Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1599

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 18.11.2007 - 22:34

    SİZE BİR DEĞİL BİN GÜN BİLE YETMEZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Öğretmen; o tatlı, sihirli, tılsımlı sözcük! … Nasıl da telâffuz eder çocuklarımız onu coşku ve heyecanla… Söylerken kalpleri küt küt atar. Çünkü kalpten gelen, katıksız, saf bir kelimedir o… Derste, teneffüste, dışarıda, gök kubbenin altında her yerde yüreğimizi heyecana gark eder. Hangi birimizin hayatında derin izler bırakan öğretmeni yoktur ki? ... Onlar değil midir bugünümüzün aydınlık yolunu çizenler? ... En büyük mimardır onlar…

    Her yıl Kasım’ın yirmi dördünde hatırlarız onları. Yılın bir gününe sığacak kadar sıradan olamaz öğretmenler. Yetmez onlara Kasım’ın yirmi dördü. Onları anlatmak ve layıkıyla takdir etmek için bir yıl bile kâfi değil vefayı idrak etmiş gönüllere. Şayet vefa deyince bozadan başka bir şey gelmiyorsa aklınıza o zaman söylenecek her lâf, belliki lâf-ı güzaf! ... Oysa öğretmenlerin bizlere yaşatarak öğrettiği vefa yaşamalı, yaşatılmalı…

    Öğretmenler günü Millet Mektepleri’nin açılış gününe rast getirilmiştir büyük kurtarıcımız Başöğretmen Atatürk tarafından. 24 Kasım 1928 tarihinde açılan, Millet Mektepleri’nde, yaşlı, genç, çocuk, kadın, herkese yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir.
    Millet Mektepleri’nin açılışı ve Atatürk’ün Başöğretmenliği kabul ediş tarihi olan 24 Kasım günü, 1981 yılından beri resmen Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır.

    İrfan ordusunun yılmaz neferleridir öğretmenler… Silahları top ve tüfek değil onların. Kalem, defter, kitap, silgi… Ve de insanlığı kurtuluşa götüren müspet bilgi! ... Onlar yurduna sevdalanan, günümüzün Mecnunlar’ı, Keremler’i ve Ferhatlar’ıdır. Ülkeyi bir uçtan bir uca kuşatan bilgi ve sevgi erenleridir öğretmenler... Gönül bahçelerinde ayrık otlarına yer yoktur onların. Onlar ayrık otlarını koparan bahçıvanlardır. Sevgi çiçekleri derer bu bahçeye girenler.

    Yaşlı dünyamızda savaşlar artık aşikâr yapılmıyor. Çağımızda kültürel hegemonya peşinde koşan devletler var. Top ve tüfek mahzenlerde çürüsün gayri... Kılıç kınında paslanmaya mahkûm… Diploması, kültür ve medeniyet savaşlarıdır çağımızı kuşatan. Hem ne olursa olsun gerçek savaş, cehalete karşı yapılan savaş değil midir? Bu savaşta cepheleri tutanlar eli kalemle silahlanmış öğretmenlerdir. Ne demişti Türk’ün Büyük Ata’sı?

    “Bir millet kültür ordusuna malik olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin o zaferlerin sürekli neticeler vermesi, ancak kültür ordusunun varlığına bağlıdır. Bu ikinci ordu olmadan, birinci ordunun verimli sonuçları kaybolur.”

    Halaskârımız Atatürk, öğretmenleri en iyi anlayan ve lâyıkıyla taltif eden ender insanlardan biriydi. Zaten ondan sonra gelen idarecilerin çoğu, hamasî, kuru ve düzmece nutuklardan öteye gidemediler. Öğretmenin büyüklüğünü anlayamadı onun tezgâhından geçenler… Atatürk kültür ordusu olarak nitelendirdiği öğretmenleri, milletleri kurtaran gerçek kahramanlar olarak tavsif ediyordu. Bu millet öğretmenler sayesinde kazanmadı mı cehaletle yaptığı amansız savaşı? Top ve tüfeği paslanmaya mahkûm edenler, sevgi zırhını kuşananlar eğitim neferleriydi. Atatürk millet olmanın ön şartı olarak görüyordu onları: “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet, henüz millet adını almak yeteneğini kazanmamıştır. Ona alelâde bir kütle denir; millet denemez. Bir kütle millet olabilmek için, mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır.”

    Öğretmenler ana gibi şefkatli, baba gibi otoriterdir. Sevgiyle saygının karışımı terbiyenin hammaddesidir. Çünkü eğitimde başarının sırrı sevgi, şefkat ve disiplindir. Büyük halife Hz. Ali, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” demişti. Ya bizler, ömrümüzü onların başucunda emirlerine amade olarak geçirsek haklarını ödeyebilir miyiz? Onların aşkla tutuşan yüreğinin ateşini hissedenler, gelecekte öğretmen olmak isterler Şair Nejat Sefercioğlu onların bu arzularına mısralarıyla tercüman oluyor:

    “Ben, öğretmen olmak istiyorum,
    Ben, şairimin mısralarında dil
    Genç kızımın gergefinde nakış nakış gül,
    Aşığımın sazında tel
    Öpülesi bir el olmak istiyorum.
    Ben, öğretmen olmak istiyorum...
    Ben Hakk’a yönelen alınlarda nur,
    Vatan topraklarını çevreleyen sur,
    Mehmetçiğin göğsünde ‘iman’
    Gençliğimin damarlarında ‘asil kan’
    Bu zulme eğilmeyen baş,
    Ben vatan için ağlayan gözlerde yaş,
    Ben, öğretmen olmak istiyorum.”

    Yine bir öğretmenler gününde bizler onlara sadece kuru övgüler gönderiyoruz. Onların hayatını kolaylaştırmak için kılımızı kıpırdatmıyoruz. Eli öpülesi öğretmenlerimizin bu anlamlı gününü kutlarken, onların daima zihinlerde ve gönüllerde yaşatılması gerektiğini hatırlatıyorum… Çevresini aydınlatmak için bir mum misali eriyen ve bütün mesaisini aydınlık geleceği inşa etmeye ayıran ve geleceğimizin teminatı olan neslin hamurunu yoğuran bu ilim meşalelerinin manevî huzurunda saygıyla eğiliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 18.11.2007 - 21:18

    İRFAN ORDUSU YAHUT ÖĞRETMENLER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Eğitimin ve bilginin geçer akçe olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu altın çağda bilgili ve donanımlı olanlar önde yürüyecek, cehalet bataklığına saplananlar geride kalacaktır. Bunun böyle bilinmesi, tercihlerin ve gayretlerin bu doğrultuda olması gerekir.

    Bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu bir zaman dilimindeyiz. Teknolojik gelişmeler bilgiye ulaşmayı her zamankinden daha çok kolaylaştırdı ve muhataplarına yaklaştırdı. Bilgisayar teknolojisi ve internet, eğitimin çağdaş ve ileri düzeye erişmesi için atılan atımların en dikkat çekenlerindendir. Fakat bütün bu teknolojik yeniliklere rağmen öğretmenin yerini tutacak bir robot bugüne kadar yapılamadı. Bu amaçla çalışıldıysa da yapılan ruhsuz, duygusuz ve mekanik aletler öğretmenin yerini tutamadı. Çünkü öğretmen sadece bilgi aktaran bir vasıta değil, sevgi, hoşgörü ve şefkat duygularını veren gönül dostudur.

    İrfan ordusunun neferleri olan öğretmenler; içinden çıktıkları toplumun kültürünü, tarihini ve tüm değer yargılarını yeni kuşaklara aktarırlar. Karşılarındaki kitleleri ruh ve şuur sahibi fertler olarak görüp onların yüreklerini milli ve manevi değerlerimizle bezerler. Atalarımızı kök, kendilerini gövde, yeni nesilleri dal, yaprak ve çiçek olarak görüp çınarın gelişip serpilmesi için onu düzenli olarak sularlar. Onlar Douglas Malloch’ın şu güzel ve veciz ifadelerini kendilerine şiar edinip elleri altındaki yüreklere nakış nakış işlerler:

    “Dağ tepesinde bir çam olamazsan, vadide bir çalı ol. Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın. Çalı olamazsan bir ot parçası ol, bir yola neşe ver. Bir misk çiçeği olmazsan bir saz ol. Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın. Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz. Dünyada hepimiz için bir şey var. Yapılacak büyük işler, küçük işler var. Yapacağınız iş, size en yakın olan iştir. Cadde olamazsan patika ol. Güneş olamazsan yıldız ol. Kazanmak yahut kaybetmek ölçü ile değildir. Sen her neysen, onun en iyisi olmalısın.”

    Öğretmenler öncelikle en iyi olmanın zorlu mücadelesini iç dünyalarında verirler. Daha sonra ellerindeki öğrencileri bir kuyumcu titizliğiyle işleyerek onlara da aynı idealleri yaşatırlar. Bu ideallerin hedefe varması için takipçi olurlar. Karşılarına hangi engel çıkarsa çıksın doğruluk, iyilik ve güzellikten ayrılmazlar. Nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmezler. Kovanları fütursuzca sırtlayıp götüren ayı değil, bin bir çiçekten bal alan arı olurlar. Aldıkları çiçek özlerini başkaları için özenle bala dönüştürürler.

    Öğretmenler karanlığı aydınlığa, acıları lezzete, açlıkları doygunluğa, basiretsizliği uyanıklığa, karamsarlığı umuda, cehaleti bilgi ve görgüye tebdil ederler. Onlar kapkaranlık gecemizi ışıtan, yüreklerimizi ısıtan el fenerleridir. Varlıklarının ehemmiyetini, yaydıkları ışığın gücünü ancak gecenin zifiri karanlığında hakkıyla bilir ve anlarız. Onlar yerle gök arasına sinen kara bulutları bahar esintileriyle dağıtırlar. Toprakta kök, kökte ağaç, gövdede dal, dalda çiçek, çiçekte arı, petekte bal olurlar. Şefkat rüzgârlarıyla, ufkumuza çöreklenen kapkaranlık bulutları bertaraf ederler. Berrak ve aydınlık bir iklimde bahar olurlar.

    Hayat onlarla anlamını bulur, aksi halde bir tarafı eksik kalır yaşamın… Yürekleri katıksız şiir doludur onların… Kitapları zihinlerine saksı yapmışlardır. Umutları, sevinçleri ve doyumsuz düşleri ruhlarının gıdası bellemişlerdir. Onlardan almışlardır yaşama, yaşatma ve direnme güçlerini… Gemileri nefret koylarından kaçırıp sevgi limanlarında eğlemişlerdir. Kandil olmuşlardır karanlık gecelerin zifiri suretlerine… Şairin mısralarında söz, yavuklusuna varmayı bekleyenlerin yüreklerinde vuslat, sevgi ve hülya olmuşlardır.

    Öğretmenler balçıktan yaratılmış et yığınından ibaret kul iken, zamanın gergefinde işlenip öpülesi el, Ferhat’ın dağları delerken içindeki cesaret ve metanet, Mecnun’un gönlündeki umut, Eyüp’ün parıldayan sabrı olmuşlardır. Nefeslerinde kılıç keskinliğini, kalplerinde hallaç pamuğu yumuşaklığını, zihinlerinde yağmur bereketini taşımışlardır.

    Onlar bazen Sinan’ın elinde sihirli bir balyoz, Dede Efendi’nin notalarında tatlı bir nağme, İbn-i Sina’da hayat veren bir neşter olmuşlardır. Kendilerini insanlığın hizmetine ve saadetine adamışlardır. Hal ve hareketleriyle hayata hayat katmışlardır. Bir mum misali erirken etraflarını aydınlatmışlardır. Ne mutlu onların rahle-i tedrisatından geçip hakikat bahçelerinden hakkıyla ve layıkıyla nasiplenenlere! ....24 Kasım Öğretmenler Gününüz kutlu olsun güzel insanlar! ...Sizlere olan vefa ve gönül borcunu ödeyebilecek miyiz acaba?

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 18.11.2007 - 00:52

    CEHALETİN KARANLIĞINDAN BİLGİNİN AYDINLIĞINA…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bilginin geçer akçe olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Günümüzde bilgiye ulaşmak geçmişe nazaran çok daha kolaydır. Tabir caizse bilgi deryasında yüzüyoruz. Fakat bu nimetten faydalanmayıp cehaletin kör karanlığında debelenenler az değildir. Bilgiye ulaşma konusunda sınıfta kalanların durumu Divan Edebiyatı şairi Naili’nin “Ol mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler” berceste mısraını hatırlatır. Erişimi olmayan malumatın kimseye hayrı yoktur. Demek ki mühim olan şey, bilgiyi stoklamak değil, hayatın her yanına yaymak ve yeri geldiğinde cömertçe kullanmaktır. Ancak bununla çağa ayak uydurabilir, sağlıklı neticelere varabiliriz. Şair Ruhsatî’nin “Basma cahilin izine, gitme şeytanın sözüne” dizesi cehaletin bir ucunun şeytana dayandığını gösterir. Sırat-ı müstakimden ayrılıp, yolu şeytanla kesişenlerin sonunun cehennem olacağını hatırlatmakta fayda vardır.

    İranlı şair Sadi-i Şirazi’nin cehaletle alakalı çok hoş bir sözü vardır: “Bilgisiz bir kimse, savaş davuluna benzer, sesi çok, içi boştur.” Gerçekten de öyle değil midir? Çevremize şöyle bir bakalım… Kimlerin sesi daha çok çıkıyor? Bilen insanlar az ve ölçülü konuşurlar. Her sözün hesabını ince ince yaparlar. Çünkü söz vardır ipe götürür, söz vardır, ipten indirir. Yine aynı şair, az ve yerinde konuşma konusunda şu misali anlatıyor: “Bilgelerden birini dinledim. Diyordu ki: ‘Hiçbir kimse cahilliğini itiraf etmez. Biri konuşurken daha sözünü bitirmeden lafa başlayan kimse müstesna… Ey akıllı kişi, sözün başı, sonu vardır. Sözün ortasında söze başlama. Akıllı, tedbirli, bilgili insan, eğer susan yoksa söze başlamaz.”

    Bizde “Cahil cesur olur” diye hoş bir söz vardır. Bunun doğruluğunu, yaşadığımız yakın ve uzak çevreden de görebiliriz. Fakat cehalet bilgi azlığı değildir sadece. Cehaletin bilgiye ve idrake dönük iki ayrı cephesi mevcuttur. Bazı bilgili insanlar da gerekli ve yeterli idrakten yoksun oldukları için ciddi hatalar yaparak gerçekte ne kadar cahil olduklarını gösteriyorlar. Bunun bizde ve dünyada sayısız örnekleri vardır. Dünyayı ateşe verenler bu idrak cahilleridir. İkinci Dünya Savaşı’nda insanları kızgın fırınlara atıp yakan Hitler bilgisiz bir insan mıydı? Bilgiliydi ama dünyaya hissî açıdan bakıyordu. Hisleri hakikatleri görmesine engel ve perde oluyordu. Bunda inanç faktörünün etkisi de çok büyüktür.

    Dört halifeden biri olan Hz. Osman: “Cehalet öyle binektir ki, üzerine binen zelil olur, onunla arkadaşlık yapan yolunu kaybeder.” diyerek cehaletin bütün değerleri hiçe sayan, kişiye hakikat yolunu kaybettiren karanlık bir yol olduğunu dile getirir. Bu mağrur ve inatçı binek, üzerindeki süvariyi uçurumlara götürüp aşağıya fırlatır.

    Cahilin bütün fiillerinde bir noksanlık vardır. İngiliz Bernard Shaw’ın “Hareket halindeki cehaletten daha korkunç hiçbir güç yoktur.” sözü bu gerçeği dile getirmektedir. Onun içindir ki cahilleri hayati makamlara ve mevkilere getirmemek gerekir. Onların yapacağı hatalar milletleri felakete götürecek noktalara varabilir. Devletin ve kurumların başındaki kişilerde liyakat aranmalıdır. Liyakat da idrakle beslenen doğru bilgiyle tekmil olur.

    Cahillik bir zehirse onun panzehiri de şüphesiz ki bilgidir. Fakat vahiyle nurlanmayan bilginin insanları hak ve hakikate eriştiremeyeceği de ayrı bir gerçektir. Bugünkü Batı milletleri bilgiyi teknolojiye çevirerek hayatı kolaylaştırmışlardır. Fakat açık bilgi pazarı olan Avrupa’daki insanlar hâlâ arzuladıkları manevi huzura ve refaha erişememişlerdir. Demek ki vahiyle cilalanmayan bilgi kör ve topaldır. Onunla gerçekleri göremezsinin, onunla çıktığınız yolculukta hakikat menziline ulaşamazsınız. Doğu’nun vahiyle aydınlanmış idrakini, Batı’nın bilgisiyle birleştirip yepyeni bir sentez oluşturabilirsek insanlığa aydınlık bir yol açmış olacağız. Bunu gerçekleştiremezsek Doğu’nun da, Batı’nın da hep bir tarafı eksik kalacaktır.

    Yarınların refah ve mutluluğuna talip olmak istiyorsak cehalet savaşında bilgi kılıcını kuşanmalıyız. Bilgi kılıcının Hz. Ali’nin Zülfikar’ı gibi her iki tarafı da keskindir. Fakat bu sadece cehaleti biçer. Çünkü bilginin olmadığı yerde cehaletin kör saltanatı hüküm sürer. Bu saltanatı devirmek için bilgiden güç alan bilgelerin muktedir olması sağlanmalıdır.

    Günümüz toplumlarında insanlarımız bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkıyorlar. Kişiler bilgi ve ilgi alanlarının dışına çıkıp sürekli ahkâm kesiyorlar. Bu sahada ehliyetli olmadıkları için de birkaç cümleden sonra foyaları ortaya çıkıyor. Lakin bu tip insanların hatalarını idrak edecek düzeyde basiretleri de olmadığı için çukurlaştıkça yükseldiklerini sanıyorlar. Bilginin iktidarında bu gibi çirkeflikler yaşanmaz elbette.

    Tarihi süreç içerisinde milletlerin başına gelen nice felaketler vardır. Bunlar arasında tabiî felaketleri, salgın hastalıkları, yönetim hatalarını sayabiliriz. Fakat bilgi noksanlığından doğan elim acılar bunların çok fevkindedir. Düşünmeyen, araştırmayan, merak etmeyen, umursamayan fertlerin devlete ve millete hiçbir katkıları yoktur. Bunlar ilk bakışta geniş mezhepli ve uyanık olarak algılansalar da gerçekte öyle değillerdir. Aydın düşünceli insanlar şapkalarını önüne koyup tüm verileri ortaya döküp onlardan sağlıklı neticeler çıkarırlar. Bunlar aynı zamanda önyargılardan uzak bir anlayışı benimserler. İster zafer, isterse hezimet olsun bütün tarihî neticelerden hükümler çıkarırlar, geleceğe yön verirler.

    Bilginin iktidarını elinde bulunduranlar, topluma sırt çevirirse o bilginin halka müspet yansımaları hiçbir zamanda ve zeminde görülmez. Bilginin cehalete alan bırakmayarak set çekmesi, toplumsal bilinci kontrol altında tutması, insanlar arası ilişkileri tanzim etmesi, demokratik bir ortam sağlaması, tavanın tekelinden kurtarılıp belli bir plan içerisinde tabana yayılması tarihi süreç içerisinde vuku bulan olayların iyi okunması hataların tekrarını önleyecek, aydınlık bir geleceğin temeli bugünden atılacaktır. Bunun gerçekleştirilmesinde hem fertlere, hem yöneticilere, hem de kanaat önderlerine ciddi vazifeler düşmektedir.

    Bilgi nazlı bir bebektir, oysa cehalet bulaşıcıdır. Sağlıklı ve temelli bilgilerin geniş kitlelere yayılıp uzun süre bilinçlerde tutunması çok güçtür. Oysa temeli olmayan, dedikodu kültürünün bir parçası olan kırık dökük düşünceler zihinlerde kendilerine kolayca yer bulur. Bu hastalığı ancak bilgi ilacıyla tedavi edebiliriz. Cahiliye Araplarından bugünün sözde çağdaş dünyalılarına kadar hayata dair yaşananlar, cehaletin gerçekten sinsi ve müzmin bir hastalık olduğunu gösteriyor. Bu illetten kendimizi kurtaramazsak dünya ve ahiret saadetimizi ziyan etmiş oluruz. En iyisi bu süreğen belaya kapılmamak, kapılanlardan uzak durmaktır. Fakat Müslüman bencil olamayacağı için bu dertle yaşayan ve kurtuluş yolu arayanlara dostluk elini uzatmamız gerekir. Yoksa onlar da bilerek veya bilmeyerek bu illeti topluma yayarak yarınlarımızı karartırlar. Karanlıklar bizi evimize de düşebilir.

    Vatandaşlarını bir çatı altında toplayan ve birbirine kenetleyen aynı kültürel değerlerden ve geçmişten beslenen devletlerdir. Devletin varlığı, fertlerin bir çeşit hayat sigortasıdır. Özellikle ulus devletlerde kültürel birlik çok önemlidir. Devletin muktedir olması, üzerindeki vatandaşların moral değerlerine sahip çıkması, birlik ve beraberlik yolunda fertlere güven verir. Bunun hayata geçirilmesi bilimin baş tacı edilmesi, cehaletin sindirilmesiyle mümkündür. Bilinmelidir ki cehaletin girdiği yuvalar dağılmaya mahkûmdur.

    Dünyada ve Türkiye’de köklü devletler, milletler ve iktidarlar yanlış bilgilerin hayat kazanmasıyla son bulmuştur. Devletlerin uzun süre yaşamasında değişimlere ve gelişimlere ayak uydurmak çok önemlidir. Bunun yanında fitne ve fesattan uzak durmak hayatî önem kazanmaktadır. Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı devletinin duraklamasına ve çöküşüne zemin hazırlayan olaylara baktığımızda çoğunun temelinde yanlış anlamaların, kışkırtmaların ve bilgi eksikliklerinin rolü olduğu görülür. Bunlar bazen kendiliğinden, bazen de bir kısım şer odaklarının planlamasıyla olmuştur. Neticede doğru bilgilerin bıraktığı boşluğu, yanlışlar doldurmuş, gözler cehalet bağcıklarıyla bağlanmış; aklara kara, karalara ak denmiştir.

    Bütün buhranlar ve felaketler cehaletin başının altından çıkmıştır. Cehalet bazen daha ileri boyutlar kazanarak taassuba dönüşmüştür. Taassup yüzünden gerçekler tersyüz edilmiştir. Eski dönemlerde Lut kavminin başına gelenler cehaletin ve batıl inanç kirliliğinin sapıklığa varan neticeleridir. Devletleri ve milletleri cehaletin zifiri karanlığından kurtarıp aydınlığa çıkarmak için vahiyle nurlanan, materyalizmden arınan bilgi ve inancın gölgesinde soluklandırmalıyız. Cehalet karanlığından bilginin gül yüzlü aydınlığına ancak böyle varılır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.11.2007 - 02:03

    GAZETECİLERİN EN KIYAĞI: AYHAN KIYAK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyanın en zor yazılarıdır ölen bir dostun ardından kâğıda dökülenler… Hep zor gelmiştir bana bu tür yazıları kaleme almak… İnsan ne diyeceğini bilemiyor. Eli ayağı birbirine dolanıyor. Ölen kişi sizin on beş yıllık dostunuz ve ağabeyinizse işin zorluğu katlanıyor üstelik… Zor ama hakikat… Ölüme çare bulan yiğit çıkmadı daha; çıkmayacak da.

    “Her can ölümü tadıcıdır” ilâhi fermanı işliyor durmadan… Kıyamete kadar da işleyecektir. İslâm’ın ilk halifesi büyük insan Hz.Ebubekir’e ölümü ne kadar yakın hissettiğini soruyorlar. O da şu ibretli cevabı veriyor: “Nefesimi verdim mi alamayacak kadar, aldım mı veremeyecek kadar yakın bilirim! ” Bunu sizler de bir düşündünüz mü?

    Her gün belediye hoparlörlerinden ölüm ilanları duyarız da yine de ölümü kendimize yakıştıramayız. Kendimizi en sona bırakırız bu hususta. Hatta sıraya bile koymaya kıyamayız kendimizi. O, kendisinden kaçtığımız ölüm elbet bir gün bizi de yakalayacaktır.

    Ölümü hatırlatan ne varsa dışlıyoruz hayatımızdan. Mezarlıkları şehrin en uzağına kuruyoruz görüp de moralimiz bozulmasın diye. Eskiden hemen her caminin önünde bir mezarlık bulunurdu. Cemaat bu kabirlere bakarak kendi sonunun muhasebesini yapardı. Modern şehirlerde mezarlıklara yer yok. Hatta ölümü hatırlatacak hiçbir şey olmamalı etrafımızda! ... Oysa biz ölümü unutsak da o bizi asla unutmuyor.

    Aslında ölümden korkan ve kaçan, bin kere ölür ömrü boyunca. Akıllı insan ölümden korkmaz; bu ilâhî sonu kabullenir ve ona gereğince hazırlanır. Hem atalarımız ne güzel söylemiş “Korkunun ecele faydası yok” diye. Ölüme karamsar bakmayalım. Çünkü ölüm yok oluş değil, sonsuz bir ahiret hayatının ilk basamağıdır. Ölüm sevgililer sevgilisinin diyarına göç eylemektir. Üstat Necip Fazıl, ölümün güzelliğini bakın nasıl dile getiriyor:

    “ Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber
    Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? ”

    Muhterem insan Ayhan Kıyak ağabeyi 09 Kasım 2004 Salı günü kaybettik. Bir yıldan beri kanser tedavisi görüyordu. Fakat belli bir süre bu kötü hastalıkla kerhen de olsa dost yaşamasını bildi. Fakat bundan dört ay evvel kendisini gazetede gördüğümde tanıyamamıştım. Bir insan bu kadar kısa zaman içerisinde nasıl bu kadar değişebilirdi. Onun bu hâli hayatın ne kadar değişken ve bir anlamda boş bir meşgale olduğunu hatırlattı bana.

    Ayhan abi Trabzon basınının duayenlerindendi. Hayatının 45 yılını gazeteciliğe adayan Kıyak (63) , 1959 yılında başladığı gazetecilik hayatı boyunca Sabah, Hayatspor ve Türkspor gazetelerinde ve Anadolu Ajansı’nda çalıştı. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti’nde bir süre başkanlık yapan Kıyak, 2002 yılından bu yana Hizmet Gazetesi’ni çıkarmaya başlamıştı. Ayhan Kıyak, evli ve 3 çocuk babasıydı. Çocuklarına ve eşine değer veren iyi bir aile reisiydi.

    Onunla bundan on dört yıl evvel tanışmıştım. O zaman Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nde öğrenciydim. İçimde büyük bir yazma tutkusu vardı. Her gün kâğıtlara bir şeyler karalayıp duruyordum. Fakat bunları paylaşacağım bir vasıtaya ihtiyacım vardı. Bu gayeyle Türksesi Gazetesi’nin kapısını çaldım. Bu onunla ilk karşılaşmamızdı. Yirmi yaşlarında toy bir insandım o zaman. Beni çok büyük bir ilgiyle karşılamıştı. Gazetesinde yazmak istediğimi söylediğimde gözleri parlamıştı. Benim gibi genç insanların kahve köşelerinde, sokaklarda boş boş dolaştıklarını görerek içinin sızladığını, kendisine ilettiğim yazma teklifini sevinçle karşıladığını belirtmişti.

    O zamanlar Türksesi tipo baskıyla çıkıyordu. Yanı elle diziliyordu harfler… Bu zor şartlar altında gazeteyi aksatmadan çıkarıyordu. Her yazı getirişimde uzun uzun sohbetler ederdim kendisiyle. Küçükle küçük, büyükle büyük olurdu. Herkese seviyesine göre konuşurdu. Sohbeti hoştu. İnsan canlısıydı. Yapabileceği hiçbir işe hayır demezdi. Bir ara siyasetin içine de girdi. DYP Trabzon İl Başkan Yardımcısı oldu. Fakat emirle hareket etmeyi sevmediği için, dosdoğru bir insan olduğu için bu alanda fazla ileri gidemedi. Siyasette fazla derinleşemeden parti yöneticiliği makamını terk etti. Anadolu Basın Birliği Genel Başkanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Bu kurumun Trabzon Başkanlığını da sürdürdü. Kısa bir süre olsa da Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı yaptı.

    Trabzon’da basın denince onun adı hep ilk sıralarda anılırdı. Çünkü hayatı basın içerisinde geçti. Gazetecilik onun için bir yaşam biçimiydi. Fakat basının nimetlerinden pek yararlanamadı. Hep külfetleriyle hemhâl oldu. Gazetecilikten zengin olmayı düşünmedi hiçbir zaman… İsteseydi çok daha farklı yerlerde olurdu. Hep kendi dünyasında, ilkeleriyle tutarlı bir hayatı tercih etti. Sigaraya aşırı bir düşkünlüğü vardı. Sigarayı bırakmayı aklının ucundan bile geçiremezdi. Aç durabilirdi ama sigara içmeden asla! ....

    Türksesi Gazetesi’ni Erol Üzen’e bırakıp ayrıldıktan sonra ilk göz ağrılarından biri olan Hizmet Gazetesi’ni çıkarmaya başladı. Fakat haftalık çıkıyordu Hizmet… Onun en büyük emeli Hizmet’i günlük çıkarmaktı. Fakat geçirdiği o kâbus hastalık buna izin vermedi. O ölünce, oğulları Serkan ve Aykan, babalarının bu arzusunu gerçekleştirdiler.

    Tam on dört yıldan beri iç içe yaşadık Ayhan ağabeyle… Beni de ailenin bir ferdi gibi görerek hep sıcak davrandı. Oğulları Serkan, Aykan, kızı Özlem, sevgili eşi emekli öğretmen Kadriye Hanım çok samimi ve içten insanlar… Kızını çok sevdiği için matbaasının adını da Özlem Matbaası koymuştu. Eşine karşı çok hürmetkârdı. Gazetede sürekli eşine rastlardım. Bir an olsun ayrı kalmaya tahammül edemezlerdi. Oğullarını canı gibi severdi. Bakmaya bile kıyamazdı. Fakat Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi:

    “N’eylersin ölüm herkesin başında.
    Uyudun uyanamadın olacak
    Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
    Bir namazlık saltanatın olacak.
    Taht misali o musalla taşında.”

    O henüz genç sayılabilecek bir yaşta, 63 yaşında aramızdan ayrıldı. Peygamber Efendimiz de 63 yaşında ölmüştü. Onun için 63 yaşına “Peygamber Yaşı” denir İslâm inancında… Yani Ayhan abi Peygamber yaşını idrak ettiği bir dönemde göçüp gitti. Ölüm haberini gazeteden öğrendim… Bu yüzden mahşeri bir kalabalığın cem olduğu cenaze namazına iştirak edemedim. Hakkını helâl eyle Ayhan abi… Ruhun şad olsun güzel insan…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 16.11.2007 - 00:56

    MEMLEKET HAVASI VE KÖPRÜBAŞI TV SİTESİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon’un uzağına düşmüş bir ilçedir Köprübaşı… Gündoğan, Fidanlı, Akpınar, Yağmurlu, Koyuncular, Güneşli, Çifteköprü, Beşköy gibi yerleşim yerlerinden oluşan bu ilçede hayat gün boyu zorluklarla mücadele içerisinde geçer. Gözden ırak olsa da, gönülden ırak değildir yeşilin ve dağların koynunda uyuyan bu masal perisi… O bizim yüreğimizin merkezindedir her zaman… Bedenen oralardan uzak yaşıyor olsak da, ruhen havasını teneffüs ediyoruz bu güzel yurt köşesinin. Köprübaşı sevgisi geceleri rüyalarımızı süslüyor, efkârlı vakitlerde ise hayallerimizi… Çünkü o topraklarda yoğruldu hamurumuz. Çocukluk ve ilk gençlik anılarımızı oralarda bıraktık. Yüreğimizin bir köşesini Köprübaşı’na tahsis ettik.

    Bilişim teknolojisinin alabildiğine geliştiği bir çağda yaşıyoruz bugün... Gelişen teknoloji, uzakları yakın eyledi. Bizler de teknolojinin ve bilişimin nimetlerinden yararlanarak, uzak düştüğümüz Köprübaşı’yla, Köprübaşılılarla bir ve beraber oluyoruz. Bir yılı aşkın bir zamandan beri Köprübaşı’ndan uzak kalanlar için güzel bir hemşehrilik platformu hizmet veriyor. www.koprubasi.tv sitesinden bahsediyorum. Ahmet Balcı adlı genç bir arkadaş tarafından kurulan ve hemen her gün güncellenen sitede Köprübaşı’na dair ne ararsanız bulabilirsiniz. Bu siteyi ziyaret ederseniz Köprübaşı’na gitmiş kadar olursunuz.

    Gurbette sıla özlemi çeken Ahmet Balcı, hemşehrilerinin de bu duyguları fazlasıyla yaşadığını bildiği için Köprübaşı içerikli bir site kurmayı kafasına koymuştu. Bu düşünceyle Köprübaşı TV sitesi 26 Mayıs 2006 tarihinde yayın hayatına başladı. Bu bir forum sitesi… Yani isteyen herkes, siteye anında duygu ve düşüncelerini aktarıp katkıda bulunabiliyor. Site Php nuke tekniğiyle kurulmuş ve php nuke sisteminin en ileri sürümleriyle oluşturulmuş bir teknolojiye sahiptir. Bu site gurbetteki Köprübaşılılar için ilaç gibi gereklidir.

    Bu mütevazı sitede birçok önemli alan bulunmaktadır: Köprübaşılı aydın insanların fikirlerini üyelerle paylaştığı bir yer olan köşe yazarları bölümü; gerek Köprübaşı’nda, gerekse dışarıdaki Köprübaşılı hemşehrilerimizin haber niteliği taşıyan her türlü faaliyetlerinin yayınladığı Köprübaşı haber portalı bölümü; üyelerin fikir alışverişinde bulunduğu; sevgi, saygı ve kurallar ölçüsünde yazıştığı forum bölümü; üyelerin çevrimiçi olarak yazışabildiği Köprübaşı Chat bölümü; Köprübaşı ve Köprübaşılıların resimlerinin bulunduğu galeri bölümü; üyelerin çevrimiçi olarak oyun oynayıp, vakit geçirebileceği ve eğlenebileceği çevrimiçi oyunlar bölümü; 24 saat yayın yapan Dini Radyo kısmı; Köprübaşı’yla ilgili videoların yer aldığı bölüm; yerel müziğin en güzel örneklerinin çalındığı Radyo Manahoz bölümü ilk planda aklımıza gelen bölümlerdir.

    Köprübaşı TV sitesi geçmişle gelecek arasında sağlam bir köprü kuruyor. Köprübaşı kökenli gençler bu site sayesinde uzak kaldıkları ilçeyi tanıma fırsatı buluyorlar. Özellikle fotoğrafların yer aldığı “Galeri” bölümü Köprübaşı’nın doyumsuz ve ölümsüz değerlerini görsel olarak bizlere sunuyor. Bazı kişiler; kendi albümlerinde bile olmayan, yakınlarına ait fotoğrafları burada bulabiliyorlar. Bu ölümlü dünyada aramızdan ayrılan Köprübaşılıların fotoğraflarına bakarak hüzünleniyoruz. Tabir caizse gözyaşlarımızı içimize akıtıyoruz.

    Söz konusu sitenin müdavimlerinden biri olarak her gün ortalama bir saatimi geçiriyorum burada. Pek çok doğum ve ölüm haberlerini bu forum sitesinden alıyorum. Bu anlamda bir çeşit Köprübaşı haber portalı vazifesi görüyor dışarıda yaşayanlar için… Sitede pek çok köşe yazarı var. Bu kişiler alanlarıyla ilgili yorum ve değerlendirmeleri içeren yazılar kaleme alıyorlar. Bu yazılara yorum yazılabiliyor; tartışma ortamı oluşturulabiliyor.

    Köprübaşının gurbete açılan penceresi olan bu sitenin 2000’in üzerinde faal üyesi var. Avrupa kıtası içerisinde Almanya’dan Lüksemburg’a kadar aklınıza gelen her ülkeden üye bu siteye uğruyor. Hatta Amerika’dan Endonezya’ya kadar geniş bir coğrafyadan takip ediliyor. Sitenin üyeleri arasında Trabzon Milletvekili Akif Hamzaçebi, işadamı İsmail Balcı, sanatçı Necmettin Öksüz, Türk Sanat Müziği sanatçısı Semra Türel, gazeteci Zeki Sancak, yerel sanatçı Beşköylü Âdem, Doç. Dr. Ahmet Ayar gibi tanınmış isimler de var.

    Bugüne kadar pek çok hayırlı işe vesile olan site, ihtiyaçlı 11 öğrenciye eğitim bursu veriyor. Köprübaşı’nda veya gurbette sıkıntısı olan kişiler site aracılığıyla çözüm yolları bulabiliyorlar. Bürokrasinin çelik kapılarını aşamayanlar bu sitenin kapısından girerek meselelerinin önemli bir kısmını çözebiliyorlar. Site, başta İstanbul olmak üzere Trabzonluların yoğun olarak ikamet ettiği yerlerde organizasyonlar düzenleyerek birbirinden uzak kalmış kişileri bir araya getiriyor, birlik ve beraberlik duyguları pekiştiriliyor.

    Köprübaşı TV sitesi, üyelerine ve ziyaretçilerine yöreyle ilgili hızlı ve güvenilir haberler sunuyor. Köprübaşı’nda yaşayanlar bile yakın çevrelerinde gerçekleşen olayları buradan takip ederek haber alıyorlar. Site pek çok üyenin kan gruplarını kayıt altına alarak acil durumlarda kullanılmak üzere kan grubu bankası oluşturuyor. Sağlık sorunu ve kana ihtiyacı olanlar bu adres ve kan grubu bankasından istedikleri kişilere ve kanlara ulaşabiliyorlar. Söz sağlıktan açılmışken bu sitenin, Trabzon’da çığ gibi artan kanser vakalarına karşı yürüttüğü tepki ve protesto eylemini hatırlatmadan geçemeyeceğim. Site yetkilileri, Karadeniz bölgesinde, özellikle Trabzon ve çevresinde sıkça görülen kanser vakalarına dikkat çekmek için matbu bir dilekçe hazırladı, bu dilekçe metni Türkiye’nin ilgili kurumlarına faksla ve e-posta yoluyla gönderildi. Sorun bir kez daha dillendirildi.

    Bu sitenin yaptığı pek çok hayırlı hizmet var. Bir ara Köprübaşı’na kütüphane kazandırmak için kitap toplama kampanyası düzenlediler. Bu çerçevede Köprübaşı Halk Eğitim Merkezi bünyesinde bir kütüphane kuruldu. Eğitime destek kampanyası çerçevesinde Avrupa’daki ve gurbetteki zenginlerden para toplanarak Köprübaşı’ndaki eğitim sorunlarına bir nebze de olsa çözüm arandı. Üyelerin kamu veya diğer alanlarda yaşadıkları sorunlara lobi gücüyle taraf olunup, çözüm noktasında gayret edildi. Köprübaşı’nın kronikleşen sorunları ısrarla masaya yatırıldı. Köprübaşı’ndaki devlet kurumlarıyla yöre halkının kenetlenmesi, bilgi paylaşımında bulunması sağlandı. Köprübaşı ilçesi tüm Türkiye’ye tanıtıldı. Bunlar bir kişinin gayretiyle olacak şeyler değil, bu bir ekip çalışmasıdır. Bu ekibin Köprübaşı ayağı olan Aydın Sancak’ın siteye katkılarını özellikle anmadan geçemeyeceğim.

    Köprübaşı halkı sitesine sahip çıktı. Bu site Köprübaşı’nda ve gurbette çok tutuluyor. Yöre insanı yatmadan evvel muhakkak burada zamanının önemli bir kısmını geçiriyor. Şayet buraya uğramadan yatsalar uykuları tutmuyor. Şaka bir yana bu site güzel işler yapıyor. Sılayla gurbeti aynı platformda birleştiriyor. Adnan Kahveci’nin, Recep Yazıcıoğlu’nun, Fatih Tekke’nin memleketi yarınlara emin adımlarla ilerliyor. Bu zorlu yolculukta Köprübaşı. TV sitesi de önemli bir görev ifa ederek sorumluğunu yerine getiriyor. Bizlere tüm bu güzellikleri yaşattığı için Köprübaşılı genç bir insan olan Ahmet Balcı’ya teşekkür ediyoruz. Bu sitenin bugüne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının da teminatıdır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 15.11.2007 - 00:06

    BİR HİZMET ŞEHİDİ: AHMET HAMDİ ALTUNTAŞ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon’un, adı pek duyulmamış ilçesi olan Köprübaşı, vatanını ve milletini sevenler yatağıdır. Burası Türkiye’ye mal olmuş, adını şerefli insanlar listesinin başına yazdırmış merhum Adnan Kahveci’nin, Recep Yazıcıoğlu’nun toprağıdır. Futbolun efendisi olarak gördüğüm kıymetli Fatih Tekke’nin baba ocağıdır. Buradan çıkan kişilerin hepsi memleketine hizmet etmeyi şahsi meselelerinin önünde görmüştür. Çok zor şartlar altında yaşama mücadelesi veren bu yörenin fedakâr insanları, gittikleri her yerde ekmeklerini taştan çıkarmayı becerip helalinden kazanmayı gaye edinmişlerdir. Bu insanlardan birisi de Köprübaşı’nın onurlu duruşunu karakterinde gösteren ve dürüstlüğü her şeyin önünde gören hizmet şehidi Ahmet Hamdi Altuntaş’tır. Genç yaşta hain bir saldırı sonucu aramızdan ayrılan Altuntaş, biz Köprübaşılıları yürekten yaralayarak ilçemizde büyük bir boşluk bırakmıştır.

    Ahmet Hamdi Altuntaş, Köprübaşı gibi ekmeğin aslanın ağzında olduğu bir ilçede doğmuş, ilkokulu Fidanlı köyünde, orta ve lise öğrenimini ise Köprübaşı Lisesi’nde tamamlamış değerli bir ağabeyimizdi. Aynı dönemlerde okuduk Köprübaşı Lisesi’nde… Fakat o bizden daha ileri sınıflardaydı. Ben onun kardeşi Yılmaz’la aynı sınıfta okuyordum. Şimdi Yılmaz, İstanbul’da dershanecilik yapıyor. Coğrafya alanında eğitim veriyor.

    Merhum Ahmet Hamdi, Fidanlı köyünün Tekke Camii’nde uzun yıllar imamlık yapan Vahit Hoca’nın oğluydu. Vahit Hoca, Köprübaşı Kur’an Kursu’nda benim de hocam olmuştur. Ahmet Hamdi, babasından iyi bir dini terbiye almıştı. Bunu davranışlarında görmek mümkündü. Liseden sonra ekmeğini çıkarmak için Köprübaşı Belediyesi’nde zabıta olarak göreve başlamıştı. Burada 1991 ile 1994 seneleri arasında görev yapmıştı. Köprübaşı’nda görev yaptığı süre içerisinde insanlarla çok iyi geçinmiş, fakat görevinin gereklerini de hiçbir zaman unutmamıştı. O, insanlara hep tatlı dille, ikna metoduyla yaklaşırdı. Şiddet, kavga ve gürültünün olduğu bir ortamda o adeta bir panzehir olup şiddet zehrini yok ederdi.

    1966 senesinde Fidanlı köyünde doğan Ahmet Hamdi Altuntaş, çok dürüst ve başarılı bir zabıtaydı. İşini severek yapıyordu. Köprübaşı onun için bir duraktı. Trabzon’a gitmeyi aklına koymuştu bir kere. Büyük şehirde büyük işler yapacaktı. İşi zordu, riskliydi. O bunun farkındaydı. Cesurdu, gözü pekti, korku onun mahallesine uğramazdı. Devletin çıkarlarını her şeyin üstünde görürdü. İnançlarını içine hapsetmeyi sevmezdi. İnançlarını eylemlerine yansıtırdı. Zabıtalık mesleğinin en büyük sermayesi dürüstlük olmalıydı. O, ucunda ziyan olsa da doğru bildiğini yapmaktan hiç çekinmezdi. Cesaretli bir duruşu ve kişiliği vardı. Zaten bu dünyadan göçüsüne zemin hazırlayan da belki bu özelliği oldu. Hizmetin gereği neyse onu hakkıyla ve layıkıyla yapar, yanlışlıklara ve yanlış insanlara göz yummazdı.

    Merhum Ahmet Hamdi, mesleğinde ilerlemeyi, yeni bilgilerle kendini daha da geliştirmeyi kafasına koymuştu. Onun içindir ki İstanbul’da zabıta komiserliği kursuna katıldı. Kısa zamanda Trabzon Belediyesi’nde tanındı ve sevildi. Fakat o tanınmak ve sevilmek için böyle davranmıyordu. Dürüstlük, adalet ve cesaret onun karakterinin ayrılmaz hususiyetleriydi. Trabzon’da zabıta komiseri olarak pek çok mahalde görev yaptı. Onun adamı yoktu. İşini dürüstlük ilkesinden ayrılmadan yapanlar onun has adamıydı.

    İşini çok seviyordu Zabıta Komiseri Ahmet Hamdi… Bir gün görev başında şehit olacağı aklının ucundan bile geçmiyordu. Niye öldürülsün ki… Zira kimseyle kişisel bir hesabı yoktu. O devletin koyduğu kanunları harfi harfine uygulayan bir memurdu. Aldığı paranın karşılığını alnından akıttığı teriyle veriyordu. Fakat ter akıtmadan, hak, hukuk gözetmeden kısa zamanda çok para kazanmak isteyen insanların varlığını hesaba katmamıştı. Belki bu yüzden fincancı katırlarını ürkütmüştü. Herkes Ahmet Hamdi Bey kadar dürüst ve işine bağlı değildi. Onun ilkeli duruşu, dürüstlükten nasibini alamamış bir kısım insan müsveddelerini ürkütmüştü. Lafla ikna olmayan kaba yaratılışlı kişiler, hile ve desiselerine çomak sokanları susturmayı, silaha sarılarak işlerini halletmeyi bir çözüm yolu olarak bellemişlerdi. Ama birileri canlarını siper ederek bu oyunu bozmalıydı. Ahmet Hamdi bu oyunu bitirmek için kendini feda etmişti. Onuruyla ölmeyi onursuz yaşamaya tercih etmişti.

    Trabzon esnafı kısa zamanda merhum Ahmet Hamdi’yi sevmişti. Çünkü o, esnafla iyi ilişkiler kuran bir kişiydi. Az ve öz konuşan, insanları incitmekten sakınan bir tabiatı vardı. Bilinenin aksine zabıtalar esnaf dostuydu. İşini hakkıyla yapanlar, ahilik anlayışıyla müşterilerine yaklaşanlar ilk övgüyü Ahmet Hamdi Bey’den alırlardı. Zira doğrular ödüllendirilmeliydi, vatandaşı aldatanlar cezalandırılmalıydı. Namuslular her türlü hayatî riskleri göze alarak namussuzlar kadar cesur olmalıydı ki bu memleket düze çıkabilsin.

    Şiddeti çözüm olarak görenler, 1998 senesinde Trabzon’un Çömlekçi mevkiinde zabıta komiseri ‘adam gibi adam’ olan Köprübaşılı Ahmet Hamdi Altuntaş’ı susturarak kirli kan denizlerine bir damla daha akıttılar. O henüz 32 yaşında, ömrünün baharında arkasında onlarca gözü yaşlı insan bırakarak ebediyete ‘şehit’ sıfatıyla göçtü. Allah rahmet eylesin.

    Trabzon Belediyesi, hayatını hiçe sayarak görevini her şeyin önünde gören bu büyük vazife adamını unutmadı, unutturmadı. Onun adını Meydan’daki Zabıta karakoluna verdiler. Meydan civarında dolaşırken gözlerim hep o levhaya takılır, merhumun kısa, fakat onurlu hayatı, bildiğim kadarıyla gözümün önünden geçer, vefanın ölmediğini düşünür, buruk bir haz duyarım. Demek ki vefa da, dürüstlük de ölmedi, bundan sonra da ölmeyecek…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 14.11.2007 - 21:28

    BİR KÖPRÜBAŞI SEVDALISI: AHMET SANCAK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Köprübaşı zor bir coğrafyada yer alan bir yerleşim yeridir. Denize uzaklığının 14 kilometre olmasına bakmayın, dışardan gelenler için burada yaşamak kolay değildir. Çok güzel bir doğal yapısı vardır Köprübaşı’nın… Dağlık bir arazisi olmasına rağmen bir tablo gibi alımlı ve güzeldir buradaki tabiat… Bu yörenin insanları da çok cana yakındır. Buranın zorluğu sosyal hayatın durağanlığından kaynaklanmaktadır. Eğer kahve alışkanlığınız yoksa sabahtan akşama kadar aynı cadde üzerinde volta atmaya mahkûmsunuz. Eğer kalıcı bir işiniz ve gelir kaynağınız yoksa yarınların endişesi sizi sürekli rahatsız eder. Bu nedenledir ki burada doğup büyüyenler daha aydınlık bir gelecek temin etmek için buradan göç etmeyi yeğlemişlerdir. Bu yüzden Köprübaşı’nın nüfusu sürekli azalmaktadır.

    Köprübaşı’ndan çıkanlar; doğdukları, çocukluklarını geçirdikleri, soğuk sularını içtikleri, temiz havasını soludukları bu güzel ilçeyi kolay kolay unutamamaktadırlar. Her fırsatta ilçelerine gelmenin, geçmişte kalan anıları tazelemenin hesabını yapmaktadırlar. Köprübaşı sevdasını yüreğinin derinliklerinde hisseden bu kişilerden birisi de Almanya’da yaşayan işadamı Ahmet Sancak’tır. Onu yıllardan beri tanır, yaptığı güzel çalışmaları takip ederim. Fakat kendisiyle bizzat tanışmam bu yıl Köşk yaylasında oldu. Köprübaşı Belediyesi’nin düzenlediği yayla şenliklerine katılmak için ta Almanya’dan kalkıp gelmişti. O, binlerce kilometre uzaktan bu şenliğe katılmak için gelmesine rağmen, bazı kişiler şenlik alanına beş yüz metre uzakta yaşadığı halde gelmemişti. Bu, memleket sevgisinin açık göstergesidir. Memleketi sevmek kuru lafla olmaz. Bunun somut davranışlarla gösterilmesi gerekir. Sayın Ahmet Sancak Bey bunu bugüne kadar yaptığı işlerle açıkça göstermiştir.

    İşadamı Ahmet Sancak, 1963 senesinde Köprübaşı’nda dünyaya gelmiştir. Fakat simasına bakınca 44 yaşında olduğunu söyleyemezsiniz. Çünkü yaşından çok daha genç göstermektedir. Bunu doğayla iç içe, doğal bir hayat geçirmiş olmasına borçludur herhalde. O, çocukluğundan beri Almanya’da, gurbet ellerde Köprübaşı hasretiyle yaşamaktadır. İlk ve ortaokulu Köprübaşı’nda okuyan Sancak, dönemin siyasi olayları yüzünden liseyi okuma imkânı bulamamıştır. Babası Almanya’da olduğu için o da gurbet ellere düşmüş, orada kendine mütevazı bir hayat kurmuştur. Gencecik bir delikanlıyken iş hayatına atılmıştır. Alım-satım ve otomativ sektöründe faaliyet gösteren bir firmada bir dönem çalıştıktan sonra, aynı firmaya ortak olmuştur. Darmstdat kentinden sonra Frankfurt’ta bir işyeri daha açmıştır.

    Köprübaşı’ndan yola çıkan Ahmet Sancak, Almanya’da girişimcilikte başarı basamaklarını bir bir tırmanıp, bugün gurur duyulabilecek bir noktaya gelmiştir. Genç yaşta başarılı bir iş hayatı geçiren Ahmet Sancak, 2002 yılında medya sektörüne el atmıştır. Doğu Karadeniz bölgesini kapsayan “Karadeniz Haber” adlı bir gazete kurmuştur. 2005 yılında ise Trabzon merkezli Hüryol adlı gazeteyi yayın hayatına kazandırmıştır. 2006 yılında ise Karadeniz Haber gazetesinin adını ve içeriğini değiştirerek Taka markasına dönüştürmüştür.

    Ticaret hayatı risklerle doludur. Bu işte batmak da, çıkmak da vardır. Bunu göze alanlar ancak yol alabilirler. Ahmet Sancak, Trabzon’da gazete çıkarmaya başladığında bu şehirde altyapısı oturmuş birkaç gazete vardı. Taka gazetesi ilk sayısından itibaren okuyuculardan büyük ilgi gördü ve ilk kez 20 sayfa yayınlanan bir bölge gazetesi hüviyeti kazandı. Taka, Avrupa’da yayın yapan bir yerel gazete olma unvanını da elde etti. Taka, halen Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda ve İsviçre’de günlük olarak yayınlanıyor.

    Ahmet Bey, yarım kalan eğitimini bugün devam ettiriyor. Açıköğretim Kamu Yönetimi öğrencisi olan Sancak’ın Senem, Burak ve Berk isimli üç çocuğu var. Sosyal etkinliklere önem ve destek veren, hayır kurumlarını kollayan Sancak, 1998’de İstanbul’da Bedensel Engeliler Sancakspor Kulübü’nü kurmuş, 2002’de bunu Trabzon’a taşımıştır. Engellileri hayata bağlayan bu gayret bile başlı başına alkışa değerdir. Bizler Köprübaşılılar olarak Ahmet Sancak’tan doğduğu topraklara da bir şeyler kazandırmasını istiyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 14.11.2007 - 00:27

    KİTAPLA BESLENEN ÇOCUKLAR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Kitap okumadığım her günü hayatımdan kopan kayıp bir gün sayarım. Kitap okuduğum günler geri kazanılmış zaman dilimleridir benim için… Günler öyle veya böyle, bir şekilde geçiyor. Zamanı durdurmak elimizde olmasa da içini gereğince doldurmak elimizdedir. Zamanın içini, ancak verimli çalışmalar yaparak, özellikle okuyup yeni bilgilere ulaşarak doldurabiliriz. Geçen günlerin ömrün kâr hanesine yazılmasını istiyorsanız onları okuma eylemiyle doldurun. Okumanın yararları üzerinde bugüne kadar söylenmesi gereken her şey söylenmiştir. Okumanın faydasını, hayatımıza kazandırdıklarını, zamanı ne kadar güzelleştirdiğini bilmeyenimiz yoktur. Düşünen, yeni fikirler üreten, tartışan, düşüncelerini, rahatlıkla ifade eden nesilleri ancak okuma tezgâhları olan kütüphanelerde yetiştirebiliriz.

    Günümüzde Türk milletinin yeterince ve gereğince okumadığından şikâyetçiyiz. Hiç kimse çok okuyan bir toplum olduğumuzu söyleyemiyor. Hastalığın tespit ve teşhisi doğru olsa da tedavi yolunda bugüne dek ciddi bir yol alabilmiş değiliz. İşin hâlâ sitem ve şikâyet safhasındayız. Her nedense bu hususta eylem safhasına geçmiş değiliz. Bu hususta münferit gayretlerle de herhangi bir netice alınamıyor. Oysa yapılması gerekenler bellidir. Çocuklarımıza henüz körpeyken kitabı sevdirmeliyiz. Onların en güzel oyuncakları kitaplar olmalıdır. Batılılar, Ruslar ve Japonlar kitap okuma konusunda çok büyük yol almışlardır. Bizler eğer hiçbir şey bilmiyorsak onların yaptıklarından kendimize paylar çıkarıp gelecekte neler yapılması gerektiğine dair kendimize sağlıklı ve emniyetli bir yol haritası çizebiliriz.

    Hal ve hareketlerin davranışa dönüşmesi uzun zaman alıyor. Belli yaşa gelen kişilerin davranışlarını değiştirmek, onlara alışık olmadıkları şeyleri davranış olarak kazandırmak sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. “Ağaç yaşken eğilir” demiş atalarımız. Bu sözden yola çıkarak istendik davranış değişikliklerini çocukluk devresinde gerçekleştirme gayreti içerisine girmeliyiz. Gelecekte sağlıklı düşünen ve üretken nesiller yetiştirmek istiyorsak geleceğimizin teminatı olan nesillere çocukluk çağında kitap okuma alışkanlığının kazandırılması şarttır.

    Bugünkü nesil kendini ifade etmekten acizdir. Çünkü mevcut eğitim sistemi ders kitapları dışındaki kitapları okumamızı teşvik etmiyor. Okuyanla okumayan arasında fark gözetilmediği için okuma eylemi boş zamanları dolduran bir uğraş olarak görülüyor. Oysa kitap boş zamanlarda okunmaz sadece. Kitap okumak için zaman boşaltmak, bu işe vakit tahsis etmek gerekir. Gençlerimizin kelime hazinesi yetersizdir. Bunun için, yarınlarımızın ışığı olacak çocuklarımız algılamada ciddi sıkıntılar yaşıyorlar. Kelime hazinesi yetmiyor çocuklarımıza, bundan dolayı birkaç cümle kurduktan sonra devamı gelmiyor.

    Çocuklarımıza kitap okuma alışkanlığı kazandıramıyoruz. Çocuğun okuduğu ilk kitaplar çok önemlidir. Eğer bunlar yanlış seçilirse okuma eyleminin devamı gelmez, bu faydalı iş, sekteye uğrar. ‘Oku da ne okursan oku’ mantığı son derece yanlıştır. Mademki ömrümüz boyunca bütün basılı kitapları okuyamayacağız, buna ömür basamaklarımız yetmeyecek, o zaman okumada seçici davranalım. Lakin çocuğun beğenilerini de dikkate alalım. Çocukların bizim dışımızda kendince bir düşünce ve hayal dünyaları olduğu gerçeğini kabul edelim. Onlardan birebir bizim gibi düşünmelerini beklemeyelim. Fakat kararlarında çokça hatalar yapan bu genç beyinleri koruyucu gölgemizden de mahrum etmeyelim.

    Çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak bir yaştan sonra zorlaşmaktadır. Çocuk ailede kitap okuyanı görmeyince kendisi de bu gayretten uzaklaşmaktadır. Öncelikle anne babalar çok sayıda kitap okuyarak çocuklarına öncülük etmelidir. En etkili davranış kazandırma yolu örnek göstererek, yaşatarak benimsetme metodudur. Çocukların okuma saatleri ebeveynler tarafından belirlenmelidir. Çocuk ne zaman ne yapacağını bilmeli, hayatını ona göre yönlendirmelidir. Çocuklarımıza önemli günlerde pahalı elbiseler yerine kitap almalıyız. Her evde küçük de olsa bir kütüphane kurulmalıdır. Evlerimize gazete ve dergi girmelidir. Fakat çocuklar zararlı yayınlardan da muhakkak uzak tutulmalı ve korunmalıdır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 13.11.2007 - 21:33

    MEMLEKET İSTERİM

    M.NİHAT MALKOÇ

    Kim ne derse desin, Türkiye konumu ve mevcut gücü itibariyle önemli bir ülkedir. Dünya bizden ayrı hareket edemez. Komşularımızın ve dünyayı idare etmeye kalkan büyük devletlerin bize ihtiyacı vardır. Fakat durum bu iken ne yazık ki bizim devlet erkânı bu gerçeği çok kere görmezlikten gelmiştir. Son zamanlarda Ankara’nın diplomasi trafiği bir hayli yoğundu. Dünyanın önemli isimleri Ankara’ya gelip temaslarda bulundular. Bunlardan ikisi de Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres idi. Gazetelerin yazdığına göre, ateşle barut misali bir araya gelmesi zor olan bu ikiliyi TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu bir araya getirmişti. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, gezisi sırasında TBMM Genel Kurulu’nda milletvekillerine hitap etti. Peres, kürsüden inmeden önce bir de sürpriz yaptı ve konuşmasını ünlü şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiiriyle tamamladı. Öncelikle Peres’in okuduğu şiiri dikkatinize sunmak isterim. Tarancı şiirinde ne diyordu:

    “Memleket isterim
    Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
    Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
    Memleket isterim
    Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
    Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
    Memleket isterim
    Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
    Kış günü herkesin evi barkı olsun.
    Memleket isterim
    Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
    Olursa bir şikâyet ölümden olsun.”

    Dünyanın bugünkü kanlı manzarasında parmağı olan İsrail’in eli kanlı Cumhurbaşkanına bu şiiri okuma fikrini bizden birileri vermişti. Yoksa Peres ne Cahit Sıtkı’yı tanır, ne de “Memleket İsterim” şiirini bilir. Ondan, bu şiiri meclis kürsüsünden okumasını isteyenin kim olduğunu bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey var; o da şiirin yanlış kişiye verildiğidir. Zira bu şiir, dünyayı ateşe verenlerden biri olan Şimon Peres’e değil, bu ateşin içinde alev alev yanan, ülkesi işgal edilen, bütün hak ve yetkileri elinden alınan, son sistem silahlara karşı ülkesini sapanla korumaya çalışan halkın başındaki kişiye, Mahmud Abbas’a verilmeliydi. Bu şiirde neler anlatıldığını gördükten sonra bu kanaate vardım.

    Cahit Sıtkı Tarancı, “Memleket İsterim” adlı şiirinde barış, dostluk ve kardeşliğin olduğu bir dünya özlemini dile getiriyor. Öyle bir ülke ki içinde dert, hasret, kardeş kavgası, zengin fakir, sen ben kavgası olmayacak. Düşlerinde yaşattığı bu dünyada herkesin sıcak bir yuvası olacak, herkes birbirini gönülden sevecek, tek şikâyet sebebi ölüm olacaktır. Bu temennilere bizler de gönülden katılıyoruz. Fakat bunlara katılmayanlar da var. Onların başında da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres geliyor. Şayet o, bu şiirde ifade edilenlere katılsaydı Filistinliler öz yurtlarında parya olarak yaşamak mecburiyetinde kalmazdı.

    Şimon Efendi hangi yüzle bu şiiri okudu? Acaba bu şiirde istenenler kimler tarafından verilmiyor? Yoksa bir anda kendini Mahmud Abbas’ın yerine mi koydu? Kardeş kavgasını çıkaranlar, Müslümanların inançlarıyla alay edenler, kendileri dışındakilere hayat hakkı tanımayanlar İsrailliler değil mi? Pişkinliğin bu kadarına da pes doğrusu! ... Yoksa bu adam bizden toprak istiyor da bunu üstü kapalı bir dille, şiirle dile getiriyor olmasın.

    Irak’ta bir milyon insanın ölümünden birinci derecede sorumlu olan devlet ABD ise, ikinci derecede sorumlu olan İsrail’dir. İsrail ABD’nin şımarık uşağıdır. Filistin’de kalıcı barışın sağlanamamasında günahı olan devletlerden birisi de ABD’dir. Bu canilerin iflah olması mümkün değildir. Bunlar akıttıkları mazlum kanında boğulacaklardır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 13.11.2007 - 01:38

    ORTADOĞU’DA GERÇEKLER VE TERÖR


    M.NİHAT MALKOÇ

    Millet olarak hassas bir dönemden geçiyoruz. Böyle zamanlarda milli bilinci diri tutmak için mitingler, panel ve konferanslar yapılır. İnsanların aynı duygu ve düşünceler etrafında kenetlenmesi sağlanır. Bütün fertler tek ses olur. Bu faaliyetlerden biri de 12 Kasım 2007 Pazartesi günü akşamı 18.00’de Park Restaurant’da yapıldı. Türk Ocağı Trabzon Şubesi ile Trabzon Belediyesi’nin öncülüğünde gerçekleştirilen panele Emekli Tümgeneral Yavuz Ertürk’le İstanbul Üniversitesi ve Harp Akademisi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu katıldı. Paneli Trabzon’daki 66 sivil toplum kuruluşu destekledi. Bu da gösteriyor ki Trabzonlular milli meselelerde rahatlıkla bir araya gelebiliyorlar.

    Tam dolu bir salonda gerçekleştirilen panelin sunuşunu Kamu-Sen Trabzon Temsilcisi ve Türk Eğitim-Sen Trabzon İl Başkanı Coşkun Dilber gerçekleştirdi. Panel öncesi Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canalioğlu da ateşli bir konuşma yaparak salonu hareketlendirdi. Panelin yöneticiliğini KTÜ Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi ve Türk Ocağı Trabzon Şube Başkanı Mithat Kerim Aslan yaptı. Aslan, panelistlere söz vermeden evvel ülkenin son zamanlardaki genel durumuyla ilgili değerlendirmelerde bulundu. Mevcut politikaları eleştirdi. Bu zor zamanda vatanını sevenlerin tek ses ve tek yürek olmasını istedi.

    Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nin yıkılması nedeniyle dar sayılabilecek bir mekânda gerçekleştirilen programda panelistlerden, ART TV’de “Jeopolitik Analiz” programını da hazırlayan Trabzonlu akademisyen hemşehrimiz Doç. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu, bugünkü Ortadoğu ve mevcut terörle ilgili olarak özetle şu görüşlere yer verdi:

    “Millet olarak zor bir süreçten geçiyoruz. Günümüzde terörün önüne küresel sıfatını eklediler. Bazı dış çevreler İslamla terörü birlikte anmaya başladılar. Oğul Bush, yakın zamanda yeni bir haçlı seferine çıkma niyetini ifade etti. Bir gücün ayakta durması için düşmana ihtiyacı vardır. ABD, Sovyetlerin yıkılmasından sonra kendine hayali bir düşman yaratmıştır. O da İslam dünyasıdır. 11 Eylül Amerika’ya yaramıştır, bundan fazlasıyla faydalanmışlardır. ABD Usame Bin Ladin’i kendi var etmiştir. Ladin kimdir? Araptır, ömrü boyunca ABD’de yaşamış, baba Bush’la ticari ilişkileri, ortaklıkları olmuştur.

    Irak’ta bugüne kadar bir milyon kişi öldürülmüştür. Mukaddes mekânlar yerle bir edilmiştir. Tabir caizse Irak, ABD tarafından özelleştirilmiştir. ABD, Türkiye’den dün olduğu gibi bugün de itaatkârlık beklemektedir. Türkiye, ABD ile stratejik ortak falan değildir. Stratejik ortaklık ciddi bir iştir. Türkiye’nin yaptığı stratejik ortaklık değil, teslimiyettir, köleliktir. Toprak kazanmak, ülkeleri parçalamak, mevcut haritaları yok sayıp yeni haritalar çizmek emperyalizmin öncelikli hedefidir. Emperyalizm uyumaz ve uyutmaz.

    Türk milletinin zihnini işgal etmeye çalışanlar, içeride de kendilerine sözde aydınları yardımcı olarak seçtiler. Onlara her türlü imkânı sağladılar. Gazetelerde köşe verdiler, televizyonlarda konumlandırdılar. Bazılarının yüksek sesle dediği gibi, bu ülke bir mozaik değil, bir alaşımdır, hamurdur. Son yıllarda dinlerarası diyalog ve misyonerlik çalışmaları hızla devam ediyor. Bu çalışmalar gözlem altına alınıp üzerinde durulmalıdır. Hıristiyanların anlayışına göre Kur’an var oldukça Müslümanlarla dinlerarası diyalog gerçekleşmez. Durum bu iken dinlerarası diyalog gayreti de neyin nesidir? Batının oyunlarını bozmak boynumuzun borcudur. Bugün ne yazıktır ki Batının yaptığını değil, dayattığını yapıyoruz.

    Terör örgütleri devlet desteği olmadan uzun süre yaşayamaz. Batı ve ABD bize ölümü gösterip sonra da sıtmaya razı etmektedir. Bugünkü Irak’ın kuzeyindeki yönetim tam bir kukladır. Emperyalizmin kucağına oturmuşlardır. Burası bir anlamda ikinci İsrail’dir.

    Daha sonra panel yöneticisi M. Kerim Aslan, sözü toparlayarak bir özet yaptı. Bunun ardından konuşma sırası Emekli Tümgeneral Yavuz Ertürk’e geldi. Irak’ta ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde zor şartlarda görevler yapan Yavuz Ertürk Paşa şunları söyledi:

    “Bizler tavuk boğazlıyoruz. Fakat bizler boğazladıkça tavukların yerine yenileri geliyor. Terör düzenli bir ordu harekâtı değildir, onun içindir ki terörle mücadele etmek zordur. Gündüz kahvede oyun oynayan kişinin ertesi gün arazide leşini gördüm. Peki, durum bu iken bizler bu mücadeleyi nasıl yürüteceğiz. Bazılarının dediği gibi terör Suriye, Irak ve İran kaynaklı değildir. Teröristlerin yüzde 99’u Türkiye vatandaşıdır. Biz önce o insanlara vatan ve Türklük bilincini aşılamalıyız. Onlara dini ve milli değerlerimizi öğretmeliyiz. Bizler bugüne kadar o insanlara vatandaş kültürünü kazandıramamışız. Aslında her şey güçte yatıyor. Biz güçlü olunca ABD vız gelir, Fransa tırıs gider. Milli irade her şeyin önündedir.

    Ülkeyi kasıp kavuran terör, aslında bizim sorunumuzdur, başkalarının sorunu değildir. ABD bugün peşmergeleri kral yaptı nerdeyse. Terör sorununu dışarıda aramamalıyız. Terör Türkiye’nin milli devlet sorunudur. Terörün köklerini ve bağlantılarını hep dışarıda aramamalıyız. Terör Türkiye’nin devlet sorunudur. TSK bunun mali boyutuyla ilgileniyor. TSK bunun askeri yönüyle uğraşıyor. Ben şahsen Terörle Mücadele Kanunu kapsamında AİHM’de yargılandım. Fakat neticede doğru işler yaptığım için beraat ettim.

    Terörün Kürtçülükle, Kürt halklarıyla, demokratikleşmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Bir zamanlar dağda çatıştığımız insanların kimliklerini elimize geçirdik. Türk askeriyle çatışanların birçoğunun anne babalarının Ermeni ismi taşıdığını gördük. Cinsi, sütü bozulmamış hiçbir Kürdün hain olduğu görmedim. Güneydoğudaki bir kısım nahoş olaylar Türkiye’nin toprak bütünlüğünü bozmak için yürütülen bir oyundur. Güneydoğu’da her ailenin onlarca çocuğu var. Aileler bu çocuklara gereğince sahip değil. Bu ülkede bazı kesimler 20 yıl evvel yüreklere attığı tohumların kendilerince tatlı meyvesini topluyor.

    Son günlerde sıkça konuşulan bir konu var: Türkiye Kuzey Irak’a girecek mi, girmeyecek mi? Eee, girelim, ne olacak? Bu konularda bilenler de, bilmeyenler de konuşuyor. Oysa operasyonların bir gizliliği olmalıdır. Bugünlerde TSK açıklama yapmıyorsa bu durum onların yattığını göstertmez. Bu işler gizlilik ve belli bir plan dâhilinde olmalıdır.”

    Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek düzenledikleri bu panel, dinleyicilere son derece yararlı olmuştur. Geleceğin emanetçileri, bayrağı bizden aldıktan sonra hızlı adımlarla geleceğe koşacaklardır. Bunu yeni neslin gözlerinden okuyorum.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta