Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1599

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.07.2007 - 02:37

    YUNUS EMRE’DE HOCA(ÖĞRETMEN) SEVGİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Dünyanın en zor ve en zevkli mesleği öğretmenliktir. Zordur, çünkü yüzlerce insanla hemhâl olmak gerekir. Zevklidir, çünkü hepsi birbirinden farklı dünyalarla içiçe yaşama imkânı hasıl olur. Öğretmenin asıl görevi, elinin altındakilere ansiklopedik bilgiler vermek değildir. Onlara herşeyden evvel sevgiyi, doğruluğu güveni, çalışmayı ve hoşgörüyü öğretmeliyiz. Zamanımızda kitle iletişim araçları olabildiğince yaygınlaşmıştır. Günümüzde bilgiye ulaşmak çok kolay… Böyle bir ortamda öğretmene daha farklı görevler düşüyor. İyi bir öğretmen, öğrencisini kabiliyetleri doğrultusunda yönlendirir; ona rehberlik yapar. Okullarda hazır bilgi vermek yerine, bilgiye ulaşmanın yolları öğretilmelidir.

    Öğrencilerin manevî dünyaları, maddî dünyalarından önemlidir. Eğitimde muteber olan, bilgili insandan çok, düşünen insan yetiştirmektir. Soran ve sorgulayan bir nesil yetiştirmek zorundayız. Kuru bilgileri ezberlemek ve ezberletmek artık marifet olarak görülmemektedir. Üreten ve yorumlayan insanlar, bu çağın hakimi olacaklardır.

    Kişi öncelikle öğrenmeli, ardından öğrendiklerini geniş kitlelere aktarmalıdır. Nitekim Peygamberimize göre: “Sadakanın en efdali, müslim kişinin ilim öğrenip, müslüman kardeşine öğretmesidir.” Bildiğini başkalarına öğretmeyenler, kitapları sırtında taşıyan eşek gibidir. Çünkü o bilgilerin ne kendine, ne de başkalarına hayrı yoktur. Bilginin sadakası onu başkalarına öğretmektir. İlimde kıskançlığa ve tamahkârlığa yer yoktur. Öğrettiklerimiz hak ve hakikat olmalıdır. İnsanların hidayetine vesile olmaktan daha büyük bir bahtiyarlık düşünülemez. Şu hadisler ilim öğretmenin önemine işaret etmektedir: “Öldükten sonra kişiye amelinden ve hasenatından ulaşan şey, öğretip neşrettiği ilimle, geride bıraktığı salih evlâttır… Allah, melekler, arz ve semada bulunan herşey yuvasındaki karıncaya, denizdeki balığa varıncaya kadar (bütün canlılar) halka hayır öğreten muallime dua ederler.”

    Bilindiği gibi Yunus Emre’nin manevî feyizlerle dolup taşmasında hocası Tapduk Emre’nin rolü çok büyüktür. Yunus, Tapduk Emre’nin müridi olmuştur ömrü boyunca… Gerçek kişiliğini bu veli şahsın manevî tasarrufu altına girdikten sonra bulmuştur. Yunus, Tapduk Emre’nin şahsında bütün hocalara büyük bir sevgiyle ve aşkla bağlanmıştır.Fakat o, hocayı geniş mânâlarda ele almaktadır. Ona göre hoca, Allah’ın âlim sıfatıdır; bilgileri bünyesinde toplar ve yayar. Bunu onun şu beyitlerinden de anlıyoruz:

    “Resul agdı Miraç’a nazar eyledi Hace
    Görün görün kim niçe vasfını dervişerin
    Başuma dikeler hece ne irte bilen ne gice
    Âlemler ümidi Hace sana ferman olam bir gün”

    Yunus’a göre Peygamberimiz de bir hocadır. Çünkü İslâm dininin emir ve yasaklarını Cebrail vasıtasıyla Allah’tan alarak ümmetine öğretmiştir. Bunu şu beyitte ifade etmektedir:

    “Muhammed’e bir gice Çalap’dan indi Burak
    Cebrail eydür Hacem Miraç’a kıgurdı Hak”

    Yine o, hocayı Mürşid-i Kâmil olarak da vasıflandırmaktadır. Hatta bu mânâda kullandığı beyitlerin sayısı diğerlerine göre daha fazladır:
    “Hocanın talibi çokdur hiç bundan kemteri yokdur
    Şunun kim mürşidi Hak’dur uymaz nasun allerine”

    “Dilerem fazlundan ayurmayasun
    Hocam senden özge sevmezem ayruk”

    Yunus Emre, hakikatleri eğip bükmeden söyleyen bir gönül adamıydı. Yaşadığı müddetçe sevginin gönüllü bayraktarlığını yapmıştır. O, son olarak hocalara şu tavsiyede bulunmaktadır. Bu tavsiye onun gerçek kimliğini de, niyetini de bize açıkça göstermektedir:

    “Yunus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
    Hepsinden iyice bir gönüle girmekdür.”

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.07.2007 - 02:35

    RÖPORTAJ: M.NİHAT MALKOÇ

    HAZIRLAYAN: MUSTAFA CEYLAN

    ŞAİR M.NİHAT MALKOÇ’LA ŞİİRSEL YOLCULUK…

    Mustafa CEYLAN: Gazeteci, Şair ve Yazar M.Nihat Malkoç’u bize anlatır mısınız? Kimdir, şiire ne zaman başlamıştır? Şiire ilgi nasıl başlamıştır? Genç şairlerin dergilerde ürünleri yayınlanması için ne gibi yollar izlemeleri gerekir? Siz şiirinizi ilk olarak hangi tarihte, hangi dergide yayınladınız? O anki duygularınız nelerdi?

    M.Nihat MALKOÇ: Trabzon’un dağ köylerinden biri olan Gündoğan’da doğdum. Buranın Trabzon’a uzaklığı 60 km civarındaydı. Köyde geçti çocukluğumuz ve ilk gençlik yıllarımız… Rahmetli babam ben doğduğum yıl Almanya’ya gitmişti. Ekmek parası için Trabzon’un bir dağ köyünden kalkıp Almanya’ya gitmek kolay olmasa gerek… Ben ailemin en küçük çocuğuyum… Bizim buralarda en küçük çocuğa, özellikle erkek çocuğa bir başka değer verirler. Ben de bu konumdaydım… Fakat köy yerinde çocukla ilgilenecek zaman bulmak pek mümkün değildir. Anneler sabah erkenden evden çıkarlar akşam karanlığında eve dönerler. Arazilerimiz dağlık ve engebeli olduğu için traktör kullanma imkânı yoktur. Her şey insan gücüyle gerçekleştirilir.

    İlköğretimin birinci kademesini komşu köy olan Güneşli’de okudum. İkinci kademeyi(o zaman ortaokul derdik) Köprübaşı ilçesinde okudum. Köyümüzün yolu yoktu. Patika yollardan ve fındık bahçelerinden giderdik. Okulla köy arası yedi kilometreydi. Yani yedi gidiş, yedi geliş; toplam 14 km… Üçü ortaokul, üçü lise olmak üzere altı yıl boyunca her gün 14 kilometrelik yolu katettim.

    Okulda derslerimizin çoğu boş geçerdi. Branş öğretmeni sayısı üçü beşi geçmezdi. Bu durum biz öğrencileri umutsuzluğa iterdi. Fazla bir şey öğrenemezdik okulda… Fakat Türkçe ve Edebiyat derslerine bir başka ilgi duyardım. Okulumuzda eğitim gün boyu sürerdi. Öğleleri annemden aldığım harçlıkları yemez, kitap alırdım. Kitap sahibi olmak bana tarifsiz bir haz verirdi. Yemek için harcadığım parayı ziyan kabul ederdim. Özellikle Hazreti Ali Cenklerine ilgi duyardım. Bir gün Karacaoğlan’la ilgili bir şiir kitabı satın aldım. Eve giderken yemyeşil fındık bahçesine uzanıp bu koşmaları bir solukta okudum… Hatta ezberledim bir kısmını… İçimde bir kıpırdanma ve duygu seli hissettim… Bundan sonra artık fındık bahçelerinde oturup tabiatı temaşa ediyordum. Bu, zamanla yazmaya kadar vardı. O günlerde babaannem vefat etti… Bu hadisenin tesirinde kalarak ilk şiirimi yazdım. Bu, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şeydi benim için…

    Lisede ve üniversitede çok başarılı bir öğrenci değildim. Fakat üniversiteyi ilk yılımda, hiçbir dershaneye gitmeden kazandım… İki hedefim vardı: Birincisi hukukçu olmak, ikincisi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni… Nasip ikincisineymiş… 1988 yılında girdiğim KTÜ/Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü 1992 yılında bitirdim.

    Eskiden Kültür ve Turizm Bakanlığı “Gençliğin Sesi” adlı bir dergi çıkarıyordu. İlk şiirim 1990 yılında bu dergide yayınlandı. Şiirin adı “Gece Yarısı” idi. Çok kaliteli, kuşe kâğıda basılan bir dergiydi. O zaman eseri(şiir, yazı) yayınlananlara telif ücreti ödüyorlardı. Bana da o zamanın parasıyla iyi bir telif ücreti ödemişlerdi. Dünyalar benim olmuştu. Hem ilk şiirim yayınlanmıştı, hem de bir miktar para kazanmıştım bu işten… Şöyle başlıyordu yayınlanan ilk şiirim:

    “Bir ân sükûnet etrâfı kaplar
    Sevdalıların yüreği hoplar
    Aklını hayallerinde toplar
    Alır bir keder gece yarısı”

    Ta o zaman başlamıştı heceye olan meylim ve aşinalığım… Bugünkü gençler bu konularda çok şanslı… Çünkü pek çok yayın vasıtası var onlar için… Bizim için o derece imkânlar yoktu… Bugün kitle iletişim araçları çok yaygınlaştı… Hele hele internet çıktıktan sonra sınırlar coğrafya kitaplarının tozlu sayfalarında kaldı… Artık her şey mause(fare) ve klavyenin sihirli tuşlarında… Bugün hem gençlere, hem de usta şairlere seslenen edebî dergiler var… Hatta pek çok okul, dergi çıkarıyor… Bu dergilerin sayfaları genç kalemlere açık… Hemen hemen her derginin elektronik posta adresleri var. Oturduğun yerden yazını/şiirini gönderebilirsin… Bilgisayarın yoksa bu da dert değil… Her taraf internet-cafe dolu…

    Mustafa CEYLAN: Sizce şiir nedir ve ne değildir? İyi şiir nasıl olmalıdır?

    M.Nihat MALKOÇ: Şiir, başkalarının düşünüp de kelimelere dökemediği duygu, düşünce ve hayalleri estetik kaygılar gözeterek yansıtmaktır. Bunu gerçekleştirmek her kişinin yapabileceği bir iş değildir. Yani her insan şiir yazamaz. Belki manzume tarzında bir şeyler karalar ama bunlar hiçbir zaman şiir kabul edilmez. Şairlik Allah vergisidir bir yerde… Çalışmayla, zorlamayla ve inatla şair olunmaz. “Vermezse mabut neylesin Mahmut” misali, kendisinde şairlik ruhu olmayan insanlar, karalamalarında daima tekrara düşerler. “Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur” sözü gereğince bir tekrar faslı devam eder gider. Bu da şiirin ruhuyla bağdaşmaz.

    Şiir imkânsızı yakalama olayıdır. Tarifi imkânsız duygular şairin belleğinden süzülerek şiir olur. Şairlerin diliyle kalbi arasında duygu süzgeci vardır. Kalpten gelen her türlü duygu ve düşünce dile ulaşmaz. Bu iki uzuv arasındaki manevî süzgeç, kaba lâfların dışarıya çıkmasını engeller. Dile ulaşanlar şiirsel bir özellik taşırlar. Böylelikle de herkes tarafından sevilerek okunurlar. Bilindiği gibi iki çeşit şiir vardır. Bunlar serbest şiir ve kafiyeli şiirdir. Hiçbirinin ötekine üstünlüğü yoktur. Şiir yazma kabiliyeti olanlar her iki türde de mükemmel eserler ortaya koymuşlardır. Hangimiz serbest tarzda yazan Orhan Veli Kanık’ın şiirlerine kötü diyebiliriz? Veya hangi birimiz Beş Hececiler’in yazmış olduğu kafiyeli şiirleri kötü olarak nitelendirebiliriz? Kanaatim şudur ki kafiye ve ölçü şiirin kıymetini ne artırır, ne de azaltır. Şiirin güzelliği kafiye ve ölçüde gizli değildir. Şiirin güzelliği şairin ruhunda gizlidir.

    Mustafa CEYLAN: Şiirimizin dünü, bugünü ve geleceği hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

    M.Nihat MALKOÇ: Bu konu o kadar geniş ki nereden başlayacağımı bilemiyorum…Bu mevzuda bana bir kitap yaz deseniz yazabilirim! .. Şiir insanlıkla yaşıt… Çünkü hisler ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in yaradılışıyla var olmuştur. Şiirimizin dünü muhteşem… Adeta bir derya… 624 yıllık Osmanlı medeniyeti çok zengin bir şiir mirası bırakmış bizlere… Hatta bu konuda çok daha gerilere gidebiliriz. Göktürkler ve Uygurlar’dan bize kalan koşuk, sağu ve destanlar bu alanda ne kadar zengin bir şiir mirasına sahip olduğumuzu gösterir.

    Osmanlı Devleti döneminde şairler padişahlar tarafından korunarak ödüllendirilmişlerdir. Zaten Osmanlı her yönüyle şiir gibi bir devletti. Padişahlar bile şiir alanında kalem oynatmışlardır… Şairler Osmanlı sarayının şeref misafiri olmuşlardır. Divan şiiri bugüne kadar aşılamamıştır; bugünden sonra da aşılamaz. Çünkü bu dönem şiiri sanat açısından mükemmellik arz etmektedir. Divan şiiri son büyük Divan şairi Şeyh Galip’le son bulmuştur… Ondan sonra Tanzimat, Servet-i Fünûn, Fecr-i Âti, Millî Edebiyat, Beş Hececiler, Garipçiler, İkinci Yeni… vs. gelmiştir… Onlar da kendilerince bir şeyler yapmışlardır. Fakat bu dönem şiirinde çok başlılık ve başına buyrukluk hâkimdir. Bu da mükemmelliğe varan yolları tıkamıştır. Kısır tartışmalar ve saplantılar alıp başını gitmiştir… Bu konu çok uzun olduğu için bu kadarla yetineceğim.

    Gelelim bugüne, iki binli yıllara… Bugün şiire büyük bir alâka duyulmaktadır. Fakat günümüz şiiri henüz organize olamamıştır. Herkes bir şeyler yazıyor ama bu yazılanların ne kadar şiir olduğu sorgulanmamaktadır. Meşhur hikâyedir: Bektaşî’ye sormuşlar: “-Hocam abdestsiz namaz olur mu? O da: “Ben kıldım oldu demiş…” Misal o misal…”Ben yaptım oldu” misali herkes kendi dünyasında… Öyle şiirler yazılıyor ki bunlardan şiiri yazan da bir mana çıkaramıyor. Güya ne kadar kapalı yazarsan o kadar güzel olurmuş. Ne masal şey! .... Açılamayan, tahlili mümkün olmayan şiirin kime ne hayrı dokunur. Bir yığın deli saçmasını üst üste yığmak şiir mi olur Allah aşkına! Şiir ne kadar anlaşılmaz olursa o kadar değeri artar yanılgısı içerisinde olanlar, bir arpa boyu yol alamayan zavallılardır......Başını kuma gömen şairler, güneşin varlığını inkâr edecek kadar ifrat ve tefrit bataklığında yüzüyor… Birileri de buna çanak tutuyor. Bu tarz şiir yazanlar zeytinyağı gibi üste çıkıyor; rağbet görüyor. Anlaşılır şiir yazanlar da sıradanlıkla itham ediliyor. Bu ne perhiz,bu ne lahana turşusu! ....

    Her şeye rağmen insanların yazması iyiye işarettir. Bundan mutluluk duymamız lâzım… Yazandan değil, yazmayandan kork… Yazan, söyleyecek sözü olan insandır… Yani bilgi ve birikim sahibidir. Fakat hak edenlerin bir yerlere gelememesi, tam tersi olarak hak etmeyenlerin ‘şiir üstadı’ diye piyasada cirit atması bu işten anlayan insanları üzüyor.

    Mustafa CEYLAN: Kafiye ve ölçü konusunda neler düşünüyorsunuz?

    M.Nihat MALKOÇ: Kafiye ve ölçü konusunda ısrarcı olmak anlamsızdır. Bir şair ya kafiyeli ve ölçülü ya da kafiyesiz ve serbest yazacak diye bağlayıcı bir şart yoktur. Şiir ruhumuzun imbiklerinden çıkarken nasıl bir şekil alırsa dışarıya da öylece yansır. Bir şair bazen ölçülü, bazen de serbest yazabilir. Bu, şairin şiir hamurunu yoğurduğu andaki ruhî aktivitesine ve hâline bağlı bir durumdur. Ölçülü ve serbest şiirin de güzeli ve çirkini vardır.

    Bence önemli olan üslûptur. Şair kendince özgün bir üslûp kullanabilmişse şiirin güzelliği de onun ardından gelir. Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şairlerin büyüklüğü üslûplarının orijinalliğinde gizlidir. Bu isimler değerlendirilirken ölçü ve kafiyeye riayet edip etmediklerine bakılmamıştır. Sözün bu noktasında ünlü Fransız şairi Paul Verlaine’nin kafiyeden şikâyet ettiği bir şiirinden iktibas yapmak istiyorum:

    “Tut belâgatı boğazından, sustur,
    El değmişken bir zahmete daha gir:
    Kafiyenin ağzına da bir gem vur,
    Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?

    Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
    Hangi sağır çocuk ya deli zenci
    Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
    Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi? ”

    Ben Paul Verlaine’nin bu ifadelerine katılmıyorum… Bu kadar kesin ve kararlı hüküm vermek şiirin önünü kesmek, boğazını sıkıp öldürmek, şiirimize ve cemiyetimize bir şey kazandırmaz. Bu hususta daha esnek olmak gerekir. Bunun sayısız faydaları vardır.

    Mustafa CEYLAN: Elektronik yayıncılık ve şiir dersek ne dersiniz?

    M.Nihat MALKOÇ: Elektronik yayıncılık çağımızın en büyük nimetlerinden biri… Bir tıklamakla milyonlarca insana ulaşmak fevkalâde bir hadise… Bugün şiirini yaz, beş dakika sonra milyonlarca insanla paylaş… Elektronik yayıncılık şiir yazma şevkini ve heyecanını da artırıyor. Bu hususta şiir siteleri de çok mühim vazifeler ifa ediyor.

    Mustafa CEYLAN: Siz yurt dışında, Türk Cumhuriyetlerinde de bulundunuz. Türk Cumhuriyetlerindeki şairler ve şiiri hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Bunların ülkemizle mukayesesini yapar mısınız?

    M.Nihat MALKOÇ: Ben üç yıl boyunca kardeş Türk Cumhuriyetlerimizden Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta öğretmenlik yaptım… Çok şair ve yazar dostlarım oldu orada… Türkmenistan’da şiir revaçta… Çok şairleri var… Eski Türk destanlarına ve şiirlerine sahip çıkıyorlar. En büyük şairleri bizim de yakından tanıyıp sevdiğimiz Mahdumkulu… Yunus Emre’yi, Ali Şîr Nevai’yi, Karacaoğlan’ı çok seviyorlar… Hatta bu şairlerin adları şehrin en işlek caddelerine verilmiş… Fakat günümüz şairlerini tanımıyorlar…

    Türkmenistan’da tek adam idaresi söz konusu olduğu için ister istemez şairlerin esas konusu idarenin başındaki şahsı övmek… Devlet tarafından himaye edilmek ve nemalandırılmak için böyle hareket etmek gerekiyor. Bu da şiire zarar veriyor… Bazı temaları işlemek yürek istiyor… Türkmenistan’da da iki tip şâir var… Bazıları Rus edebiyatından ilham alıyor; bazıları da eski Türk edebiyatından…

    Mustafa CEYLAN: Etkilendiğiniz şairler var mı? Kimler ve neden?

    M.Nihat MALKOÇ: Etkilendiğim şairler var tabiî ki… Bunların başında Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Sezai Karakoç, Abdurrahim Karakoç, Nurullah Genç vb. geliyor. Aslında daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse ben şairleri değil, güzel şiirleri seviyorum. Öyle şairler vardır ki kendileri pek meşhur olmasalar da bir veya birkaç şiirleri çok mükemmeldir. Ben onları da seviyorum. Bu isimleri sevmemin esas nedeni bizi bize anlatmalarıdır. Oldum olası bizden olmayanı sevemedim. İlhamını Moskova’dan alanları hiç ama hiç sevemedim.

    Mustafa CEYLAN: Bugün yeni bir edebî akıma ihtiyaç var mıdır? Varsa nasıl olmalı?

    M.Nihat MALKOÇ: İnsan durup dururken bir edebî mektep(akım, ekol) açayım demez. Şartlar kişiyi bu noktaya getirince ve ihtiyaç hâsıl olunca o kendiliğinden gelir. Günümüz şiirinde büyük bir parçalanma ve bölünmüşlük söz konusu… Herkes burnunun dikine gidiyor… Çoğu şair kendinden başkasını tanımıyor. Herkesi cemaat, kendini imam sanıyor. Bu bölünmüşlük sağda da, solda da var. Şahsen bir çatı altında toplanılması gerektiği kanaatindeyim ama ortalık imam dolu… Bu imam bolluğunda cemaat bulmak müşkül… İmam da cemaat de kendimiz… Böyle olunca birleşemiyorlar… Tıpkı siyasetimizdeki çok renkli, yamalı bohça misali yelpaze gibi… Abdestini tutabilen, gür ve yanık sesli bir imam bulursam cemaat olmaya talibim! ... Fakat nerde? ....

    Mustafa CEYLAN: Şiiri sevdirmenin ve toplumla kucaklaştırmanın yolları sizce neler olmalıdır?

    M.Nihat MALKOÇ: Biz Doğu toplumlarının özelliği duygusal olmamızdır. Batıda mantık, doğuda his hâkimdir insanlarda… Onun içindir ki Cemil Meriç’in dediği gibi “Batıda roman, doğuda şiir inkişaf etmiştir.” Hakikaten çok duygusal bir milletiz… Bu nedenledir ki bizim insanımız şiiri sever… Ama hangi şiiri? ... Kendini ifade eden, iç musikisi olan şiiri… Yoksa bir avuç leblebiyi yolun ortasına savurmak misali ne idüğü belirsiz kelimelerin, deli saçması ifadelerin milletimizin gönlünde yeri yoktur. Bu böyle biline…

    Mustafa CEYLAN: İnternetin en büyük şiir sitesi olan Antolojı.Com’daki gruplar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

    M.Nihat MALKOÇ: Bu çeşit grupların şiirin ve edebiyatın gelişimine sayısız faydaları var. Birbirini tanımayan insanlar arasında güzel diyaloglar kuruluyor. Fakat nitelikli ve faal grupların sayısı bir elin parmak sayısını geçmiyor. Bunlardan birisi de sizin grubunuz olduğu için sizleri en içten duygularımla kutluyorum. Haftanın şiiri, haftanın şairi gibi, şiire hizmet eden etkinlikler takdire şayan… Bunlar şiire hareket getirerek ivme kazandırıyor. Fakat lâftan öteye gitmeyen gruplar da var.

    Mustafa CEYLAN:.İslâmla şiir bağdaşır mı? İslâm dininin şiir ve şair karşısındaki tavrı nedir? Bu konuda bilgi verir misiniz?

    M.Nihat MALKOÇ: Dünyada şiir kadar insanı cezbeden başka bir edebî tür yoktur. Duygu ve düşünceleri şiirin esrarına büründürerek daha etkili kılarız. İnsanlığın var oluşundan beri şiir de var olmuştur. Bu yönüyle edebiyatın en eski türü olarak da niteleyebiliriz şiiri… İnanıyorum ki insanlık, dünyadaki hükmünü sürdürdükçe şiir de varlığını devam ettirecektir.

    Şiirin tarihî geçmişi çok eskilere dayanır. Özellikle Arap Yarımadası’nda bu türe çok büyük ehemmiyet verilirdi. Her yıl şiir yarışmaları düzenlenerek en güzel yedi şiir, “Muallakat-ı Seb’a” adıyla Kâbe’nin duvarına asılırdı. Şairlik övünme vesilesi olarak görülürdü. Bunların, halkın gözündeki konumu çok büyüktü.

    Hz. Muhammet(sav) ,peygamber olunca, Arapların pek çok batıl adetleriyle beraber Kâbe’nin duvarına şiir asılması da yasaklandı. Resulullah Efendimiz İslâmiyet’i geniş kitlelere yaymak için olağanüstü bir gayret içindeydi. O, tebliğ vazifesini yaparken en büyük darbeyi Arap şairlerinden yemiştir. Resulullah’ın getirdiği dine inanmamışlar, hatta onu kendilerine rakip bir şair olarak görmüşlerdir. Sonra onu halka mecnun bir şair olarak anlatmışlardır. Bunun üzerine Cenab-ı Allah, Hz.Muhammet’in bir şair olmadığını belirten ayetler indirmiştir:

    “Bir şairin sözü değildir o. Ne kadar da az inanıyorsunuz.”(Hâkka S.41.Ayet)

    “Yoksa şöyle mi diyorlar: O bir şairdir. Zamanın ölüm getiren felâketine çarpılmasını bekliyoruz.”(Tûr S.30.Ayet)

    “Ve şöyle diyorlardı: Mecnûn bir şâir yüzünden ilâhlarımızı mı terk edeceğiz? (Saffât S.36.Ayet)

    Peygamberimizin bir şair olarak görülmesi ve zamanın Arap şairlerinin ilâhî tebliğin önüne set çekme gayretleri İslâmiyet’in şiir karşısındaki tavrının tartışılmasına yol açmıştır. Hatta Allahü Tealâ bir de Şuara(Şairler) Suresi göndermiştir Resulullah’a. Bu surenin 224.ayetinde şu kesin emri koymuştur: “Şairlere gelince onlara ancak sapıklar uyar.”

    Bir kısım insanlar, bu ayet-i kerimeyi misal göstererek şiiri ve şairleri top yekûn batıl kabul etmişlerdir. Oysa durum hiç de böyle değildir. Şiiri ve şairi kötü olarak görmek cehalettir. Çünkü Kur’an, yukarıdaki ayetle sadece kötü şairleri zemmetmiştir. Bir kısım şairler, Allah’ın gönderdiği son din olan İslam’a, kalemleriyle savaş açmışlardı. Halk onların yazdığı şiirler yüzünden Allah’ın vahyini idrak edemiyordu. Ayette tenkit edilenler, sadece İslâm düşmanı şairlerdir. Bunu tüm şiire ve şairlere şamil olarak göstermek doğru değildir. Durum böyle olsaydı İslamî değerlere karşı son derece hassas olan Osmanlı Devleti’nde şiir türü o kadar gelişmezdi. Divan şiiri altı yüzyıl boyunca zirvede kalmazdı. Hatta Peygamberimiz, İslâm düşmanı şairlere karşı mücadele ederken Müslüman şairlerden istifade etmiştir. Bunun yanında Resulullah, bir kısım kâfir şairleri öldürtmüştür. Önemli olan şairin kendisi değil, ne söylediğidir. Müminleri hicvedip, müşrikleri tahrik eden şairler, daima kerih görülmüştür. Bu tarz şiirler yazan onlarca şair, davranışlarının bedelini canlarıyla ödemişlerdir. Bunun yanında Peygamberimizin canından çok sevdiği Abdullah İbnu Ravâha, Hassân İbnu Sâbit ve Ka’b İbnu Mâlik gibi Müslüman şâirler de vardır. Resulullah daima bunları korumuş ve kâfirlere karşı yazmış oldukları şiirleri belli meclislerde okutmuş, onları teşvik etmiştir.

    Müminlerin emini olan Resulullah: “Bazı şiir vardır ki hikmetlerin ta kendisidir.” buyurarak, şiire asla karşı olmadığını, mühim olanın, şiirde neyin anlatıldığı hususu olduğunu beyan etmiştir. Şayet şiir, necis bir tür olsaydı Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi, Müslümanlığın önde gelen abide şahsiyetleri şiir yazmazdı. Yalan yanlış tevillerle insanların zihinlerini bulandırmaya kimsenin hakkı yoktur.

    Mustafa CEYLAN: Osmanlı Devletinde şiir ne konumdaydı? Osmanlı padişahlarının şiirle alakaları ne düzeydeydi? Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?

    M.Nihat MALKOÇ: Osmanlı Devleti’nde hak, adalet, inanç kavramları gerçek anlamını bulmuştur. Onun içindir ki üç kıtayı sevgi ve hoşgörüyle yönetmişlerdir. Osmanlı sultanları bunca meşguliyetlerine rağmen güzel sanatlarla da yakından ilgilenmişlerdir. Güzel sanatlar içinde de en çok şiire alâka duymuşlardır. Onlar iyi bir şiir okuyucusu oldukları gibi, şairdirler aynı zamanda.

    Osmanlı padişah ve şehzadeleri estetik açıdan kaliteli şiirler yazmışlardır. Bilindiği gibi Divan şiirinde şairler takma isim kullanırlar. Şairlerin şiirlerinde kullandıkları takma isimlere “mahlas” diyoruz. Mahlasların derin anlamlar taşımasına dikkat edilirdi. Osmanlı Devleti’nin yöneticileri değişik mahlaslar kullanarak Divan edebiyatı nazım şekilleriyle şiirler vücuda getirmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet “Avnî”, İkinci Bayezid “Adlî”, Kanunî Sultan Süleyman da “Muhibbî” mahlaslarıyla orijinal şiirler meydana getirmişlerdir. Bunların yanında Korkut Sultan, Şehzade Mustafa, Sultan İkinci Selim, Şehzade Bayezid, Yavuz Sultan Selim de özgün Divan şiirleri yazmaya muvaffak olmuşlardır.

    Osmanlı padişahlarının onuncusu olan Kanunî Sultan Süleyman’ın “Muhibbî” mahlasıyla yazdığı şiirler genelde kahramanlık, aşk, dinî, tasavvufî, hikemî ve rindane olmak üzere değişik muhtevalarda tecelli etmiştir. Şiirlerini ihtiva eden çok geniş bir Divan’ı vardır. Ölçü olarak arûzu kullanmıştır. Bu alanda pek marifetli olduğu söylenebilir. Çok zengin bir kelime hazinesi vardır. Şiirlerine, Bâkî gibi büyük şâirler bile nazire yazmıştır.

    Onun şiirleri kendi karakterini açıkça ele vermektedir. Yaptığı fetihler ve seferlerin izlerini şiirlerinde görebiliriz. Makama, mevkiye, padişahlığa ve genel anlamda dünyalığa önem vermediğini defalarca dile getirmiştir. Onun bu hususta kaleme aldığı “gibi” redifli şu şiiri önemlidir:

    “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
    Saltanat didükleri ancak cihan kavgasıdır
    Olmaya baht u saadet dünyada vahdet gibi.”

    Mustafa CEYLAN: Bir şiirinizde Yunus Emre’ miz için:
    ”Yedi göğe kanat açtı
    Dergâhlara ışık saçtı
    Aşkın şarabını içti
    Gönüller sultanı Yunus! …” demektesiniz. Peki, Türk tasavvuf şiirinin dünü ve bugünü hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

    M.Nihat MALKOÇ: Tasavvuf kelimesi, Arapça “suf” (yün) kelimesinden türemiştir. Her türlü zevkin, rahatlığın, insanı Allah’tan uzaklaştıracağına inananların kaba yün giysiler kullanmaları yüzünden onlara “Sufi” (yüne bürünmüş) denilmiştir. Tarihte tasavvuf, Hicret'in II. yüzyılında başlar. Bizler din olarak İslâmı tercih ettiğimizden bu yana tasavvuf dairesinin içine girmiş bulunmaktayız. Yoksa tasavvuf bazılarının düşündüğü gibi bir avuç insanı ilgilendiren bir yol değildir.

    Tasavvuf şiiri bizim manevî sığınağımız… Asıl ilhamımızı ondan alıyoruz. Hoca Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Mevlâna, Niyazi-i Mısrî gibi isimler bu yolun öncüsü… Onların manevî tasarrufuyla bu günlere geldik. Tasavvufî şiirler edebiyatımızın tuzu biberi… Fakat günümüz şairleri arasında bu alanda fazla derinleşen yok… Zaten bugünkü şiir moda olanın peşinde koşuyor. O köklü şiir geleneği çoktan terkedilmiş durumda… Tasavvuf şiirine hayranım, çok önemsiyorum… Çünkü onlar içlerinden süzülen manevî duyguları riyasız ve yalansız bir tarzda söze dönüştürdüler. Oysa günümüz şiirinde bu saflığı ve içtenliği bulamazsınız.

    Mustafa CEYLAN: Bir yazınızda demiştiniz ki: (Çok satılan kitapların kaliteli olduğu kanaati ne kadar geçerli bir ölçü olur bu belirsiz ortamda? Varın siz düşünün… Boyalı basın, edebiyatın mahrem ve sırlı dünyasından kirli ellerini çekmelidir. Aslında medya gerçek manada sanat ve edebiyata hizmet etse hepimiz bahtiyar oluruz. Fakat bu alana hizmet etmeyi bir kenara bırakın, aksine işi her geçen gün sulandırarak kendine benzetmektedir. Sözümüz tabiî ki umuma değildir. Alınanlar suçlananlardır; bu böyle biline! ...) Bu konuyu biraz daha açar mısınız? Bu sitemli sözlerinizle kime ne demek istediniz?

    M.Nihat MALKOÇ: Neresini açayım ki… Zaten her tarafı açık… Basının mahremiyeti kalmadı ki… Bırakın kendini, başkalarının mahremiyetini de deşifre ettiler… Bugün en çok satılan kitaplara bakınca çoğunun edebî değeri olmadığını görürüz. Şimdi isim vermek istemiyorum ama onları hepiniz biliyorsunuz… Günümüz insanı düşünmekten aciz olduğu için birileri onların yerine düşünüyor… Hatta bu öyle bir boyuta vardı ki artık birileri bizim için düşünmekle kalmıyor bizim adımıza kararlar bile veriyor… Bugünlerde 2 milyon 900 bin, 3 milyon 900 bin liralık kitaplar moda! … Veya ilk 50 bininci, ikinci 100 bininci baskı gibi ifadeler… Yalan, külli yalan… Türkiye’de kitapların tirajlarını kontrol eden ciddi bir mekanizma yok ki… Boyalı basından bir beklentimiz yok. Gölge etmesinler yeter.

    Mustafa CEYLAN: Bugün şair çok, şiir yok deniyor. Doğru mu? Neden? Ne yapılmalı? Ne yapmalı?

    M.Nihat MALKOÇ: Şair bolluğunda şiir kıtlığı çektiğimiz doğrudur. Fakat ben o kadar karamsar değilim… Zaman zaman güzel şiirler de yazılıyor. Fakat yeterli düzeyde değil… Bu ülkede sahtekârın, hırsızın, yolsuzun ve kapkaççının çokluğu asıl rahatsız ediyor beni… Masumane hislerle bir şeyler karalayan insanların çokluğu bizi rahatsız etmez; aksine sevindirir. Yeterki yazdıkları bizi anlatsın, ilhamını Müslüman-Türk’ün sinesinden alsın; Moskova’dan değil…

    Mustafa CEYLAN: Şairlerin toplum için önemi konusunda neler söyleyebilirsiniz? Onlara lâyık oldukları değeri veriyor muyuz?

    M.Nihat MALKOÇ: Herkes bir şeyler söyler ama herkes belâgatlı söz söyleyemez. Bunu ancak şairler becerebilir. Çünkü onların doğuştan gelen söz söyleme meziyetleri vardır. Bu yönüyle onlara saygı duymak lâzımdır.

    Şairler toplumun sözcüleridir. İnsanların, dilinin ucuna kadar getirdikleri hâlde bir türlü kelimelere dökemedikleri duygu ve düşünceleri şairler ustaca söylerler. Eskiden Arap Yarımadası’nda çok büyük söz ustaları vardı. Estetik olarak çok kıymetli şiirler yazarlardı. Bunların tamamına yakını şirk içindeydi. Bu insanlar yazdıkları şiirlerle övünüyorlardı. Bunlara daha iyi cevap verebilmek için Kur’an-ı Kerim şiirsel bir üslûba sahiptir. Yüce Kur’an’ımızın Şuara Suresi’nin 224 ve 225.ayetlerinde şairlerden söz edilerek şöyle söylenmektedir:

    “Şairlere ancak azgınlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin? Ancak, inanıp yararlı iş işleyenler, Al-
    lah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında haklarını alanlar bunun dışındadır. Haksızlık eden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklardır.”

    Bu ayetteki ifadeler daha çok cahilliye dönemi Arap şairleri için geçerlidir. Günümüz şairlerinden pek azı bu ihtarın muhatabıdır.

    Şairlerimize gereken önemi verdiğimiz söylenemez. Fakat bu sadece şairlerle sınırlı bir durum değildir. Cemiyetimiz her geçen gün öz değerlerinden uzaklaşıyor. Vefa derken aklımıza boza geliyor. Onun için bu komple bir dejenerasyonun millî ve manevî değerlere yansımasıdır.

    Mustafa CEYLAN: Şairler genelde az yaşıyor? Bunu neye bağlayabiliriz?

    M.Nihat MALKOÇ: Şairler seçkin insanlardır. Bu yönüyle yerleri öyle kolay kolay doldurulamaz. Fakat bu muteber insanlar her ne hikmetse çok az yaşıyorlar. Edebiyatımızın en seçkin şair ve yazarlarının çoğu elli yaşına varmadan bu fâni dünyadan sonsuzluk âlemine göçmüşlerdir. Bu durum bir hayli ilgimi çekmektedir. Acaba çok düşünen insanlar az mı yaşıyor? Yoksa bu temiz yürekli insanlar dünyanın çirkefliklerine tahammül edemiyorlar mı? Şairlerin kısa ömür sürmesi tesadüf olamaz. Yaptığım araştırmada çoğu şair olmak üzere, pek çok edibimizin elli yaşına gelmeden öldüklerini tespit ettim. Yani şairlerimiz veya daha geniş bir çerçevede ele alırsak ediplerimiz ellinci yaş yılını kutlayamıyorlar. Yaptığım çalışmada elli yaşına varmadan vefat eden şair ve yazarları belirledim:

    1.Muallim Naci(1849–1893) (44 yıl yaşadı)
    2.İbrahim Şinasi(1826–1871) (45 yıl)
    3.Namık Kemal(1840–1888) (48 yıl)
    4.Nabizâde Nazım (1862–1893) (31 yıl)
    5.Tevfik Fikret(1867–1915) (48 yıl)
    6.Ali Suavî(1831–1878) (39 yıl)
    7.Ömer Seyfeddin(1884–1920) (36 yıl)
    8.Cahit Sıtkı Tarancı(1910–1956) (46 yıl)
    9.Kemalettin Kamu(1901–1948) (47 yıl)
    10.Ömer Bedreddin Uşaklı(1904–1943) (39 yıl)
    11.Ziya Osman Saba (1910–1957) (47 yıl)
    12.Orhan Veli Kanık(1914–1950) (36 yıl)
    13.Sait Faik Abasıyanık(1906–1954) (48 yıl) …vb. gibi.

    “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder
    Dante gibi ortasındayız ömrün” diyordu Cahit Sıtkı Tarancı… Fakat rahmetli 46 yıl yaşadı. Ömrünün yarısı 23’ü geçmedi. Şairlerin ortalama ömrünü 50 olarak düşünürsek bunun yarısı da 25 oluyor. Tarancı’nın şiirinde zikrettiği rakamlar şairleri bağlamıyor. Keşke bu güzel insanlar yüzyıl yaşasalar. Yaşasalar da bol bol seçkin eser verseler. Bizim de yüreğimiz bayram etse! ...

    Şairler şarap gibidir. Yaşlandıkça kıymetlenirler. Onları çok seviyoruz. Çünkü Millî Edebiyat döneminin gür sesli şairi Mehmet Emin Yurdakul’un dediği gibi:

    Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,
    Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.”

    Mustafa CEYLAN: Dumanı üstünde veya hiçbir yerde yayınlanmamış bir şiirinizi bizimle paylaşır mısınız?

    M.Nihat MALKOÇ: Şiirlerim genelde dergilerde, antoloji kitaplarında ve internette yayınlanıyor. Dilerseniz, geçtiğimiz yıl bu günlerde herkes bayram ederken(babam 18 Mayıs 2004’te vefat etti; 19 Mayıs 2004’te toprağa verildi) ebediyete uğurladığım rahmetli babam için yazdığım şiirin bir bölümünü sizinle paylaşayım:

    “Bir gönülün merkezine har düştü
    Yaz ortası yüreğime kar düştü
    Hayalimde yüceleşen yâr düştü
    Hüzün bedenimden göçmüyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Hasret kaldık, aylar geçti sesine
    Bülbüller ram olur gül nefesine
    Ruhun veda etti ten kafesine
    Beden Azrail’den kaçmıyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Rengârenk bahardın, ağır kış oldun
    Gerçek idin, şimdi bize düş oldun
    Gözden akan bir damlacık yaş oldun
    Göğümdeki kuşlar uçmuyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Cennette saraylar, cehennemde nar
    Kimine ağır kış, kimine bahar
    Vuslat ötelerde, bize hasret var
    Ömür bize ışık saçmıyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba!

    Rızamızla teslim olduk kadere
    Ölüm bizi götürmesin kedere
    Bu filmi seyrettik bilmem kaç kere
    Kul arzuyla zehir içmiyor baba!
    Bahçemdeki güller açmıyor baba! ”

    Mustafa CEYLAN: Çok teşekkür ediyorum sevgili Hocam…

    M.Nihat MALKOÇ: Benim gibi aciz bir kulu şâir olarak kabul edip fikirlerimi insanlarla paylaşma imkânı verdiğiniz için asıl ben size teşekkür ediyorum. Allah inananların yâr ve yardımcısı olsun.

    RÖPORTAJ: Mustafa CEYLAN
    Araştırmacı-Şair ve Yazar
    Antalya Güllük Şiir Edebiyat ve Kültür Derneği Başkanı

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 19.07.2007 - 01:32

    GÜMÜŞHANELİ HACI HÜSREV DOĞAN

    M.NİHAT MALKOÇ


    Dünyaya gelişimiz nasıl inkârı mümkün olmayan bir hakikatse, buradan gidişimiz de öyle kesin bir hakikattir. Gidişi hesaba katarak bu şuur içerisinde yaşamalıyız. Azrail defterimizi dürmeden dünyada yapacaklarımızı yapıp ölüme hazır vaziyette beklemeliyiz. Çünkü ölüm vaktinin ne zaman, nerede ve nasıl geleceği hiç belli olmuyor. Bu gerçeği peygamberlere bile bildirmemiş yüce Allah… Kişi yaşlı olsun genç olsun, aydın olsun cahil olsun, zengin olsun fakir olsun, ne olursa olsun günü vakti gelince ölüm meleği muhakkak kapısına uğrayacak, emaneti geri isteyecek ve onu sonsuz âleme götürecektir. Durum bu iken akıllı adam buna göre yaşar, sonsuz olan ahiret hayatını geçici olan dünya hayatına değişmez.

    Şairlere en çok ilham kaynağı olan konulardan biridir ölüm… Ölüm üzerine şiir yazmayan şair gösteremezsiniz. Çünkü onlar da sonuçta o yolun yolcusudurlar. Hepimiz ölüme adayız. Herkes gibi şairler de ölüm güzergâhından geçip son durak olarak tabir edebileceğimiz ahirete göç eyleyeceklerdir. Aslında her şeyin bitişi değildir ölüm, aksine yeni bir başlangıçtır, tazelenmektir. Fakat bu yeni başlangıçlara alışkın değildir gönlümüz. Arkamızda bıraktığımız dünya ve onun içindekiler gönlümüzde yer edinir. Eski alışkanlıklarımız bir türlü bırakmaz bizi. Bu durumu, ölüm konusunu şiirlerinde vazgeçilmez bir tema olarak çokça işleyen ve ölümden çok korkan Cahit Sıtkı Tarancı şöyle şiirleştiriyor:

    “İlk günden alıştığımız emektar aydınlık,
    Anne yüzünde, dost yüzünde, evlat yüzünde;
    Her sabah başlayan şeye doymadık,
    Düşümüz gerçeğimiz ne varsa yeryüzünde.”

    Kim doydu ki dünya hayatına! … Yaşı kaç olursa olsun, herkes yaşadığı son günü bilir. Geçen geçmiştir, hatıra olarak yerini almıştır gönül atlasında… Yarınların planlarını yapsak da yarınlara erişeceğimiz meçhuldür. Fakat yarınları ve daha öteki günleri yaşama arzusuyla şekillendiririz geleceğimizi. Hiç kimse kendini ölüme ayırmaz. Ölüm vakti gelince kimseye görüşü sorulmaz. Çalar acı bir siren ve lokomotif sonsuzluğa doğru yol alır. İşte Gümüşhaneli iş adamlarından, Türk basınının en güçlü ismi Aydın Doğan’ın muhterem ağabeyi Hacı Hüsrev Doğan için de böyle bir siren çaldı yakın zaman evvel, ölüm lokomotifi yolcusunu alarak sonsuzluğa doğru yol almaya başladı. Geride bir sürü dost, el sallamaya bile vakit bulamadı. O, dost ve ahbaplarına bir ‘elveda’ bile diyemeden ebediyet yollarına düştü.

    Gümüşhane’nin Kelkit ilçesi önemli bir değerini ebediyete uğurladı. 17 Mayıs 1931 yılında Gümüşhane’nin Kelkit İlçesi’nde dünyaya gelen Hacı Hüsrev Doğan, ortaokulu Kelkit ve Gümüşhane’de okuyup Erzincan Lisesi’nden mezun olmuştu. Ankara Hukuk Fakültesi’ne giren Doğan, ticaret hayatına atılarak yüksek öğrenimini yarıda bırakmıştı. Kelkit’te çiftçilik ve ticaretle uğraşan Hacı Hüsrev Doğan, iş hayatından çekilmesinden sonra İstanbul’a yerleşmişti. Orada yaşıyordu. Üç çocuk ve beş torun sahibi olan Hüsrev Doğan, kardeşi Aydın Doğan kadar zengin olmasa da kalp ve maneviyat zenginliği onun çok fevkindeydi.

    Hacı Hüsrev Doğan bir iş adamından öte, bir gönül adamıydı. Yakın çevresinde yaşayanlar, onunla dost olanlar hep bu yönüne parmak basmaktadır. Onun hayırseverliğinden, ince ruhlu oluşundan, nezaketinden ve dost canlısı oluşundan söz etmektedirler. Yüksek tansiyon ve akciğer yetmezliği nedeniyle 76 yaşındayken aramızdan ayrıldı Hacı Hüsrev Doğan… Doğan’ın cenazesi İstanbul’da Altunizade’deki Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii’nde ikindi vakti kılınan cenaze namazının ardından Karacaahmet Mezarlığı’ndaki aile kabristanında toprağa verildi. Arkasında koca bir dost halesi bıraktı. Geride bıraktıkları onun iyiliklerini ve güler yüzünü ön plana çıkardılar hep... O şimdi Karacaahmet’te servilerin altında ebediyet uykusuna yatmış, yeni dostlarını bekliyor. Ne mutlu arkasından hayır dua eden nesiller bırakanlara, ne mutlu Hacı Hüsrev gibilere! ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.07.2007 - 19:24

    KANDİLLER ZİNCİRİNİN İLK HALKASI: REGAİB KANDİLİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Her dinin kendine mahsus mübarek gün ve geceleri mevcuttur. Hıristiyanlar Noel Yortusu için aylar önceden hazırlıklara girişiyorlar; bütün milletlere bunun propagandasını yapıyorlar. Türkiye gibi bir İslâm ülkesini bile bu halkanın içine dâhil edebiliyorlar. Yazılı ve görüntülü tüm iletişim vasıtalarıyla reklâmını gerçekleştiriyorlar. Yahudiler “yevm-i sebt” denen ibadet ve tatil günleri olan cumartesini, tahrif olmuş Tevrat’a göre, ibadetle geçiriyorlar. O gün dünya işleri bir kenara itiliyor. Hatta inançları gereği cumartesi günü ateş yakmıyorlar. Bu yüzden, sözünü ettiğimiz günde sigara bile içmiyorlar. Ateş yanmadığı için bir sıcak çorbadan bile mahrum kalabiliyorlar. Bu hukukî olmasa da, dinin getirdiği kesin bir kuraldır. Hiç kimse bunun dışına çıkamaz. Yirmi birinci asrın ilk yıllarını yaşadığımız bir dönemde, çağdaş Batı devletleri tarafından ayıplanma endişesi taşımıyorlar.

    Yahudiler ve Batılılar inançlarına bu derece sadakatle bağlıyken bizler ne durumdayız? Yüzde kaçımız üç aylardan, hicrî yılbaşından ve mübarek kandillerden haberdardır? Pek çoğumuz kandil geceleri, kahve köşelerinde kirli kâğıtlarla oyalanıp, sigara dumanlarıyla zehirleniyoruz. O gecenin mübarek bir kandil gecesi olduğunu ya televizyonlardan duyuyoruz, ya da bundan habersiz, öylece sabahlıyoruz. Mümin olduğunu iddia eden bir insanın böyle büyük bir gaflet içerisinde ömrünü heder etmesi ne acıdır; biliyor musunuz? Allah, bu çeşit insanları bakın nasıl uyarıyor: “Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.(Allah’ın azabından) korunanlar için elbette ahiret yurdu daha iyidir. Düşünmüyor musunuz? (En’am S.32.Ayet) … “Günahın açığını da, gizlisini de bırakın! Günah kazananlar, yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.(En’am S. 120.Ayet)

    Üç aylarla beraber başlayan gün ve geceler bizim için manevi bir fırsattır. Çünkü bu müstesna vakitlerde yapılan ibadetler, çok büyük sevaplara vesile olur. İşte bu müstesna zamanlardan birisi de Regaip Kandili’dir. Bilindiği gibi, kandiller zincirinin ilk halkası olan Regaip, Recep ayının ilk Cuma gecesine rastlıyor. Cuma geceleri dinimizce kıymetli sayılmaktadır. Recep ayının ilk Cuma gecesi bu yönüyle iki kere faziletlidir. Hem Cuma, hem de Regaip gecesidir. Bir gününü bin etmek isteyenler için, iyi bir fırsattır. Regaip, kelime olarak “çok istenilecek şeyler, hediye, çok rağbet olunan şeyler, bol bol ihsan etmek” manalarına gelmektedir. Yüce Allah bu geceyi ihya eden mümin kullarına karşı çok cömert davranır. Onların her sevabını katlamalı olarak yazar.

    Mübarek gün ve geceleri büyük bir coşkuyla karşılamamız gerekir. Çünkü bu güzel zaman dilimleri, manevi alanda tekâmül etmek için bizlere nice fırsatlar sunarlar. Regaip kandili de bu manevi fırsat gecelerinden ilkidir. Eğer hakkıyla değerlendirirsek bir yıllık günahlarımız bu mübarek gecelerde mum misali erir. Rivayetlere göre Resul-i Ekrem Efendimiz, bir Regaip gecesi ana rahmine intikal etmiştir. Fakat bu sadece bir rivayetten ibarettir; kesin değildir. Bununla beraber Peygamberimizin şöyle bir hadis-i şerifi vardır: “Beş gece vardır ki, onlarda yapılan dualar geri dönmez, kabul olunur: Recep’in ilk gecesi, Şaban’ın yarısı gecesi, Cuma gecesi, Ramazan Bayramı gecesi, Kurban Bayramı gecesi.”

    Regaip gecesi, üç aylar içinde kendisinden sonra gelecek olan Miraç, Berat ve Kadir gecesinin de müjdecisidir. Bu nedenle Regaip kandili, kandiller zincirinin ilk halkası olarak nitelendirilir. Manevi hasat zamanı olarak da görebileceğimiz bu gün ve gecelerde tertemiz kalp ile Allah’a yönelmeli, af ve mağrifet dilemeliyiz.

    Yıl boyunca günahlarla hemhâl olup, mübarek gün ve gecelerde yapacağı ibadetlerle kurtulacağını sananlar aldanıyorlar. Kullukta ve ibadette süreklilik esastır. Kandil gecelerinde Müslüman kisvesine bürünüp, öteki günlerde dini unutanlar, ancak kendilerini kandırırlar. Kaybedenler de yine kendileri olurlar. Sözlerimi Resulullah’ın bir hadisiyle noktalıyorum: “Recep’in ilk Cuma gecesini (Regaip Gecesini) ihya edene, Allah kabir azabı yapmaz. Dualarını kabul eder.” Rabbim bu geceyi tüm insanlığın affına ve hidayetine vesile kılsın.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.07.2007 - 01:46

    ÜÇ AYLARIN MANEVİ ÇEHRESİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Ruhlarımız maneviyat tepelerine kanatlandı yine… Üç ayların başlamasıyla birlikte maneviyat kapıları ardına kadar açıldı. İçimizde kurumaya yüz tutmuş vahiy çiçekleri, üç ayların bereketiyle ve rahmet sağanağıyla tekrar yeşermeye başladı. Aklımızı esir alan şer duygular uzaklaştı gönül dünyamızdan. Artık aklımızla hissiyatımız birbiriyle çelişmiyor, aksine birbirine destek oluyor. Bunun ötesinde şer duygulara karşı beraber olup kol kanat geriyorlar birbirlerine. Sağnak sağnak yağan rahmet yağmurları içimizdeki günah volkanlarını söndürüyor. Bu müstesna zaman dilimi; bolluğu, bereketi, ferahlığı ve rahmeti taşıyor iklimimize. Zaman ve mekân sanki diğer günlere nazaran daha bir genişliyor, gül misali açılıyor. O küçük kalbimiz sanki göğüs kafesimizden çıkacak gibi oluyor.

    Ne iyi etiniz de geldiniz Recep, Şaban, Ramazan… Ne kadar da özlemiştik rahmet ve merhamet ikliminizi. Bize getirdiğiniz müjdelere mazhar olmak ne büyük bahtiyarlıktır. Günahlarımıza karşı korunak ve sığınak olan bu güzel aylara selam olsun. Firdevs yolcuları mübarek üç ayları karşılamak için çoktan nurlu yollara düşmüşler. Hepsinin yüreklerinde aşk, merhamet ve muhabbet var. Nefretin ve isyanın bayrağı çoktan indirilmiş yürek kalelerinden.

    Üç aylar çaldı kapımızı, bizleri gaflet ve dalalet uykusundan uyandırdılar. Manevi ticaret başladı artık. Bu ticarette az sermayeyle çok kazanç elde etmek işten bile değil. Yeter ki gönüller tamahkârlık afetiyle yanmasın, kül olmasın. Mevsimlerin en güzelidir üç aylar… Ruhlarımız ne üşür, ne de yanar bu müstesna günlerde. İç âlemimizde rengârenk geniş ufuklar açılır. Dağınık, pejmürde, sulanmış, pörsümüş bilinçler disipline edilir.

    Üç aylarda gecenin siyahı, nur akisleriyle aydınlanır. Güneşin sıcaklığı, buz tutan hissiyatı eriterek, kalıba konulan ve dondurulan maneviyatı hayatın değişmez kanunları olarak bir adım öne çıkarıyor. Gecenin en karanlık yerinde ışık kümeleri aydınlatıyor rüyalarımızı. Bu ışık üç ayların aydınlığından başka bir şey değildir. O ışığın huzmeleri altında ruhumuzun tenha yerlerini aydınlatmak, fırsatı kaza etmemek gerekir. İçimizde dinmeyen sancıları bertaraf etmek için ayağımıza kadar gelen bu fırsatı kaza etmemek lazım. Esenliklere açılan huzur gemisinin güvertesinde yerimizi almak için beklemek değil, harekete geçmek gerekir.

    Umudu, hasreti, aşkı ve duayı üç ayların süzgecinden geçirince selamet sahilinde alırsınız soluğu. Aynaya yansıyan akisler bu saadet ikliminin insanı nereden alıp nereye götürdüğüne şahitlik ediyor. Bu iklimin çağlayanlarında arınanlar, huzur-u mahşerde kuştan hafif ve yeni doğan çocuktan arı olurlar. Onlar günah kayalıklarında tökezleyip düşmezler, başını gözünü yarmazlar. Emekleme dönemini çoktan aştıkları için koşar adım ilerlerler. Mühürlenmeyen kalpler üç ayların rahmet sağanağından paylarına düşeni alarak geçen zamanı kâr hanelerine yazdırırlar. Karamsarlık bulutları dağılır gönül atmosferinden.

    Üç aylar ne iyi ettiler de geldiler, tarumar olmuş yuvalarımıza hayat bahşettiler. Eskiyen ve rengini kaybeden kalp göğümüzü baştanbaşa renklendirdiler. Karanlık gecenin umarsızlığını dağıttılar. Şadırvanlardaki suyun serinliği alnımızdaki ateşi aldı. Üç aylar duaların huzur atmosferinde, içimizde yuvalanan burkuntuları rahmet rüzgârlarıyla dağıttılar. Göğün mavisi ovanın yeşiline karışarak gözbebeklerimizi dinlendirdi. Hüzünle esen rüzgârlar yerini saadet yeline bırakarak içimizde yuvalanan melali dağıtıverdi. Müminlerin teslimiyeti ve kanaatkârlığı açılmaz gibi görülen kapıların ardına kadar açılmasını sağladı.

    Hayat ve ölüm üç ayların manevi duygu kabında ne de barışık duruyorlar. Zira bizim hayat sandığımız, ölümden beter olabilir; ölüm sandığımız da aslında bambaşka bir dünyaya açılan sonsuzluktur. Bunu idrak edebilmek için nefis terbiyesi şarttır. Bu manevi tedrisattan geçmeyen ruhlar gerçekte hamdır. Böyle bir hamlık, gözlerdeki basiret nazarlarına kem vurur. Hakikatler yalanın ve riyanın saltanatında yerlerde sürünür. Fakat sabun köpüğü hükmündeki yalan ve riya kısa zamanda yerini gerçeklerin çelik iradesine bırakır. İyi ki geldiniz üç aylar, imdadımıza yetiştiniz. Bizi çamurlu yollardan ve yokuşlardan kurtarıp düzlüğe çıkardınız.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 16.07.2007 - 02:15

    RESİMLİ TÜRK EDEBİYATI TARİHİ ÜZERİNE

    M.NİHAT MALKOÇ


    Türk milletinin çok köklü, eski ve zengin bir edebiyatı vardır. Tarihten bugüne kadar binlerce şair ve yazar gelmiş geçmiştir edebiyatımızın büyülü koridorundan.. Bunlardan bir kısmı yazdıklarıyla iz bırakmış, bir kısmı da unutulmuştur. Edebiyat tarihçileri, unutulan veya halkın hafızasında az çok yer eden şair ve yazarları tarihin karanlık dehlizlerinden çıkararak günümüzün aydınlığına taşır. Bunu yaparken de olabildiğince tarafsız davranır. Şayet tarafgirlik yaparsa milleti aldatmış olur, sonunda iyiler kalır, kötüler unutulur.

    Türk edebiyatı ne kadar eski ve köklüyse, edebiyat tarihçiliği de o kadar yenidir bizde. Divan edebiyatındaki tezkireleri saymasak, edebiyat tarihçiliğimiz yirminci yüzyılın başında başlamıştır. Tezkirelerin ne kadar edebiyat tarihi sayılacağı da tartışılır. Zira tezkireler edebiyatı kuşatmaktan uzaktır. Bizde ilmi manada edebiyat tarihçiliğinin temellerini atan Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü’dür. Ona göre “Edebiyat tarihi, bir milletin manevi ve maddî gelişmesini edebî eserlerin menşuru arkasından gören ve gösteren canlı bir tarih şubesidir.”

    Merhum Mehmet Fuat Köprülü’nün kaleme aldığı “Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eser, alanındaki ilktir. Fakat bu eser Türk edebiyatının 16. yüzyıla kadar olan kısmını kapsamaktadır. Köprülü’nün bu çalışmaları, sonradan gelen edebiyat tarihçilerine yol göstermiştir; yolu o açmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi” isimli eseri, Köprülü’den sonra yazılan en kıymetli eserdir. Fakat bu eserin inceleme alanı sadece 19. asrı kapsamaktadır. Demek ki bu iki eserin de muhtevası sınırlıdır.

    Bunların dışında merhum Ahmet Kabaklı’nın kaleme aldığı beş ciltlik “Türk Edebiyatı” adlı eserini anmadan geçmemek lazımdır. İsmail Habip Sevük, İ. Hikmet Ertaylan, Vasfi Mahir Kocatürk, Faruk Kadri Timurtaş, Nihal Atsız gibi isimlerin de bu alanda kalem oynattığını belirtmek lazım. Dergâh Yayınları’nın neşrettiği, komisyonca hazırlanan “Edebiyat Ansiklopedisi” bu alanda kaleme alınmış belki en kapsamlı eserdir. Son yıllarda Kültür Bakanlığı tarafından hazırlanan dört ciltlik “Türk Edebiyatı Tarihi” son yenilikleri ve isimleri bünyesinde toplamaktadır. Fakat bu eserlerin hiçbiri tam anlamıyla edebiyatımızı kapsamaktan uzaktır. Bütün bu eserleri, içeriğinde bütünleştiren ve edebiyat tarihimize geniş bir açıdan bakan eser Nihad Sami Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı Tarihi’dir.

    Edebiyatın tarihini yazmak zahmetli bir iştir, geniş zaman ve araştırma gerektirir. Bu işe girenlerin sabırlı, planlı ve disiplinli olması gerekir. Bu saydığım özelliklerin belki daha fazlası merhum Nihad Sami Banarlı’da vardı. Onun içindir ki Türk Edebiyatı’nın en güzel tarihi onun kaleminden çıkarak kütüphanelerimizdeki müstesna yerini almıştır. Nihad Sami Bey, eseriyle ilgili olarak yaşadığı zorlu süreci Resimli Türk Edebiyatı’nın Önsöz’ünde bütün tafsilatıyla bizlere anlatmaktadır. Buradan edindiğimiz bilgiye göre söz konusu kitap, 1948 senesinde basılmıştır. Banarlı ilk basılan nüshaya tam 18 senesini vermiştir. Çok fazla ilgi görünce yazar tarafından yeniden gözden geçirilip genişletilme ihtiyacı duyulmuştur.

    Nihad Sami Banarlı, ömrünü verdiği “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eserini gelişi güzel değil, ilmi metotlarla yazmıştır. Uyguladığı metotlar öncelikle mukayeseli edebiyat ve fiş metodudur. Bunların yanında Banarlı, edebi hadiseleri zamanımızdaki görünüşüyle değil, başlangıçtan zamanımıza kadarki oluşuyla incelemektedir. Bu en sağlıklı yöntem olarak karşımıza çıkıyor. Bu kitap Türk okuyucusuna doyurucu ve güvenli bilgiler sunma gayesiyle yazılmıştır. Bunun dışında akademik bir gayeyle yazılmış değildir. Fakat akademik amaçla yazılan eserlerin çoğu bu kıymetli eseri referans olarak göstermektedir.

    Edebiyat tarihleri, diğer tarih kitapları gibidir, sıra takip edilerek okunmazlar; kaynak kitaptırlar. Aklımız bir meseleye takılıp kaldığında veya ilgili bir çalışma yaptığımızda bu çeşit kitaplara başvururuz. Fakat bence Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı Tarihi satır satır okunmaya layık bir eserdir. Şahsen bu eseri sırayla okumaya çalışan ve bu yolda bir hayli ilerleyen bir kişiyim. Herkesin de bu eseri sıra takip ederek okumasını öneririm.

    Banarlı, edebiyata dair bütün meselelerimize çözüm olan Resimli Türk Edebiyatı Tarihi’ne son şeklini verdiğinde, ilk başladığı günle son noktayı koyduğu gün arasında kırk yıl geçmişti. Dile kolay kırk yıl… Sabır ve ilmi disiplin buna denir. Böyle bir eser vücuda getirmek sanıldığı kadar kolay değil. Banarlı eserinin içeriğini ve izlediği yolu şöyle anlatıyor:

    “Türk Edebiyatı’nın sanat ve kültür devirlerini; sanat ve kültür geleneklerini vücuda getiren tarihî, ictimaî, fikrî, bediî ve coğrafî hadiselerle, bu hadiselerin doğurduğu sanat ve edebiyat hareketleri, kitabımızın mümkün olan her kaynağa başvurarak bir arada incelediği mevzulardır. Yeryüzünde büyük sanat ve edebiyat hareketleri yaratmış milletler içinde edebiyat tarihinin tetkiki, geniş zaman isteyen ve zor olan, Türk Edebiyatı Tarihi’dir.

    Ufak bir dikkatle, görülür ki birçok milletlerin edebiyatları umumiyetle tek bir vatanda ve son beş altı asır içinde meydana gelmiştir. Eski edebiyatlardan Yunan, Latin Arap ve İran edebiyatları da ekseriya aynı vatanlarda eser vermiş, yahut büyük edebi faaliyetleri belirli bir zaman içinde yaşayıp son bulmuş edebiyatlardır… Türk Edebiyatı’nın ise, 27 asır sürmüş bir hayatı bilinmektedir Bu edebiyat aynı zamanda, tek bir vatanda değil, başta Kore’ den Avrupa’ya kadar uzanan Orta Asya coğrafyası olmak üzere, Horasan, İran, Hindistan, Azerbaycan, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi, Mısır, Suriye, Irak vb. gibi coğrafyanın birçok bölgelerinde ayrı devletler kurmuş Türklerin değişik vatanlarında işlenmiştir.”

    Bu kitap, edebiyatı bir bütün olarak ele almaktadır. Zaten diğer eserlerden farkı ve üstünlüğü de budur. Zira bu eserde edebiyatımız destanlar devrinden alınarak 1950’li yıllara kadar getirilmiştir. Hoca keşke yaşasaydı da edebiyatımızın son elli yılını da eserine ekleseydi. Bu, edebiyatımız için büyük bir katkı olurdu. Bu esere Resimli Türk Edebiyatı Tarihi denmesinin elbet bir sebebi vardır. Söz konusu kitaba konularla alakalı resimler konulmuştur. Hatta belli bölümlerden sonra tam sayfa fotoğraflara ve meşhur ressamların fırçalarından çıkan eşsiz tablolara yer verilmiştir. Bu uygulama, kitabı sıkıcılıktan, resmilikten kurtararak çok daha albenili ve sevimli kılmıştır. O zamanın şartlarında bu bir yenilikti.

    Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, belli heyetlerce yazılan edebiyat tarihlerinden daha kapsamlı ve zengin içeriklidir. Gerçi bizde edebiyat tarihi sahasında fazla miktarda alternatif eser yoktur. Hepsini toplasanız iki elin parmak sayısını geçmez. Banarlı’nın eserinde edebiyatımız Destan Devri Edebiyatı, İslam Medeniyeti Çağlarında Türk Edebiyatı, Avrupaî Türk Edebiyatı olarak ana bölümlere ayrılmaktadır. İslam Medeniyeti Çağlarında Türk Edebiyatını Osmanlı Türkçesi, Azeri Lehçesi Edebiyatı diye sınıflandırmaktadır. O, Avrupaî Türk Edebiyatı’nı da kendi içinde Tanzimat Devri ve Servet-i Fünun Devri olarak ikiye ayırmaktadır. Cumhuriyetin ilanıyla başlayan edebiyatımızı da Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı olarak adlandırıp müstakil bir dönem olarak ele alıp incelemektedir.

    Nihad Sami Bey, eserinde edebiyat dönemlerini, dönemlerin önemli şahsiyetlerini ve o şahsiyetlere ait eserleri bir bütünlük içerisinde ele almaktadır. O, 14. asra kadar olan edebiyatımızı bir bütün olarak ele almış, bu bahiste farklı bir yöntem kullanmayı yeğlemiştir. Edebiyatın içine girmeden evvel dönemlerin dâhilinde sosyal, siyasal ve kültürel meselelere de değinmeden geçmemiştir. Hatta öncelikle o dönemin genel manzarasını ortaya koymuştur.

    “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi şiir ve şair merkezli bir edebiyat tarihidir” desem bilmem eserin yazarına haksızlık yapmış olur muyum? Aslında dün olduğu gibi bugün de en çok rağbet edilen edebi tür şiirdir. Onun için böyle kitaplarda işe şiirden ve şairden başlanması bence çok doğaldır. Onun şair ve yazarlara yaklaşımında o kişilerin Türkçeyi kullanımı belirleyici olmaktadır. Bu Banarlı’nın dil hassasiyetinden doğan özel bir durumdur.

    Banarlı’nın, bence emsalsiz, bu eseri Türk edebiyatını geniş kitlelere tanıtmış ve sevdirmiştir. Edebiyat Bölümü’nde okurken hocalarımız öncelikle bu eseri kütüphanemize kazandırmamızı önermişti, hatta zorunlu kılmıştı. Gerçekten de bu eserin yer almadığı kütüphaneler nerden baksan eksiktir. Üstelik bu eser Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasında neşredildiği için fiyatı da gayet makuldür. Bu kitap büyük boy, 1366 sayfalık devasa bir eserdir. Kaliteli bir baskısı vardır. Her evde bulunması ve okunması gerekir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 15.07.2007 - 00:10

    DOĞUMUNUN 100. YILINDA TRABZONLU YAZAR NİHAD SAMİ BANARLI

    M.NİHAT MALKOÇ


    Şair ve yazarların doğum ve ölüm yıldönümleri önemlidir. Özellikle ebediyete göçen sanatçılarımızı bugünlerde anar, hatıralarını tazim ederiz. Şair ve yazarların ekseriyetle yüzüncü doğum veya ölüm yıldönümlerini daha görkemli etkinliklerle değerlendiririz. Bu yıl büyük edebiyat tarihçisi, fikir adamı ve edebiyat araştırmacısı Nihad Sami Banarlı’nın yüzüncü doğum yıldönümünü kutluyoruz. Banarlı, doğumunun yüzüncü yılı vesilesiyle 2007 senesi boyunca değişik kurum ve kuruluşlarca anılacak. Kendisiyle ilgili bilgi şöleni, panel ve konferanslar düzenlenecek. Türk kültür hayatında henüz layık olduğu yeri bulamayan eserleri gün yüzüne çıkarılacak. Böylelikle büyük bir değerimizi nisyan bulutları arasından çekip alacağız. Onu vefanın aydınlığında Türk milletiyle tekrar buluşturacağız.

    Edebiyatımıza birbirinden kıymetli eserler sunan Banarlı, edebiyat tarihçisi, yazar, şair ve edebiyat öğretmeni vasıflarını kendisinde topluyordu. Her yönüyle çok marifetli bir insandı. O, 1907 senesinde İstanbul’un emsalsiz hayatını, geleneklerini, değerlerini en iyi yaşayan ve yaşatan semtlerinden biri olan Fatih’te doğmuştu. Aslında baba tarafından Trabzonludurlar. Zira o, Trabzon mebusu, şair Emin Hilmi’nin torunu, vali şair İlyas Sami’nin oğludur. Anne ve babasının mezarları Banarlı kasabasında bulunduğu için, soyadı kanununun çıkmasından sonra “Somyarkın” olarak aldığı soyadını daha sonra Banarlı olarak değiştirmiştir. Bu durum onun anne –babasına düşkünlüğünü ortaya koymaya yeter sanırım.

    Banarlı, ilk eğitimini Fatih Sultan Vakıf Mektebi’nde, orta eğitimini, Gelenbevi ve Mercan İdadîsi’nde, lise eğitimini Vefa Sultanisi’nde yapmış, son olarak da İstiklal Lisesi’nden diploma almıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirerek öğretmenlik hayatına başlamıştır. Kabataş ve Galatasaray gibi büyük okullarda edebiyat öğretmenliği vazifelerinde bulunmuştur. Ardından Eğitim Enstitüsü’nde, Yüksek Öğretmen Okulu’nda öğretmenlik ve idarecilik yapmıştır. Bunların yanında bugünkü anlamda birçok sivil toplum kuruluşunda, dernek ve vakıflarda gönüllü çalışmalar yapmış, Türk kültürüne ve edebiyatına hizmet etmiştir. Kültürümüzün yitik hazinelerini gün yüzüne çıkarmıştır.

    Bizler Nihad Sami’yi daha çok edebiyat tarihi ve Türk düşüncesi üzerine yazdığı yazılarıyla tanır, biliriz. Oysa o, duygu ürünü eserler de ortaya koymuştur. Bunların başında tiyatro türünde yazdıkları gelir. O, iyi veya kötü 10’a yakın tiyatro metni yazmıştır. Tiyatro oyunlarında Türk kültürünün temel dinamiklerini gençliğe aktarmayı amaç edinmiştir. Çoğu insan, Banarlı’nın bu özelliğini bilmez. Bunun yanında şiirler, hikâyeler ve bir de roman kaleme almıştır. Fakat bu türlerde yazdıkları yeni bir tarz oluşturma gayretiyle kaleme alınmamıştır. İçindeki duygu sağanağını kitlelerle paylaşmak istemiştir.

    O, asıl ilmî ve meslekî çalışmalarıyla kültür hayatımızdaki yerini almıştır. Mesleki çalışmalarında çok titizdi. Türk dilinin kültürümüzle izdivacından büyük keyif alırdı. Türkçeyi namus olarak görür, bu hususta taviz vermezdi. Dil hassasiyeti kendisine “Türkçenin Sırları” adlı mükemmel eseri yazdırmıştır. Ahmedî’nin Dasitan-ı Tevarih-i Mülûk-i Âl-i Osman ve Cemşid ve Hurşid Mesnevisi, Banarlı sayesinde tenkitli ve karşılaştırmalı nüsha olarak Türk okuyucusuyla buluşmuştur. Bu eser Osmanlı tarihini anlatmaktadır.

    Onun en hayırlı hizmetlerinden birisi de lise öğrencilerinin okuması için hazırladığı lise ders kitaplarıdır. Bugün yazılan edebiyat kitaplarıyla Banarlı’nın yazdıklarını karşılaştırdığımızda çok büyük farklar görebiliriz. Ben lise yıllarında onun kaleme aldığı Metinlerle Türk ve Batı Edebiyatı adlı kitaplarını okudum. Bu kitaplarda Türk kültürü bir çağlayan gibi akardı. Metinler çocukların zevklerine ve seviyelerine göre seçilirdi. Metin çalışmalarında bugünkü gibi uyduruk sorular sorulmazdı. Onun kitaplarından aldığım hazzı hiçbir zaman unutmam mümkün değildir. Keşke Milli Eğitim Bakanlığı o kitapları tekrar okullarımızda okutsa. İnanın o kitaplar bugün için de yeterlidir. Belki yeni isimler ve Türk Dünyasından yazarlar eklenerek yeniden düzenlenebilirler. Bu alanda da Banarlı’yı aşamadık.

    Nihad Sami Banarlı, bağrından çıkmış olduğu milletine ve o milletin gençliğine iyi bir mürebbi oldu. Onları yabancı dillerin ve kültürlerin boyunduruğundan kurtarmak için çetin bir mücadele verdi. O, yaşadığı sürece ne Müslümanlığından ne de Türklüğünden taviz verdi. Onuruyla, fikirleriyle, mücadelesiyle dik yaşadı. Hayatını mücadelesine adadı. Banarlı için başta gelen şey milli benlik ve milli şuurdu. O, bunlar olmadıktan sonra bütün gayretlerin boş olduğuna inanırdı. Cehaletin ve hıyanetin baş düşmanıydı. Özellikle kültürümüzü ecnebi kültürlerle yozlaştırmaya, hatta ortadan kaldırmaya çalışanların karşısında mukavemeti eşsizdi. Başta dil, kültür, sanat ve edebiyat olmak üzere her şeyin millisinden yanaydı.

    Banarlı, tarihin bilinmesi ve gelecek nesillere olduğu gibi aktarılması gerektiğine inanıyordu. O, Osmanlı’ya hayranlık duyuyor, fakat hatalarını da görmezden gelmiyordu. Kökü mâzide olan atiydi Nihad Sami… Ne geçmişi unutuyor, ne de tekâmülü reddediyordu. Yarınki Türkiye’nin idarecileri olacak gençlere; ölçü üzere yaşamayı, kendilerine hedefler belirlemeyi ve bu hedeflere varmak için azami gayret içerisinde olmayı öğütlüyordu. Gençler için düzenlediği sayısız seminer, konferans ve toplantı milli gayenin sağlıklı ve hızlı bir biçimde gerçekleşmesi içindi. Birileri kırıp dökerken o, ağırbaşlılıkla ve sabırla tamir ediyordu. Yıkmak kolay ama yapmak zordu. O, memleketin ikbali için zora talip oluyordu. Banarlı, metotlu ve disiplinli çalışmayı severdi. Akademisyen olmamasına rağmen ilmi disiplini her şeyin önünde tutardı. Çok fazla okur, okuduklarını muhakeme ederdi.

    Onun yakın çevresinde olma bahtiyarlığını yaşayanlar, Banarlı’nın tam bir İstanbul Beyefendisi olduğu görüşünde birleşirler. Zarif ve narin bir kişiliği vardı. Fakat milli ve manevi meselelerde çelik gibi sertti. Bamteline basıldı mı kükremesini bilirdi. Öğrencisi olma onurunu yaşayan Prof. Dr. Kemal Eraslan, Banarlı hocanın doğumunun yüzüncü yılı münasebetiyle düzenlenen bir programda onu dinleyicilerin gözlerinde şöyle canlandırmıştır:

    “O, fötrü yana kaymış, soğuklarda giydiği lacivert paltosuyla, lâcivert elbisesiyle, daima gözümün önündedir. Yavaş konuşur, kelimeleri tane tane söyler ve son derece soğukkanlı ve yumuşak bir ifadeyle karşısındakine hitap eder. Bu, insana değer vermek demek, saygı göstermek demektir. Kendisi insana saygılı olduğu için saygı görürdü. Onunla birlikte olduğum uzun yıllar boyunca bir gün olsun kızdığını, ağzından kötü söz çıktığını duymadım. Türk Edebiyatına, diline çok hizmeti olmuştur.”

    Banarlı ile Samiha Ayverdi çok iyi iki dosttu. Banarlı’nın Ayverdi’ye yazdığı onlarca mektupta aralarındaki dostluğu, bağlılığı ve birbirlerine olan hürmeti açıkça görmek mümkündür. Onları birbirine yakınlaştıran unsurlar Türk diline ve Türk kültürüne aşk derecesinde bağlılıkları ve hizmetleriydi. Fakat dostluklarının asıl vesilesi Kenan Rifai’dir. Bu mutasavvıfa duydukları sevgi, onları aynı paydada birleştirmiştir. Nihad Sami, manevi zenginliğini ve gelişimini biraz da Samiha Ayverdi’ye borçludur dersek abartmış olmayız.

    Nihat Sami Banarlı’nın kültürümüze kazandırdığı eserlerin başında hiç şüphesiz ki “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” gelir. İki cilt halinde büyük boy olarak Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasında basılan bu kitap, Türk edebiyatını destanlar döneminden günümüze kadar getirir. Her satırı büyük bir titizlikle ve emekle hazırlanan bu eser, tam 1366 sayfadır. Benim en çok sevdiğim ve her fırsatta okuduğum, elimin altından eksik etmediğim bu eserin bilgilerine sizler de gönül rahatlığıyla güvenebilirsiniz. Çünkü bu eser, popüler kültürün borazanlığını yapmayan, ilmi metotlarla yazılan edebiyat tarihi alanında şaheserdir.

    Türkçenin Sırları’nın sayıp döküldüğü ve dilimizin büyük tehdit ve tehlikelerle yüz yüze olduğunun örneklerle ortaya konulduğu eser olan Türkçenin Sırları, okuyup da tadına doyamadığım, tekrar tekrar okuma ihtiyacı hissettiğim kitapların başında gelir. Bu eser Banarlı’nın Türkçe üzerine yazmış olduğu 43 makalenin bir araya getirilmesinden oluşuyor. Fakat onun bunlara benzer yüzün üzerinde dil içerikli makalesi vardır. Dil hassasiyeti normalin çok üzerinde olan ve dili haysiyet olarak belleyen Banarlı, bu konuda gençliği uyanık ve şuurlu olmaya davet etmiştir. O, Türkçenin kendi kendine yeten bir dil olduğuna, Batı dillerinin ne idüğü belirsiz yoz kelimelerine muhtaç olmadığına yürekten inanırdı.

    Trabzon kökenli bir ailenin çocuğu olan Nihad Sami Banarlı, ömrünü Türk dilinin, kültürünün, edebiyatının ve maneviyatının diri olması ve diri kalması için harcamıştır. Eserleri gözden geçirildiğinde ecnebi kültürden, dilden ve edebiyattan Türk gençliğini uzak tutmaya çalıştığını görürüz. Fakat bu demek değildir ki bizler yabancı dillerde ve kültürlerde yazılan eserleri okumayacağız. Klasik tabir edilen kaliteli eserleri okuyacağız ama onların cenderesinde sıkışıp kalmayacağız. Ona göre bizi biz yapan ve son nefesimize kadar kalbimizde yaşayan milli ve manevi değerler Batı’nın yoz değerlerine feda edilmemelidir.

    Türk dilini en iyi kullanan ve bu dil için “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” diyen Yahya Kemal Bayatlı, Banarlı’nın en çok sevdiği ve eserlerini Türk gençliğine sunduğu bir şairdir. Zira Yahya Kemal’in eserlerini gün yüzüne çıkaran ve gençlikle buluşturan Banarlı’dan başkası değildir. Yahya Kemal Enstitüsü’nün kurulmasına öncülük eden de odur. Sağlığında şiirlerini iki kapak arasında göremeyen Yahya Kemal, gözlerini bu fani dünyaya kapattıktan sonra Banarlı sayesinde sanki yeniden doğmuştur. Yahya Kemal Yaşarken(1959) ,
    Yahya Kemal’in Hatıraları (1960) adlı eserler bu alanda yayınlanmış ciddi yayınlardır.

    İnsanlar ne kadar vefalı olursa o kadar vefa görürler. Banarlı, büyük şair Yahya Kemal’e ve pek çok şair ve yazara kucak açarak onların Türk kültür kamuoyunca tanınıp okunmalarını sağladı. Vefa karşılıksız kalmaz şüphesiz. Banarlı da ölünce onun bütün yazılarını Nermin Suner Pekin Hanımefendi bir araya getirerek yayınlanmalarını sağlamıştır. Banarlı’nın eserlerine, kendisinin de sağlığında müdürlüğünü yaptığı Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı sahip çıkmıştır. Fakat bir kısım yazıları hâlâ kitaplaştırılamamıştır.

    Banarlı üslup sahibi bir yazardır. Onun üslubu uzun yılların ve zorlu çalışmaların ürünüdür. Onun eserlerini düşünerek okuyan birisiyseniz yazısının altında imzası olmasa da yazılanların ona ait olduğunu anlayabilirsiniz. Onun yazdıkları bize Türkçenin doyumsuz hazzını yaşatır. O, eserlerinde fikirlerini açık seçik ortaya koymak için örneklendirmelere ve alıntılara genişçe yer verir. Fakat kendi yazdıklarıyla alıntıları yerli yerine oturtur. Bunu makalelerinde, denemelerinde, monografilerinde ve sohbet yazılarında görebiliriz.

    Nihad Sami çok kıymetli eserlere imza atmıştır. Onun yazdığı eserler Türk dilinin ve kültürünün yitik hazinelerini gün yüzüne çıkarmıştır. Nice insanlar onun kaleminden süzülen milli fikirlerden beslenerek vatan sevgisini, milli ve manevi hissiyatı doyasıya yaşamıştır. Ne mutlu o nurlu oluktan içenlere. Onun kaleme aldığı eserler arasında şunları sıralayabiliriz: “Yahya Kemal Yaşarken, Yahya Kemal’in Hatıraları, Türkçenin Sırları, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Dasitan-i Tevarih-i Müluk-i Ali Osman ve Cemşid ve Hurşid Mesnevisi (Ahmedî) , Namık Kemal ve Türk Osmanlı Milliyetçiliği, Büyük Nazireler Mevlid ve Mevlid’de Milli Çizgiler, Edebi Bilgiler, Metinlerle Edebi Bilgiler, Başlangıçtan Tanzimata Kadar Türk Edebiyatı Tarihi, Fatih’in Zafer Sırları...”

    Milletler maddi zenginliklerinden çok, kültürel zenginlikleriyle ve manevi değerleriyle ayakta kalırlar. Türk milletini bir ve beraber tutan, onun değerlerini çimento niyetine kullanıp onunla dünü yarına sabitleştiren, yerli kültürün bayraktarlığını yapan Nihad Sami Banarlı gibi yazarlara bugün dünden daha çok ihtiyaç vardır. Doğumunun yüzüncü yılında Banarlı’yı yeniden keşfederek, yarınlarımızın teminatı olan çocuklarımıza okutmalıyız. Onun dil sevgisini, milli ve manevi konulardaki hassasiyetini örnek almalı, çizdiği yolda kararlılıkla yürümeliyiz. Merhum Banarlı’ya doğumunun yüzüncü yılında rahmet diliyorum. Sözlerimi, dil hassasiyeti her şeyin üzerinde olan Banarlı’nın dile dair şu veciz ifadeleriyle bitiriyorum:

    “Diller, milletlerin en aziz, en tılsımlı, en kıymetli servetleridir. Dillerin bir ses güzelliği ile dalgalanıp bir duyurma, anlatma ve inandırma gücüne ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır. Yeryüzünde diller kadar millet fertlerini birbirine bağlayan, onlara birbirlerini sevip anlamakta, hele sevgilerini dile getirmekte aziz yardımcı olan başka kuvvet mevcut değildir. Bir tarih boyunca ordu insanları savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gazi veya şehit olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarının birçoğunu da, savaşçılara duyurabildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar.”

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 12.07.2007 - 01:42

    MEMLEKETİM… MEMLEKETİM… ÂH MEMLEKETİM

    M.NİHAT MALKOÇ


    Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
    Şimdi senden çok uzaklarda sıla hasretiyle tutuşuyor bütün uzuvlarım… Hücrelerime kadar değiyor katmerleşen özlemin. Sana kavuşmayı en büyük hedef tayin ettim kendime. Senden uzakta ölmek herhalde ölümlerin en kötüsü olur benim için. Ninemin dizinin dibinde dinlediğim masallar, annemin ninnileri, âşıkların uzaktan uzağa yaktığı hasret türküleri ruhumun derinliklerinde yankılanıyor. Rüyama giriyor yemyeşil çay bahçelerin, fındık dalların, mısır tarlaların… Evimizin önündeki armut ağacında toplanan kuşların cıvıltıları aklımdan ve kulaklarımdan gitmiyor. Burada ne armut ağacı var, ne de kuş cıvıltıları… Baharın o doyumsuz kokusunu özlüyor ciğerlerim.

    Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
    Karlı dağlarındaki beyazlığı burada ancak bir gelinin duvağında görebiliyorum. Gözelerinden akan sular, hayallerimi süslüyor. Burada musluklardan akan, her ne kadar sıvı olsa da, bildiğimiz berrak su değil. Aynı gök kubbenin altında olsak da, memleket havasını arasanız da bulamazsınız bu kör beldede… Size sunulanla yetinmek mecburiyetindesiniz. Buralarda memkeletimdeki doğallığı ve saflığı arayanlar beyhude uğraşır.

    Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
    Yüce dağ başlarında kurulan kekik kokulu yaylalarını özledim. Bulutlarla sarmaş dolaş olan dağlarını gözümde büyüttükçe büyütüyorum, öyle ki hayallerimi aşıyorlar. Pırıl pırıl ve şırıl şırıl akan derelerin sesi kulaklarımdan gitmiyor. O derelerde avladığımız balıklar hiç unutulur mu? Ya suların önünü taşlarla, kum ve çakıllarda keserek yaptığımız derme çatma göller… Yüzmek için mayo ne gezer bizde… Ya pijamayla, ya da donla girerdik suya… Yaşı çok küçük olanlar anadan doğma girerdi göllere. Yoksulluk bükerdi belimizi… Fakat mutluyduk, gururluyduk yine de… Onurumuzu taşımasını bilirdik. Ayağımızda kara lastiklerle dere boyu balıkları gözlerdik. Kayaların altına elimizi sokar, kendimiz koymuş gibi çıkarır alırdık akşamları rızkımız olacak balıkları. Değmeyin ondan sonraki keyfimize…

    Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
    Yemyeşil tabiatın, masmavi denizin ve gökyüzünle emsalsizsin. Boy boy ağaçların, buz gibi suların, capcanlı insanların; muhteşem dekorunun ayrılmaz parçalarıdır. Benim memleketimin insanı küçük şeylerden mutlu olmasını bilir, gülümsemek, hatta kahkaha atmak için çok büyük sebepleri aracı etmeyi beklemez. Kıpır kıpırdır güzel beldemin güzel insanları… Kadınlarımız taşıdıkları yükün altında görülmezler. Zira yükün kabalığı ve ağırlığı kadını görünmez kılar. Yine de yaşadığı hayattan zevk almaya, beyine güler yüzlü görünmeye çalışır. Zor şartlarda, alın terini su gibi akıtarak adeta taştan çıkarırlar ekmeğini. Bütün ezilmişliğine, unutulmuşluğuna, göz ardı edilmişliğine rağmen vatanını, milletini ve başındakileri sever yine de… Saygı ve hürmette kusur etmez hiçbir zaman…

    Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
    Burada ekmeğimiz, aşımız gurbet kokar. Her fotoğraf karesi bizi yıllar evveline götürür. İster istemez kirpiklerimiz ıslanır. Çok uzaklardan peştamallı, keşanlı fotoğraflarla bize gülümseyen annelerimiz, bacılarımız ve vefakâr eşlerimiz; içimizdeki hasret yükünü iyice ağırlaştırır, adeta kurşundan bir yük biner gövdemize. Sevdalar da seviyeli yaşanır benim güzel memleketimde. Aşkların da bir asaleti, gizliliği ve seviyesi vardır. Bir kere âşık olundu mu evliliğe varır işin sonu. Gönül eğlendirme, her çiçekten bal alma hoş görülmez.

    Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
    Türkülerin, horonların, ağıtların, düğünlerin, kına gecelerin, imecelerin unutulur mu hiç? ...Fındık ve çay bahçeleri panayır yerine dönerdi. Çalışmak eğlenceye dönüşürdü. Hepimiz gül gibi geçinir giderdik. Ya karayemişlerin, incirlerin, kirazların unutulur mu? Ne diyeyim, evlatların gurbet ellerde senin kucağında son nefeslerini vermek için can atıyorlar.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 11.07.2007 - 01:02

    KÜRESEL ISINMA VE GELECEĞİMİZ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Son yıllarda en çok duyduğumuz kelimelerin başında geliyor küresel ısınma… Küresel ısınma aşağı, küresel ısınma yukarı… Herkes bu konuda ahkâm kesip duruyor. Fakat işin içyüzünü tam anlamıyla bilen yok. O zaman dilimin döndüğünce ifade etmeye çalışayım.

    Dilimize adeta pelesenk ettiğimiz küresel ısınma, dünya atmosferi ve okyanuslarının ortalama sıcaklıklarında belirlenen artış için kullanılan bir terimdir. Bu konu yaygın olarak son yıllarda konuşulmaya başlansa da küresel ısınmanın emareleri çok daha öncesine gidiyor. Bu olay son elli yıldır iyice saptanabilir duruma gelmiş ve önem kazanmıştır. Artık çevre kirliliği ve aşırı silahlanmanın getirdiği olumsuzluklar hayatımızı kuşatmaya başladı. Bununla ilgili olarak son zamanlarda geniş çaplı bir anket yapılmış, bundan ilginç sonuçlar alınmıştır.

    BBC televizyonunun 21 ülkede 14 bin kişinin katılımıyla yaptığı araştırmada, katılımcıların çoğu, artan hava sıcaklıklarından ABD’yi herhangi bir ülkeden daha çok sorumlu tuttuklarını belirtti. Araştırmada, insanların yüzde 68’inin küresel ısınmadan endişe duyduğu, bu konuda en fazla endişelenenlerin yüzde 82 ile Güney Afrikalılar ve yüzde 87 ile Brezilyalılar olduğu görüldü. En az endişelenenler ise yüzde 57 ile ABD’liler oldu. ABD’lileri yüzde 59 ile Hindistanlılar izledi. Araştırma her 5 ABD’liden yaklaşık dördünün küresel ısınma konusunda herhangi bir ülkenin suçlanamayacağını düşündüğünü ortaya koydu. Dünyada atmosfere salınan sera etkisi yaratan gazların dörtte birinden sorumlu olan ABD’yi, Çin, Rusya ve Hindistan izliyor. İnsanlar mevcut durumdan endişeleniyor. Fakat bunu engellemek, tesirini azaltmak için ciddi girişimlerde de bulunulmuyor.

    Son yıllarda üretilen küresel ısınma senaryoları, insanların huzurunu iyice kaçırmaya başladı. Bilim adamları ve araştırmacılar hemen her gün yeni ve bir öncekinden daha feci bir senaryo koyuyorlar önümüze. Televizyonlar ve gazeteler sürekli bu konuyu işliyor. Havaların mevsim normallerinin üzerinde olması, bu kişilerin senaryolarını daha gerçekçi kılarken, vatandaşların korkularını iyice artırıyor. Herkes panik içerisinde olacakları bekliyor.

    Bu felaket tellalları ne demiyorlar ki? ...Bilim adamları atmosferdeki karbondioksit miktarının çok yüksek düzeye çıktığını söylüyorlar. Pek çok yerde iklim değişikliklerinin yaşandığından bahsediyorlar. Neymiş efendim, yakın zaman içerisinde dünya hızla çölleşecek, insanlar içecek bir damla su bulamayacak, canlı türlerinin önemli bir kısmı yok olacak, buzul çağı yaşanacak, her tarafı okyanus suları basacak, büyük göçler yaşanacak, dünyanın seyri değişecek, bunlara bağlı ölümler ardı sıra gelecek… Bu felaketlerin toplamına kıyamet desek yeridir. Yeni bir Nuh tufanına doğru mu gidiyoruz?

    Trabzonlu emekli Jeoloji mühendisi ve araştırmacı-yazar, kıymetli dostum, abim Ahmet Musaoğlu küresel ısınma haberlerinin kelimenin tam anlamıyla yaygara ve çirkin bir oyun olduğunu söylüyor. Bunu da yazılarında hem sosyolojik, hem de bilimsel açılardan ispatlıyor. Sayın Musaoğlu “Küresel Isınma Tuzağı-Yeni Malthusçuluk” adlı makalesinde konuya değinerek bilimsel yaklaşımlarda bulunuyor. Son olarak da sözünü şöyle tamamlıyor:

    “İklimlerde değişiklik olsa da ya da deniz seviyelerinde aşağı yukarı oynamalar olsa da yeryüzünde Kıyamet ölçeğinde felaket hiçbir zaman yaşanmayacaktır. ‘Küresel Isınma’ iddiası, ‘Ozon’un delindiği’ iddiaları gibi ‘laf salatası’ olarak kalacaktır. Son kez insanoğlunun yeryüzüne ayak bastığı yaklaşık tarih olan M.Ö.10.000 civarı yaşanan ‘Küresel Isınma’, bir daha ancak, karbondioksitin (atmosferin) de yokoluşu olacak olan Kıyamet (Big Crunch) hadisesi sırasında yaşanacaktır. Zamanı bilinemeyecek bu döneme kadar da ‘Küresel Isınma’ veya ‘Ozon deliniyor’ benzeri açıklamalar, hep ‘zihni kirlilik’ olarak yaşanacak, bu ve benzeri yaygaralara inanacak birileri de her dem bulunabilecektir... Oysa yaşananlar, geçmişte de yaşanmış olanlardır.” (Küresel Isınma Tuzağı-Yeni Malthusçuluk)

    Şahsen Batı’nın ve ABD’nin söylem ve eylemlerine hep mesafeli durmuşumdur. Söylediklerine inanmamışımdır. Çünkü bütün söylemlerinin altından kirli bir oyun çıkmıştır. Bu işin altında da bir bit yeniği vardır. Bizler; yüce Allah’ın insanları, özellikle de Müslümanları koruyacağına yürekten inanıyoruz. Bu konuda Ahmet Musaoğlu’yla aynı düşünüyorum. Bence küremiz değil ama ABD’nin suyu iyiden iyiye ısınıyor. Bu oyun ve tezgâhlarla milletin dikkatini başka yönlere çekip dünyayı sömürmek ve bunu da örtbas etmek istiyorlar. Fakat basiretli insanları ikna edemiyorlar. Allah inanan kullarıyla beraberdir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 10.07.2007 - 23:45

    MEYDANLARIN RENGİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Son zamanlarda Türkiye seçimle yatıp seçimle kalkıyor. Herkesin gündeminde geçimden çok, seçim var. Aslında haksız da değiller. Çünkü seçim biraz da geçimi ilgilendiriyor. 22 Temmuz’daki seçim sonuçları, iğneden ipliğe kadar hemen her şeyi etkileyecek. Şüphesiz ki ekonomi seçimin neticesine göre kendine yeni bir rota çizecek. Piyasalar, döviz ve dış sermaye 22 Temmuz’da yapılacak seçimin sonuçlarına göre yeni bir tavır alacak. Hemen her şey seçimlere odaklanmış durumdadır. Hiç kimse seçimin neticesini görmeden yeni girişimlerde bulunmuyor; ‘bekle ve gör’ politikası güdülüyor.

    Canım Türkiyemin şartları da kendine mahsustur. Benim ülkemde milletvekili adayları hep hizmet için bu işe soyunduklarını ifade ederler. İstisnasız hepsinin ağzında millete ve memlekete hizmet lafı sakıza dönüşmüştür. Belki bir kısmı bu niyetle yola çıkmıştır, fakat şahsi çıkar ve itibar için bu işe girenlerin sayısı hiç de az değildir. Lâkin o kişiler bile bu gizli niyetlerini “hizmet” lafıyla kamufle ederler. Ama günümüzde seçmenler geçmişe nazaran daha bilinçli hareket etmektedirler. Yeri gelince adayları sorgulamakta, öyle kolay kolay kanmamaktadırlar. Bu şuurlanma iyiye işarettir. Uyanmak hayra alâmettir.

    Türkiye’de seçimler adeta bir karnaval havasında geçmektedir. Pusulada yerini alan 14 siyasi parti günlerdir propaganda faaliyetlerini aralıksız sürdürmektedirler. Partilerin seçtiği adaylar şehir şehir, köy köy, meydan meydan, kapı kapı dolaşıp vatandaşlardan oy talep etmektedirler. En küçüğünden en büyüğüne kadar hepsinin tezleri ve antitezleri vardır. Birinin ak dediği, diğerine göre karadır. Vurun abalıya misali hepsinin esas hedefi iktidar partisidir. Hiçbir konuda birleşemeyen partiler iktidar partisini zayıflatmak için birleşebilmektedirler. İktidar partisinin de boş durduğu söylenemez. Onlar da, geçmişte iktidarda olup da bugün muhalefette olanların, idaredeyken yaptıkları yanlış icraatları yüzlerine vurmaktadır.

    Yalandan ölünse Türkiye’de siyasetçiler ölürdü. Üç-beş kişinin bir araya gelerek kurduğu tabela partileri bile en güçlü kadroların, en ileri projelerin kendilerinde olduğunu iddia ederler. Bunu söylerken akıl edip de çevrelerine bile bakmazlar. Seçimlerde verilen vaatler geçmişte olduğu gibi bugün de havalarda uçuşmaktadır. Önüne gelen halka vaatler yağdırmaktadır. Bu sene vaatlerin esas kalemini mazot oluşturmaktadır. Bazıları mazotu bir liraya, bazıları 80 kuruşa düşürüyor. Bir kısım uyanık liderler de elektriği bedava kullandıracaklarını söylüyorlar. Bu arada 22 Temmuz’dan sonra doğuracaklar yaşadı. Zira doğum yapanlar servete konacak… Dedeler bile yeniden evlenip çoluk çocuğa karışmanın hesabını yapmaya başladı. Gençler servete konacak da bizim dedeler seyredecek mi?

    Çocuklar, gençler, yaşlılar, kadınlar maaşa bağlanacak. Herkes vatandaşlık maaşı alacak. Bunları duyan sanar ki ABD’de yaşıyoruz. Orda bile böyle bir şey yok. Madem herkes paraya boğulacak, züğürtlük lügatlerden silinecek, o zaman çalışıp yorulmaya ne gerek var? Peki, kim üretecek? “Sen ağa, ben ağa inekleri kim sağa” demiş elin oğlu! ...

    Seçim hazırlıkları başlayalı beri, şehirler olağanüstü hâl yaşıyor. Kaldırımlar bile yoruldu kalabalıkları taşımaktan… Gece yarılarına kadar seçim arabalarının anons ve kornalarından uyuyamaz olduk. Avrupa’da, ABD’de ve diğer çağdaş ülkelerle böyle bir seçim manzarası olur mu acaba? Seçimlerin Türkiye kadar ciddiye alındığı, adeta bir boy ölçüşme ve hesaplaşma vesilesine dönüştürüldüğü bir ülke yoktur. Seçimlerde seviyenin bu kadar düştüğü, sıradanlaştığı ve sen-ben kavgasına dönüştüğü bir ülke düşünemiyorum.

    Bu seçimlerde de en çok başörtüsü, üniversite sınavları, hayat pahalılığı, Avrupa Birliği ve IMF malzeme olarak kullanılıyor. İşbaşında olup da bu hususlarda çözüm olamayanlar bile utanıp sıkılmadan konuşabiliyorlar. Diyorum ya, oy toplamak için perdeler bir bir yırtılıyor, oy bütün değerlerin üstünde tutuluyor. Birbiri için söylenmedik laf bırakmayanlar, seçim bittikten sonra nasıl bir araya geldiklerini, birbirlerine hangi yüzle baktıklarını merak ediyorum. Her şeye rağmen renkli bir seçim kampanyası yaşanıyor.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta