Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1599

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.11.2007 - 02:08

    YAPRAKLAR DÖKÜLÜR KASIMLARDA! …

    M.NİHAT MALKOÇ


    Dünya nice liderler ve önder şahsiyetler tanıdı bugüne kadar… Kimisi kırıp döktü, kimisi tamir etti. Kırıp dökenler çabuk unutulurken ve lanetle anılırken; tamir edenler, ölümden sonra da yaşadılar içinden çıktığı milletinin yüreklerinde, dünya durdukça da yaşayacaklar, rahmet ve minnetle anılacaklar. İşte bizim Atatürk’ümüz bahsi geçen bu liderlerin ikinci grubunda yer alır. Yani o yıkmadı, kırıp dökmedi, kırılanı, yıkılanı maharetli bir usta gibi tamir etti.

    Osmanlı devleti yorgundu, nice savaşlar görmüştü. Bir zamanlar üç kıtaya hâkim olmuştu. İnsanları barış ve huzur içerisinde yaşatmıştı. Fakat devletler de insanlar gibidirler. Doğar, büyür ve ölürler. Osmanlı da bu aşamalardan geçerek 20. yüzyılın ilk çeyreğinde öldü. Bunun sebepleri çoktur. Fakat şimdi çöküş sebeplerini bir kenara bırakıp netice üzerinde konuşmak zamanıdır. Vakit, bu devletin enkazı üzerinde yükselen Türkiye’yi anlamak vaktidir.

    Yirminci yüzyıla damgasını vuran Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk ve dünya tarihinde apayrı bir yeri vardır. Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun enkazından Türkiye gibi diri ve dinamik bir devlet çıkarma başarısını göstermiştir o şanlı komutan... Güçlü Avrupa ülkelerinin “hasta adam” olarak nitelendirdiği ve iştahlarının kabardığı bir dönemde yola çıkan Atatürk, kısa ama yorucu bir zaman diliminde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmıştır.

    Kurtuluş Savaşı’nın muzaffer komutanı Atatürk, Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun çöküş sebeplerini ve son zamanlarındaki zaaflarını iyi etüt ederek tarihten ders almıştır. Kendi politikalarını da, bu temelden yola çıkarak hayata geçirmiştir. O bir halk adamıydı. Halkın içinden bir güneş misali doğmuştu. Ömrü boyunca da halkın içinde yaşadı. İsteseydi o da Osmanlı padişahları gibi saray hayatı yaşardı. Ama o, halkın içinde olmayı tercih etti. İnsanlarla kenetlenerek kaynaştı. Bu kadar çok sevilmesinin sebebi de budur bence… Yeri gelmişken Atatürk’ün yakın dostu Falih Rıfkı Atay’ın bir anısına değinmek istiyorum: “Cumhuriyetin 12. yıldönümü için birçok döviz hazırlanmıştı: Atatürk bizim en büyüğümüzdür; Atatürk bu milletin en yükseğidir; Türk Milleti asırlardan beri bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı… gibi. Döviz listesini gözden geçiren Atatürk hepsini çizdi, yalnız şunu yazdı: Atatürk bizden biridir.”

    Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Atatürk için yepyeni bir dönem başlamıştı. Asıl savaş bundan sonra başlıyordu. Cehaletle savaşmak onun öncelikli meselesiydi. Bunun için bir dizi inkılâplar gerçekleştirdi. Önce saltanatı kaldırdı.(01 Kasım 1922) , 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilân etti. Eski yasaları yürürlükten kaldırarak modernleşmenin temellerini attı. Kadın-erkek eşitliğini sağladı. Tevhid-iTedrisat kanunuyla eğitim birleştirilerek kız ve erkeklerin aynı ortamda eğitim görmesi sağlandı. Atatürk inkılâpları ardı ardına devam etti. 01 Kasım 1928’de yeni Türk Alfabe Yasası kabul edildi. Aşar vergisi kaldırıldı. Hafta tatili pazara alındı. Milâdî takvime dönüldü. Uzunluk ve ağırlık ölçüleri değiştirildi. Koyduğu cumhuriyetçilik, halkçılık, lâiklik, devletçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık ilkeleriyle yepyeni bir Türkiye inşa etti.

    Onun da her insan gibi seveni de oldu sevmeyeni de… Tabiî ki iç ve dış düşmanlarımız onu sevmedi hiçbir zaman… Lâkin sevenleri her zaman, sevmeyenlerinden daha çoktu. Türk insanı model olarak onu kabul etti. Her gittiği yerde olağanüstü bir sevgi seliyle karşılaştı. Milletimiz onu bağrına bastı. O, 57 yıllık ömrünü vatana ve millete vakfederek bir 10 Kasım sabahı 9’u beş geçe ebediyete intikal eden müstesna bir insandı. Türk halkı onu unutmayacaktır. Sözlerimi şair M.Güner Demiray’ın şu anlamlı mısralarıyla noktalamak istiyorum:

    “Yapraklar dökülür kasımlarda
    Yeller uğuldar vadilerde, ne çıkar
    Bir özgürlüksün çağlara en güzelinden
    Sen bayrak bayrak fikirsin
    Ölüşün diriliştir yeniden
    Sen mavilerde yeşeren yapraksın
    Sen her mevsimde açan baharsın! ”

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.11.2007 - 02:05

    GENÇLİĞE HİTABE’NİN IŞIĞI’NDA…

    M.NİHAT MALKOÇ


    Aynı şartlarda gerçekleşen vakalar genellikle aynı neticeleri doğururlar. Zamanın farklı yılları göstermesi, aynı sebeplerin aynı sonuçları doğurması gerçeğini engelleyemez. Tarihin tekerrürden ibaret olup olmadığı yıllarca tartışılmıştır. Sonuçta her şeyin mevcut şartlara bağlı olduğu ve buna göre şekil alacağı tecrübelerle görülmüştür.

    Atatürk sezgileri güçlü bir insandı. Yarınların neler getirebileceğini tahmin edebiliyordu. Bu yüzden geleceğin mimarı olacak gençlere bir dizi nasihatlerde bulunmuştur. Bunun en güzel örneğini de “Gençliğe Hitabe” isimli nutkunda ortaya koymuştur. Bu söylevde yarınlarımızın teminatı olan gençlerin nasıl hareket etmesi gerektiğini belirtmiştir:

    “Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

    Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.”

    Bu millet mumdan gemilerle ateş denizlerinden geçti. Cumhuriyet öyle kolay elde edilmedi. Atalarımız bu topraklar için oluk oluk kan akıttılar. Yeni nesil her şeyi hazır bulduğu için, bu değerlerin idrakine varamıyor. Onun içindir ki kıymetlilerimizin kıymetini bilemiyorlar. Oysa esaret ve zilleti anlamak için ille de tatmak gerekmez. Millet olarak Cumhuriyet nimetin kıymetini bilmeliyiz. İstiklâl uğrunda nice civanlarımız toprağın kara bağrına düşerek mübarek şahadet şerbetini içtiler. Atatürk’ün başkomutan olduğu savaşlarda pek çok kahramanımız olağanüstü bir cesaret göstererek düşmanın üzerine atıldı. Sağ kalanlar gazi, ölenler de şehit oldu. Kurtuluş Savaşı’nın mimarı olan Atatürk de ‘gazi’ olma şerefine erişti. Cumhuriyetimizin kurucusu, istiklâl ve cumhuriyetin değerini çok iyi bildiği için gençlerden öncelikle bu nimetlere sahip çıkmalarını istiyor. Karşılaşabilecekleri güçlüklere de değiniyor, bunları azim ve gayretle aşmalarını isteyerek şöyle bir tablo çiziyor:

    “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr u zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

    Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asîl kanda, mevcuttur.”
    Türkiye şu an itibariyle çok zor bir coğrafyada bulunmaktadır. Dört tarafımız şer güçlerle sarılmıştır. Okyanus ötesinden bile iç işlerimize müdahale edilmek istenmektedir. Böyle bir ortamda daima güçlü ve teyakkuzda olmak gerekir. Vakit, uyanık olma vaktidir.

    Çok şükür ki, bu millet seksen yılı aşkın bir zamandan beri ciddi bir savaş yaşamadı. Uzun senelerden beri barış ve huzur içerisinde bir ve beraber yaşıyoruz. Bu yine Atatürk’ün çizdiği “Yurtta barış dünyada’ barış ilkesiyle oldu. Türkiye’miz zaman zaman Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’de çizdiği çirkin tablolarla karşılaştı. Fakat Türk gençliği Atatürk’ün tavsiyelerine uydu ve tüm tehditleri bertaraf etti. Yarın da aynı kararlılıkla istiklâl ve cumhuriyetin korunması için mücadele edecektir. Gençlerde bu azmi ve kararlılığı görüyor, onlara güveniyoruz. Bu milletin genci de, yaşlısı da damarlarında asil kan taşımaktadır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.11.2007 - 01:36

    BİR ON KASIM SABAHI

    M.NİHAT MALKOÇ


    Türk milleti nice büyük şahsiyetler bahşetti dünya tarihine. Yakın tarihimizin abide şahsiyetlerinin başında hiç şüphesiz ki Atatürk gelmektedir. Bir milleti uçurumun eşiğinden kurtararak, ona apaydınlık bir yol çizen bu mümtaz insan, pek çok sömürge ulusa da yürek vermiştir. Atatürk’ün milli bir kahraman olduğunu içte ve dışta kabul etmeyen yoktur. Bunun aksini düşünmek, güneşin varlığını inkâr etmek kadar manasız olur.

    Liderler pek çok özellik sahibi olmak mecburiyetindedirler. Atatürk, yiğit bir asker, dahi bir kumandan, gerçekçi bir devlet adamı ve ileri görüşlü bir inkılâpçıydı. O çok şöhretli bir insan olmasına rağmen hiçbir zaman kibir ve gurur hastalığına kapılmamıştır. Daima halktan bir insan olarak yaşardı. Nefes aldığı müddetçe Türk olmaktan gurur ve şeref duydu. Onun içindir ki: “Ne mutlu Türk’üm diyene! ” sözünü söylemiştir. O, yaptığı icraatları şahsına mal etmedi; milletiyle paylaştı. Mütevazılığın bir gereği olarak kendisinde bir harikuladelik görmüyordu. Kendisini halktan bir kişi olarak sayıyordu. Ölümden korkmadığı için her türlü tehlikeye korkusuzca atılabiliyordu. Her zaman ordunun başında yer almıştı. İçinde besleyip büyüttüğü tutku derecesindeki vatan sevgisi, onun gücüne güç katıyordu.

    Atatürk, milleti için doğru bildiklerini gerçekleştirmede hiç tereddüt etmedi. Neyi nerede yapacağını çok iyi biliyordu. Yani zamanlaması fevkalâdeydi. Doğru zamanda doğru işler yapmak prensiplerinin başında geliyordu. Barış ve sükûnetten yanaydı. Ortalığı karıştırmaktan özenle sakınırdı. Doğru zamanda doğru işler yapardı. Onun inkılâplarının toplum tarafından kısa zamanda benimsenmesi, bu özelliğinin delili olsa gerek. “Hasta adam” olarak nitelendirilen bir milleti ayağa kaldırarak şahlandıran Atatürk, kendi deyimiyle az zamanda çok ve zor işler yapmıştır. Dünyanın egemen güçleri tarafından ezilmiş, dışlanmış ve horlanmış olan Türk milleti, Atatürk sayesinde geçmişteki itibarına kavuşmuştur. Atatürk en kötü şartlarda bile başarılı olunabileceğini bizzat icraatlarıyla ispatlamıştır.

    Liderlik zorluklarla savaşmaktır. Atatürk her haliyle, bir liderde bulunması gereken meziyetlerin tümüne sahipti. Onun liderlikteki üstün başarısı, doğuştan gelen özellikleriyle birlikte, çok çalışmasının ürünüydü. Meşverete çok önem verirdi. Çok emin olduğu konularda bile çevresindekilerin düşüncesini sorardı. Fakat doğru bildiğini de tüm karşı çıkmalara rağmen gerçekleştirmekten çekinmezdi. O, doğrunun tekliğine inanırdı. Lakin doğruya giden yollar çoktu. Mühim olan en kestirme yoldan gitmekti. En az emekle en yüksek verimi almak en doğru seçenektir. O, daima bunu tatbik etmiştir. Kemal Paşa, öze önem verirdi. Dış görünüşle ve kabukla ilgilenmezdi. İlke ve inkılâplarıyla, kurmuş olduğu genç ve dinamik Türkiye Cumhuriyeti’ne ruh ve heyecan vermiştir. Milletimiz artık aşağılık kompleksinden kurtulmuştu. Onun masmavi ve emin bakışlarıyla, ümitleri ve hayalleri kırılmış olan halkımıza özgüven gelmişti. Yıllarca itilip kakılan Türk insanı, kendisine itibarını iade eden Ata’sına şükran borçluydu. Bu borcunu onun ilke ve inkılâplarına sımsıkı sarılmakla ödemektedir. Bu millet, vatan sevgisini ondan aldığı şerefli bir miras olarak görmektedir.

    1938 yılının bir 10 Kasım sabahı, onu Türk milletinin içinden maddeden söküp aldı. Onun aramızdan ayrılması, ilke ve inkılâplarının rafa kaldırılması anlamına gelmiyordu. Hatta ölümüyle beraber kendisine duyulan sevgi daha çok arttı. Çünkü biz maalesef büyük işler yapmış, önder olmuş insanlarımızın değerini hayattayken bilemiyoruz. Kaybettiklerimiz değerleniyor. On Kasımlarda yas tutmak ona duyulan sevginin ölçüsü değil. Sevginin belirtisi ağlamak, yas tutmak olmamalı! ... Sevgi sahiplenmektir biraz da. Atatürk’ü ne kadar yaşıyorsanız o kadar seviyorsunuz demektir. Atatürk’ü sevmek kuru lafla olmuyor. Onu sevenler, bu milletin değerlerini de sevmek durumundadırlar. Çünkü Atatürk o değerler içerisinde doğdu, büyüdü ve yüceldi. Yirmi birinci yüzyıla girdiğimiz bu devirde Atatürkçülüğün neresindeyiz? Bu hususta kendi iç dünyamızda bir muhasebe yapmalıyız. Büyük Türk’ü, Atatürk’ü ölümünün 69.yılında rahmet ve minnetle anıyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 06.11.2007 - 22:38

    SESSİZ YAŞADI SESSİZ ÖLDÜ İNÖNÜ…

    M.NİHAT MALKOÇ


    Bazı insanlar vardır ki şöhreti aileden gelir, bazı insanlar da dişiyle tırnağıyla bir yerlere yükselir. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz merhum Erdal İnönü’yü hangi sınıfa koymalıyız acaba? Bence o, bu iki sınıf insanın birleşimiydi. O, şöhretli bir aileden geliyordu, babası iyisiyle kötüsüyle Türkiye Cumhuriyeti tarihine damgasını vurmuş tarihî bir kişiydi. Böyle bir babanın oğlu olmak birçok sorumluluğu da beraberinde getiriyordu. Bu gibi insanlar, çerçevesi önceden çizilmiş bir hayatı yaşamaya mecburdular. Diğer insanlar gibi yaşamaları mümkün değil böyle köklü ailelerden gelen kişilerin. İsteseniz de istemeseniz de evvelden ana çizgileri belirlenen bu hayatı yaşamalısınız. Bu, aile çevresinden kaynaklanan toplumsal bir sorumluluk olarak da görülebilir. Bazı şeyler sizi de aşar bu çerçeve hayatta.

    Erdal İnönü, babasının isminin gölgesine sığınmadı hiçbir zaman. Beklenenin aksine aktif siyaseti değil, eğitimi ön planda düşündü. Onun içindir ki öncelikle çok iyi bir eğitim aldı. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nden mezun oldu. Bununla yetinmeyip Amerika’da Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktora çalışması yaptı. Yurda döndüğünde mezun olduğu üniversitede asistanlığa başladı. Gayretli ve planlı çalışması onu profesörlüğe kadar yükseltti. ODTÜ’de rektörlük yaptı. Boğaziçi Üniversitesi’nde çalıştı. Siyasete hiç niyeti olmadığı halde yakın çevresi onu bu konuda zorladı, siyasetin içine soktu. 1983 yılında SODEP’in kurucu genel başkanı oldu. 1986 senesinde kendini İzmir milletvekili olarak mecliste buldu. Bundan sonra iki dönem daha meclis çatısı altında yer aldı. Dışişleri Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı gibi mühim görevlerde bulundu.

    Çok sıra dışı bir bilim adamı ve siyasetçiydi Erdal İnönü… Çok güleç ve esprili bir insan olarak kaldı halkın hafızasında. Hakkında fıkralar uyduruldu, karikatüristlerin bitimsiz malzemesi oldu. Hepsine hoşgörüyle karşılık verdi. Yüzünden gülücükler hiç eksik olmazdı. Halkla iç içe yaşamaktan zevk alan, halktan bir insandı o... Bunun içindir ki Pembe Köşk’e kapanmadı hiçbir zaman. Siyaseti de çıkarları için kullanmadı. Zaten buna ihtiyacı da yoktu. Şöhretli ve zengin bir ailenin mirası üzerinde oturuyordu. Fakat o, gücünü babasının şöhretinden ve mirasından almıyordu. Bunlara ihtiyaç duymadan kendi ayakları üzerinde durmasını öğrenmiş, hayata kendi penceresinden bakmayı, yeni bir yol açıp oradan yürümeyi tercih etmişti. Bu, zor olan bir yaklaşımdı. Fakat bunu başarmıştı o…

    İnönü ailesinin son büyük ismi olan Erdal İnönü uzun ve dolu dolu bir ömür yaşadı. Fakat ömrünün son demleri hastalıklarla mücadele içinde geçti. ABD’de zorlu bir kanser tedavisi süreci geçirdi. Bir ara zatürreden muzdarip oldu. Tarihler 31 Ekim 2007’yi gösterdiğinde ABD’de, kan kanseri tedavisi gördüğü Houston kentinde hayata gözlerini kapadı. Tam 81 sene yaşamıştı son büyük İnönü… Belki babası kadar ses getiren işler yapmamıştı. Siyasette ‘ikinci adam’ mertebesine gelememişti ama insan olarak halkın gönlüne girmeyi başarmıştı. Sosyal demokrat zihniyette bir insandı. Fakat değerlerimize karşı aşırı uçlarda olmamıştı hiçbir zaman. Bu milletin parasıyla okuduğunu unutmamıştı. Milletine olan vefa borcunu ödemeye gayret etmişti. Halka hiçbir zaman caka satmamıştı.

    O şimdi İstanbul’da Zincirlikuyu Mezarlığı’nda, içinden çıktığı Pembe Köşk’e dair pembe düşler görüyordur. Ben hiçbir zaman Erdal İnönü’nün siyasî görüşlerini paylaşmadım. Fakat onun insanlık anlayışını, dik duruşunu, alçakgönüllülüğünü, tokluğunu hep takdir ettim. Onun içindir ki ona dair güzel şeyler söylemeyi borç olarak gördüm. Bu kadar büyük şöhret basmaklarını çıkan insanların alçakgönüllülüğü özenle taşıması her türlü takdire şayandır. Onun da her insan gibi hataları vardır muhakkak… Fakat kişilere kalın gözlükle bakıp onları bir kalemde silmek doğru bir bakış açısı değildir. Acaba bizler o insanların geldiği noktalara gelebilsek nasıl davranırdık? Bu konuda empati yapıp ondan sonra hüküm versek, bakışlarımız yumuşayacak ve güzelleşecektir. Bizler şöhretli Milli Şef’in oğlu olsaydık acaba onun kadar halka dönebilir miydik yüzümüzü? Onu bu yüzden bizden biri olarak görüyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 06.11.2007 - 00:59

    “DÜĞÜN YA DA DAVUL” ÜZERİNE

    M.NİHAT MALKOÇ


    Tiyatro dünyanın en eğitici, en eğlendirici ve seyirciyle birebir yakınlaşma açısından en inandırıcı sanat dallarının başında gelmektedir. Fakat yatırım açısından baktığımızda tiyatronun, ülkemizin üvey evlat muamelesi gören sanat dallarının başında geldiği rahatlıkla söylenebilir. Türkiye’de Devlet Tiyatrosu olan şehir sayısı sadece 13’tür. Tiyatrosu olan şanslı iller Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Bursa, Antalya, Trabzon, Konya, Sivas, Diyarbakır, Van, Gaziantep ve Erzurum’dur. Oysa bu ülkede 81 tane vilayet vardır. İlçelerin sayısı bine yaklaşmıştır. 13 şehrin dışında kalan yerler tiyatrodan mahrum bırakılmamalıdır.

    Sanatla yükselecek bu millet… Kültür ve sanat içimizdeki boşluğu bir yere kadar dolduracaktır. Devlet, tiyatroyu lüks olmaktan çıkarmalıdır. Günün yorgunluğuyla eve gelen kişi, bu yorgunluğunu bir tiyatro temsili seyrederek atabilmelidir. Ülkemizde özel tiyatrolar varsa da bunlar devlet tiyatrolarına nazaran çok pahalıdır. Bazen Trabzon’a da değişik özel tiyatrolar gelmektedir. Fakat bütçesi kısıtlı olan vatandaşlar bu temsilleri seyredememektedir.

    Geçenlerde(02 Kasım 2007 Cuma günü) Trabzon Devlet Tiyatroları Haluk Ongan Sahnesi’nde Trabzon Lisesi öğrencileriyle birlikte “Düğün ya da Davul” adlı oyunu seyrettik. Üç yüz elli kişilik tiyatro salonu tıklım tıklım doluydu. Demek ki tiyatroya büyük bir ilgi ve sevgi var. O zaman bu alana daha çok eğilmeliyiz. Temsiller birkaç ayda bir değil, daha sık yenilenmelidir. Yıl boyunca gösterilecek oyun sayısı artırılmalıdır.

    Haşmet Zeybek’in yazdığı “Düğün ya da Davul” adlı oyun Volkan Özgömeç tarafından yönetilmiş. Hemşehrimiz M. Fatih Dokgöz yönetmen yardımcılığını yapmış, aynı zamanda oyunda rol almış. Oyunda rol alan diğer isimler de şunlar: “Halil Ayan, Sinem Şahin, Başak Anat, Fatih Topçuoğlu, Elif Şeker Saka, Erşan Utku Ölmez, Duygu Dokgöz, Birkan Görgün, Aslı Artuk, Ali Boran, Barış Çolak, Kerem Uzun, E.Serdar Kurutçu, Mehmet Holep…” Hepsi de rollerini başarıyla yerine getirip ustalıklarını bir kere daha gösterdiler.

    “Düğün ya da Davul” isimli oyun, bizleri kendi yerel dünyamıza götürmektedir. Söz konusu temsil, bizleri Anadolu ezgilerinde, doyumsuz folklorunda ve yerli değerler havuzunda dolaştırmaktadır. Bu temsili seyreden herkes oyunda kendinden bir şeyler bulabilmektedir. Bu oyun halk tiyatrosunun en güzel örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna bir anlamda ‘köy seyirlik oyunu’ da diyebiliriz. Oyunda her şey doğal bir çizgide sürüp gitmektedir. Seyirciler temsilde ev sıcaklığını ve rahatlığını bulabilmeliktedir.

    “Düğün ya da Davul” adlı oyunun özeti şöyle: “Fukara evliliğinin “düzene karşı”, para evliliğinin ise “düzene uygun” olduğunu gösteren oyunda ahlak-para ilişkisi siyasal düzene bağlanıyor. Gelin mutsuzdur çünkü fakir oğlanı sevmektedir. Zaman zaman seyirciyle de söyleşerek sosyal, siyasal taşlamalar yapılır. Oyunun dili; köy deyimleri başta olmak üzere, halkın çeşitli yörelerinin deyim ve sözleriyle kaba, yer yer saçmaya varan bir halk mizahı ile donatılmıştır. Oyunda canlı söylenen türküler gerçek Anadolu türküleridir.”

    Düğün ya da Davul” adlı oyun Türk halk tiyatrosundan çizgiler taşımaktadır. Bu yönü, oyunu daha bir yerli ve sevimli kılmaktadır. Oyunda başarıyla canlandırılan köylülerin içtenliği, seyredenleri bu kesime daha da yaklaştırmaktadır. Köy kızlarının şehir özentisi de alaylı bir biçimde dile getirilmektedir. Köy seyirlik oyunlarındaki meydancıyı burada da görebilmekteyiz. Oyunda köylü kızlarının kostümleri çok iyi seçilmiş. Oyuncular tiplemelerde çok başarılı görülüyor. Her şey güzel de oyunda argonun biraz fazla kaçırıldığını, sıradan argo ifadelerinin oyunun kalitesine zarar verdiğini söylemeden geçemeyeceğim.

    Oyunda konu, müzik ve kostüm birbirini tamamlıyor. Ne diyeyim, ben bu oyundan çok büyük bir keyif aldım. Öğrencilerin de aynı keyfi aldığını bizzat gördüm. Bu gibi yerli içerikli oyunların daha çok sergilenmesi gerekir. Bu milletin yabancı değerlerle süslü oyunlardan zevk almadığı aşikârdır. Sizler yerli eserleri sahnelerseniz tiyatro salonları seyircilerle dolup taşacaktır. Oyunda emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.11.2007 - 19:24

    RUHİ TÜRKYILMAZ’IN “YIRTILAN DÜNYA”SI

    M.NİHAT MALKOÇ


    Trabzon’un dışarıda yaşayan değerlerinden birisi de Ruhi Türkyılmaz’dır. 1940 senesinde Sürmene’de doğan Türkyılmaz; sırasıyla Pervane İlkokulu’nu, Ankara Yıldırım Beyazıt Ortaokulu’nu ve 1960’da Ankara Gazi Lisesi’ni bitirdi. Bir ara Ankara Hukuk Fakültesi’nde okudu. İki yıl öğretmenlik, bir süre de bankacılık yaptı. 1966 yılında öğrenim amacıyla Almanya’ya gitti. Leverkusen Yüksek Halk Okulu ve Goethe Dil Enstitüsü’nden lisan sertifikası aldı. Leverkusen Bayer Firmasında iken “Kimya Teknik Okulunu” bitirdi. 32 yıl Bayer ‘de kimyagerlik yaptı. 1998 yılının başında çalıştığı kurumdan emekli oldu.

    1966 yılında Almanya’ya okumak için giden Türkyılmaz, ömrünün önemli bir kısmını bu ülkede geçirdi. Dile kolay, 41 seneden beri doğduğu topraklardan uzak yaşamaktadır. Memleketinden uzak kalmak onu şair yapmıştır desek sanırım yanılmış olmayız. Gerçi o Almanya’ya gitmeden evvel edebiyat dairesinin içine girmişti zaten. Ruhi Bey, edebiyat hayatına 1953 yılında Atatürk’ü Ankara Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e, uluslararası görkemli bir törenle götürürken öğrenci basın sözcüsü olarak başladı. Ankara Gazi Lisesi’nde Türkiye’nin iki seçkin şairi Cahit Külebi ve Arif Nihat Asya’nın öğrencisi oldu. O yıllarda liseli öğrenciler arasında düzenlenen bir şiir yarışmasında birincilik ödülü aldı. O zamandan beri şiirleri gazetelerde, edebiyat dergilerinde ve şiir antolojilerinde yayınlandı.

    Ruhi Türkyılmaz, Almanya’ya giderken tüm edebiyat mahsullerini beraberinde getirdi. Bayer firmasının hisse senetleri konusunda yazdığı bir yazı ile Almanya’da sanat ve edebiyat hayatına girdi. Leverkusen Kenti Yabancılar Eğitim ve Kültür Merkezi “Karafatma” adlı şiir kitabını Türkçe ve Almanca olarak yayınladı. Bu eser kısa zamanda “Babacan – Jovial “ adıyla genişletilmiş ikinci baskısını yaptı. Karafatma ve Babacan’ın ön gösterim(gala) gecelerinde Türkyılmaz başarılı şiir ödülüne layık görüldü. Almanya’da değişik dernek ve kuruluşlarda, özellikle Köln Atatürkçü Düşünce Derneği’nde edebiyat üzerine sanat içerikli konferanslar verdi. Türkiye ve Almanya’da, Alman ve Türk üniversite öğrencileri Ruhi Türkyılmaz’ı ve eserlerini diploma tezi olarak araştırıp yazdılar. Bu da Türkyılmaz’ın edebiyat sahasında ne kadar önemli aşamalar kat ettiğini gösteriyor.

    Geçenlerde(30 Ekim 2007 Salı) Trabzon’da Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi’nde Sürmeneli gurbetçi şair Ruhi Türkyılmaz’ın “Yırtılan Dünya” adlı son şiir kitabının imza günü vardı. Program Trabzon Belediyesi’nin öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Belediye Başkanımız Volkan Canalioğlu ve eşi de oradaydı. Fakat küçücük salon yine bomboştu. Oysa şair Türkyılmaz ta Almanya’lardan kalkıp gelmişti kitabının imza şölenine. Bir avuç kaliteli insan programı takip etti. Taka gazetesinden Yakup Karpuz sorular sordu, Ruhi Türkyılmaz cevapladı. Türkiye ve Almanya arasında değişik konularda kıyaslamalarda bulundu. Fakat şartlar elvermesi durumunda her şeye rağmen Türkiye’de yaşamayı tercih edeceğini belirtti.

    Ruhi Türkyılmaz’ın “Şölen, Dalga Boyu, Günahsız Gömülenler, Karafatma, Babacan-jovial, Aytüre, Dudak Ucu Acı Gül, Oryantal Sancılar” adlı şiir kitapları bulunuyor. Bunların yanında “Sigara Yarası, Balıkçı Barınağı, Benim Gurbetim” adlarını taşıyan öykü kitaplarına da imza atmış. Türkyılmaz’ın bir de “Kırantaş” adlı romanı bulunuyor. Türkyılmaz bu eserlerinden dolayı pek çok ödülün de sahibi olmuş. Bunlar arasında şunları sayabiliriz: “1957 Ankara Gazi Lisesi’nde şiir birincilik ödülü, 1994 Türkiye Dergisi şiir birincilik ödülü, 1995 Karadeniz Yazarlar Birliği şiir hizmet ödülü; 1995 Yunus Dergisi şiir birincilik ödülü, 2001 Karadeniz Yazarlar Birliği şiir birincilik ödülü, 2002 TRT Öykü birincilik ödülü…”

    Şair Türkyılmaz program boyunca yeni şiir kitabı Yırtılan Dünya’dan pek çok şiiri seslendirdi. Şiirlerinin hikâyelerine ve ilham kaynaklarına değindi. Adından da anlaşılacağı gibi bu kitapta yozlaşan dünyanın acı gerçekleri şiir diliyle anlatılıyor. Türkyılmaz kendine ait bir imge dağarcığı oluşturmuş, üslubunu oturtmuş. Şiirleri soyut ve özgün… Trabzon’un, şiir sahasında önemli değerleri arasında gösterebileceğimiz bir isim Ruhi Türkyılmaz…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 27.10.2007 - 20:00

    ATATÜRK VE CUMHURİYET

    M.NİHAT MALKOÇ


    Özgürlüğüne düşkün milletlerin idare şeklidir cumhuriyet… Türk milleti çöken bir imparatorluğun enkazı üzerinde kurduğu Türkiye devletinin yönetim şeklini iç dünyasında tayin etmişti. Zira bu millet, başına buyruk ve hesap vermeyen bir idare anlayışını kabul edemezdi. Eline gelen fırsatı tepemezdi. Çağdaş devletlerin gittiği yoldan gitmeliydiler. Atatürk Türk milletini ancak cumhuriyete layık görüyor ve bunu şöyle ifade ediyordu: “Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.”

    Eski yönetim şekilleri fertlerin düşüncelerini hesaba katmıyordu. Oysa ortak akılla hareket edilmeliydi. Yeni yüzyılın en ideal idare şekliydi cumhuriyet... Devletimizin kurucusu Atatürk, kuracağı devletin yönetim şeklini zihninde şekillendirmesine rağmen şartlar hazır olmadan düşüncesini kamuoyuyla paylaşmamıştı. Dengeleri gözetiyordu, biraz da kemikleşen anlayışların tepkisinden çekiniyordu, bir anlamda fırsat kolluyordu.

    Cumhuriyet kelimesinin kökü “cumhur”dur. Bu, Arapça kökenli bir kelimedir. “Halk” anlamına gelir. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde cumhuriyet, ‘ulusun egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet şeklidir.’ Nerden bakarsanız bakın cumhuriyet idaresi halka dayanıyor. Fakat halktan uzak cumhuriyetler de vardır. Eskiden onlarca devleti esir görüp ilkel bir anlayışla yöneten SSCB de bir cumhuriyetti. Önemli olan şekil değil, uygulamalarıyla hissedilen cumhuriyettir.

    Cumhuriyet rejiminin bu ülkeye neler kazandırdığını ancak geçmişi bilenler anlayabilir. Bugünkü modern hayatımızı cumhuriyete borçluyuz. Son yıllarda adından sıkça söz ettiren ve satış rekorları kıran Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” adlı eserinde Cumhuriyet kurulduğu yıllarda, ülkenin genel manzarasını şöyle tasvir ediyor:

    “13 milyon nüfus, ilkel bir tarım, sıfıra yakın sanayi, madenlerin büyük çoğunluğu, limanlar ve var olan demiryolları yabancı şirketlerin yönetiminde, 153 ortaokul ve lise, sadece bir üniversite var. Halkın sadece yüzde 7’si okur - yazar, bu oran kadınlarda yüzde 1 bile değil. Ortaokullarda 543, liselerde 270 kız öğrenci okuyor. Ekonomik bakımdan yarı sömürge… Kişi başına gelir 4 lira, kişi başına ortalama kamu harcaması 50 kuruş… Alt yapı her alanda yetersiz… Bilim hayatı ve düşüncesi yok denilecek düzeyde. Anadolu; araştırmayan, nakilci medreselerin elinde… Yasalar çağın gereklerinin gerisinde. Kadınların ilke olarak toplumsal hayatları ve hiçbir hakları yok. Kadınların da bir gün erkekler gibi, doktor, mühendis, avukat, belediye başkanı, milletvekili, bakan olabileceklerini hayal etmek bile zor. Ne seçme hakkı bulunuyor, ne seçilme. Kısacası, vatandaş sayılmıyorlar. Ülke neredeyse bütünüyle ve pek çok alanda ortaçağı yaşıyor (Turgut Özakman, 2005, s.682) .”

    İnsanların yönetime katılması, düşüncelerini açıklaması, seçtiği idarecilerce yönetilmesi bu asrın en büyük yeniliği ve nimetiydi. Bu nimetten bizler de faydalanmalıydık. Milletin kaderini şahısların insafına bırakmamalıydık. Sadece seçmekle kalmamalı, aynı zamanda seçilenleri denetlemeliydik. Cumhuriyet idare şekli eski yönetimlerle kıyaslanamazdı. Eski yönetimlerde şeffaflık yoktu. Atatürk, getirdiği Cumhuriyet yönetim şeklini açık seçik ifadelerle tanımlıyor, halkı cumhuriyete alıştırıyordu. Ona göre: “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet biçimi demektir. Demokrasi ilkesinin en modern, en mantıklı uygulamasını sağlayan hükümet biçimi cumhuriyettir! .. Cumhuriyet, yüksek ahlak değerlerine ve niteliklerine dayanan bir yönetimdir. Cumhuriyet erdemdir. Cumhuriyet yönetimi erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir.”

    Bu ülkeye ve Cumhuriyet yönetim biçimine milletçe sahip çıkmalıyız. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni daha da yükseltmek için fert olarak üzerimize ne düşüyorsa yerine getirmeliyiz. Cumhuriyet millet olarak ortak paydamız olmalıdır. Geçmişten hız alıp geleceğe emin adımlarla yürümeliyiz. Tarihimize sahip çıkmalıyız. Türkiye Cumhuriyeti’ni övmek, şanlı Osmanlı’yı yermeyi gerektirmez. Cumhuriyetle nice aydınlık yıllara…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 27.10.2007 - 20:00

    ŞİİRİMİZDE CUMHURİYET

    M.NİHAT MALKOÇ


    Cumhuriyet insanca yaşamanın yoludur; geleceğimizi aydınlatan ışıktır. Özgürce yaşamak, huzuru yakalamak, geleceğe güvenle ve emin adımlarla yürümektir. Kulluğa ve köleliğe izin vermeyen, insani değerleri ön plana çıkaran bir yaşam tarzıdır. Haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı durmak, sessizliği haykırışlarla, hürriyet çığlıklarıyla boğmaktır. Cumhuriyet, küllerinden doğan bir milletin kendine biçtiği ipekli bir kaftandır. Karanlık ufukları aydınlatan, kümelenen bulutları bertaraf eden parlak bir güneştir. Başları öne eğilenlerin, boynu büküklerin, söz hakkını kullanamayanların başının tacıdır. Sevgi çeşmesinin oluğudur, gönül yaralarımıza merhemdir cumhuriyet…

    Söz mülkünün sultanı olan şairler, içinden çıktıkları toplumun sözcüsüdürler. Milli ve manevi duygular onların yürek süzgecinden geçerek estetik bir hâle dönüşür. Cumhuriyet bu milletin söz üstatları olan şairlere daima ilham kaynağı olmuştur. Bu ülkenin havasını teneffüs eden, suyunu içen, mutluluklarıyla huzur bulan, kederleriyle üzülen söz ustaları, insanın fıtratına en uygun olan yönetim biçimi olan cumhuriyeti öve öve bitirememişlerdir. Cumhuriyeti en iyi idare sistemi olarak getiren, halkın yönetime katılımını sağlayan Atatürk’e duydukları minnet hislerini şiirler aracılığıyla dile getirmişlerdir; cumhuriyetin güzelliklerini öve öve bitirememişlerdir. Kalemlerini bu uğurda oynatmışlardır.

    Bugüne kadar cumhuriyetle ilgili yüzlerce şiir yazılmıştır. Bu şiirlerde cumhuriyet teması değişik açılardan ele alınarak işlenmiştir. Cumhuriyet konulu şiirlerin bir kısmı usta şairler tarafından kaleme alınmıştır. Fakat bu konudaki şiirlerin çoğu, şairliği bir merak olarak görenlerin karalamalarıdır. Çünkü bu şiirler sanat ve estetik bakımından değer ifade etmemektedir. Fakat bizler; bu kişilerin amatör bir ruhla kaleme aldıkları karalamaların kalıcı olmadığını, zamanla kaybolup gideceklerini bilsek de onları yine de önemsiyoruz. Bunlar da önemli olmakla birlikte asıl dikkate değer olanlar usta şairlerin ölümsüz şiirleridir. Sayıları onlarla ifade edilen, cumhuriyeti gündemde tutan ve sevdiren bu şairlere çok şey borçluyuz. Mithat Cemal Kuntay da bunlardan biridir. O, cumhuriyete ve Atatürk’e yönelik; içinde besleyip büyüttüğü sevgi, minnet ve şükran hislerini aşağıdaki beyitlerle ebedileştirmiştir:

    “Kim derdi yarılsın da nihayet yerin altı,
    Bir anda dirilsin de şu milyonla karaltı.
    Topraklaşan ellerde birer meşale yansın.
    Kim der ki şu milyonla adam birden uyansın.”

    Türk şiirinin önemli isimleri cumhuriyet konusunu şiirlerinde işlemeyi kendilerine bir borç saymışlardır. Atatürk’ün bizlere emaneti olan cumhuriyeti yeni nesillere sevdirmek ve benimsetmek için sözün tılsımından yararlanmışlardır. Cumhuriyetin erdemlerini sıralayan bu usta şairler, gençlerimizin dikkatlerini bu elzem kavram üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bunu gerçekleştiren şairlerden birisi de Ömer Bedrettin Uşaklı’dır. Onun kaleme aldığı “Akdeniz’e Doğru” adlı şiirinden aldığım mısraları dikkatlerinize sunmak istiyorum:

    “Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,
    Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti...
    Sakarya’dan su içtik o çelik süngülerle,
    Yuvaları dağılmış bir avuç yılmaz erle.
    ‘Hedef Akdeniz, asker! ’ diyen parmağa koştuk...
    Zafer bahçelerinden gül koparmağa koştuk...”

    Atatürk ve cumhuriyet konulu şiirler değişik araştırmacılar tarafından derlenerek bir araya getirilmiştir. Bu şiirler belirli günlerde ve haftalarda öğrenciler tarafından okunmaktadır. Lakin manaları üzerinde derinleşilmemektedir. Cumhuriyeti bütün güzellikleriyle çocuklarımıza ve gençlerimize sevdirmeli, onun erdemini zihinlerinde yaşatmalıyız. Onlara cumhuriyet sevgisini aşılamalıyız. Zira cumhuriyet ortak hafızamızdır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 27.10.2007 - 00:55

    SEVDAMIZDIR CUMHURİYET…

    M.NİHAT MALKOÇ


    Cumhuriyet sevdamızdır…
    Duyguların ve düşüncelerin sarpa sardığı demlerde zihnimizi aydınlatan güneşsin Cumhuriyet… Sen ki bize şah damarımız kadar yakınsın. Bulutların arkasına saklanan umutları bulup koyarsın önümüze. Gelmeyen baharların müjdesini sunarsın belleğimize. Kitaplarımızda senin ağırlığını hep hissederiz. Sevgin ruhlarımızı esir edeli beri gerçek özgürlüğümüzü bulduk. Sana olan sevgimiz bulutlara değecek kadar büyük ve görkemli… Duygularımızda, düşüncelerimizde, hayallerimizde, emellerimizde hep senin varlığının ağırlığını hissediyoruz. Karlar altında kalan ümit çiçeklerini tazeleyen sensin. Bembeyaz kar yığınlarından çıkıp filizlenen kardelensin sen…

    Cumhuriyet sevdamızdır…
    Hayranlık duygularıyla beslenen bakışlarımız sana dönüktür. Karanlıklar üstüne doğan dolunaysın sen. Kapkaranlık gecelerde büyüyen en parlak yıldızımız sensin. Kararsız anlarımızda en isabetli kararımız, tek kılavuzumuz, tek akıl hocamızsın. Yaralı bilinçlerde nasırlaşan korkularımıza perdesin. Seni kalemler yazmakta, şairler anlatmakta aciz kalıyor. Mutluluğun resmini çizmemi isteyen öğretmenime seni tasvir eden bir resim çiziyorum. İçimdeki mutluluğun kaynağı sensin. Geleceğin çeşmesi senin pınarlarından besleniyor. Mutlu yarınlara giden yolların kavşağında yollar seni işaret ediyor. İçimdeki yangınları senin tazyikli suyunla söndürüyorum. Yarım kalan baharları senin atmosferinde tamamlıyorum.

    Cumhuriyet sevdamızdır…
    Baktığım bütün aynalarda senin siluetini seyrediyorum. İçtiğim bir bardak suya bile senin sevgin, güvenin ve doyumsuz hazzın karışmış... Dinlediğim bütün nağmeler beni sana götürüyor. Sözlüklerimiz senin şanlı adını onurla taşıyor sayfalarında. Donuk bakışlarımıza can ve heyecan katan o bitimsiz Cumhuriyet coşkusudur. Gonca güllerimiz tarifsiz kokusunu senin güzelliğinden alıyor. Tavus kuşunun renk cümbüşünde, ak güvercinlerin özgürlüğe yol alan kanatlarında, balıkların parlak pullarında, aslanın hırçın yelelerinde onurunu, erişilmezliğini, doyumsuzluğunu, yenilmezliğini görüyorum. Çocuklar kadar saf ve günahsızsın. Yıldızlar gibi yükseklerdesin. Işığını esirgeme zifiri karanlıklarımızdan…

    Cumhuriyet sevdamızdır…
    İçimizdeki buzları güneşinle, sıcağınla, kızgın nefesinle erittin. Sütlü kahvemizin köpüğünde, hararetli anlarımızda içtiğimiz suyun duruluğunda, buhranlı anların ruh kasvetlerinin sükûna erdiği zaman dilimlerinde gölgenin aksini görüyorum. Beklemenin ateşten daha yakıcı olduğu hasret nöbetlerinde vuslatın hazzıyla eşdeğersin sen. Senin gidişin gönüllerin tarumar olması demek; senin susuşun baykuşların konuşması demek, senin uyuman, canavarların uyanıklığı demek... Boşa gider mi bunca yıllık emek? ... Sen ki en büyük kazancımızsın. Fukaraların bile gönül sofralarını mamur eden, tattıkça çoğalan ve baktıkça güzelleşen emsalsiz bir nimetsin. Mahzunlaşan bakışlarımız, şerefinle göğe değiyor. Sen bizim sırça köşklerimizin şerefli misafirisin. Aslında misafir değil, ev sahibisin sen. Senin ömrünün azameti ve uzunluğu bizimkilere nazaran kıyas götürmez büyüklüktedir. Bizimkisi kelebeğin ömrü ölçeğindedir. Yansak da, mum ışığının gönüllü pervanesiyiz. Bizler insanlığın yolunu aydınlatan mübarek ateşinde yok olmaya razıyız, yeter ki senin ışığın hiç sönmesin.

    Cumhuriyet sevdamızdır…
    Canımızda can gibisin cumhuriyet, damarlarımızda kan gibisin sen. Teneffüs ettiğimiz hava gibi, içtiğimiz su gibi, sol yanımızda taşıdığımız yürek gibi paksın, lüzumlusun. Soframızın baş tacı ekmek gibi muhteremsin. Hakikat kavşağında bütün yolların ucu sana çıkıyor. Mevsimler senin atmosferinde soluklanıyor. Dara düştüğümüzde çalacağımız tek kapı sensin. Sen ki Atatürk’ün bıraktığı en kıymetli emanetsin. Seni gönlümüzün en temiz köşesinde, gözlerimizin ferinde, bedenimizin terinde taşıyıp geleceğe aktaracağız.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 23.10.2007 - 23:29

    VATAN VE BAYRAK SEVGİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Türk milleti vatan ve bayrak için neler yapmadı ki! ... En son yapılabilecek işi, ölmeyi en evvel denedi bu kahraman milletin çocukları… Türk töresinde vatan, millet ve bayrak sevgisi her sevginin önünde gelir. Bunun içindir ki, Türk insanı vatan için ölmeyi bir vazife bilmekte, oğlunu şehit veren anne ve baba acısını yüreğine gömerek “Vatan sağ olsun” diyebilmektedir. Bu ruhu Batılıların anlaması mümkün değildir. Çünkü onlar için vatan maddî değeri olan bir toprak parçasıdır. Onlarda şehitlik kavramı olmadığı için vatan uğruna ölme riski ancak çok büyük maaşlar karşılığında taşınabilir. Onlarda paralı askerlik söz konusudur. Ancak paranın hatırı için cephede mücadele edilir. Maaş kesilince çatışmada kesilir. Ne kadar para o kadar mücadele… Bunun en güzel örneğini ABD’nin Irak’taki paralı askerlerinde açıkça görüyoruz. Doların hatırına Irak bataklığında sivrisinek avlıyorlar.

    Bizim askerlerimiz için para hesapta yoktur. Vatan sevgisi parayla ölçülmez bizde. Her Türk genci yirmi yaşına gelince büyük şenlik ve merasimlerle Peygamber ocağı olarak nitelendirilen askere uğurlanır. Bazılarının saçına kına bile yakılır. Bunun anlamı vatana kurban olması için gönderildiğidir. Evden çıkan genç, artık ailenin değil, vatanın evlâdıdır. Her şey vatan içindir bundan sonra. Al bayrağın gölgesinde vatan düşlerine dalmanın zamanıdır artık. Ana, baba, yavuklu ve sıla hasreti vatan duygusuna yenilmiştir.

    Türk milletinde askerlik kutsaldır. Onun içindir ki bu vazife ‘vatan borcu’ olarak nitelendirilmiştir. Vatanımızın en buhranlı ve sıkıntılı dönemlerinde topraklarımızı düşman saldırılarından, zulümden, felâket ve musibetlerden korumak azmiyle asırlar boyunca üç kıtada amansız mücadelelere girerek şehit olmuş ecdadımızın evlatları, onlar bizlere şanlı ve şerefli bir mazi bırakmıştır. Bizler bu şerefli tarih sayfalarıyla ne kadar övünsek azdır.

    Bayrak bağımsızlığın sembolüdür şüphesiz. Böyle olduğu içindir ki toplumumuzda apayrı bir yere ve değere sahiptir. Hemen her milletin kendine mahsus bayrağı vardır. Üzerindeki işaretler ülkelere göre değişir ve mana taşır. Tarihin çok eski devirlerinden beri bayrak vardır. Bu mühim sembol Divan-ü Lügat-it Türk’te “batrak” olarak geçmektedir. Günümüz Türkiye’sinin bayrağı bambaşka bir manaya bürünmektedir. Bayrağımızdaki kırmızı, bu vatan için canını seve seve veren şehitlerimizin kanını sembolize etmektedir. Bayraktaki hilâl Müslümanlığımızın alâmetidir. Yıldız ise genç Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bütün halinde düşünürsek Türklerin birlik ve bütünlüğünün simgesidir bayrak… Bunun altında toplanınca her şeyimiz “bir” olur. Kanımız onun için akmaktadır hâlâ…

    Nice şairler bayrak üzerine şiirler yazmışlardır. Merhum şair Arif Nihat Asya da, adı bayrakla özdeşleşmiş bir gönül adamıdır. Bayrak denince nedense hep o akla gelir. Adana’nın kurtuluş günü olan 5 Ocak’ta yazdığı “Bayrak” şiiri her Türk’ün zihnine kazınmıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse bu ünü fazlasıyla da hak etmiştir. Bu şiir genç yaşlı birçok insanın ezberindedir. Bu şiirden bir bölümü sizlere sunmak istiyorum:

    “Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
    Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
    Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
    Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
    Sana benim gözümle bakmayanın
    Mezarını kazacağım.
    Seni selâmlamadan uçan kuşun
    Yuvasını bozacağım.
    Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder
    Gölgende bana da, bana da yer ver!
    Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar;
    Yurda ay- yıldızının ışığı yeter.”

    Bayrak nazenin bir yârdır gözümüzde. En sıkıntılı dönemlerde onun etrafında kenetleniriz. Onu bağrımızda büyütürüz. Ülküdür, sevdadır, candır, mazidir, namustur, iradedir, anadır, sevgiliye sunulan alımlı bir güldür, şereftir, namustur, hayattır, aşktır, muhabbettir, mukaddesattır, göklerde süzülen bir kartaldır, uğrunda ölünmeye değer varlığımızdır, şanlı tarihin özüdür, dosta gurur, düşmana korkudur. Bize yol gösteren ışıktır.

    Bu millet üç kıtada at sürdü ve cihan devleti olan Osmanlı’yı dünyaya egemen kıldı. Bünyesinde onlarca ırkı, barış ve huzur içerisinde barındırdı. Bizlere çok zengin bir medeniyet mirası bıraktılar. Bizler de Türkiye olarak onların bıraktığı emaneti hakkıyla muhafaza edeceğiz. Vatanımızın sınırlarını gerekirse bir kez daha kanla çizmeye hazırız. Topraklarımızda gözü olanların bunu böyle bilmesi gerekir. Bu millet ölmedi, şanla şerefle yaşıyor. Bu bayrak ilelebet gönderde dalgalanacaktır. Hiçbir güç onu yücelerden indiremez. Çünkü yedisinden yetmişine kadar Türk milleti olarak gece gün nöbetteyiz. Sözlerimi Mithat Cemal Kuntay’ın şu anlamlı dizeleriyle noktalamak istiyorum:

    “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
    Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta