şöyle buyuruyor: “Allah yolunda(din ve vatan müdafaası gibi faziletler uğrunda) kanını akıtan, canını feda eden müminlerin makamı cennette en büyük makamdır ki, bunun sevabına hiçbir amel ve ibadet ile erişilemez. Bunların kul haklarından başka bütün günahları affolunur.”…”Allah yolunda şehit olanlar o anda cennetteki makamlarını gördükleri için her türlü acıları unuturlar. Ve onlar Rableri katında rızıklandırılırlar.”… “Şehit olanlar ahirette makamlarını gördükleri zaman, ne olaydı yüz defa şehit olup tekrar dirilsem ve tekrar şehit olsaydım, diyeceklerdir.”… “Şehitler yakınlarından yetmiş kişiye şefaat ederler.”
Yüce Türk Milleti tarihte nice destanlara imzasını attı. Ölenler şehit, kalanlar gazi oldu. Hiçbiri, ölümün soğuk kollarına atılırken tereddüt etmedi. Çünkü onlar Allah’ın şehitlere ettiği vaatleri çok iyi biliyorlardı. Ölerek ölümsüzlüğe kanatlandıklarının farkındaydılar. Şehitlik, fâni teni ebedî kılmanın yoludur. Yiğit askerlerimiz bu şuurla hareket ederek tenlerini ulvîleştirmişlerdir. Geçici olanı bâkiye tebdil etmişlerdir. Onun içindir ki Türk tarihi şanlı zaferlerle doludur. Türklerdeki ‘alperen’ ruhu onların cesaretini bilemiştir.
Ölüme atılmak yürek ister; hem de korlaşmış bir yürek! .. Kolay değil yârdan ve serden geçmek! ... Bu millet tereddüt etmeden hem yârdan, hem de serden geçebilecek derecede fedakâr olduğu için yeri geldiğinde yedi düvele karşı gelebilmiştir. Teknolojik üstünlükleri fevkalâde olan düşmanı, imanlı göğsünü siper ederek püskürtmüşlerdir. Mehmetçiğin imanının büyüklüğünü ve cesaretini merhum şâir Fuat Azgur bakın nasıl ifade etmiştir:
“ Bu akşam yıldızlar sararmış gibi
Tepeler titreşir hava kış gibi
Bir dağın sırtında dağ varmış gibi
Omuzlamış bir Mehmet’i Mehmet’im”
Türkiye, devletiyle ve milletiyle bir bütündür. Bu topraklarda yaşayan, ülkemin ekmeğini yiyen, suyunu içen, bu vatana kin ve nefret beslemeyen herkes ırkı ne olursa olsun bu toprakların bir parçasıdır. Onlar bizim dostlarımız ve kardeşlerimizdir. Bizler kafatası milliyetçiliği güden dar zihniyetli, örümcek kafalı insanlar değiliz. Bizde hissiyattan önce hakikatler konuşur. Hakikat konuştuğu yerde de şahsî duygular susar, hakikate tabi olunur. Bu vatanı en çok seven kimseler en süslü laflar edenler değil, memleket için hizmet edenlerdir.
Bu topraklar serdengeçtilerle doludur. Vatan, din, namus ve bayrak deyince gönül teli ses verir. Vatan tehlikede olduğu zaman, yaşı ve cinsiyeti ne olursa olsun herkes gönüllü askerdir bizde. Böyle bir iman kalesi asla sarsılmaz. Tarihte sarsılmadı; bundan sonra da böyle olacaktır. Bakmayın barış zamanlarında gevşek göründüğümüze… Biz zor zamanda kenetlenmesini bilen ender milletlerin birincisiyiz. Onun için herkes rahat uyusun. Bu bayrak inmez; bu ocak sönmez. Türklerin birliğinin ve beraberliğinin çimentosudur zorluklar… Keşke normal zamanlarda da bu birliği sağlayabilsek… Allah, Müslüman Türk’ü korusun! ...
ŞİİRİN DORUKLARINDA! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Şiir, başkalarının düşünüp de kelimelere dökemediği duygu, düşünce ve hayalleri estetik kaygılar gözeterek yansıtmaktır. Bunu gerçekleştirmek her kişinin yapabileceği bir iş değildir. Yani her insan şiir yazamaz. Belki manzume tarzında bir şeyler karalar ama bunlar hiçbir zaman şiir kabul edilmez. Şâirlik Allah vergisidir bir yerde… Çalışmayla, zorlamayla ve inatla şâir olunmaz. “Vermezse mabut neylesin Mahmut” misali, kendisinde şâirlik ruhu olmayan insanlar, şiirsel karalamalarında daima tekrara düşerler. “Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur” sözü gereğince bir tekrar faslı devam eder gider. Bu da şiirin ruhuyla bağdaşmaz. Oysa şiir yeniyi dile getirme, söylenmeyeni söyleme becerisidir bir anlamda.
Şiir yazmak ilk bakışta kolay görünse de aslında zordur. Şiir görünürde imkânsızı yakalama olayıdır. Başkalarınca tarifi imkânsız duygular şâirin belleğinden süzülerek estetik değer kazanıp şiir olur. Sözlükteki sıradan kelimeler şiirde estetik kıymetler taşır. Şairlerin diliyle kalbi arasında duygu süzgeci vardır. Kalpten gelen her türlü duygu ve düşünce dile ulaşmaz. Bu iki uzuv arasındaki manevî süzgeç, kaba lâfların dışarıya çıkmasını engeller. Dile ulaşanlar şiirsel bir özellik taşırlar. Böylelikle de herkes tarafından sevilerek okunurlar. Bilindiği gibi iki çeşit şiir vardır. Bunlar serbest şiir ve kafiyeli şiirdir. Gerçi geçmişte revaçta olan aruz ölçüsünü de katarsak ölçü sayısı üç olur. Fakat aruz günümüzde pek kullanılmıyor.
Şiirde ölçülerin hiçbirinin ötekine üstünlüğü yoktur. Şiiri adam eden, estetik kılan ölçü değildir. Şiir yazma kabiliyeti olanlar her iki türde de mükemmel eserler ortaya koymuşlardır. Hangimiz serbest tarzda yazan Orhan Veli Kanık’ın şiirlerine kötü diyebiliriz? Veya hangi birimiz Beş Hececiler’in yazmış olduğu kafiyeli şiirleri kötü olarak nitelendirebiliriz? Kanaatim şudur ki kafiye ve ölçü şiirin kıymetini ne artırır, ne de azaltır. Şiirin güzelliği kafiye ve ölçüde gizli değildir. Şiirin güzelliği şâirin ruhunda gizlidir.
Kafiye ve ölçü konusunda ısrarcı olmak anlamsızdır. Bir şâir ya kafiyeli ve ölçülü ya da kafiyesiz ve serbest yazacak diye bağlayıcı bir şart yoktur. Şiir ruhumuzun imbiklerinden çıkarken nasıl bir şekil alırsa dışarıya da öylece yansır. Bir şâir bazen ölçülü, bazen de serbest yazabilir. Bu, şairin şiir hamurunu yoğurduğu andaki ruhî ahvaline ve mevcut hâline bağlı bir durumdur. Ölçülü ve serbest şiirin de güzeli ve çirkini vardır. Güzelliği ölçü sağlayamaz bir başına. Şiirin içinde onu diğer sözlerden farklı kılan tarifi imkânsız bir başkalık vardır.
Şiir ölçü ile ne değer kazanır, ne de ölçüsüz olunca değerinden bir şey kaybeder. Bence şiirde önemli olan üslûptur. Şâir kendince özgün bir üslûp kullanabilmişse şiirin güzelliği de onun ardından koşagelir. Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şâirlerin büyüklüğü üslûplarının biricikliğinde gizlidir. Bu isimler değerlendirilirken ölçü ve kafiyeye riayet edip etmediklerine bakılmamıştır. Öncelikle onların sözlere yükledikleri özgün anlamlar ve söyleyiş tarzları dikkate alınmıştır. Doğrusu da budur zaten. Herkes iyi veya kötü yemek yapar. Fakat ‘aşçı’ sıfatını taşıyanlar başkalarından farklı ve bir anlamda profesyonel yemek yapar. Onların yemeğin tuzunu koymayı unutma, suyunu fazla koyma gibi hata yapma lüksleri yoktur. Şairler de böyledir. Sözlerimi Fransız şair Paul Verlaine’nin kafiyeden şikâyet ettiği bir şiirinden aldığım dörtlüklerle bitirmek istiyorum:
“Tut belâgatı boğazından, sustur,
El değmişken bir zahmete daha gir:
Kafiyenin ağzına da bir gem vur,
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?
Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi? ”
HAYIRSEVER BİR SİMA: HACI OSMAN ÖZTÜRK’ÜN ARDINDAN
M.NİHAT MALKOÇ
Halkımız, dünyadaki ömrün kısalığını ifade etmek için “Üç günlük dünya…” ifadesini kullanır. Gerçekten de öyle değil midir? Dünyadaki yaşam süresi ebedî hayata göre ‘üç gün’ gibi kısa bir zaman diliminden ibaret değil midir? Türkiye’de ortalama ömür erkeklerde 65, kadınlarda 70 olarak hesap ediliyor. Bunu güne çevirdiğimizde erkeklerde 23725, kadınlarda 25550 güne tekabül ediyor. Hafta olarak da erkeklerde 3380, kadınlarda 3640 haftaya karşılık geliyor. Aya çevirdiğimizde erkekler ortalama 780, kadınlar ise 840 ay yaşıyor. Bu ortalama ömrü saate, dakikaya, hatta saniyeye bile çevirebilirsiniz. Demek ki önümüzde bir ömür harmanı var. Bu harman her gün eksiliyor; eksilenin yerine yenisi gelmiyor. Yani hep tüketiyoruz takvim yapraklarını. Her gün biraz daha yaklaşıyoruz sonsuzluğa, hesap vermeye.
Gün geçmiyor ki bir yakınımızı, bir tanıdığımızı kaybetmeyelim. Vakti dolan ebedî yolculuğa çıkıyor. Bu sessiz yolculuk bize Yahya Kemal Beyatlı’nın şu dizelerini hatırlatıyor: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, / Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. / Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; / Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. / Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden. / Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden”
Büyük şair Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi” şiirinde tarif ettiği bu ‘sessiz yolculuk’ dünyanın ölümü anlamına gelen kıyamete kadar fasılasız olarak devam edecektir.
Geçenlerde ablamın kayınpederinin cenazesine gittim. Gün boyu ölüm atmosferini teneffüs ettim orada. Musallada kendimi gördüm bir an. ‘Ya teneşirdeki ölü ben olsaydım…’ diye düşündüm. Geçen ömrümün hesabını rahatça verebilir miydim? “İbret için ölüm yeter” diyor Resulullah Efendimiz… Bizler musalladakine değil, kendimize ağlayalım. Çünkü bizler de bu yolun yolcusuyuz. Yolun neresinde olduğumuzu sadece yüce Rabbimiz bilir.
Güneşli Köyü’nden Hacı Osman Öztürk’ü de kaybettik. O da Hakk’a yürüdü. ‘Kimdir Hacı Osman Öztürk; hakkında yazı yazılmaya değer ne iş yapmıştır? ’ diye merak edeniniz olabilir. Söyleyeyim dostlar… Edebî âleme uğurladığımız Hacı Osman Öztürk, yıkılmaya yüz tutmuş bir camiyi büyük bir cesaret ve hayırseverlik örneği göstererek yıkıp yeniden yapmıştır. Bugüne kadar onlarca kişinin düşündüğünü, o gerçekleştirmiştir.
Benim de köyüm olan Güneşli’nin eski bir camii vardı. Yüzyılların eseriydi bu eski ve yorgun cami… Her bayramda caminin yıkılıp yenisinin yapılması planlanırdı. Herkes bu konuda görüş sarf ederdi. Fakat sözler hep ortada kalırdı. Tabir caizse havanda su dövülürdü. Bu konuşmalar, planlamalar ve tartışmalar yıllarca öylece devam etti; netice bir çözüm bulunamadı. Ta ki hayırsever Hacı Osman Öztürk işe el atıncaya kadar… O, işin içine girdi ve büyük bir hayırseverlik örneği göstererek caminin yıkımına ve yerine yenisinin yapılmasına karar verdi. Yani caminin yapımını üstlendi. Caminin yapımının organizasyonunu üzerine aldı. Cami kısa sürede yıkıldı. Osman Amca hayırsever insanların ayağına giderek onlardan cami için belli miktarda para topladı. Fakat caminin masraflarının çoğunu kendisi karşıladı. Yıllarca tartışması süren ve adeta yılan hikâyesine dönen cami yapımı Hacı Osman Öztürk’ün işe el atmasıyla kısa sürede gerçekleşti. Bilenler bilir, çok güzel olan bu cami Güneşli’de köylülere şimdi hizmet veriyor. Caminin iki minaresinden biri henüz yapılabilmiş değil. O da bir hayırseverin yardımını, himmetini bekliyor. Böyle bir hayır hikâyesi Güneşli Camii inşası.
Güneşli Camii’nin yapılmasında çok büyük bir hayırseverlik ve gayret örneği gösteren Hacı Osman Öztürk de her fani gibi hayata veda etti. İzmit’te yaşayan Öztürk, 21 Haziran 2009 Pazar günü İzmit’te toprağa verildi. O öldü ama onun dünyadaki en büyük eseri olan Güneşli Camii, Müslümanlara hizmet etmeye devam ediyor, kıyamete kadar da edecek. O eser yaşadıkça onun banisi olan merhum Hacı Osman Öztürk’ün amel defteri de açık kalacak. Çünkü O, hayırlı bir hizmet kapısının açılmasına vesile olmuştur. Allah’ın dünyadaki evi olarak sayılan bir camiyi Müslümanların ibadeti için inşa ettirmiştir. O; yaptığı bu büyük eserden dolayı, Allah’ın izniyle, manevî lütuflara mazhar olacaktır. Allah rahmet eylesin.
NURİYE AKMAN’IN MİHMANDARI OLMAK…
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon, yazarların uğrak yeri oldu kitap şenliğinde. Bir yazar gitti, öbürü geldi… Bizler de yazarlara mihmandarlık ettik bir hafta boyunca… Kimin hangi yazarın mihmandarı olacağını kıymetli arkadaşım Vali Danışmanı Hasan Dilekoğlu belirliyordu. Bana da Nuriye Akman’ın mihmandarlığı görevini vermişti Dilekoğlu… Bunu duyunca çok sevindim, biraz da heyecanlandım. Çünkü Nuriye Akman’ın zor bir kadın olduğunu, kolay memnun edilemeyeceğini biliyordum. Nuriye Akman daha gelmeden evvel ilk işaret gelmişti bile.
Kuzey TV’de Nuriye Akman’la program yapılması planlanmıştı. Fakat durum Akman’a bildirilince yorgunluğunu mazeret olarak ileri sürerek programa çıkmayı nazikçe reddetti. Bir sorun da Akman’ın biletinde çıkmıştı. Nuriye Akman aslında dul bir kadın… Yani eşinden boşanmış yıllar önce. “Akman” onun eşinin soyadı... Fakat o soyadla meşhur olduğu için resmiyette olmasa da o soyadı kullanıyor. Fakat gerçek soyadı Ural… Onun için uçak biletinde ufak bir sorun çıktı. Daha sonra devreye girilince bu küçük sorun da aşıldı.
Nuriye Akman röportaj alanındaki çalışmalarıyla ün yapmış bir gazeteci yazarımız… Röportajları sıra dışı, usta işi… Röportajlarında hatır gönül dinlemeden cesurca kelle kopartıcı sorular sorabilen bir gazeteci… Bu yüzden bazı röportajları yarıda kalmış, hatta huzurdan kovulmuş bile… Bunlar arasında Şevket Kazan’la yaptığı röportajı sayabiliriz. Onun, nur cemaati lideri Fethullah Gülen’le yaptığı uzun seri röportaj da çok ses getirmiştir.
Nuriye Akman ailece yazar bir ailenin ferdidir. Babası, kendini dünya gezegeninde bir yolcu kabul eden Kemal Ural ve kardeşi Şule Yayınları’nın sahibi A.Ali Ural sevilen usta yazarlardır. Nuriye Akman böyle bir aile içinde yetiştiği için doğal olarak yazarlığı seçmiştir.
Nuriye Akman’la evvela İkram Sofrası’nda kahvaltıda buluştuk. Sohbeti kahvaltıda başlattık sizin anlayacağınız… Kahvaltıdan sonra Affan Kitapçıoğlu Lisesi’ne doğru yola çıktık. Okulun toplantı salonunda öğrencilerle güzel bir söyleşi gerçekleşti. Öğrencilerin önünde Nuriye Akman’ın “Örtü”, “Nefes” romanları vardı. Akman, çok rahat konuşan ve dinleyiciyi sıkmayan bir yazar… Türkçeyi çok güzel kullanıyor. Cümleleri açık ve duru… Karşısındakileri etkileyebilen bir konuşma tarzı var Akman’ın... Kendisi soru sorma sanatı konusunda uzman olduğu için öğrencilerin sorularını beğenmeyince, soruları düzeltti, doğru ve yerinde soru sorma sanatı hakkında ipuçları verdi. Bu konuda öğrencileri aydınlattı. Söyleşinin sonunda öğrencilerle hatıra fotoğrafları çektirdi, kitaplarını imzaladı.
Affan Kitapçıoğlu Lisesi’nden ayrıldıktan sonra Nuriye Akman’ı Trabzonlu araştırmacı-yazar Necmeddin Şahinler’in konfeksiyon mağazasına götürdüm. Daha evvel tanışıyorlar birbiriyle... Şahinler ona çeşit çeşit birbirinden güzel yöresel hediyeler takdim etti. Zamanımız kısıtlı olduğu için Şahinler’in bütün ısrarlarına rağmen orada çay bile içemedik.
Daha sonra Nuriye Akman’la Akçaabat’a hareket ettik. Yol boyunca geçtiğimiz yerleri kendisine tanıttım. Trabzon’a ve yöre kültürüne dair bana sorduğu sorulara cevap vermeye çalıştım. Öğle yemeğimizi Akçaabat’ta Körfez Köfte Salonu’nda yedik. Biz oraya vardıktan sonra Nazan Bekiroğlu ve Beşir Ayvazoğlu geldi. Aynı masada yedik yemeğimizi. Nazan Bekiroğlu’yla Nuriye Akman sıkı dostlar… Bekiroğlu, İstanbul’da Akman’a misafir olmuştu. Onlar yemek boyunca baş başa konuşup hasret giderdiler. Ben de Beşir Ayvazoğlu’yla kültür, sanat ve edebiyata dair sohbet ettim. Türk Edebiyatı Dergisi’ni konuştuk kendisiyle.
Öğle yemeğinden sonra Nuriye Akman’ı alıp Boztepe’ye götürdüm. Boztepe’den Trabzon’u temaşa ettik. Semaverde çay içmeyi düşünüyorduk ama hava rüzgârlı olduğu için çay içemedik. Oradan ayrılıp Trabzon’daki okullarımızdan Yunus Emre Lisesi’ne götürdüm onu. Akman orada da söyleşti öğrencilerle. Programın başında Akman’ın hayatı sunum halinde öğrencilere gösterildi. Akman’ın kitapları öğrencilere dağıtılmıştı daha önceden... Hoş bir sohbet oldu. Öğrenciler sorular sordu. Kitaplar imzalandı, fotoğraflar çekildi. Akşam yemeğini Forum Nihat Usta’da yedikten sonra Nuriye Akman’ı İstanbul’a uğurladık.
DURSUN GÜRLEK’LE TRABZON’DA SOLUKLANMAK…
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon Valiliği tarafından düzenlenen Kitaplı Hayaller Vadisi-Trabzon 1. Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’nde birçok yazarla birebir konuşma fırsatım oldu. Bunlardan birisi de Dursun Gürlek’ti. Dursun Gürlek’le sabah kahvaltısını İkram Sofrası’nda beraber yaptık. Yemek boyunca kültür, sanat, edebiyat üzerine derin sohbetlere daldık.
Dursun Gürlek de benim gibi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni… İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiş… Önceleri Yeni İstanbul, Tercüman, Hürriyet, Günaydın gazetelerinde çalışmış. Değişik okullarda Türkçe ve Edebiyat Öğretmenlikleri yapmış. Meşale, İnanç, Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Kültür Dünyası gibi dergilerde yazıları yayınlanmıştır. Bir ara Tarih ve Düşünce dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yapmıştır.
Araştırmacı-Yazar, kültür adamı Dursun Gürlek şeker gibi bir insan…. “Ağzından bal damlıyor” diye tavsif ettiğimiz insanlardan biri… Her konuda çok dolu bir kişi; fakat dolu olduğu kadar da mütevazı… Onun yüzünde Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hoca Ahmet Yesevî’nin nurunu gördüğümü söylersem abartmış olmam sanırım. Hani derler ya, yazar dediğin biraz gururlu ve kaprisli olur. Ben bazı yazarlarda gördüğüm bu özellikleri Dursun Gürlek Ağabey’de hiç görmedim. Onun içindir ki benim gözümde daha çok büyüdü.
Dursun Gürlek Ağabey son dönemin parmakla gösterilebilecek kültür tarihçilerinden biridir. Otuz yıldan beri bu alanda kalem oynatıyor, dili döndükçe bizim değerlerimizi bize ve Türklerle ilgilenen ecnebilere tanıtıyor. Bazen de kültür turlarında kafilelere rehberlik ediyor.
O, gençlik yıllarında Tahsin Banguoğlu, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi, Ömer Faruk Akün, Necmettin Hacıeminoğlu gibi üstatların rahle-i tedrisatından geçti; onların sohbetlerine iştirak etti. Üstad Cemil Meriç’e altı ay boyunca gönüllü olarak kitap okudu.
Dursun Gürlek, zamanın kıymetini bilenlerden ve onun içini hakkıyla dolduranlardan birisidir. Birçok hizmeti bir arada yürütüyor. Bu kadar işe nasıl yetiştiğini anlamakta zorlanıyor insan… Onun Mehtap TV’de yayınlanan “Zamanın İzinde” adlı kültür programı seyredilmeye değer… Bu programları özellikle gençlerimizin seyretmesini öneriyorum. Bu programları seyredenler nasıl ihtişamlı bir tarihî ve kültürel geçmişe sahip olduğumuzu görerek gururlanacaklardır. Zira bu programlar tarihî mirasımızı gün ışığına çıkarmaktadır.
Dursun Gürlek de benim gibi bir kitap kurdu, neyi varsa kitaba yatırmış. Çok zengin bir kütüphanesi olduğunu bilmeyen yoktur. O en büyük yatırımını kitaplara yapmıştır. Çok iyi bir okur olduğunu sanırım söylemeye gerek yoktur. Okuyup doluyor, yazıp boşalıyor O…
Dursun Gürlek’le öğle yemeğini Akçaabat’ta Körfez Köfte Salonu’nda, akşam yemeğini ise Forum Nihat Usta’da yedik. Trabzon’u çok beğendiğini, burada yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu söyledi bana. Aynı zamanda Trabzon mutfağına hayran kaldığını belirtti. Maçka’yı, Hamsiköy’ü, Sümela Manastırı’nı gezdi. Trabzon’un doğasına hayran kaldı.
Gürlek’in Osmanlıcası çok iyi… Kubbealtı Kursları’nda Osmanlıca dersleri veriyor. Kadim dilimizi gençlere sevdirerek öğretiyor. Onu en çok rahatsız eden şey kültürümüze yeterince sahip çıkmamak, ondan bîhaber yaşamak ve ecnebi değerleri baş tacı etmek…
Kültür araştırmacısı Dursun Gürlek gibi bir deryanın Trabzon’da yaşamasını ne kadar da çok isterdim. İstanbullular böyle bir irfan abidesine sahip oldukları için kendilerini bahtiyar görmelidir. Onun her gün İstanbul’un bir semtinde bir kültür etkinliğinde aktif olarak görev aldığını basından ve internetten duyuyorum. Dedim ya, onda o bilindik yazarlık kompleksleri hiç yok… Nereye çağrılırsa oraya gidiyor. Trabzon’a çağrıldı, hemen geldi. O, kendine değil; milletine çalışıyor. Onun makam, mevki, unvan, adını duyurma gibi bir derdi yok. Zenginliğe hevesi olmadığı için de paranın peşinde koşmuyor. O hırsla değil, kanaatle besleniyor.
Dursun Gürlek’i çok sevdim ve sohbetinden büyük keyif aldım. Ülkemizde onun gibi yüz tane şahsiyetimiz olsa bizi hiç kimse tutamaz. İyi ki tanımışım bu tevazu abidesini… Rabbim böyle güzel insanların sayısını artırsın. Kendisine bereketli bir ömür diliyorum.
GAZETECİ ÖMER GÜNER’İN ARDINDAN
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüm hayata dâhildir aslında; hayatın bir parçasıdır bir başka açıdan bakarsak… Ayrılık yönüyle dikkate alındığında ölüm bir anlamda hayattan mezun olmaktır; fakat asla ve asla bir son değildir. Büyük şair Yahya Kemal ne güzel ifade etmiş bazılarına ürkütücü gelen bu gerçeği: “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde/Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter./Ve serin serviler altında kalan kabrinde/Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter”
Hayatla ölüm birbirine zıt kavramlar olarak görülse de aslında biri diğerinin sonucudur. Zahirde biri ışıltılı, öbürü karanlık görülse de birbirinden ayrılmaz hayatla ölüm… Onun soğukluğuyla irkiliriz çoğu zaman… Bir türlü kabullenemeyiz yakınlarımızın sonsuzluğa göç edişini. Lakin ölüm de hayat kadar bize yakındır ve bir o kadar da gerçektir. Son istasyondur o kısa hayat yolculuğumuzda... Bu yolculuğun gidiş bileti olsa da dönüş bileti yoktur biline! ... Bizler imanlı insanlarız. Biliriz ki “O’ndan geldik; O’na döneceğiz”
Dostların hayattan göç edişi bizi ölüm üzerine düşünmeye sevk ediyor. Gazeteci-Yazar Ömer Güner’in ölümü de beni ölüm üzerine düşünmeye yöneltti. Trabzon bir büyük değerini daha kaybetti. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Eski Başkanlarından Gazeteci-Yazar Ömer Güner aramızdan ayrıldı. Ona dostları “Ömer Emice” diye hitap ederdi çoğu zaman… O; hoşgörülüydü, insan sevgisiyle yüreği pır pır eden bir insandı. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti’nin kurucularındandı O… Bu cemiyetin Onursal Başkanı’ydı kendisi... Son nefesine kadar gazeteci kimliğini ve heyecanını yaşadı ve yaşattı sevgili Ömer Güner.... İlerleyen yaşına rağmen gücünü ve meslek heyecanını hiçbir zaman kaybetmedi. Hasta olmasına rağmen, eskisi kadar uzun yazamasa da, Karadeniz Gazetesindeki yazılarına devam etti.
11 Haziran 2009 Perşembe günü vefat etti Trabzonlu kıdemli gazeteci Ömer Güner… O, Trabzon’un son yarım yüzyılını kalemiyle aktardı okurlarına. Cumhuriyet Gazetesinin Trabzon Temsilciliğini yaptı uzun yıllar… Karadeniz Gazetesinde “Arada Bir” adlı köşesinde Trabzonlulara seslendi. Trabzon’un son yarım asrını onun objektif kaleminden okuduk.
Dolu dolu yaşadı O… Trabzon’un Araklı ilçesinde 1927 yılında doğan Ömer Güner, 13 yıl Toprak İskân Müdürlüğü görevinde bulundu. Gazeteciliğe 1961 yılında Trabzon’da yayımlanan Ses Gazetesi’nde başlayan Güner, 1967–1982 yılları arasında Milliyet Gazetesi büro şefi olarak görev yaptı. Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi Trabzon muhabirliği görevini de sürdüren Güner, Son Haber, İleri ve Türksesi gazetelerinde Yazı İşleri Müdürlüğü görevlerinde bulundu. TSYD Trabzon temsilciliği de yapan Güner, Karadeniz Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyordu. Güner, kurucuları arasında yer aldığı Trabzon Gazeteciler Cemiyetinde, 1992–1996 yılları arasında başkanlık görevini yürüttü. Cemiyetin Onursal Başkanı olan Güner’in, ‘Gök Renginde Trabzon’ ile ‘Düşler ve Düşünceler’ adlı kitapları bulunuyor. Bu kitaplar Trabzon’un kültürüne, sanatına, edebiyatına ve yaşamına ışık tutuyor.
Ömer Güner 1976’dan beri emekli hayatı yaşıyordu. Fakat o hiçbir zaman toplumdan kopmamıştı. Hayatla barışık bir insandı. Yapılan etkinliklere sürekli katılıyordu. Uzun yıllardan beri ‘Parkinson’ hastalığıyla mücadele etse de; yine de diri görünmeye çalışıyordu.
Gazeteci-Yazar Ömer Güner kelimenin tam anlamıyla bir Trabzonspor sevdalısıydı. Onun Trabzonspor sevgisi dillere destandır. O, ölümünden birkaç saat önce bile Trabzonspor’un son durumunu, teknik direktörün belirlenip belirlenmediğini sormuştur. Bu ifadeler onun Trabzonspor sevgisinin derecesini göstermesi bakımından önemlidir.
Ömer Güner’in Trabzon sevgisi başka hiçbir şeyle ölçülemezdi. O, Trabzon’un her caddesini, sokağını evi gibi kabul ediyordu. Trabzon’dan ayrılmayı düşünmedi hiçbir zaman.
Gazeteci-Yazar Ömer Güner için Trabzon Gazeteciler Cemiyeti önünde bir tören düzenlendi. Ardından İskenderpaşa Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Sülüklü Mezarlığı’nda toprağa verildi. Böylece Trabzon’un geçmişinde çok mühim bir yere sahip olan bir çınar daha devrildi. Ömer Güner’e Allah’tan rahmet, sevenlerine başsağlığı diliyoruz.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta