GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
EDEBİYATIMIZDA RAMAZAN
M.NİHAT MALKOÇ
Edebiyat ve hayat yapışık ikizler gibidir. İnsanı ilgilendiren her şey edebiyatı da ilgilendirir. Hayatta ne yaşanıyorsa o, bir şekilde edebiyata da yansır. Edebiyatı hayattan soyutlayamazsınız. İster şiir olsun, isterse roman veya başka türler; bunların hemen hepsi hayattan izler taşır. Hayat edebiyatı da içine alan geniş bir dairedir. Bunun yanında edebiyat da hayata tutulan aynadır. O aynada hayatın söz kalıbına dökülmüş halini görürüz.
Edebiyatımızda Ramazan konusu geniş bir biçimde yer almıştır. Çok köklü bir tarihî geçmişi olan Türk edebiyatı bu temayı da yaygın bir şekilde ele almıştır. Ramazan konusu ağırlıklı olarak şiirimizde işlenmiştir. Türk Edebiyatı’nda on beşinci yüzyıldan itibaren görülmeye başlanan Ramazan şiirleri, 18. yüzyılda yoğunluk kazanmış, değişik nazım şekilleriyle kaleme alınarak günümüze kadar devam etmiştir. Ramazan temalı şiirler, eskisi kadar olmasa da bugün de yazılmaya devam ediliyor.
Divan ve Halk edebiyatlarında 15. yüzyıldan beri Ramazan hem dini ve manevi yönüyle hem de mizahi yönüyle işlenmiş, bu çerçevede çok geniş ve canlı bir kültür dünyası meydana getirilmiştir. İbadet yönünün yanında iftar, sahur ve bayramıyla da insanlar üzerindeki etkisi, bazen hayal ve mizah unsurlarıyla birlikte ele alınmıştır.
Ramazan, klasik edebiyatımızda da önemli bir yer tutmuştur. Divan edebiyatı şairlerinin, ramazan ayının gelişini kutlamak için yazdıkları ve devlet büyüklerine sundukları kasidelere “ramazaniye” deniliyordu. Bu kasidelerde ramazan bahsi giriş bölümünde ele alınıp işleniyordu. Örnek bir ramazaniyeden küçük bir kısmı dikkatinize sunuyorum:
“Bu aya hürmet olunur / Herkese izzet olunur
Ramazana mahsus şeydir / Fakire ihsan olunur.”
Edebiyatımızda Ramazan konusunu ele alan diğer bir tür de manilerdir. Konusu Ramazan olan maniler miktar olarak diğer edebî türlerden çok daha fazladır. Ramazan manileri diğer maniler gibi anonimdir. Hiçbirinin altında yazanın ve söyleyenin adı yer almaz. Muhteva açısından derinlik arz etmezler, anlamları sığdır. Halka hitaben söylendikleri için görünen anlamları esastır, şiirsel derinlikleri yoktur. Bu manzumelerde imge yoğunluğu bulunmaz. Ramazan manilere şu örnekleri verebiliriz:
“Hakk’ın bize ihsanısın / Hem ayların sultanısın
Sen bir saadet kânısın / Ey mâhı sultan merhaba
Kavuştuk Ramazan’a, / Hem de büyük ihsana,
Bu ayda oruç tutmak, / Huzur verir insana”
Edebiyatımızda pek çok şair ve yazar, ramazanın gelişini büyük bir iştiyakla beklemiş ve onu özlem dolu şiirlerle karşılamıştır. Fakat inanç zayıflığı içerisinde bataklıklarda debelenenlerin bu ayın gelişiyle birlikte keyifleri kaçmıştır. Orucun manevi ağırlığı onları ezmiştir. Yahya Kemal bir şiirinde ramazana dair duygularını şöyle kelimelere döker:
“İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,
Kaç defa geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,
Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti
Bir tatlı intizara çevirmiş sükûneti”
Ramazanın konu olarak işlendiği bir diğer edebi tür de fıkralardır. Bektaşi fıkralarına baktığımızda bunlarda ramazanın ağırlıklı olarak işlendiği görülür. Fakat fıkralarda ramazanın manevi ağırlığına zarar verilmez. Bizim bilge Nasreddin Hocamız da fıkralarında ramazana değinmiştir. Bu fıkralarda ölçü ve üslup dini duyguları asla rencide etmemiştir.
Eskiden televizyonlara mahkûm değildik. Ramazan gecelerinde zamanı faydalı ve eğlenceli geçirmek için Karagöz, meddah, ortaoyunu gösterileri yapılmıştır. Bu Oyunlarda ramazan bahsine genişçe yer verilmiştir. Artık geride kalan o günleri özlemle anıyoruz.
Maneviyatı güçlü şair ve yazarlar; eserlerinde ramazanın gelişinden duyulan sevinci, bu ayın bitişinden dolayı hissedilen hüznü, Kadir gecesinin kıymetini, iftar ve sahurları, çocukluklarında geçirdikleri ramazanları konu olarak ele alıp işlemişlerdir. Bu şair ve yazarlar arasında Sabit, Nazım, Enderunlu Fazıl, Enderunlu Vasıf, Sururi, Nedim, Koca Ragıp Paşa, Leyla Hanım, Edirneli Kânî, Enderunlu Vasıf, Şeyh Galib, Sümbülzade Vehbi, Eşrefoğlu Rumi, Şeyh Üftade, Niyazi Mısri, Aziz Mahmud Hüdayi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Mehmet Lütfi, Bursalı İsmail Hakkı, Ahmet Rasim, R. Cevat Ulunay, Ruşen Eşref Ünaydın, Halit Fahri Ozansoy, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Samiha Ayverdi ve Sezai Karakoç isimlerini sayabiliriz.
Ramazana dair hatırası olmayan yok gibidir. Edebiyatçılarımız da bu mübarek aya dair hatıralarını değişik zamanlarda dile getirmişlerdir. Bununla ilgili olarak Refik Halit Karay’ın ‘Eski Zamanlarda Ramazan Hazırlığı’, Ercüment Ekrem Talu’nun ‘Birinci Gün’, Samiha Ayverdi’nin ‘İbrahim Efendi Konağında Ramazan Hazırlıkları’, Abdulbaki Gölpınarlı’nın ‘Eski Ramazanlar’, Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘Kandiller Yanarken’, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘İbadette Cuşiş’, Musahipzâde Celâl’in ‘Şeker Bayramı’ isimli nefis yazıları muhakkak okunmalıdır. Gönül dünyamız o güzel hatıralarla beslenmelidir.
Romanlarımızda, hikâyelerimizde ve bir kısım tiyatro metinlerinde ramazanın manevi atmosferine temas edilmiştir. Bugünkü şair ve yazarlarımız da ramazan konusunu gerek şiirlerinde gerekse roman ve hikâyelerinde ele alıyorlar. Fakat bu eserlerde yaşamakta olduğumuz ramazanlardan ziyade, daha çok eski ramazanlara nostaljik(özlemli) bir bakış açısıyla yaklaşılıyor. Çünkü geçen zamanla birlikte pek çok şeyimiz gibi, ramazanlarımız da heyecanını kaybetmiş, bilinçli bir şekilde yozlaştırılmıştır. Eski ramazanları özlüyoruz.
RAMAZAN’I KARŞILARKEN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Geceler günleri, günler geceleri kovaladı, neticede yine on bir ayın sultanı mübarek Ramazan geldi. Artık gönüllerimiz bir başka hoştur. Yürek sızılarımız biraz daha azalmıştır. Zaman dilimlerinin en şöhretlisi ve en bereketlisi kapınızın eşiğindedir. Bu mübarek misafire kapınızı kapatabilir misiniz? Onu içeri buyur etmek için daha ne bekliyorsunuz?
Burcu burcu maneviyat kokan güller bahçemize kök saldı. Onları çapalamak ve köklerine yol açmak bizim vazifemiz… Atmosferin, barut kokusu yerine gül kokusuna bürünmesi için bunu yapmak mecburiyetindeyiz. Güllere selam olsun…
Çölleşen yüreklerimiz rahmet ve mağfiret ayı olan ramazanla yeşeriyor. Fidanlar boy atıyor içimizde… Bir zamanlar bereketten nasibini alamayan kuru dallar meyvelerini taşıyamaz oluyor. Güle savaş açanların elleri bağlanıyor bir aylık olsa bile… Kara vicdanlılar hizaya geliyor rahmet iklimlerinin sağanağında… Ateş çukurları gülistana tebdil oluyor.
İçimizdeki ramazanlar büyüdükçe büyüyor her seher vakti… Ezanla başlayan yasaklar silsilesi yine bir başka ezanla bayrama dönüşüyor. Ruhlar sükûna eriyor zamanın kırılma noktasında… Bütün kin ve nefretlere rağmen ramazanlar gelişini hiç ertelemiyor. Küsmüyorlar bunca küfür ve isyanlarımıza rağmen… Ramazanın güler yüzü hiç değişmiyor.
Ramazan bizi diri ve iri tutuyor. Eğik başlarımız onunla dikleniyor, göğüs kafeslerimiz onunla şişiyor. Biz oruç tutarken oruç da bizi günahlara karşı ayakta tutuyor. Yoksa bunca ağır yükün altında nasıl ayakta kalmayı becerebilirdik? Umutsuzluklarımız takatimizi yer bitirirdi. İyi ki varsın ramazan, yoksa diriliğimiz ve iriliğimiz lafta kalırdı.
Ramazan olmasa, bir ay yemeyi içmeyi kesmesek hayvani yanlarımız bizi yiyip bitirirdi. Oysa bir ay boyunca melekleşiyoruz adeta. Zira melekler yemezler içmezler. Yedikçe hayvani ciheti azgınlaşan insanın, yemeğe ara verdikçe insanî tarafları belirginleşiyor, meleklere yaklaşıyor. Ramazanla beraber, yıl boyunca öğün savanların çektiği sıkıntıları daha iyi anlama imkânı buluyoruz. Açlığın ne demek olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Sosyal adaletin ve gelir dağılımındaki dengenin ehemmiyetini daha iyi kavrıyoruz. Bu ayda açlıkla imtihan ediliyor insanoğlu… Bu zor bir imtihan şüphesiz…
Ramazanla birlikte vücudumuz, özellikle midelerimiz dinleniyor. Karınlarımız acıktıkça ruhlarımız manevi gıdalarla doyuma ulaşıyor. Azgınlaşan nefsimiz iftara yakın saatlerde hizaya geliyor; gerçekte ne kadar aciz olduğunu anlıyor. Ruhlarımızın bozulan dengesi gittikçe düzeliyor. Adeta ruhlara ince ayar yapılıyor. Ruhumuzdaki kir ve paslar Kur’an’ın nuruyla ve zımparasıyla siliniyor. Kararan ruhlarımız vahyin ışığıyla aydınlanıyor.
Ramazan müstesna bir zaman dilimidir. Onun için ramazan ayına ‘on bir ayın sultanı’ denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de ismi açık olarak geçen tek ay ramazan ayıdır. Kur’an-ı Kerim bu ay içerisinde indirilmiştir. Yüce Rabbimiz; ‘Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti ve hakkı batıldan ayırmayı açıklayan Kur’an, bu ayda indirildi’ (el-Bakara, 2/185) buyurmuştur. Aylar içinde ramazana verilen bu ne büyük bahtiyarlık…
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de, ‘bin aydan daha hayırlı’ olduğu belirtilen Kadir gecesi bu ay içerisindedir. Dinimizin beş temel şartından biri olan oruç ibadeti bu ayda üzerimize farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de; ‘Sizden kim bu aya yetirirse oruç tutsun’ (el-Bakara, 2/185) buyurulur. Ramazan ayı girince şartlarını taşıyan kimselere oruç farz olur.
Çok faziletli ve bereketli bir aydır Ramazan… Bu ayda yapılan sevaplar bire on, günahlar ise miktarınca yazılır. Bu da Rabbimizin şefkat ve rahmetinin bariz tecellilerinden birisidir. Bunun kadrini bilerek gereğini yerine getirmeliyiz. Aksi halde ayların en hayırlısını, büyük bir hazineyi elimizin tersiyle itmiş oluruz. Bu bizim için büyük bir manevi ziyan olur.
Ramazanlarda evlerimizde bambaşka bir heyecan ve telaş yaşanır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen herkes bu tatlı heyecana iştirak eder. Ramazanın iftarı ve sahuru huzurun ve manevi lezzetin doruğa ulaştığı demlerdir. Ya teravihlere ne demeli, küçük büyük camilere doluştuğumuz, bin bir hatıramızın yaşandığı mübarek teravihler! ... Ramazanla birlikte uzun süre camilerden uzak kalan ayaklarımız, ilahî huzurun ikliminde rahat ederler. Cumalık gidişler her akşam kılınan teravih namazlarıyla taçlanır; ruh huzura kavuşur.
Ramazanın bereketi hayatın her yanına siner. Cadde ve sokaklar daha bir renkli olur. Açılan kitap fuarları, verilen konferanslar gönül çağlayanımızı daha da coşturur. Akşamleyin alınan o güzelim susamlı pideler neşemizi ve iştahımızı doruğa çıkarır. Hele verilen toplu iftarlar! ... Eşimizi dostumuzu buralarda görür, sohbetleri derinleştiririz. Hayatın yoğunluğunda ihmal edilen gidip gelmelere vesile olur Ramazan, dost buluşmaları için bulunmaz bir nimettir. Kısacası ramazan hayata hayat katan müstesna bir zaman dilimidir.
Bu ayda kandiller ve mahyalar içimizi aydınlatır. Anne ve babalar oruç tutan yavrularına şefkat gösterme, ikramda bulunma ve merhamet etme konularında yarışırlar. Eller Allah’a kalkar, mülkün gerçek sahibinden af ve mağfiret dilenir. İşlenen günahlardan dolayı pişmanlık duyulur. Bu kıymetli süreçte gökten rahmet ve bereket sağnak sağnak yağar. Kısacası ramazan, sıradanlaşan hayatı anlamlı kılmanın yoludur. Ne mutlu bizlere. Şükrolsun ki bir kez daha bu güzel duyguları yaşamak nasip oldu bize. Bizi bu günlere eriştiren Allah’a binlerce şükürler olsun. Ramazanınız mübarek, iftar ve sahurunuz bereketli olsun.
ÂH O ESKİ RAMAZANLAR! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Geçmişe özlem duymak insanın doğasında vardır. Ne hikmetse her konuda geçmişe özlem duyarız. Bununla beraber yaşadığımız andan da şikâyet eder dururuz. Oysa daha evvel, bugün özlem duyduğumuz geçmişten şekva ederdik. Nostaljiye meraklı bir milletiz. Gerçi dünle bugünü karşılaştırdığımızda bugünkü hayatımızın düne göre daha çok yozlaştığını görüyoruz. Onun için nostalji arzusu içerisinde olanlara hak vermemek elde değildir.
Eskiden insanlar ramazanı büyük bir arzu ve heyecanla beklerdi. Ona madden ve manen hazırlanırlardı. Özellikle Şaban ayının son günleri herkesi bir telaş alırdı. İnsanlar ramazanın başladığına dair müjdeyi vermek için gece gün demeden hilali gözlerlerdi. Çünkü İslam inanışına göre Ramazan ayı, her yıl hilalinin doğuşuyla başlar. Hilali ilk gören; kendini bahtiyar sayar, müjdeyi Müslümanlara iletirdi. Şer’iye mahkemelerinde kadılar, müftüler sabahlara kadar nöbet tutup Ramazan müjdecisini beklerlerdi. Kimsenin içinde şüphe kalmazdı. Gerçi günümüzdeki modern rasathaneler bu meseleye bilimsel bir çözüm getirmiştir. Fakat bazı İslam devletleri eski huylarını devam ettirmekte, ramazana bir gün evvel veya bir gün sonra başlamayı marifet saymaktadırlar.
Çoğumuz günlük hayatın karmaşası içerisinde yok olan değerlerimizi ne kadar da arıyor ve de özlüyoruz. Eski ramazanları hatırımıza getirdiğimizde onları bir nostalji fırtınası olarak zihinlerimizde yaşatıyoruz. Çünkü günümüzde ramazanların içi boşaltıldı, heyecanı ve coşkusu kalmadı. Oysa eskiden ramazan yaklaşırken herkesi bir heyecan sarardı. Alış verişler ve genel temizlikler yapılırdı. Ramazanı adına yaraşır şekilde karşılamak için herkes seferber olurdu. Ramazan hayatımıza renk ve ahenk katardı. Ya şimdi, bunların hangisi yaşatılıyor?
Geçmişte ramazan iftarlarında misafirsiz sofra olmazdı. İnsanların bir ekmeği bile olsa onu dostlarıyla bölüşürdü. İftardan sonra teravihe gidilirdi. İstanbul’da yaşayanlar Direklerarası’na giderek orada ortaoyunu, karagöz ve meddah seyrederdi. Çayların biri gider biri gelirdi. Evlerde kalan kadınlar musiki âlemleri yapardı. Kahveler Yemen’den gelirdi… Ve her birinin kırk yıl hatırı olurdu. Oysa şimdi o eski ramazanları yaşayamıyoruz. İnsanlar misafir ağırlamayı artık yük olarak görüyor. Eskiden misafirsiz sofra olmazdı. Misafirin bereketiyle geldiğine inanılırdı. Üstelik misafirlere yemek sonunda ‘diş kirası’ adı altında hediyeler verilirdi. Hem yedir, hem hediye ver…Hangi kültür ve medeniyette var böyle incelik? ... Bizde vardı işte, fakat bugün pek çok değerimiz gibi, onları da kaybettik.
Günümüzde evlerimizin başköşesine “ekran efendi” oturmuş, topluca önünde saygıyla eğilip donuk bakışlarla onu seyrediyoruz. Yaşama biçimlerimiz çok değişti. Artık o eski ramazanları yaşayamıyoruz. Eski gelenek ve görenekler rafa kaldırıldı.
O eski ramazanlarda yemekler hazırlanır, topun atılması beklenirdi. Dededen toruna kadar bütün aile fertleri sofranın etrafını çepeçevre sarardı. Yürekler Allah’ın emrini yerine getirmiş olmanın verdiği hazla dolup taşardı. Ezanlar can kulağıyla dinlenirdi. Oysa günümüzde insanlar geçim derdine düşmüş… Kimsenin koşturmaktan kendine ve dostlarına ayıracak vakti yok. Yarış atlarına dönüşmüş fertler, oradan oraya koşuşturup duruyorlar. Böyle bir dünyada insanın, kalbinin ve inançlarının sesini dinlemesi mümkün müdür?
Eski zaman ramazanlarında sofranın başköşesinde tatlılar olurdu. Birbirinden güzel ve özel tatlılar büyük emekle hazırlanır, eşe dosta sunulurdu. Tatlı olur da birbirinden güzel ve özel çeşitli içecekler olmaz mı? Onlar da susayanlara hayat iksiri niyetine sunulurdu. Tatlılar ve içecekler çeşitlilik arz ederdi. Hepsi de doğaldı, evlerde yapılırlardı. Bugün maalesef evlerimizde ne idüğü belirsiz asit yoğunluğu yüksek kolalar içiyoruz. İçeriği hiç de güvenli olmayan bu içeceklerle midelerimizi tahrip ediyoruz. Zamanımızda tatlılar genellikle hazır geliyor eve. Bu işle uğraşan işyerlerinden satın alıp sofralarımıza getiriyoruz. Oysa eskiden baklavalar ve bilumum tatlılar evde hazırlanır, herkes bu işe el verirdi.
Bugün içi boşaltılmış, maneviyattan uzak düşmüş, sırf kuru bir gelenek olarak yaşatılan ramazanları görüp de ‘ah o eski ramazanlar’ diye geçmişe özlem duyanlara hak veriyorum. Çünkü çağımız, insanı maddi bir varlık olarak kabul etmiş, onun ruh tarafını nedense hesaba katmamıştır. Bu mevcut durum, bolluk içinde yaşamamıza rağmen huzurumuzu temin edememiş, hatta var olan keyfimizi de kaçırmıştır. İnsanın fıtratını hiçe sayınca ortaya çıkacak manzara bundan daha farklı olamazdı. İnsanı merkez kabul etmeyen anlayışlar yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Böyle sistemler insana aradığı huzuru sağlayamaz, mevcut huzurunu da kaçırır. Huzursuzluğumuzun yegâne sebebi de budur.
Millet olarak yaptığımız en büyük hata, dini dünyevileştirmektir. Gittiğimiz bu yol fevkalade yanlıştır. Bugün acılar, sefaletler, afetler, felâketler, zilletler ve manevi işgaller içerisinde yaşıyor olmamız geçmişte yaptığımız hataların tezahürüdür. Dünyevi hayatı uhrevi hayata tercih etmek, içimizdeki boşluğun çapını her geçen gün daha da büyütüyor. İçimizde büyüttüğümüz ümit tomurcuklarının eşkinleri, dayanıksız olduğu için, hafif rüzgârda bile kırılıyor. Oysa bu eşkinler bir zamanlar çelikten daha dayanıklıydı. Demek ki bunları uzun süre susuz bıraktık, kurudu, pörsüdü, boyun büktüler, diriliklerini kaybettiler. Bunları tekrar yeşertmek bizim azim ve kararlılığımızla mümkün olabilir.
Dünden haz ve hız alıp yarınlara koşma azmini ve kararlılığını içimizde bulabilirsek nostaljiler hakikat aynasında boy göstermeye, boynu bükük güllerimiz istikbal vazosunda yeşermeye başlayacaktır. Siz yeter ki uygun toprak, uygun vazo ve yeterli su bulun ve onlara gözünüz gibi bakın. Her şey bugüne nazaran daha da güzelleşecek ve hayat anlamını bulacaktır. Bu arzuyu yaşayacak ve yaşatacak gönüllere bugün ne çok ihtiyacımız vardır.
ORUÇ KALKANDIR
M.NİHAT MALKOÇ
Oruç kalkandır…
Kirlenen ruhlarımızı ramazanın paklığında arındırırız. Manevi kirler oruç ikliminde iyice temizlenir. Sert rüzgârlar günah ağacının yapraklarını döker. Sevap ağacının kökleri toprağa kenetlenerek güç kazanır. Bu mübarek ayda ruhumuz alabildiğine genişler. İnsanlığın medar-ı iftiharı Resul-i Ekrem Efendimiz: “Oruç kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve kavga etmesin. Şayet biri kendisine söver ya da çatarsa: ‘Ben oruçluyum’ desin.” buyurarak oruçlunun ne kadar engin ruhlu ve sabırlı olması gerektiğini bizlere bildirmiştir. Hangimiz bu sabır genişliğini iç dünyamızda sağlayabiliyoruz?
Oruç kalkandır…
Dünyamızı çepeçevre saran şer halkasından kurtulup imanın saadet ikliminde soluklanmak için ramazanın manevi gücünden fazlasıyla istifade etmeliyiz. Allahü Teala’nın, ‘mükâfatını ben vereceğim’ buyurduğu yegâne ibadet oruçtur. Sanırım bu ifade, orucun Hakk katında ne büyük bir ibadet olduğunu açıkça göstermektedir. Oruçlu günahlara ve cehennem azabına karşı zırhlanmış kişi demektir. Çünkü “Oruç kalkandır” buyrulmuştur. Bu ibadeti hakkıyla yerine getirenler günahlardan ve günahın getireceği cehennem azabından korunurlar.
Oruç kalkandır…
Oruçlu insan, bu büyük ibadeti inancından dolayı yerine getirir. Oruçta riya olamaz. Çünkü kişinin oruçlu olup olmadığını ancak Allah bilebilir. Oruçlu insan açlığın getirdiği halsizlikle ne kadar zayıf bir varlık olduğunun farkına varır. Kudretin kendisinde değil, Allah’ta olduğunun farkına varır. Oruçla birlikte arzu ve isteklere gem vurulur. Nitekim açlık en büyük mürebbidir. Bazı insanlar ancak açlıkla terbiye edilebilir. Bununla ilgili olarak söylenen şu hadis, olaya açıklık getirmektedir: “Şeytan insan vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Onun geçiş yolunu açlıkla tıkayınız” Demek ki açlık da bir çeşit imtihandır. Oruç kalkanıyla kötülüklerin önüne set çekeriz. Şeytan oruçluya kolay kolay yaklaşamaz.
Oruç kalkandır…
Senenin bir ayı oruç tutan Müslümanlar günah bataklıklarında debelenmekten kurtulurlar. Oruç günahlara kefarettir. Geçmişte bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz günahlardan dolayı pişmanlık duyarsak, bir daha işlememeye karar verirsek anadan doğma bir çocuğun saflığına erişebiliriz. Bir hadiste buna işaret vardır: Kim imanla ve ecrini Allah’tan bekleyerek, O’nun rızasını isteyerek ramazan orucunu tutarsa geçmiş bütün günahları mağfiret olunur, bağışlanır.” Bu Müslümanlar için ne büyük bir müjdedir.
Oruç kalkandır…
Oruç kulları cehennem ateşinden korur. Oruca sarılan kullar cehennem ateşinin şiddetinden emin olurlar. Oruç tutmakla manevi mertebemizi yükseltiriz. Gönül dünyamızı manevi kirlerden ve paslardan arındırırız. Başımıza ne gelirse ağzımızdan dolayı gelir. Ramazanda belli vakitler içerisinde yemeden, içmeden ve bir kısım ilişkilerden uzak duran kullar, kendilerine sınır koyma iradesine de sahip olurlar. Orucu sadece yeme içmeden kesilme olarak görenler sığ görüşlü insanlardır. Oruç bu kadar basit bir mantık çerçevesine oturtulamaz. Oruç her türlü ölçüsüzlüğü yasaklar, hayatımızı ilahi ölçülere göre tanzim eder.
Oruç kalkandır…
Ramazanda vücut bir yıllık yorgunluğunu üzerinden atar. Başta mide olmak üzere bütün organlar dinlenir. 1940 Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan ünlü bilim adamı Dr. Alexis Carrel, oruç sırasında organizmalarda depo edilmiş besin maddelerinin harcandığını, sonradan bunların yerine yenilerinin geldiğini, böylece bütün vücutta bir yenilenme gerçekleştiğini, bunun da sağlık bakımından son derece yararlı olduğunu belirtiyor. Fakat bizler orucu sağlığa faydalı olduğu için değil, Allah’ın emri olduğu için tutuyoruz. Bu Müslümanca, farklı ve doğru bir yaklaşımdır. Kulluğun gereklerinden olan oruç, bize sağlık kalkanı da olabiliyor.
KAPADOKYA YAHUT GÜZEL ATLAR ÜLKESİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye dünyanın en güzel ülkelerinden biridir. Bunu sadece biz söylemiyoruz, ülkemizi ziyaret eden yabancılar da bu toprakların tabiî güzelliklerine, kültürel öğelerine, sofra kültürüne hayran kalıyorlar. Bizler, içerisinde yaşadığımız halde bu güzellikleri göremiyoruz; görsek de farkına varamıyoruz. Oysa yabancılar değişik ülkeleri gördükleri için buraların güzelliklerini kıyaslama imkânına sahip oluyorlar. Bu yüzden onların kanaatleri bizleri için önemlidir. Ülkemiz hakkında olumlu ve olumsuz görüş bildiren turistlerin değerlendirmelerini dikkate almalıyız. Onlar bizim dünyadaki gönüllü turizm elçilerimizdir.
Ülkemizin her bölgesinde apayrı bir güzellik var. Hangi şehre giderseniz gidiniz orada bir güzellik ve müstesna bir özellik görebilirsiniz. Bunlar bizim zenginliklerimizdir. Bunları korumalı ve geleceğe taşımalıyız. Türkiye’nin tabiî oluşum açısından en güzel ve görülmeye değer yerlerinin başında Nevşehir ili sınırları içerisinde yer alan Kapadokya gelmektedir.
Kıymeti bilinmeyen ve yeterince tanıtılmayan turizm cennetlerinden birisidir Kapadokya…Çok net bir tarih verilemese de buradaki oluşumların altmış milyon yıllık bir geçmişi olduğu söylenir. Bu coğrafya her haliyle bir doğa harikasıdır. Kapadokya, Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” demektir. Burası tarihî İpek Yolu’nun mühim kavşaklarından biridir. Fakat bugün söz konusu yol, atıl duruma düştüğü için önemini kaybetmiştir.
Kapadokya dünyanın ortak kültür miraslarının başında gelir. Halen UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Kapadokya, turizm işletmeciliği bakımından son derece önemli merkezlerimizden biridir. Bu güzel oluşumların çevresine mühim turizm yatırımları yapılmıştır. Bölge günümüzde turizm açısından büyük bir öneme sahiptir. Avanos, Ürgüp, Göreme, Akvadi, Uçhisar ve Ortahisar Kaleleri, El Nazar Kilisesi, Aynalı Kilise, Güvercinlik Vadisi, Derinkuyu Yeraltı Şehirleri, Ihlara Vadisi, Selime Köyü, Çavuşin, Güllüdere Vadisi, Paşabağ, Zelve belli başlı görülmesi gereken yerlerdir. Kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin bariz mimari özelliklerindendir.
Türkiye’ye gelip de Kapadokya’yı ziyaret etmeyen turist sayısı azdır. Bütün turistler bu büyülü coğrafyanın sırrına vakıf olmak için kilometreleri bir bir aşıyorlar. Fakat yerli turistler bu harikalar diyarına yeterince ilgi duymuyorlar. Çocuklarımız ve gençlerimiz daha çok, okullar tarafından düzenlenen yılsonu gezileriyle bu güzellikleri görebiliyor. Seyahat acenteleri okullar için gezi programları düzenleyerek iç turizme hareket kazandırıyorlar.
Kapadokya’da ve Nevşehir ilinde sağlam bir turizm altyapısı vardır. Bölgede çok sayıda kaliteli, seçkin otel bulunmaktadır. Bu otellerin çoğu yıldızlıdır. Burası için oteller cenneti desek fazla abartmış olmayız. Üstelik bu otellerin çoğu kendine özgü özgün bir yapıya sahiptir. Çoğu kaya içine oyularak ya da yöreye özgü tüf taşından yapılmıştır.
Nevşehir ve çevresinde mevcut yatak kapasitesi 20 bin, gelen yıllık yerli ve yabancı turist sayısı 1 milyon 800 bin civarındadır. Burada 5 adet müze, 13 ören yeri, 350 kilise ve 8’i açılmış, 200 civarında yeraltı şehri ve bir antik şehir bulunmaktadır. Bunlar da gösteriyor ki Nevşehir ve çevresi tabir caizse adeta bir açıkhava müzesi görünümündedir.
Bu topraklar pek çok değeri de kültür hayatımıza kazandırmıştır. Damat İbrahim Paşa, Refik Başaran, Ürgüplü Hayri Efendi, Hacı Bektaş Veli bunlardan bazılarıdır.
Nevşehir tarih boyunca nice medeniyetlere evsahipliği yapmıştır. Kayalar oyularak yapılan yerleşim yerleri ve ibadethaneler ziyaretçilerin ilgisini çekiyor. Başta Derinkuyu’daki yeraltı şehri olmak üzere, pek çok yeraltı şehri o dönemlerde risk ve tehdit altında yaşayan halklara güven vermiştir. İnsanlar buralara sığınarak canını emniyete almıştır. Zaten taşların yumuşak yapısı bu yeraltı şehirlerinin kolayca yapılmasını mümkün kılmıştır.
Bu topraklarda değişik inançlara sahip insanlar bir arada hoşgörüyle yaşamayı becermiştir. Haçla hilal yan yana durabilmiş, sevgi iksiri, dinler arası diyaloğu mümkün kılmıştır. Bu yönüyle bugünün savaşçı dünya liderlerine doğru mesajlar vermektedirler.
YENİCE 4. BARIŞ VE KÜLTÜR FESTİVALİ
M.NİHAT MALKOÇ
Yaz mevsimiyle beraber illerde, ilçelerde, beldelerde, hatta köylerde ve yaylalarda bile festivaller düzenlenir. Birçoğunun adları değişik olsa da içerikleri hep sevgi, barış, dostluk ve eğlenceden ibarettir. Şehirlerin gülen yüzüdür festivaller… Bir yörenin gelenek ve görenekleri, çevre güzellikleri, mutfağı, insanlara yaklaşımı bu festivaller vasıtasıyla ortaya çıkar. İnsanlar arası iletişimler, paylaşımlar, dayanışma olguları gerçek anlamda bu zamanlarda ortaya çıkar. Nerden bakarsanız bakın festivaller yapıldığı coğrafyaya renk getirir, hayatı monotonluktan kurtarır. Tanıtımın en güzel ve en kestirme yolu festivallerden geçer.
Geçen hafta 1–2 Eylül 2007 tarihlerinde Mersin’in Yenice Belediyesi’nin davetlisi olarak Mersin’e gittim. Mersin Yenice Belediyesi, adet olduğu üzere her yıl düzenli olarak Barış ve Kültür Festivali yapıyor. Bu yıl Barış ve Kültür Festivali’nin dördüncüsü gerçekleştirildi. Festival çerçevesinde bir de şiir yazma yarışması yapıldı. Hece ve serbest vezin kategorilerinde düzenlenen yarışmanın konusu “İnsan Sevgisi” olarak belirlenmişti. Onlarca şiir geldi yarışma masasına… Şairler insan sevgisi üzerine besleyip büyüttükleri duygu ve düşüncelerini şiir yoğunluğunda ifade ettiler.
Her yıl düzenli olarak yapılan, sadece teması değiştirilen ve bu yıl üçüncüsü düzenlenen şiir yarışmasında hece ölçüsü ve serbest ölçü kategorilerinde birinciler, ikinciler ve üçüncüler, üniversitelerin ilgili öğretim görevlileri tarafından okunup belirlendi. Beni de serbest kategoride birinciliğe layık gördüler. Bunun için de festivale çağırdılar. Yarışmaların her iki kategorisinde de birinciye 500, ikinciye 400, üçüncüye 300 YTL para ödülü verdiler. Bununla da kalmayıp dereceye giren şiir sahiplerinin yol, konaklama ve yemek giderlerini üstlenip onları Yenice Barış ve Kültür Festivali’ne çağırdılar. Biz de koşa koşa gittik.
Mersin Yenice Belediyesi’nin düzenlediği şiir yarışmasının hece kategorisinde İzmir Bornova’dan Rıza Yetim “Neden Kardeş Olmayalım” adlı şiiriyle birincilik, Ankara’dan Coşkun Gönüllü “Tüm İnsanlar” adlı şiiriyle ikincilik, Adana Ceyhan’dan Halil Süzer “Huzura Temenni” adlı şiiriyle üçüncülük ödülünü kazandı. Söz konusu şiir yarışmasının serbest şiir bölümünde Trabzon’dan M. Nihat MALKOÇ “İnsanlığın Sessiz Ölümü” adlı şiiriyle birincilik, Hatay’dan Muhammet Akyıldız “Dilimde Söz Avuçlarımda Ateş Böcekleri” adlı şiiriyle ikincilik, Sinop’tan Necmettin Çakır “Gel Diyorsam” adlı şiiriyle üçüncülük ödülünün sahipleri oldular. Ödül kazanan yarışmacıların hepsi de festivale iştirak etti. Her iki kategorinin birincileri de şiirlerini halkın huzurunda okudular. Ben de “İnsanlığın Sessiz Ölümü” adlı şiirimi kalabalık bir seyirci topluluğuna okudum.
Şiir ödüllerinin ve plaketlerinin verilmesinden sonra Grup Yenice Yolları bir konser verdi. Şiir dinletisi yapıldı. Yeniceli gençlerden oluşan amatör halk dansları topluluğu yöresel oyunlardan örnekler verdi. Bütün bölgelerin halk oyunlarını canlandırdılar. Havai fişek gösterileri gerçekleştirildi. Birinci gün “Moğollar” halkı coşturdu. İkinci gün sonunda protest müziğin en büyük temsilcilerinden biri olan Selda Bağcan sahne aldı. Saatlerce sahnede kalan Bağcan’a ilgi büyüktü. Gençler Bağcan’ın türkülerine eşlik ederek doyasıya eğlendiler.
Mersin Yenice Belediyesi, sözde kültür şehirlerinin bile yapmakta aciz kaldığı bir festivali başarıyla gerçekleştirdi. Festival boyunca geceleri bile uyku uyumadılar. Misafirlere büyük ilgi ve sevgi gösterdiler. Ben bugüne kadar değişik yerleri gezdiysem de böylesine ilgi ve sevgi görmedim. Gelen bütün misafirler dört yıldızlı Mersin Oteli’nde ağırlandı. Her gün özel arabalarla otelden alındık, otele bırakıldık. Her gün sabah kahvaltısını açık menü şeklinde otelde yaptık. Akşam yemekleri festivaldeki misafirlere tahsis edilen bir lokantada yenildi. Sofraların baş kebabı Adana’ydı. Adana kebabına doyduk desem yeridir. Moğollar müzik topluluğunun üyeleriyle baş başa yemek yedik. Yemek sırasında Erkin Koray’la derin sohbetlere girdik. Televizyonlarda görüp beğendiğimiz, ulaşılmaz sandığımız sanatçılarla aynı masada oturup yemek yemek, sohbet etmek her şeye değerdi.
Festivalin sonunda Mersin’e de gittik. Orayı da gezme, görme imkânı bulduk. Mersin’in güzel sahili beni fazlasıyla etkiledi. Mersin’in Trabzonlu valisi Hüseyin Aksoy’u makamında ziyaret ettim. Kendisi çok sıcak karşıladı bizi. Kitap ve yöresel lokumlar hediye etti bize. Böyle büyük bir şehri başarıyla idare eden valimizle bir kez daha gurur duydum. Mersin Yenice izlenimlerim baştan sona hoşgörü ve sevgi kareleriyle dolu… Bizlere bu güzellikleri yaşatan Yenice Belediye Başkanı Veli Serin’e, Belediye’nin her şeyi Tuncay Akdağ’a ve bütün görevlilere teşekkür ediyorum. Doyumsuz anılarla ayrıldım bu beldeden…
YENİCE İZLENİMLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Havaların ısınmasıyla birlikte insanlar memleketlerine akmaya başlarlar. Sıla özlemini hafifletmek için herkes akrabalarını, eş dostlarını ziyaret eder. İnsanlar memleketlerine gelmişken eğlence de bir yandan hayatı renklendirir. Bu aşamada festivaller girer devreye. Yerleşim yerleri kendi özelliklerini de dikkate alarak bir dizi sosyal faaliyetler düzenlerler. Festival şeklinde gerçekleşen bu eğlenceler insanların ilgisini çeker. Yaz aylarının neşesidir festivaller… Hayatı güzelleştiren bu eğlenceler yörelerin tanıtımını da sağlarlar.
Geçenlerde davetlisi olduğum Mersin Yenice Barış ve Kültür Festivali, insanları birbirine kaynaştırarak sosyal dayanışmayı zirveye çıkardı. İçerisinde onlarca faaliyeti barındıran bu festival sayesinde Akdeniz bölgesini, bu bölgenin güzel insanlarını da görme imkânım oldu. “İnsan Sevgisi” konulu şiir yarışmasının serbest kategorisinde birinci olduğum için 500 YTL’lik para ödülü kazandım. Festivalde, birincilik kazanan şiirimi okumam için Yenice beldesine davet edildim. Yol, konaklama, yeme içme giderlerini de karşıladılar.
Yenice 4. Barış ve Kültür Festivali 1–2 Eylül tarihlerinde Yenice beldesinde yapıldı. Özellikle bu tarihlere rastlatıldı. Çünkü bilindiği gibi 1 Eylül Dünya Barış Günü olarak kutlanıyor. Bu yüzden festivalin barış gününe denk getirilmesine çalışıldı. Festivale katılmak üzere Trabzon’dan yola çıktım. Sırasıyla Trabzon-Giresun-Ordu-Samsun-Çorum-Yozgat- Kayseri-Niğde-Adana-Mersin güzergâhını izleyerek Yenice’ye vardım.
Adana’da indim otobüsten… Yanımda da oğlum Levent vardı. Onun da bu bölgeyi gezip görmesini istedim. Adana’da biraz dolaştık. Ortadoğu’nun en büyük camii olan Sabancı Merkez Camii’ni ziyaret ettik. Daha doğrusu kavurucu güneşten kaçarak bu mübarek camiye sığındık. Gerçekten de çok görkemli bir cami… Osmanlı tarzında inşa edilmiş bir eser bu… Adana’yı baştanbaşa gezmeye niyetliydik fakat aşırı sıcaklar mani oldu. Bizi gelip alacak olan arkadaşları aradık, 25 kilometre uzaktan gelip bizi aldılar. Özel taksiyle Yenice’ye gitmek üzere yola çıktık. Önce Belediye’ye uğrayarak Başkan Veli Serin Bey’le tanıştık. Belediye çok kalabalıktı. Değişik şehirlerden sanatçılar, bilim adamları ve gazeteciler gelmişti.
Sinema günlerini saymazsak iki gün sürdü festival… Yenice beldesinde, 1 Eylül Dünya Barış Günü nedeniyle düzenlenen 4. Barış ve Kültür Festivali, kortej yürüyüşü ile başladı. Yürüyüşe Mersin CHP Milletvekilleri İsa Gök, Ali Oksal ve Vahap Seçer, Yenice Belediye Başkanı Veli Serin, sanatçılar ve çok sayıda vatandaş katıldı. Yenice Belediyesi önünde başlayan 4. Barış ve Kültür Festivali, Atatürk anıtına çelenk konulması ile devam etti. Anıt alanında gerçekleştirilen saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nın ardından protokol üyeleri, barışın sembolü olan beyaz güvercinleri uçurdu. Festival etkinlikleri kapsamında ayrıca Churchill Barış Parkı’nda Barış Anıtı meşalesi de yakıldı. Kalabalık katılımcı gruplar tarafından “Yaşasın 1 Eylül Dünya barışı”, “Tüm dünya çocukları aynı dili konuşuyor”, “Barışta oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömer” özlü sloganları atıldı.
Halkın heyecanı gözlerinden okunuyordu. Festival etkinliklerinde bir konuşma yapan Yenice Belediye Başkanı Veli Serin, dünyanın barıştan çok uzak olduğunu belirterek, “1 Eylül, 50 milyondan fazla insanın yaşamını yitirdiği, milyonlarca insanın sakat kaldığı ve bunun birkaç katı insanın evini, yurdunu kaybettiği en yıkıcı, en vahşi savaşlardan biri olan 2. Dünya Savaşı’nın başladığı gün… Zaten şu an dünyanın birçok yerinde başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere savaşlar can almaya devam ediyor” dedi. “Barışla kültürü birlikte anmazsak eksik yapmış oluruz” diyen Veli Serin, “İşte bu nedenle şirin beldemizde bir kez daha barış çığlıkları atmak, hatta ‘hemen barış’ diye dünyaya haykırmak için buradayız. Barışın hâkim olduğu ve çocukların ölmediği bir dünya istiyoruz” ifadelerini kullandı.
Belediye Başkanı Veli Serin’in konuşmasının ardından Karikatürcüler Derneği’nin “Barış” konulu karma karikatür sergisinin açılışı yapıldı. Protokol üyeleri ve vatandaşlar, Churchill Barış Parkı’nda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Türkan Saylan, Çetin Yiğenoğlu, Zeynep Oral, Mustafa Bilgin ve Cemal Şener’in katıldığı “Önce İnsan” adlı söyleşiyi takip etti. Uzun süren söyleşi vatandaşlar tarafından ilgiyle dinlendi.
Festivalin ilk gün gündüz bölümünden sonra Yenice Gar Lokantası’nda akşam yemeği yedik. Yemekten sonra Cem Evi yanındaki açık alanda festivalin gece bölümü başladı. Yenice Belediyesi Halk Dansları Topluluğunun gösterisi bir hayli beğenildi. Daha sonra sevilen müzik grubu ‘Moğollar’ sahne aldı. Moğollar’ın müziğiyle coşan Yeniceliler halaylar çektiler. İkinci gün Selda Bağcan’ı dinledik. Gençler festivalde doyasıya eğlendiler.
İki gün boyunca yetkililerden ve halktan çok ilgi gördük. Yeniceliler bize gerçek misafirperverliğin ne olduğunu bizzat yaşayarak ve yaşatarak öğrettiler. Başta Yenice Belediye Başkanı Veli Serin olmak üzere, Belediye Zabıta ve Kültür Müdürü Tuncay Akdağ’a ve bütün belediye personeline, Yenice halkına en kalbi şükranlarımı sunuyorum. Sağ olun, var olun. Sizlerin bu samimiyetini, sevgi ve hoşgörüsünü hiçbir zaman unutmayacağım. Sizi daima sol yanımda taşıyacağım. İyi ki varsınız Yenice’nin dost insanları… Türkiye’nin çok kültürlülüğünün ve inanç zenginliğinin bir avantaj olduğunu anlamak için Yenice’ye gitmek, oradaki samimiyeti ve hoşgörü ortamını görmek yeterlidir.
BARIŞ EN BÜYÜK SERMAYEMİZDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Savaşın, kin ve nefretin kol gezdiği zamanımızda barış en büyük sermayemizdir. Dünyada herkes barıştan yana görünse de gerçekte dünyayı idare edenler savaş tamtamları çalıyorlar. Bugün dünyayı kan gölüne çevirenler onlardır. Dünyayı ateşe veren bu izan ve insaf fakirleri, körpe çocukların canı ve kanı üzerinden çıkar hesapları yapıyorlar.
Savaşların ana nedeni kapitalist zihniyetin getirdiği aşırı madde sevgisidir. Her şeye rağmen zengin olma tutkusu adalet terazisini bozmuştur. Çok çalışan değil, uyanık olan, başkalarını sömüren kişiler zengin olunca güç dengeleri zalimler lehinde değişmiştir. Küresel güçler sermayenin tek elde toplanmasını sağlayarak dünyaya hükmetme yarışına girmişlerdir.
Tarihte yaşanan birinci ve ikinci Dünya Savaşları emperyalist zihniyetin dünyayı paylaşım hesabının somut tezahürüdür. Bu savaşlarda kan, acı ve gözyaşı insanlığın kaderi olmuştur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda elli milyonun üzerinde insan bazı emperyalist ülkelerin çirkin emelleri yüzünden ömürlerinin taze baharında yaşama veda etmiştir.
Dünyayı kuşatan ve son din olan yüce İslamiyet evrensel barışa çok kıymet vermiştir. Dünyayı şereflendiren bütün peygamberler evrensel barışın gerçekleşmesi için mücadele etmişlerdir. Zira barışın, can güvenliğinin ve huzurun olmadığı bir dünyada yaşamak başlı başına bir çiledir. Bu güzel dünyayı cehenneme çevirmeye kimsenin hakkı yoktur. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem Efendimiz hangi dinden ve inançtan olursa olsun bütün insanların asgari müştereklerde birleşip, birbirine sevgi ve hoşgörü gösterip dünyayı yaşanılır kılmaları için davette bulunmuş, barışın tesisi için elinden geleni yapmıştır.
Bugün Irak toprakları içerisinde yaşanan çirkin savaş, bir sömürü hareketinin uzantısıdır; petrol kavgasıdır. Dünyanın egemenliğini tek başına elinde tutmaya çalışan ABD ve onun kanla beslenen başkanı Bush, yüz binlerce müslümanın ölümüne sebep olmuştur. Fakat bunca baskı ve yıldırma hareketlerine rağmen Irak halkı hırsızlara teslim olmamış, gücü yettiğince direnmeye çalışmıştır. Fakat hainlerin hile ve desiseleri bitmez bir türlü. Bu sefer de çok milliyetlilik ve farklı inançların varlığı Irak’ı kanlı bir iç savaşa sürüklemiştir. ABD, Irak’ı hizaya getiremeyince bu sefer de kardeşi kardeşe düşürme yolunu seçmiştir. Değişik dinî gruplar hassas noktalarından yakalanmış, böylece Irak’ta kaosun temelleri atılmıştır.
Demokrasiye, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne inandığını her fırsatta söyleyen ABD ve Batılı milletler, iş icraata gelince hiç de böyle davranmamışlardır. Bu, onların düşüncelerinde samimi olmadıklarını göstermiştir. İçerde başka, dışarıda başka davranan ve tutarlılık göstermeyen bu devletler, barış imtihanından koca bir sıfır almışlardır. Hıristiyan Batı ve ABD, bugün hâlâ olaylara Haçlı zihniyetiyle bakmaktadır. Onun içindir ki nüfusları iki milyara yaklaşan Müslümanları korkutmak istemekte, yıldırmakta ve beraber hareket etmelerini engellemektedir. Bu ‘parçala yut’ taktiğidir. Müslümanlar bu oyuna gelmektedir.
Barıştan dem vuran dünyanın güçlü devletleri, verdikleri sözleri çiğneyerek büyük bir silahlanma yarışı içerisine girmişlerdir. Bütçelerin büyük bir bölümü yeni silahlar geliştirmeye ayrılmaktadır. Milyar dolarlar silahlar için harcanmakta, insanlık geleceğini ölüm kusan bu metallere bağlamaktadır. Günümüzde insanlar kendilerini yok etmek için modern silahlar üretme yarışı içerisindedirler. Bu da gösteriyor ki insanların hemcinslerine yaptığı kötülüğü hiçbir varlık onlara yapmamaktadır. Sağduyulu ve adaletli insanların bu tavrı anlaması mümkün değildir. Bu nasıl bir idrak yoksunluğudur, bu nasıl vicdan fukaralığıdır?
Silahlanma için yarışan insanlık, barışın kalıcı olması için neler yapıyor? Bunun için de milyar dolarlar harcıyorlar mı? Barışın tesisi için kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilatı bu kirli silahlanma yarışı içerisinde ve savaşların dünyada huzur bırakmadığı bu zamanda varlık sebebini sorguluyor mu? Hiç mi yüzleri kızarmıyor bu göbekli, kravatlı ve takım elbiseli adamların? Ateş onların yüreğine düşmüyor ki! .. Bu adamlar hiçbir şey bilmiyorlarsa İslam’ın evrensel barış mesajına kulak versinler. Dünya ancak bu mesaja kulak vermekle huzur bulur.
HER EVE BİR KİTAPLIK
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’de okuma alışkanlığını artırmak için hiçbir ciddi girişimde bulunmuyoruz. Sadece lafını edip duruyoruz; şikâyette bulunuyoruz. Bundan da anlaşılıyor ki okumayışımızı doğal karşılıyoruz. Oysa Batılı ülkelerde okumak günlük işlerden sayılır. Kişiler her nerede olurlarsa olsunlar her gün planlı olarak okurlar. Her gün düzenli olarak gazete okuyan, haftalık ve aylık dergileri takip eden bu kişiler sürekli okumalarla hayatı anlamlı kılarlar.
Evlerimizi daha güzel bir şekle büründürmek için hiçbir masraftan kaçınmayız. Gardıroptan koltuk takımına, çocuk odasından yatak odası takımına kadar evlerimizde her türlü eşyayı en iyisinden alırız. Elektronik eşyalarla hayatımızı alabildiğince kolaylaştırırız. Bunların biriken borçlarının ödenmesi aylarımızı alır. Rahatlık ve konfor için yaptığımız bu yatırımı eğitime yapmayız. Bu hususta her nedense cimri davranırız. Çünkü eğitim uzun vadede verim alınabilecek bir alandır. Eğitim harcamalarının karşılığı ilk planda görülmese de uzun vadede kendini gösterir. Onun içindir ki eğitim geleceğe yapılan en kârlı yatırımdır.
Bazı evlerdeki lüzumsuz aksesuarlar hep dikkatimi çeker. Adam sigara içmez ama çeşit çeşit sigara küllükleri bulundurur evinde. Küllük bir yana hemen her marka sigaradan birer tane koyar dolabının en görülen yerine. Yine bazı kişiler bir damla alkolü bile ağızlarına koymadığı halde her türlü içkiden birer şişe bulundururlar. Anlamsız bir ilgiyle koleksiyon oluştururlar. Bu gibi garip davranışları anlamakta zorlanırım. Hiçbir mana veremem.
Anlayamadığım bir başka husus da kitapların vitrinlerde bir aksesuar, bir eşya gibi saklanmasıdır. Bu düşünceyle kitap alan kişiler, özelikle şekil itibariyle dışardan hoş görünen, düzgün duran ciltli kitapları tercih ederler. Bazılarının bürolarında kitabın eşya olarak kullanıldığını görürsünüz. Büroya dışardan giren kişi kitaplara bakarak büro sahibinin çok okuyan biri olduğunu sanabilir. Bununla da kalmaz, kitapların yazarlarından ve içeriklerinden o kişinin düşünce dünyasını da öğrenebilir. Bu çoğu zaman yanıltıcı olur.
Aslına bakarsanız kitap ev eşyası değil, gerçek bir dosttur. Onların dünyasına girerek soluklanırız. Okuduğumuz öykü ve romansa kahramanlarıyla özdeşleştiririz kendimizi. Onlar için sevinir, bazen üzülür, bazen de olayların neticesini merak ederek bütün vaktimizi kitabın sonundan haberdar olmak için harcarız. Doğrusu, okunmayan kitap ev eşyası hükmündedir. Bazı evlerde kitapların yıllarca karıştırılmadığını, üstlerinin toz bağladığını görürüz. Bu da gösteriyor ki evleri süsleyen kitaplara bakarak ev sahibinin kültür seviyesini ölçemezsiniz.
Türk ve dünya klasiklerini alıp da birinci kitapta bırakan nice insanlar tanırım. Bu kişiler aylarca kitap taksiti öderler ama verdikleri paranın karşılığını alamazlar. Aslında aldıkları eserleri okusalar karşılığını fazlasıyla alacaklar. Kitabı ‘rafta şık duruyor’ diye alanlar var bu memlekette. Bu kişiler kitabın içeriğinden değil, görüntüsünden yararlanırlar.
Bazı kesimler kitap okuma işini sadece öğrencilere has bir eylem olarak görürler; okumayı sadece öğrencilere yakıştırırlar. Mesleğini bulmuş, hayata atılmış kişilerin hâlâ ısrarla kitap okuduklarını görünce onların bu davranışlarını yadırgarlar. Okumak insan olmaktır bence. Çok okuyan insanlar yeni düşüncelerle karşılaşıp yeni dünyalar keşfederler.
Kitapların dünyasına yolculuk yapmak ufkumuzu açar. “Sefiller” adlı dünyaca meşhur eserin büyük yazarı Victor Hugo “Kitaplık kurmak, ibadethane yapmak kadar kutsaldır.” diyor. İçinde kitap olmayan, kitap olduğu halde okunmayan evlerden hayatın çekildiğine inanırım. Her evde muhakkak bir kitaplık olmalıdır. Bu kitaplıkta asgari kültür seviyesi kazandıracak eserler bulundurulmalıdır. Cicero, “Kitapsız bir ev, ruhsuz bir vücuttur.” diyerek konuya farklı bir açıdan bakıyor. Büyük düşünür Konfüçyüs’ün Tanrıdan en büyük dileği kitap ve çiçektir. O: “Tanrım bana kitap dolu bir evle, çiçek dolu bir bahçe ver.” der.
Her ilde, hatta bazı ilçelerde umumun istifadesine açık kütüphaneler olsa da her evde muhakkak bir kütüphane olmalıdır. Kitaplıklar bize okumayı hatırlatır, çocuklarımıza kitabı sahiplenme duygusu kazandırır. Bu düşüncelerle herkesi kitaplık kurmaya çağırıyorum.
HER ŞEYİMLE SANA GELECEĞİM
M.NİHAT MALKOÇ
Sana geleceğim…
Göğümdeki yıldızları tek tek topladı sevgi haramileri… Ayışığı çekti ışığını karanlık geceden. Bitimsiz bir heyula çöktü el ele gezdiğimiz şehirlerin üzerine. Hasretin suları kabardı gönül ırmaklarımızda. Hüzün saati sensizliği gösteriyor beklenen günün şafağında. Masmavi göklerin en uzak köşesinde hayalin beliriyor. Gözlerin biraz nemli, kirpiklerin ıpıslak… Yüzündeki tebessümler yerini çatık kaşlara mı bıraktı ne? Ellerim ellerine uzansa da yetişmiyor, mekân uzayıp gidiyor, ruhun kasvetini çoğaltıyor bir başına yaşamak… Düşlerim düşlerine yetişmiyor. Rüyalarımdan koşar adım kaçıyorsun. Kuruyor düş pınarlarım… İçimdeki yanardağlar akıtıyor kızgın lavlarını sevda atlasının eteklerine. Değmiyor umudun ve huzurun sıcak nefesi sıladan sürgün edilen gönlüme.
Sana geleceğim…
Beni sende yaşamak, kalan ömrümü ömrüne katmak istiyorum. İstemem ecnebi gözler eylesin sana nazar… Bütün gözleri senden uzak tutmak için önünde perde olmaya razıyım dünden. O zeytin karası gözlerin nice şiire ilham kaynağı olacak güzelliktedir. Gözlerinin derinliğinde kayboluyorum güpegündüz. Baktığın her nesneyi bahtiyar sayıyorum. Onlar ki senin gözbebeğinin asaletiyle şerefyâb oluyorlar. Gözlerin gözlerime değince boşlukta akıyor zaman. Hissiyatım derbeder, yok mu senden bir haber? … Yokluğunda kahrolup ürperiyorum. Fırtınalar kuytularımı yalayıp geçiyor. Şakaklarıma düşen aklara yanıyorum. Seninle geçen o mesut hatıraları özlemle, minnetle anıyorum. Gönül tellerinden hüzzam besteler yükseliyor, nağmelerin ateşi ısıtıyor bulutlarda toplanan yağmur damlacıklarını.
Sana geleceğim…
Ne zaman senden ayrıldım ki zaten! ... Önümde, arkamda, sağımda, solumda, dört bir yanımda hep sen oldun. Görmedi gözlerim senden başka şuh dilber… Yollarımın kavşağında yine hep sen vardın. Bütün yollar beni sana götürüyor. Oysa sen, sen benden uzaklaşıyorsun. Oysa nereye kaçarsan kaç, yağmur olup üzerine yağacağım. Rüzgâr olup yanaklarındaki ayva tüylerini okşayacağım. En kızgın güneşlerde bunaldığında bir buluta dönüşüp üzerinde serinlik niyetine nöbetler tutacağım. Ayakların değsin diye toprak olacağım yollarına. Nazenin bir gül bahçesinde senin koklamanı bekleyen iri bir gül olup yolunu gözleyeceğim. Gökkuşağının yedi ana rengini, tuvalinde kullanman için ayağına getireceğim. Her yürek yangınında gözyaşlarım yetişecek sevda ateşini söndürmeye.
Sana geleceğim…
Dualarım belâlarına set olacak, bir kalkan misali kuşatacak çepeçevre… Hasta gönlün şifa bulması için Lokman Hekim şifa iksirini kapına bırakacak. Yakarışlarım saadetin için dayanacak göklerin en kuytu yerine. Bir dilenci arsızlığında ve yapışkanlığında kapında dikileceğim her gün üç beş kez… Bir temenna saflığında utanmadan sıkınmadan önünde eğileceğim. Gönül mahkemesinde hüküm senin olacak ilelebet… Vuslata giden yolda önüne serilecek kan kırmızı halılar... Bu yolda direnenlere dair hüküm, senin iki dudağının arasından çıkacak. Leyla’yla Mecnun’u bile kıskandıracak yeni aşk halkaları eklenecek sevda zincirine. Yalan ve ihanet prangalara vurulacak yürek payitahtında. Gönül dükkânımın kepenklerini indireceğim ağyarın aşk ve muhabbetine. Sadece senin mülkün olacak yürek sancağım…
Sana geleceğim…
Seni acıtan düşünceleri kovacağım zihnimden. Bil ki sevda neferlerin kuşatmış gönül kalelerimi. Ben ki hiçbirine kurşun sıkmadan, direnmeden sana teslim edeceğim gönül mülkünü... Zira bu mülkün öteki yarısı sendedir. İki yarımdan oluşur bir bütün. Yarım öteki yarıma kavuşunca kıymet ifade eder. Paylaşmakla çoğalacağız seninle. Bahçesi sende, suyu bendedir bu mülkün. Susuz bahçe, bahçesiz su yarımdır. Delişmen duygularını salsan da üzerime bil ki sevginle sükût bulacak bu gönül. Var olmak için her şeyimle sana geleceğim.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta