GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
KUSUR ARAMAK
M.NİHAT MALKOÇ
Toplum olarak, insanların kötü yönlerini ve açıklarını aramaya meyilliyiz. Genellikle şüphe, zan ve tahminlerle hareket ederiz. En ufak bir lâf duyduğumuzda bunu süsleyip abartarak, duyduğumuzu körü körüne etrafa yayarız. Söze hep zanla başlarız. Oysa Peygamberimiz: “Zannın çoğundan sakınınız. Çünkü zan, sözün en yalan olanıdır.” buyurarak bizlere uyarıda bulunmuştur. Zanla hareket etmek kişiyi maddi ve manevi felâkete sürükler.
İnsanları karalamak, toplumdan tecrit etmek ve şahsiyetleriyle oynamak kolaydır; fakat şık değildir. Çevredeki kişilerin kusurlarını araştırıp onlarla alay etmek aslında bir kişilik sorunudur. Önemli olan, insanların zayıf yönlerini tekmil edip onları topluma kazandırmaktır. İnsanları kaybetmek kolay olsa da, kazanmak zordur. Bizler kolay olana değil, zora talip olmalıyız. Zanla hareket etmekten şiddetle kaçınmalıyız. İnsanları arkalarından çekiştirmemeliyiz. İnsanları çekiştirenler ölü kardeşinin etini yemiş gibidir.
Fitne, fesat ve kusur arama gibi yanlış davranışlar toplumumuzda ne yazık ki sıkça görülmektedir. Eşini dostunu çekiştirdikten sonra kalkıp namaza duranlara çoğumuz rastlamışız. Oysa onların fitne fesatlarıyla kıldıkları namaz çelişki oluşturmaktadır. İnsanların arkasından konuşup ardından kılınan namazlar Hakk katında kabul olur mu acaba? Yüce Rabbimiz, Hücûrat Suresi’nin 12. ayetinde zanla hareket edenlere çok sert uyarılarda ve tavsiyelerde bulunarak insanları hakikate ve tövbeye davet etmektedir:
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü bazı zan vardır ki günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz de, kiminizi arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! .. Allah’tan korkun. Çünkü Allah tövbeleri kabul edendir. Çok esirgeyendir.”
Her insan hata yapabilir. ‘İsmet’ sıfatlarından ötürü günah işlemeseler de peygamberler bile zaman zaman hata yapmıştır. Ya biz kullar, nasıl olur da kusursuz oluruz. Allah günah işleyen kulunun tövbesini kabul edendir. Öyle ki Rabbimiz pişman olup af talep eden kulun bu davranışından hoşlanmaktadır. Önemli olan, yanlışta ısrar etmemektir. Küçük davranış bozukluklarını büyütmek ve insanları lekelemek anlamsızdır. Her insanın kendine mahsus düşünce ve planları vardır. Bize mantıksız gelen davranışların mantıklı gerekçeleri olabilir. Hislerimizle hareket etmemeliyiz. Bu konuda da Peygamberimizi ölçü almalıyız. Hz. Muhammet(sav) bu mevzuda şöyle buyurmuştur: “Ey dili ile iman edip, kalben tasdik etmeyenler! ... Müslümanlara eziyet etmeyiniz, onların gizli taraflarını araştırmayınız. Allah, müslüman kardeşinin gizli taraflarını araştıranın gizliliklerini araştırır. Ve Allah kimin ayıbının peşine düşerse; evinin içinde bile olsa, onu insanlara karşı mahcup eder.”
İçinde azıcık sevgi, hoşgörü ve iman olan kimse müslüman kardeşinin ayıplarını teşhir etmez. Çünkü yarın, kendisinin de böyle bir durumla karşılaşabileceğini düşünür. Her konuda olduğu gibi bu hususta da empati(duygudaşlık) yapar. Kendisinin kaldıramayacağı hareketi başkasına reva görmez. Herkes böyle düşünse insanlar arasındaki meseleler kolayca çözülür.
Bazı insanlar kıskançlık ve çekememezlik yüzünden başkalarının kusurlarını ararlar. Gördüklerini dile getirdiklerini ifade ederler. Bunun doğal bir davranış olduğu iddiasında bulunurlar. Oysa var olanı, sözkonusu kişinin arkasından söylemek gıybettir. Yukarıdaki ayette de görüldüğü üzere bu hareket, kardeş eti yemekle eşdeğer çirkin bir davranıştır.
Müslümanlar birbirlerinin ayıbını örtmelidir. Başkalarının ayıbını araştıranın, gün gelir ayıplarını araştırırlar. “Çalma kapımı çalmayayım kapını” misali… Peygamberinizin dediği gibi: “Her kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah(c.c.) kıyamet gününde onun ayıplarını örter.” Ayıplarımızın örtülmesini istiyorsak gıybet illetinden kurtulmalıyız. İnsanları aşağılamak bize hiçbir şey kazandırmaz. Yunus’un ifadesiyle sözlerimi bağlamak istiyorum:
“Gelün tanışuk idelüm / İşün kolayın tutalum
Sevelim, sevilelim / Dünya kimseye kalmaz.”
GÖZYAŞI RAHMETTİR
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanoğlu ne garip bir yaratıktır. Çevresinde bin bir türlü ibretli hadise gerçekleşir de bunlardan kendisine ders almaz. Kur’an-ı Kerim’in yüzlerce yerinde Rabbimiz: “Düşünmüyor musunuz, akıl erdirmiyor musunuz? ” buyurarak bizleri tefekküre davet ediyor. Biz bu davete icabet edebiliyor muyuz? İnançlarınızı aksiyon hâline dönüştürebiliyor muyuz? Kulluk bilincini diri tutabiliyor muyuz? Bu sorulara müspet cevap verebilenlere ne mutlu! Keşke bu hayatî suallere olumlu cevap verenlerin sayıları öyle az olmasa!
İslâm dini, şefkat ve merhameti esas alır; bütün canlılara bu perspektiften bakılmasını ister. Zira mahlûka ve halika sevgi ve saygı göstermek yaraşır. Müminler Kur’anî ölçüleri, hayatının vazgeçilmez bir parçası telâkki eder. Hayatını ona göre şekillendirir. Müslümanların şefkat ve merhameti, onların kalp yumuşaklığından kaynaklanır. Bu, zamanla öyle bir merhaleye erişir ki hassas duygular, gözyaşlarına siner. En basit durumlarda bile gözyaşları sel olup akar. Bu gözyaşları katı yürekleri bile yumuşatır, duygular insanileşir.
Gözyaşı aczin ve nedametin işaretidir. İnsanoğlu bütün gücüne rağmen, yine de aciz bir varlık değil midir? Hangi birimiz yaşadığımız nahoş hâl ve hareketlerden dolayı pişman olmayız? Ağlamak, kalp gözünün kapanmadığına delildir aynı zamanda. Asıl ağlayamayanlara ağlamak lâzım. Yaratılanların en şereflisi olan insan, yaratılanların en sefili durumuna düşünce, nasıl ağlamaz? Malını mülkünü top yekûn kaybeden bir tüccarın kahkaha atmasını bekleyebilir misiniz? Şayet böyle davransa, hepimiz ona deli yaftasını asarız. Durum bu iken, her geçen gün günahları dağ gibi çoğalan bir insanın pişmanlık duyup gözyaşı dökmemesi, onun kalp katılığına işaret değil de nedir? Ona hâlâ insan sıfatını yakıştırabilir misiniz? İnsanlar ‘erkekler ağlamaz’ sözüne niçin bu kadar itibar ediyorlar?
Sahabeler az güler, çok ağlardı. Hatta kahkaha ile gülmekten hicap duyarlardı. Resulullah Efendimiz tevhit inancını hakkıyla yaşayan ve yaşatan bu insanlara çok kıymet verirdi. Çünkü onlar, yaşadıkları örnek Müslümanlıkla cennetin anahtarını hak etmişlerdi. Peygamberimiz: “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz.” demiştir. O büyük insanlar gözyaşı dökerken biz bunca günahlarımızla nasıl oluyor da kahkahayla gülebiliyoruz? Buna akıl erdiremiyorum.
Resulullah Efendimizin yanında Kur’an okunurken, bazı ayetlerin tilâveti esnasında gözyaşlarına engel olamazdı. Kur’an’ı başkalarından dinlemek hoşuna giderdi. Yine böyle bir Kur’an tilâveti esnasında Abdullah b.Mesut, İsra Suresi’ni okurken ağlamıştı. Bilindiği gibi bu surenin ilk ayetinde Resulullah’ın miracına değinilmektedir.
Yüce Rabbimiz, Necm Suresi’nin son ayetinde daha önceki ümmetlerin başına gelen felâketleri sıralayarak şöyle buyuruyor: “Şimdi siz bu sözden(bu Kur’an’dan) mı hayret ediyorsunuz? ..Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz? ”(Necm S.59-60.Ayetler)
Necm Suresi’nde geçen bu ayetler nazil olduğunda Suffa ashabı ağlamışlardı. Onların ağlamasını duyan Resulullah da ağlamıştı. Hz. Ömer bir hutbesinde Tekvir’i okuyordu. Söz konusu surede kıyametin kopuşu tasvir edildiği için gözyaşlarını tutamamış; hutbeyi kesmek zorunda kalmıştır. Yine aynı zat Tûr Suresi’nin 7 ve 8. ayetlerini okuduğunda korkudan hasta yatağına düşmüştür. Söz konusu ayetlerde Rabbimiz şöyle buyuruyordu: “Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır; O’na engel olacak bir şey yoktur.”(Tûr S. 7 ve 8. Ayetler)
Hz.Ömer, Hz.Osman, Resulullah ve ashabın ileri gelenleri kıyamet günü görülecek hesabın zorluğundan dolayı ağlıyorlarsa bize ne yapmak düşer? Bir düşünün… Üstelik onların bir kısmı dünyadayken cennetle müjdelenmişti. Günah bataklıklarında yüzen günümüz insanı nasıl oluyor da gülmeyi kendisine yakıştırabiliyor? Sözün bu kısmında Yahya Kemal’in şu veciz ifadesi aklıma geliyor: “Güleriz ağlanacak hâlimize.” Oysa Resulullah’ın dediği gibi, gözyaşı rahmettir. Ağlayınız, belki gözyaşlarınız kaskatı kesilen kalplerinizin yumuşamasına vesile olur. Biliniz ki bu dünyada ağlamayanın gözyaşı ahirette sel olur.
RAMAZAN GÜZELDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Zamanı güzelleştiren içeriğidir. Bilindiği gibi İslam’da mübarek gün ve geceler vardır. Bu vakitler diğer zamanlara göre daha mübarek ve muteberdirler. Çünkü bu zaman dilimlerini nurlandıran bir kısım hadiseler vardır. Yoksa zaman hayatımızı kuşatan bir süreçten başka bir şey değildir. Müstesna vakitler bu süreç içerisinde apayrı bir konuma sahiptir.
İslam inancında mübarek zaman dilimlerinden en önemlisi ve en uzunu bir aylık süreci kapsayan ramazandır. Bu ayda ruhlarımız huzur bulur, adeta kanatlanır. Son yıllarda İslam âlemi ramazan ayına aynı anda giriyor. Bir aralar bazı İslam ülkeleri bizden ya bir gün evvel, ya da bir gün sonra oruca başlarlardı. Her konuda olduğu gibi bu konuda da birlik sağlayamazdık. Çok şükür birkaç yıldan beri bu beraberliği ve bütünlüğü sağlayabiliyoruz.
İslami kurallara göre hilal görülmeden ramazana başlanmaz. Bu iş çok eskiden, yani bugünkü modern rasathaneler yokken bazı kişiler görevlendirilerek yaptırılırdı. O kişiler ay yaklaştığında çıplak gözle de olsa hilâli gözlerlerdi. Şaban ayının 29. günü akşamı uygun bir yerden batı ufkuna bakılırdı. Güneş batınca yeni ay, hilâl şeklinde görülürse ertesi günün ramazan ayının başlangıcı olduğu anlaşılır ve uygun şekilde duyurulurdu. Hatta bazı insanlar bu işi Allah rızası için yapmak için birbirleriyle yarışırlardı.
Osmanlı Devleti zamanında devlet görevlileri hilalin görülmesini önemser, bu işi sağlama alırlardı. Günümüzde hem rasat aletleri hem de hesaplama usulü gelişmiştir. 1978 yılında İstanbul’da yapılan, uluslararası ilmî toplantıda tespit edilen ölçülere göre ilgili kuruluşlar gözlem yaptırmakta, hilâlin, insanların yaşadığı herhangi bir yerden görülebilirliği esasına dayalı olarak Ramazan ayının girişi hesaplanarak tespit edilmekte, ayrıca gözlem ile de hesap desteklenmektedir. Bu hesaplamaların doğruluğuna inanmak ve güvenmek gerekir.
Ülkemizde hilâlin görülmesi, çıplak gözün yanında ilmî yöntemlerle de teyit edilmektedir. Türkiye’de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın veya vakfının yayınladığı takvim, yukarıda açıklanan esaslara göre hazırlanmaktadır, buna riayet etmek gerekir. Fakat yakın geçmişte maalesef teknolojinin modern rasathanelerin varlığına rağmen bazı İslam ülkeleri bu mevzuda ayrılık içerisinde hareket etmekteydiler. Bizler bayram yaparken onlar oruç tutmakta, bizler oruç tutarken ise onlar bayram yapmaktaydılar. İslam’ın birlik ve beraberlikten ne kadar yoksun olduğunu bu basit hadiseden de anlayabiliriz. Bu ayrılığın sancılarını bugün bütün ümmet çekiyor. Zira ayrılıkta azap vardır.
Ramazan, İslam âleminin ortak kutsallarından biridir. Bir buçuk milyar nüfuslu İslam âlemi bu mübarek ayı en iyi şekilde değerlendirerek sevap kasasını doldurur. Ramazan Allah’a kulluğun yollarından biridir. Yoksa bazılarının düşündüğü gibi bir diyet ve egzersiz mevsimi değildir. Bizler orucu sağlığa faydalı olduğu için değil, Allah emrettiği için, Allah’ın rızasını kazanmak için tutarız. Bunun yanında orucun tıbbî faydalarına da inanırız. Zaten Allah’ın emirlerinden hiçbirinin tıbbî bir sakıncası yoktur. Aksine Allah’ın bize ‘yap’ dediği her şeyde bir hikmet vardır. Gelişen ilim ve teknoloji her geçen gün bu hikmetlerden bir veya birkaçını açığa çıkarmaktadır. İslam’ın emirleri hep hikmet doludur.
Ramazanın sağlığımıza faydaları pek çoktur. Fakat orucun asıl maksadı kulluk şuuru kazanmak ve Allah’a şükretmektir. Allah rızası bütün tıbbî faydaların önünde yer alır. Öbürleri fazladan kâr hükmündedir. Ramazan yaklaşınca mümin, başı rahmet, ortası bağışlanma, sonu ahiret cezasından kurtulma vesilesi olan önemli bir aya girmekte olduğunu idrak etmelidir. Bu manevi fırsatı lâyıkıyla değerlendirmelidir. Çünkü ne zaman ebedî âleme göçeceğimiz belli değildir. Bu gibi manevî fırsatları ganimet bilerek lâyıkıyla değerlendirmeliyiz. Bu vesileyle sevap zincirine yeni halkalar eklemeliyiz.
Ramazan şenlik ayıdır aynı zamanda… Gönüllerimiz, camilerimiz ve şehirlerimiz bu ayda şenlenir. İftarda ve sahurda sofraya oturunca bayram sevinci yaşarız. İftardan önce şöyle bir dua okunması çok uygundur: “Allahım senin için oruç tuttum, sana iman ettim, sana güvendim ve dayandım, senin lütfettiğin rızık ile orucumu açıyorum, geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışla Rabbim! ” İftardan sonra teravihle gönül açlığımızı gideririz. Bu hareket ramazan boyunca devam eder gider. Allah bizleri ramazanı hakkıyla ihya edenlerden ve bu ayın hakkını verenlerden eylesin. Ramazan güzeldir, bu güzelliği doyasıya yaşayalım. En önemlisi de çocuklarımıza ramazan ve İslam bilincini aşılayalım.
HAYATI ANLAMLI KILMAK
M.NİHAT MALKOÇ
Günler ne de çabuk geçiyor. Uyuduk sabah oldu, uyandık akşam oldu. Yıllar bir sel misali üzerimize akıp gidiyor. Hani bir zamanlar çocuktuk. Seneler birbirini kovaladı, şimdi çocuklarımız oldu. Bu böyle kalmayacak; Rabbim ömür verirse torunlarımızı da göreceğiz.
Bu akış nereye! Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, saatler günleri, günler ayları, aylar yılları, yıllar da ömrümüzü sürüklüyor. Peki nereye! Menzili düşünüp hesap eden var mı? Sorular bir yumak olmuş zihnimi kemiriyor. Cevaplar hep askıda kalıyor.
Kimler geldi, kimler geçti dünya denen bu zeminden… Bu kervan dur durak bilmeden yoluna devam edecektir elbette. Gelenler ve gidenler olacaktır; ta ki kıyamete kadar... Zira hayat üç aşamadan ibaret: Doğum, yaşam, ölüm! .. Sanki çözümü olmayan bir denklem önümüze konan… Bu denklemi çözen var mı? Olmaz mı? Vardır muhakkak… Onlar ne bahtiyar insanlardır. Hayatı anlamına uygun olarak yaşayan Allah dostlarıdır onlar…
Peki, biz hayatın neresindeyiz? Onu nasıl algılıyoruz? Bu ölümlü dünyada belli bir müddet yaşamaktan maksat nedir? Son nefesimizi verdikten sonra bizi nasıl bir hayat bekliyor? Kendimize bu soruları soruyor muyuz? Yaşantımızı ve bize daima kuyu kazan nefsimizi sorguluyor muyuz? Bu sorulara verdiğiniz cevaplar sizi tatmin ediyor mu? Yoksa bunları düşünecek zamanınız mı yok? Hayatı akışına mı bırakıyorsunuz?
Hayat nefes alıp vermekten ibaret değildir şüphesiz. İnsanları diğer yaratıklardan üstün kılan ve zorlu bir imtihana tabi tutan Allah, bizleri onurlandırmış, eşref-i malkukat derecesiyle de sıfatlandırmıştır. Bununla da yetinmemiş, biz fanilere en büyük payeyi vererek biz günahkâr kullarını dünyadaki halifesi saymıştır. Bu ne büyük bir şereftir bizler için…
Hayatı anlamlı kılmak için neler yapıyoruz? Yaşıyoruz işte! … Peki, bu yeter mi? Kafanızı iki elinizin arasına alın, bir düşünün… Yaptığınız işleri anlamlandırmaya çalışın. Kendinizi sorgulayın imtihana çekilmeden. Yaşadığınız onca yılı şöyle bir süzgeçten geçirin. Süzgecin incecik deliklerinden geçenle üstünde kalan yaşam tortularını bir kıyaslayın. Bunu yaparken de objektif olmaya gayret edin. Acaba neler görüyorsunuz: Müspet mi, menfi mi?
Ortalama yaşam standardının neresindesiniz? Bunu hesaplarken her şeyi paraya endeksleme basitliğinden kurtulalım artık. Kaliteli yaşamak sadece maddeden ibaret değil ki! .. Dünyaya geniş bir perspektiften bakabilirsek görüş açımız ve insani değerler ufkumuz o denli engin olur. Deve kuşu gibi kuma gömülüp hakikatlerden uzak ve bihaber kalamayız.
İnsan hayal dünyasının genişliği nisbetince düşünür, geleceğe dönük planlar yapar. Olmayacak şeyleri düşünmek de hayal kırıklığına zemin hazırlar. Hayallerimiz ulaşabileceklerimizle orantılı olmalıdır. Her konuda olduğu gibi bu hususta da orta yolu tercih etmeliyiz. Öteki dünyayı hesaba katmadan hayatı planlamak hüsrana davetiyedir.
Hayata nasıl ve nereden bakarsanız onu öyle görürsünüz. Hayatı anlamlı veya anlamsız kılmak kendi elimizdedir. Pembe gözlükle bakarsanız güzellikler görürsünüz, kalın camlı, kara çerçeveli gözlüklerle bakarsanız umutsuzluk ve yeis görürsünüz. Aslında bütün güzellikler ve çirkinlikler kendi içimizdedir. Onları yanlış adreslerde aramayalım.
Zaman zaman iç dünyamıza şöyle bir eğilip bakalım. Başka bir tabirle içimize ayna tutalım. Neler gözüküyor? İnceden inceye bir gözlemleyelim. Unutmayınız ki oradan yansıyan güzellikler ve çirkinlikler sizin eserinizdir. Gördüğünüz bu tablonun analizi size kalmış. Ucuz bahanelere sığınmak basit ve sığ insanların karakteristik özelliğidir. Olgun insan miskin miskin oturup bela okuyan insan değildir. Tam aksine; düşünen, çözüm üreten, çıkış yolları arayan insandır. Bilinmelidir ki aslında çözümsüzlük diye bir şey yoktur. Her şey beyinde başlayıp yine orada bitiyor. Yeterki bu çözüm merkezini randımanlı olarak kullanalım. Şunu unutmayın ki hayat her şeye rağmen yaşanmaya değer... Durup dururken hayatı kendimize zehir etmeyelim. Küçük meseleleri büyütmeyelim. Unutmayalım ki güzel bakan güzel görür; güzel gören de hayatından lezzet alır. Güzellikler hayata bakışta gizlidir.
GÜL BEBEK… GÜL YÜZLÜ YÂR…
M.NİHAT MALKOÇ
Arap çölleri alev ateş kavruluyordu. Kızgın kumları yakan güneş, katılaşan kalpleri yakamıyordu işte… Kum taneleri kadar insaf ve izana sahip olmayan bir millet vardı bu talihsiz yarımadada… Feryatlar yükseliyordu arzdan arşa doğru… İnsanlık, geçirdiği amansız imtihanda sınıfta kalmıştı ki bir nur belirdi ufuklardan… Kâinat gebeydi, doğum sancıları çekiyordu… Bu kutlu doğum, insanlığın kaybettiği vasıflara ilticasının da habercisiydi… Titriyordu yedi gök… Sıtmaya tutulmuştu arz… Bu nuru taşımak kolay olmayacaktı onlar için… Alışılmışın dışında bir vuslattı bu… Âlemlerin âlimine kavuşması…
“Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır.
Bu gelen tevhid ü irfan kanudur.”
Bu sesler ve daha niceleri muştuluyordu gelen nur çerağını… Kimsesizlerin kimsesi, gariplerin hâmisiyle müşerref oluyordu âlemler… On sekiz bin âlemin Mustafa’sı yola çıkmıştı âlem-i ervahtan… Aylar paylaşamıyordu bu şerefli doğumu… Rebiülevvel bir adım öndeydi bu hususta… Kıskanıyordu diğer aylar… Keşke, keşke diyorlardı… Kutlu doğuma şahit olmak istiyordu zaman. Takvimler bu ışık sağanağını taşımakta zorlanıyorlardı. Çok ağır bir yüktü bu, taşıyanı bahtiyar eden… Hasta ruhların tabibi, yürek yanıklarının ilâhî merhemi geliyordu tedavi için. Karanlık kavşaklarda yolunu kaybeden insanlığa müjdeler getiriyordu âlemlerin elçisi… Ruhlar arınıyor, her şey sil baştan yenileniyordu.
Gökte ay ve güneş bu mübarek gelişe şahit olmak için erkenden kurulmuşlardı dünya üzerine… Amine’nin evinden etrafa yayılan ışık, ayın ve güneşin ziyasını gölgede bırakıyordu. Yırtıcılıkta sırtlanları geride bırakan beşerin kurtuluşunu müjdeliyordu bu güzel ve mübarek doğum… Artık insanlık yepyeni bir çağa, kurtuluş çağına adım atıyordu. Bu zamanın altın dilimi dünya ve içindekiler için de bir milattı. Onun gelişi arzı ve arşı nura gark ediyordu. Bulutlar rahmetini toprağa değdirmek için sabırsızlanıyorlardı. Onun ayağının değeceği taş ve toprak kendini seçilmiş sayıyordu. Böyle bir nur kuşatıyordu ufukları.
“Esselâmu Aleyke, ya Muhammed
Esselâmu Aleyke, ya Ahmed”
Öylesine büyük bir heyecanla ve avazla çınlıyordu asuman… Adı güzel, kendi güzel Muhammed dünyaya doğru mukaddes bir yolculuğa çıkmıştı. Milâttı bu vahşilikte sınır tanımayan insanlık için… Melekler adını sayıklıyordu ulu serverin… Selavatlar gök kubbede yankılanıyordu. Kubbelerden taşıyordu âminler… Kandiller yanıyordu semanın derinliklerinde… Gökyüzünde dolunay seyre dalmıştı mübarek kadın Amine’nin evini ve etrafındaki nur halelerini. Yeryüzü müstesna zamanlardan birini idrak ediyordu.
O gelmişti bir seher vakti… Yerle sema nura gark olmuştu… Mevcudat onunla müşerrefti artık, ilelebet payidar… Bir yetim gelmişti dünyaya... Sevgili babasını dünya gözüyle görmek nasip olmamıştı kendisine... Ruhlar âleminde tanışmışlardı biiznillah… Bereket dolmuştu muhterem validesinin istiratgâhına… Dünyada bir kısım gariplikler yaşanır olmuştu… Çünkü bu alelâde bir doğum değildi. Putlar tersyüz olmuştu bu gelişin heybetinden… Küfrün kaleleri yıkılmaya mahkûmdu. İnsanlık yepyeni ve apak bir sayfa açıyordu. Yürekler arınıyordu. İnkârcıların nutku tutulmuştu, şaşırıp kalmışlardı öylece…
İnsanlığın medar-ı iftiharı olacak o gül bebek doğar doğmaz başını yere koyup Rabbine secde etmişti. O, çocuk hâliyle secdede “Ümmetim, ümmetim” demişti. Doğuştan sünnetliydi ve göbeği de kesilmişti… Her hâlinde bir harikulâdelik vardı.
Yaratılanların en hayırlısı ve kâinatın efendisi, doğumuyla cihanı aydınlatmıştı. Adı güzel, kendi güzel Muhammed’i zor bir istikbal bekliyordu. Çileli yollardan geçmeliydi. Buna hazırdı zaten… Rabbi onun ruhunu bunlara hazırlamıştı evvelden. Sevgili validesinin sütü yetmez olmuştu ona. Sütanne Halime’nin yanında geçen yıllar başlamıştı onun için. Bunda da bir hayır vardı elbet… Allah neylerse güzel eyler. Bizler hikmetini idrak edemeyiz.
Resulullah Efendimizin de içerisinde doğup büyüdüğü Arap yarımadasında sütannelik yaygındı. Sütü kesilen kadınlar, çocuklarını başka ailelere, annelere verir, belli bir yaşa kadar onların evinde tutarlardı. Efendimiz de sütanneye veridi. Fakat o bildiğimiz çocuklardan biri değildi. Ona sütanne olacak kişi ne kadar da bahtiyardı. Lâkin o kişi, yani Halime Hanım bu durumdan haberdar değildi önceleri. Küçük Muhammed bu eve geldikten sonra her şey ne kadar da değişmişti. Her gün değişik harikuladelikler yaşanıyordu. Bu duruma kimse anlam veremese de herkes halinden fevkalade hoşnuttu. Bolluk ve bereket, kıt kanaat geçinen Halime’nin evine taşınmıştı. Evin dört bir tarafı nurlarla bezenmişti sanki. O, diğer bebeklerden daha farklı bakıyor, gülüyor, misk ü amber kokuyordu. Güller bile Muhammed’in kokusuna gıpta ediyordu. O güller ki kokularının esrarını onun mübarek tenine borçluydular. Gelecekte ‘Güllerin Efendisi’ olacaktı o… Âlemler onunla hayat bulacaktı.
Annelerin annesi Amine’yle, gül yavrusu Medine yoluna revan olurlar… Emelleri baba yurduna vaslolup o mübarek iklimi teneffüs etmektir. Öyle de yaparlar. Babayla oğlun farlı bir âlemde vuslatıdır bu… Bu manzara yürekleri parçalar. Fakat asıl acıyı yolda annesi Amine’yi gencecik yaşında kara toprağa vermekle yaşar. Artık yetimliğinin yanında bir de öksüzlüğü kaldırmak zorundadır. Bundan sonra nurlu dedenin şefkat kanatları altındadır. Bize bir nefes kadar yakın ve bir gölge kadar uzak olan ölüm dedeyi de çekip alır rûy-i zeminden… Bu sefer de Ebu Talib yetişir yeğeninin imdadına… Sıcak yuvasının bir parçası olur.
Küçücük bir çocuğun önce babasını, sonra annesini, bu yetmiyormuş gibi kendisine kol kanat geren sevgili dedesini kaybetmesi ne kadar zor bir durumdur. Minik bir yüreğin bunca acıları kaldırması ne kadar da zordur. Fakat o müstesna bir insandı. Kendisi gelecek zaman içerisinde Allah’ın habibi olacak bir çocuk olduğu için acılar Rabbin yardımıyla hafifletilmiş, kapanan her bir kapının hemen yanında yeni kapılar açılmıştı. Yüce Yaratıcı istediğine nice güzellikler verir, istediğinden de nice nimetleri çekip alır. O her şeye kadirdir.
Bu yetim ve öksüz çocuk, kendini taşıyacak yaşa gelince harikuladelikleri iyice belirginleşir. Çevresindeki insanların hâl ve tavırları onda görülmez. Her girdiği mekânda farklılığı gözlerden kaçmaz. Lat, Uzza, Menat ve bir yığın sözde mabudun önünde diz çöken gafilleri ateşten çekip kurtarmak için irşat faaliyetlerine başlar büyük bir iştiyak ve kararlılıkla… Sırtına vurulan nübüvvet mührünün çilesine adamıştır kendini. Acıyı bal etmek ve çileye talip olmak yüce gönüllerin işi… Onun engin gönlü Hak ve hakikat için özel donatılmıştı. Rabbi onu hususi olarak terbiye etmiş, kalbinde fenadan eser bırakmamıştı.
Dünya kurulalı beri böyle bir ruh teşrif etmemişti ruy-i zemine. Geçmişten bugüne kadar onlarca peygamber gelmiş, vazifesini ifa etmiş, sonra da Hakk’ın emri gereği dünyadan göçüp gitmiştir. Fakat Hz. Muhammed(sav) bunlardan çok farklıydı. Çünkü o peygamberler zincirinin son halkasıydı. Zaman onu Muhammed’ül Emin vasfıyla taçlandırmıştı. Bundan sonra derin ilmi, kültürü, zenginliği, güzelliği ve soyu ile devrindeki kadınların en üstünü olan Hatice’yle yolu kesişen Resulullah için yeni bir sayfa açılır. Hz. Hatice onun hâl ve hareketlerini beğenir, kendisiyle evlenir. O zaman henüz peygamber değildir. Bu izdivacın meyveleri olarak Zeynep, Rukiyye, Ümmi Gülsüm, Fatıma ve Abdullah gelir dünyaya… Sonra canından aziz bildiği mübarek torunları Hasan ve Hüseyin… Hiçbir şey ona Rabbiyle arasına girecek kadar tesir etmez. Maişetini helâl yoldan temin etmek için rızkın onda dokuzu olan ticaretin içinde bulur kendini… Dünyevî hiçbir şey ona Allah’ını unutturamaz.
Bir gün “Oku! Bütün mevcudatı yaratan Rabbinin ismiyle ki; O, insanı kan pıhtısından yarattı, Oku senin Rabbin kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediğini bildiren kerimlerin kerimi ve ihsan sahibidir.(Alak S. / 1–5. Ayetler) ” hitabıyla karşılaşınca insanlık yepyeni bir dönemece giriyordu. Risalet yıllarının habercisi olan bu kutlu hadisenin tesiri nur yüzlü Resulü yataklara düşürmüştü. Fakat insanlığın küfür bataklığına saplandığı bir demde o yatıp uyuyamazdı… Zira bu hâlde iken ilâhî ikaz hemen geliverdi: “Ey örtülere bürünüp yatan! Kalk inzâr eyle ve Rabbini tekbir et “ (Müddessir S. 1–3.Ayetler)
Resulullah Efendimize gelen ilk ayetler onun şahsında aslında bütün insanlığa okumayı emrediyordu. Bu asla tesadüf değildi. “Oku” ifadesi sadece harflerden oluşan yazıyı kapsamıyordu şüphesiz. Kâinatın varlığını tefekkür etme, âlemlerin Rabbinin yarattıklarından yola çıkarak onun büyüklüğünü tasdik etme de aslında ‘Oku’ ifadesinin kapsamına dâhildi. Uzun sürecek çileli yılların başlangıcıydı bu ilâhî ferman... Sonra ayetler yağmur gibi, şimşek gibi, kasırga gibi ardı ardına gelmeye başladı: “-Sana emrolunan şeyi açıkla, baş ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma” (Hicr/94) …Kolay değildi bu ağır yükü sırtlamak…
Onca yıllar tebliğle geçti… Müşrikler her geçen gün şiddet ve nefret sağanağını kasırgaya dönüştürdüler. O ‘gül yüzlü yâr’a yapmadıkları eziyet ve kötülük kalmadı. Onu sürekli tahkir ve taciz ettiler. Bunun yanında nur halkası da her şeye rağmen genişliyordu. İslâm güneşi, küfrün kara bulutlarını bertaraf ederek Hakk’a ve hakikate inanan, bu uğurda canlarını Hakk’a kurban eden cengâver müminlerin üzerine doğuyordu. Atalarının batıl itikatları üzere yaşamakta ısrar edenler, o güzeller güzeline yapmadık eza ve cefa bırakmadılar. Onu Hak yoldan döndürmek için bin dereden su getirdiler… Fakat hiçbir şey o nurlu elçiyi tebliğ vazifesinden döndüremedi. O nihaî sözünü bütün insanlığa haykırarak söyledi: “Bir elime güneşi, öteki elime ayı verseniz yine de bu davadan vazgeçmem”
Her şeyiyle İslâm’a teslim olan müminlerin kanı küffarın paslı kılıçlarıyla sular seller gibi aktı. Fakat onlar mezra hükmündeki bu geçici dünyada canlarıyla ebediliği kazandılar. Allah onların canlarını Cennetteki köşkler karşılığında satın aldı. Bu ne kârlı ve mübarek bir alışveriştir. Bir zamanlar köle olan Bilâllerin yanık sesi Mekke semalarını çınlattı. Gökler açıldı Resul için… Rabbiyle vuslatı bir lütuftu onun için… Bütün delillere, onca mucizeye rağmen müşrikler küfürde ısrar ederler. Kâfirlerin kalpleri bir türlü yumuşamaz. Müslümanlar için ufuklar açılmaz olur. Dinmek bilmeyen zulüm ve inkâr, Mekke’yi yaşanmaz hâle getirir… Göçten başka yapılacak şey de kalmaz. Onlar da Resulullah’ın öncülüğünde Medine’ye hicret etmek için yola revan olurlar. Ensar ve Muhacirler Medine’de kardeşliğin en güzel numunesini sergileyerek İslâm’ın çoraklaşan bahçelerini yeşertirler. Hicret Müslümanlar için hayırlı bir yolculuk olur. İslam yeni beldelere açılır. Mekkeli müşrikler bütün zorluklara, tehdit ve işkencelere rağmen yine de söndüremezler inananların yüreklerinde yanan iman ateşini. Müslümanlık gonca halindeyken açılır, iri bir güle dönüşür.
Her geçen gün mahzunlaşır Resulullah… Sanki misafirdir bu yalan dünyada… Dost halesine duyduğu aşk ve şevk gittikçe artar… Ve bir gün davasına gönül veren ve her biri bir yıldız hükmünde olan ashabını toplayarak onlara veda hükmündeki son sözlerini irâd eder: “Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha birleşemeyeceğim…” Ölüm Allah Resulünün sanki içine doğmuştur. Öyle de olur; o mübarek yorgun bedeni dünyayı acı ve hicrana boğarak güzeller güzeline kavuşur.
O gün bugündür dünya virandır müminler için… Resulün olmadığı bir dünya ıstıraptan gayri nedir ki? Onun yüzü suyu hürmetine yaratılan kâinat, en acı demlerini yaşıyor şimdi. İnsanlığın başında kümelenen kara bulutlar, ancak onun yolundan gitmekle bertaraf edilebilir. Bilâller’in okuduğu ezanlara hasret çoraklaşan yüreklerimiz… Yoluna yeksân olduğum gönüllerin sultanı, bil ki bize gayri hiçbir ilâç derman olmaz senin nurundan başka... Pusulamız puslu, imanımız yara aldı pusuda… Münzevi çığlıklar uyandırır gaflet uykusunda sabahlayan rind-i şeydayı… Gayri gönül terazisi çekmez bu sıkleti… Refik-i Âlâya yükselen ruhuna binlerce salât ve selâm olsun ey Resûllerin piri! ... Bizi şefaatine eriştir. İrademizi iradene râm eyle ki kurtuluş bundadır. Çöller suya nasıl hasretse biz ümmetin de işte öyle sana müştâkız… Sözler kâfi değil sana olan aşkımızı izhar etmeye… Duygularımın tercümanı olan şair A.Ulvi Kurucu’nun sözleriyle sana olan aşkımı beyan ederim:
“Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.
Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim.”
MEZARLIKLARA İBRET NAZARIYLA BAKMAK
M.NİHAT MALKOÇ
Günümüzdeki insanlar dünyayı gereğinden fazla ciddiye alıyorlar. Oysa ebedî hayat dikkate alındığında dünya hayatı ne kadar da kısadır. Bunu bile bile zamanımızdaki insanların alabildiğine lüks ve görkemli binalar yaptığını görünce şaşırıyorum. Dünya bu kadar ciddiye alınmaya değer mi? Türkiye’de istatistik verilerine göre ortalama ömür erkeklerde 65, kadınlarda 70 senedir. Bu sürenin 15 yılını(çocukluk dönemini) farkında olmadan yaşıyoruz. Kalıyor 50–55 yıl… O da dünya meşgaleleriyle öyle bir geçiyor ki hiçbir şey anlamıyorsunuz. Yaşı kemale eren, yetmişini deviren insanlara bugüne kadar neler görüp geçirdiklerini sorduğumuzda sadece yaşadıkları günü biliyorlar. Geçmiş geçmiştir; an bu andır.
İnsanlık tarihi boyunca nice canlar eğlenmiş dünya denen bu mezrada… Eğlenmiş diyorum, zira dünya bir durak, bir geçici eğlence yeridir. Fakat akıllı insan gerçekte yolcu olduğunu, bu durakta belli bir süre kalacağını bilir; varacağı yerle ilgili kalıcı planlar yapar. Bizler hakikatte ahiret yolcularıyız. Bu yola revan olmuş, öylece gidiyoruz. Burası bizim için bir ara mekân, zorlu bir imtihan sahasıdır. İmtihanın neticesine göre ebedî yerimize varacağız. Bunu unutup dünyayı tek yaşam alanı görenler ne çok aldanıyorlar. Zira her gün binlerce kişi bu dünyadan ayrılarak sonsuzluğa yol alıyor. Bunlar çok uzaklarda yaşanmıyor. Yanımızda, yakınımızda yaşanıyor ölüm de, doğum da, hastalıklar da… Ninemiz, dedemiz, annemiz, babamız, eşimiz, can parçası evlatlarımız ölüm kervanına katılıp gidiyor. Geride hatıralardan ve küçük bir tümsek olan mezardan başka bir şey kalmıyor geriye. Şairin dediği gibi bir tel kopuyor, ahenk ebediyen kesiliyor. Sevdiklerimiz akın akın sonsuzluk âlemine göç ediyor.
Eskiden mezarlıklar şehirlerin en görülen yerlerinde bulunurdu. Bugünkü şehir planlamacıları mezarları şehirlerin en uzak yerlerine kurduruyorlar. Şehrin içindeki mevcut mezarlıklar da yol, park, çeşme, kaldırım bahanesiyle şehirlerden kaldırılıyor. Bunun asıl gayesi ölümü hatırlatacak şeyleri hayatımızdan uzaklaştırmaktır. Gerçekte ne kadar ahmakça bir gayrettir bu… Ölümü hatırlatan varlıkları hayatımızdan uzak tutmak ölümü yok etmiyor ki! ... Bu durum devekuşunun görünmemek için başını kuma gömmesinden daha akılsızca bir harekettir. “Nerede olursanız olun, tahkim edilmiş yüksek kalelerde bile bulunsanız, ölüm sizi bulur”(Nisa/78) ayeti ölüm hakikatini istisnasız herkesin yaşayacağını göstermektedir.
İnsanların ebedî istiratgâhları olan mezarlıklar, yaşayan kişilere lisan-ı hâlleriyle çok şey anlatıyorlar. Hemen her gün önünden geçtiğimiz mezarlarda gömülü olan, kıyametin kopmasını bekleyen, berzah âlemini yaşayan ölüler biz dirilere, sonumuzun burası olduğu gerçeğini haykırıyor. Mezar taşlarında adları yazan insanlar da bizler gibi yaşamış, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, ev yapma, para biriktirme, çoluk çocuğun maişetini kazanma derdiyle günlerini geçirmiş, sonunda emaneti sahibine teslim ederek hayatlarına nokta koymuşlardır. Artık onların dünyada da hiçbir rızıkları yoktur. Onlar için imtihan da bitmiştir. Dünyada yaptıkları iyilik ve kötülükler hesap defterlerine yazılmıştır. Mahşer gününde herkes defterini ya sağdan, ya da soldan alacaktır. Amellerimiz bizi cennete veya cehenneme taşıyacaktır.
Mezarlıklar aslında birer ibret levhasıdır. Akıllı insan bu mekânlardan geçerken kendi sonunun da böyle bir kabristan olacağını düşünür, hayatını ona göre şekillendirir. Servilerin alabildiğine uzadığı, ölüm sessizliğinin hâkim olduğu bu yerlere gönül gözüyle bakarak gereken dersi almalıyız. Zira onlar sessizliğiyle, suskunluğuyla çok şey anlatırlar bize. Bakmasını bilen gözler, duymasını bilen kulaklar paylarına düşen ibretleri buralardan alırlar.
Mezarların üzerine dikilen çiçekler, altında yatan kişilerin hayatını güzelleştirmez. En pahalı mermerlerden yapılan türbeler, içerde yaşananları değiştirebilir mi? Pahalı mermerlerle yapılmış mezarlar ancak geride kalanların itibarlarını kurtarır. Oraya ancak iyi amel mumuyla gidenlerin kabri aydınlık olur. Ötekiler sadece gören gözlere hoş gelir. Öldükten sonra “keşke” dememek için Allah’ın koyduğu kurallar çerçevesinde yaşamalıyız. Henüz nefes alıyorken mezarlıklara ibret nazarlarıyla bakıp hayatımızı ona göre yeniden tanzim etmeliyiz.
RAHMET SAĞANAĞI
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya hayatı sınırlı bir zaman dilimini içerir. Gelişimiz ve gidişimiz mutlak yaratıcının tasarrufundadır. Hayatın ne zaman sonlanacağını hangimiz kestirebiliriz ki? ... Böyle bir bilgi ve sezgi hiçbir kula verilmemiştir. O, gaybi bilgiler arasındadır, gaybı da ancak ve ancak Allah bilir. Sayılı nefeslerimizin ne zaman tükeneceğini kestiremediğimiz için hadiste de belirtildiği üzere ‘Yarın ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmalıyız.’ Aksi halde ebedî dünyamızı karartmış oluruz.
Amellerin hasat edilmesi için en kârlı mevsim ramazandır. Öyle ki bu ayda ektiğimizi yine bu ayda biçeriz. Yürek tarlalarına ektiğimiz salih ameller bire on ürün verir rahmet aylarında. Bu mübarek ayın verimliliğinden azami derecede istifade etmeliyiz. Çünkü gelecek ramazanda sağ olacağımıza dair bir senedimiz yoktur. Akıllı insan, idrak ettiği ramazanı, yaşayacağı son ramazan olarak görür ve ona göre hareket eder. Şayet yeni ramazanlara ulaşmak nasip olursa onu bir öncekinden daha dolu geçirir; gerçek uyanıklık da budur.
Mübarek ramazan, uyuşan ruhların dirilme ayıdır. Bu ayda iç dünyamız, ruhlarımız ve genel anlamda hissiyatımız tazelenir ve kirlerden arınır. Bu bereketli günlerde tövbe ederek hayata yeniden başlıyormuşçasına iç disiplinimizi sağlamalıyız. Ramazan dönemlerinde ibadetlerde yoğunlaşma yaşanır. Fakat bu namazlar, süreklilik arz etmedikten sonra kişiyi küfür bataklığından kurtarmaya yetmez. Bu mübarek zaman diliminde cumalarla sınırlı olan namazlarımızı günde beş vakte çıkarılarak secdeye alnımızı değdirmeliyiz. Alnımızda secde izleri iyice belirginleşmeli ve de derinleşmelidir. Bu izler kulluğumuzun delili olmalıdır.
Zaman coşkun bir nehir misali nasıl da akıp gidiyor. Geçen ramazanla bu ramazan arasında 11 ay gibi uzun bir zaman geçti. Fakat bizler zamanın akışından hiçbir şey anlamdık. Vaktimizi Allah için ebedileştiremedik. Nefsimizin dümen suyunda yüzüp durduk. Günah galerimiz hiç boş kalmadı. Fitne fesat aynı hızla devam edip durdu. Zaman ömrümüzden, gençliğimizden, sağlığımızdan çok şeyler alıp götürdü. Gaflet uykularından nurlu sabahlara uyanamadık. Gönül bahçelerinde büyüyen nazlı çiçekler, şiddetli fırtınalarla kırılıp döküldü. On bir ayın sultanı olan ramazan yine gönül bahçelerini şenlendirdi. Fakat bu bir aylık şenlik, elemlerimizi giderip tarumar olan gönül mülkünü kurtarabilecek mi?
Ramazan, nefislerin ıslahı için güzel bir vesiledir. Fırsatı ganimet bilip yüreklerimizin pasını iman zımparasıyla silip parlatmalıyız. Nefisler Allah’ın yardımıyla ancak ramazanda yenilir. Bu ayda kötülüklerle, şeytanla ve onun yardımcısı nefisle meydan muharebesine girmeliyiz. Bu muharebede silahımız iyi ameller olmalıdır. Sabırlı ve gayretli olanlar bu mücadelenin favorileridir. Nefislerin açlık ve susuzluktan kendi haline düştüğü bu rahmet ve şefaat günlerinde nefsimize son indirici darbeyi de bizler vurmalıyız. Bunu bu günlerde başaramazsak başka günlerde hiç başaramayız. Yeter ki inanalım ve azmedelim Rabbimizin inayetiyle nefis denen şer yuvasını yerle bir ederiz; ensesini yere değdiririz.
Allah’la kul arasında özel bir ibadet olan orucun mükâfatını Rabbimiz bolca takdir edecektir. Allah için yemeden, içmeden ve bir kısım arzulardan feragat edenlerin mükâfatı da şüphesiz ki o derece büyük olacaktır. Bu ayda Müslümanlar birbiriyle kenetlenerek yaralanan ümmet bilincini tedavi etmelidir. Günümüzde Müslümanlar arasındaki kopukluk ve ümmet bilincinin asgari düzeyde oluşu, iman bağlarının gevşemesine zemin hazırlamıştır. İslam kardeşliği lafta kalarak hayata geçirilememiştir. Özellikle günümüzde ülkemizin sözde aydın insanları kurtuluşu Batı medeniyetine ve kültürüne sarılmakta aramaktadır. Oysa kurtuluş ümmet bilincinin uyandırılmasındadır. Bunu gerçekleştirebilirsek bütün Müslümanlar iman bağı ile birbirine bağlanacak, adeta bir vücut gibi bir ve beraber hareket edeceklerdir. Nasıl ki bir organ rahatsız olursa onun sancısı öteki organları da etkiler, işte öyle de ümmet zincirinin her bir halkası birbiriyle aynı hisleri paylaşacaktır. Ramazan Müslümanların uyanışına vesile olabilirse gayesine erişir, aksi halde hayatımız aynen uyku üzere devam eder gider.
40.YILDA TRABZONSPOR
M.NİHAT MALKOÇ
Futbol günümüzün en çok rağbet gören spor dalıdır. Millet olarak futbolla yatıp kalkıyoruz. Küçüğümüz büyüğümüz futbolu seviyor. Belki bu bize bir dayatma olarak sunuldu. Gençlik stadyumlarda efkâr dağıtmaya, dertlerinden kurtulmaya, hayatına renk katmaya başladı. Televizyonlar, radyolar, gazeteler futbola gereğinden çok yer ayırdı. Bütün bu etkenler futbolu hayatımızın bir parçası haline getirdi. Fakat zamanla bizler de futbolu sever olduk. Hemen herkesin bir takımı var artık… Her birimiz bir renge sevdalıyız. Trabzonluların sevdalı oldukları renkler bordo-mavidir. Şehrin hâkim rengi haline dönüşen bordo-mavi, elbiselerden apartman renklerine kadar hayatın her yanına aksetmiştir.
Futbol sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada, gelişmiş Avrupa ülkelerinde de (İngiltere, İtalya, Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika… vb.) basit bir seyir zevki olmaktan çıkmış, tabir caizse bir endüstri haline dönüşmüştür. Bu sektörden ekmek yiyenlerin sayısı hiç de az değildir. Günümüzde futbol piyasasında milyar dolarlar dönüyor. Futbol bahisleri ve buna dayalı şans oyunları da apayrı bir yer tutuyor günümüz insanının hayatında. Demek ki futbol eskisi gibi basite alınacak bir uğraş değildir. İyidir, kötüdür; o ayrı bir tartışma konusudur. Bizler mevcut duruma dayalı tespitlerde bulunuyoruz sadece.
Türkiye’de futbol deyince akla üç büyük İstanbul kulübü(Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş) gelmektedir. Zira bu futbol takımları hem elde ettikleri şampiyonluklar ve kupalar bakımından, hem de tarihleri bakımından diğer kulüplerden üstün durumdadırlar. Bu üç büyük kulüpteki para akışı, bütçe miktarları Anadolu takımlarıyla kıyaslanamayacak kadar büyüktür. İstanbul gibi büyük bir şehir, bu ağır yükün altından kalkabilmektedir. Bu üç büyüklerin görkemli saltanatını yıkan, ‘dördüncü büyük benim’ diyen futbol takımı ise 1967 yılında kurulan ve bu günlerde 40. kuruluş yıldönümünü kutlayan Trabzonspor’dur.
Trabzonspor futbolda Anadolu ihtilalini gerçekleştiren, üç büyüklere boyun eğmeyen, İstanbul hegemonyasını yıkan tek kulüp olma özelliğini taşımaktadır. Keşke Trabzonspor gibi birkaç kulüp daha olsa da ligimiz renklense… Günümüzde her yıl şampiyon olacak takım üçte bir ihtimalle belli… Ya Fenerbahçe, ya Galatasaray, ya da Beşiktaş şampiyon olacak… Ne yazık ki diğer kulüpler bu üç takımın payandası olmaktadır. Trabzonspor’umuz da 25 yıldan beri İstanbul takımlarının saltanatına boyun eğmektedir. Kısa zamanda efsanevi başarılar gösteren, üç yıl peş peşe şampiyon olan bu takım, artık İstanbul’un büyükleriyle rekabet edemez durumdadır. Her yıl şampiyonluk parolasıyla yola çıkan Anadolu kaplanları yeterli ve doğru transfer yapamadıkları için ligin yarılarında şampiyonluğu diğer takımlara teslim etmektedirler. Basiretsiz yöneticiler yıllardan beri Trabzonspor seyircisini oyalamaktadır.
Trabzon, aslında ismi kadar büyük bir şehir değildir. Trabzon’u büyük yapan, bu ismi Türkiye gündeminde tutan hiç şüphesiz ki futboldur. Trabzonspor’u bu şehirden çekip koparsanız Trabzon’un içi yarı yarıya boş kalır. Onun için her ne olursa olsun öncelikle ve özellikle bütün Trabzonlular bu takıma sahip çıkmalıdır. Bu takım 25 yıldır ciddi bir başarı yakalayamamışsa bunda hepimiz az çok suçluyuz. Trabzonspor’un geçmişteki üstün başarıları dudak uçuklatıyor. 2 Ağustos 1967 tarihinde bordo-mavi renklerle kurulan Trabzonspor, 1973–1974 sezonunda Türkiye Birinci Ligine çıkmış ve bugüne kadar altı kez Birinci Lig Şampiyonluğu kupasını, yedi kez Federasyon Kupasını, yedi kez Cumhurbaşkanlığı Kupasını ve beş kez de Başbakanlık Kupasını müzesine götürmüştür. Bu kadar kısa zaman diliminde bu denli büyük başarılar elde eden futbol kulübü dünyada da az bulunur.
Bu yıl Trabzonspor’umuzun 40. kuruluş yılını kutluyoruz. İstanbul takımları yüzüncü kuruluş yıllarını kutlarken bizler 40. onur yılımızı büyük bir coşku yerine, eziklikle idrak ediyoruz. Çünkü bu büyük takım İntertoto kupasından bile elenmiş, Avrupa’da hiçbir ağırlığı kalmamış, sıradan bir Anadolu kulübü haline getirilmiştir. 40. yıl törenleri de sıra savma kabilinden… Anlaşılan o ki bugünkü yöneticiler Trabzonspor’un büyüklüğünü taşıyamadılar.
ANADOLU TÜRKÜLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Yürek yankısıdır Anadolu türküleri… Duygu pastasından payımıza düşenlerdir… Kiminde aşk acısı, kiminde vuslatın doyumsuz hazzı, kiminde hüznün yakıcı nağmeleri saklıdır. Hapishaneye düşen kader mahkûmundan, sevdiklerini kaybeden acılı insanlara kadar nice yürek çarpar türkülerin mahzun nağmelerinde. Kimi düzenli formlarda, kimi de içten geldiği gibi söylenmiştir. Fakat hepsi de gönül tellerimizi titretmiştir.
Türkülerimizde en çok işlenen temlerin başında şüphesiz ki gurbet gelmektedir. Sevdiğini gurbete uğurlayan ve arkasından bir güğüm su döken, su gibi kazasız belasız yerine varmasını dileyen kadınlar, eve döndüklerinde yaşadıkları duygu yoğunluğunu türkülerle terennüm etmişlerdir. Kadınların ayrılık acıları drama dönüşünce hissiyat gemlenemez bir hâl almıştır. Beklemek kor ateşten çok daha yakıcıdır çünkü…
Gurbet bütün acılarına rağmen ekmek kapısıdır Anadolu’nun çaresiz erkeği için. Geride bıraktıkları fertlerin içindeki hüzün dağlar kadar büyük olsa da mecburdurlar buna. Kalmak gitmekten, gitmek kalmaktan zordur. Bir karmaşık durumdur yüreklerde yaşanan… Zira ekmek olmasa huzur da olmaz yuvada. Fakat acı olan şey, gidip de dönmemek, dönüp de görmemektir. Bu ihtimal sıkıntıları ve korkuları artırır. Bu düşünce sıla yolu gözleyenleri kavurur. İnsanlar sevdikleri için yaşarlar, hiçbir şey sevilenlerin yerini dolduramaz.
Gurbet beraberinde yalnızlığı, umutsuzluğu, acıyı, hasreti ve sitemi getirir. Bunlar alınyazısı olarak kabul edilir, tepki gösterilmez. Dertlere içten içe yanılır. Kul neticede kendisine biçilen kaderi yaşar. Kadere isyan ve itiraz etmek bizi Hakk’tan ve hakikatten uzaklaştırır; itiraz edilse de ne değişi ki! ... Zaman zaman feleğe sitem edilir edilmesine de sitemler hayatımızın rengini değiştirmez. Karalar kara, pembeler pembe kalır. Türkülerimizde feleğe sitem eden ifadeler sıkça görülür. Bunlardan biri şöyledir:
“Yalandır şu fani dünya da yalan
Sensin kahpe felek beni gurbete salan”
Gurbet türkülerinde sıla hasreti uzun uzadıya dile getirilir. Bir an evvel çocuklara, eşe, anne ve babaya dönme ve onlarla kucaklaşma arzulanır. Sılada bekleyenlerin hisleriyle hayatın gerçekleri uyuşmayınca hiç arzulanmasa da zorunlu ayrılıklara katlanılır. Gurbet aşağı yatma yeri değildir. Gurbetten dönerken elde avuçta bir şeyler olması gerekir. Vuslat, sılada bekleyenlerin aç karnını doyurmaz. Gelince önce eline bakarlar insanın.
Anadolu insanı maddi kurtuluşunu gurbette, özellikle de İstanbul’da görür. Yurdun dört bir tarafından kalkıp gurbet yollarına düşenler, soluğu taşı toprağı altın olarak nitelendirilen İstanbul’da alırlar. Fakat yanlarında ne yârları, ne de başlarını sokabilecekleri, sıcak bir çorba içecekleri yerleri vardır. Bu hayat askerlikten çok daha zordur. Çünkü bütün zorluklarına rağmen askerde sıcak bir yuva ve çorba her zaman mevcuttur.
Gurbetin acısını ve yürek burkan hüznünü en çok yaşayanlar geride kalan dalı budağı kırılmış kadınlardır. Onlar gurbete saldıkları eşlerinin, bir yastığa baş koydukları hayat arkadaşlarının yollarını nemli gözleriyle süzer dururlar. Yakın zaman içerisinde geri dönmeyeceklerini bilseler de bir umut deyip pencerelerden uzak yollara bakıp dururlar. Aslında yürekleri ‘gel’ dese de mideleri ‘kal’ der. Çünkü çoluk çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak için para gereklidir. Para da ancak çalışmakla kazanılır. Konu komşuya rezil rüsva olmaktansa, merhamet avcısı olup el açıp dilenmektense hasret sancısını yüreklerinin deriliklerinde yaşamaları daha evladır. Onlar da öyle yaparlar zaten…
Sevdiğini gurbete yollayanların en büyük korkusu, beylerinin gurbet ellerde kadınlarla kızlarla gönül eğlendirip yoldan çıkması ve bir daha geri dönmemesidir. Yuvaların devamı her şeyden önemlidir. Şu dizeler terk edilmenin acısını ne kadar da yürekten dillendiriyor:
“Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun”
KURULUŞUNUN 40. YILINDA ŞAMPİYON TRABZONSPOR
M.NİHAT MALKOÇ
Sene 1967… Trabzon'dan bir güneş doğuyor… Ufuktan doğan bu güneş Trabzonspor'dan başkası değildi. Aslında futbol çok daha evvel bu şehir halkının yüreğinde yer edinmişti. İdmanocağı, İdmangücü, Necmiati, Lise kulüpleri Trabzon'da futbol ateşini yakan öncülerdir. 1923 yılından sonra Trabzon'da İdmanocağı ve İdmangücü arasında büyük bir rekabet başlamıştı. Bu iki güzide kulüp, Trabzon'da futbolu gündeme oturtmuştur. Bu iki takım arasındaki rekabet Galatasaray-Fenerbahçe arasındaki rekabetten farksızdı.
Rekabet her zaman kaliteyi ve başarıyı beraberinde getirir. Trabzon'daki rekabet de hırsı ve başarıyı getirmiştir. Tarihi bilgileri yokladığımızda 1923 yılında Trabzon'da ilk resmi lig maçlarının oynanmaya başladığını görüyoruz. Resmi maçlardaki ilk şampiyonluğu İdmanocağı kazanmıştı. Bunu 1923-24, 1924-25 sezonlarında Lise takımının arka arkaya şampiyonlukları izlemiştir. 1925 sezonunda yine İdmanocağı şampiyon olurken, 1929 yılına kadar da önce Lise, arkasından Muallim Mektebi, daha sonra da Ticaret Lisesi takımları şampiyonluk ipini göğüslemişlerdir. 1929-1930'dan sonra beş kez arka arkaya İdmanocağı'nın şampiyon olmasından sonra 1934-35 sezonundan itibaren İdmangücü takımı tam yedi yıl arka arkaya şampiyon olma başarısını göstermişti. 1940'dan sonra Trabzon Lisesi bu şehirdeki futbola ağırlığını koymuştu. Daha sonraları Trabzon'da yeni futbol kulüpleri kurularak çerçeve genişletilmiştir. Halkın futbola olan ilgisi her geçen gün artmıştır. Bahsi geçen kulüpler Trabzon'da sağlam bir futbol altyapısının oluşmasını sağlamıştır.
1960'lı yıllarda Türkiye genelinde her ilin bir kulüp kurması arzulanıyordu. Zaten o yıllarda Trabzon'da da iyi bir futbol ortamı oluşturulmuştu. Futbol oynamaya müsait tesisler olmasa da halkın futbola ilgisi ve desteği bu şehrin bir takımla Türkiye liglerinde temsil edilmesini hem kolaylaştırıyor, hem de zorunlu kılıyordu. Şehirde birçok takımın olması ve aralarındaki rekabet, bir araya gelip ortak bir güç oluşturulmasını zorlaştırıyordu. Olağanüstü gayretler zamanla sonuç veriyor; 20 Temmuz 1966'da İdmangücü, Karadenizgücü, Martıspor ve Yolspor'un katılımıyla Trabzonspor, kırmızı-beyaz renklerle kuruyordu. Fakat ezeli rekabet burada da kendini göstererek İdmanocağı bu kuruluşa karşı çıkıyordu. Uzun ikna gayretlerinden sonra İdmanocağı'da önceki kulüpler arasına katılıyor, böylelikle 02 Ağustos 1967'de Trabzonspor kuruluyordu. Bu sefer de forma renklerinin ne olacağı konusunda çıkmaza giriliyordu. İdmanocağı ve İdmangücü'nün renkleri dışında 'Bordo-Mavi' renklerde karar kılınarak büyüyen yapay sorun zor da olsa çözüme kavuşuyordu.
Trabzonspor'un kuruluş aşaması zor ve sancılı olsa da neticesi hayırlı olmuştur. Kulübün kurucuları arasında şu yirmi kişinin adını görüyoruz: 'Ali Osman Ulusoy, Rıfat Dedeoğlu, Sebahattin Kundupoğlu, Süha Akçay, Salih Erdem, Sabit Sabır, Ruhan Öngür, Nizamettin Algan, Nihat Karanis, İlhan Kazancıoğlu, Zeyyad Nemli, Mahmut Celal Danış, Avni Yurdagül, Refik Karaağaçlı, Ahmet Yıldırım, Hasan Ataç, Bahri Cervatoğlu, E. Sabri Uğurbaş, Nihat Özgür, Osman Tomruk' Bu da gösteriyor ki Trabzonspor kolektif bir çalışma neticesinde kurulmuştur. Kuruluşundan bugüne kadar bu kulüpte pek çok kişi başkanlık yapmıştır. Geçmişten bugüne dek Trabzonspor'da başkanlık koltuğunda oturmuş isimleri şöyle sıralayabiliriz: 'Ali Osman Ulusoy, Rıfat Dedeoğlu, Suat Oyman, A. Salih Erdem, M.Şamil Ekinci, A. Celal Ataman, Mustafa Günaydın, Mehmet Ali Yılmaz, Mazhar Afacan, Sadri Şener, Faruk Nafiz Özak, Özkan Sümer, Atay Aktuğ, Nuri Albayrak'
Trabzonspor, Türkiye'de Anadolu'dan şampiyon olan ilk ve tek takımdır. Bu durum Trabzon için bir gurur olsa da Türkiye ligleri için büyük bir eksikliktir. Demek ki bugüne kadar ligdeki diğer kulüpler sadece şampiyonluğa araç olmuşlardır. Bu da ligimizin futbol kalitesini düşürmüştür. Trabzonspor altı kez Türkiye ligi şampiyonluğunun yanında; pek çok Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Türkiye kupalarını müzesine götürmüştür. Fakat 25 senedir geçmişteki başarılarla teselli buluyoruz. Artık 40. yılda şampiyon olmak istiyoruz.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta