Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1599

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.12.2007 - 23:07

    BİR KALEM DAHA SÜKÛT ETTİ: ERHAN BENER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayatımız pamuk ipliğine bağlı sanki… Her şey yaşamla ölüm arasında sıkışıp kalmış… Bizi ayakta ve diri tutan “can” denen o ipliğin gücü… Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi “Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir.” Öyleyse, tel kopana kadar dünya denen bu fena yurdunda güzel bir iz bırakmalıyız. İz bırakmayan bir insanın yaşadığının delili ne olabilir ki? … Tekrar dünyaya dönüp “Ey efendiler… Bu dünya denen mezrada ben de yaşadım. Şunu şunu yaptım, sonra da ebedî yurduma göçtüm” diyemeyeceğinize göre, adınızı ebedileştirecek eserler vermeniz gerekir. Bu eserler çeşit çeşittir. Mimarsanız görkemli bir yapı, müzisyenseniz eşsiz bir beste, doktorsanız bir can, mühendisseniz hünerli bir buluş, öğretmenseniz geleceğe altın nesiller, şairseniz şiirler, yazarsanız hikâye ve romanlar bırakabilirsiniz. Eserleriniz ayakta kaldığı müddetçe sizler de dünya üzerinde yaşarsınız.

    Türk edebiyatına çok sayıda eser kazandıran Erhan Bener’in dünyadan göçüşü, ebedî âleme gidişi bana “insan ve eser” ilişkisini hatırlattı. Zira insan eseriyle vardır. Horasan erlerinden Hâdim’de medfun büyük evliyadan Mevlânâ Ebû Sâid Muhammed Hâdimî der ki: “Kâmil odur ki, bıraka dünyada bir eser/Eseri olmayanın yerinde yeller eser” Gerçekten de öyle değil midir? Bence kişiye ölmek değil, asıl unutulmak koyar. Yazar Bener, giderken unutulmayacağını da fısıldadı kulaklara. Zira adını yaşatacak onlarca eser bıraktı geride.

    Edebiyatımızın usta kalemlerinden birisiydi Erhan Bener… O pek çok sahada eser veren çok yönlü ve zengin bir kalemdi. Herkes gibi şiirle başlamıştı edebiyata. 1948 senesinde şiirlerini “Sesler” adı altında iki kapak arasına almıştı. Şiirin ardından 1953’te ilk romanı olan “Acemiler” i yazmıştı. Bu yazma macerası ömrünün son demlerine kadar soluksuz devam etmişti. Türk edebiyatı zincirine yeni halkalar eklemişti. Bu halkalar roman türündeydi daha çok… “Yalnızlar, Loş Ayna, Ara Kapı, Baharla Gelen, Elif’in Öyküsü, Macellos da Vinci’nin Serüvenleri, Oyuncu, Böcek, Ölü Bir Deniz, Sisli Yaz, Ortadakiler, Tekilleşme, Bir Büyük Bürokratın Romanı, Anafor, Hınzır Kız, Dönüşler, Köleler ve Tutkular, Işığın Gölgesi, İlişkiler” onun Türk roman külliyatına kattığı doyumsuz eserlerdir. “Aşk-ı Muhabbet Sevda, Gece Gelen Ölüm, Günbatımı Öyküleri, Denizaşırı Öyküler, Yaralı Aşklar, Bir Demet Mimoza, Aşk Nereye Kadar” adlı öykü kitaplarını anmadan geçmek ustaya haksızlık olur.

    Bener, hayatı boyunca 30’un üzerinde kitaba imza attı, kimi eserleri de yabancı dillere çevrildi. Çocuk kitapları, çevirileri ve radyo oyunları da bulunan Bener’in “Yalnızlar”, “Ölü Bir Deniz”, “Böcek”, “Aşk-ı Muhabbet” ve “Sevda” adlı eserleri sinemaya ve televizyona uyarlandı. Bener’in, “Hızır Doktor”, “Bürokratlar” ve “Şahmeran” adlı oyunları, İstanbul Şehir Tiyatrosu, Ankara Halk Tiyatrosu ve Ankara, Konya, Diyarbakır Devlet Tiyatroları’nca sahneye konuldu. Sahnelenen bu oyunlar izleyicisinden tam not aldı.

    Bu kadar çok ve özgün eserler veren bir yazarın ödüllendirilmemesi haksızlık olurdu. O da pek çok usta yazar gibi ödüller almış, aldığı bu ödüller onun yazma şevkini fazlasıyla artırmıştır. Erhan Bener, Fransız-Türk Kültür Cemiyeti, Yunus Nadi ve Orhan Kemal roman ödüllerine, Haldun Taner, Yunus Nadi ve Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Öykü ödüllerine, Muhsin Ertuğrul Oyun Ödülüne layık görüldü. Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü altın madalyası sahibi olan Erhan Bener, Fransa’nın uluslararası “Sanat ve Edebiyat Ustası” ve Uluslararası Film Festivalleri Kurumu’nun “Sanat Çınarı” unvanına da sahipti.

    Seksenine merdiven dayadığı bir dönemde aramızdan ayrılan Bener, yaşı ileri bir safhada olmasına rağmen hayal kurmaya ve kurduğu hayalleri okuyucularıyla paylaşmaya devam ediyordu. Hayattan elini eteğini çekmemişti, nefes aldıkça hayat yaşanmaya değerdi. Onun hayata bakışı sevgi ve hoşgörü temeli üzerine bina edilmişti. Doğrusu da bu değil miydi zaten. Söz sarrafları olan şair ve yazarlara da hayata sevgiye hâkim noktadan bakmak yakışırdı. O da kendine yakışanı yaparak yaşadıkça okuyucularına muhabbet bahçesinden güller derdi. Kalem sustu… 08 Aralık 2007’de edebiyatımız bir değerini daha toprağa gömdü.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 06.12.2007 - 22:05

    BİR MAHALLE Kİ…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Tiyatro, hayatımıza renk ve ahenk katan görsel bir sanattır. Her gün aynı hayatı tekrar edip duran insanlar, tiyatroda başkalarının hayatlarını seyrederek rahatlıyorlar. Daracık bir hayatta sıkışıp kalanlar, tiyatroya giderek duygu ve görüş alanlarını genişletebilirler. Hayata bu açıdan bakınca, tiyatrosu bulunan şehirlerde yaşayanları şanslı görüyorum. Trabzon da bu şanslı şehirlerden birisidir. Çünkü tiyatro bu şehre çok şey kazandırmaktadır.

    Tiyatrosu olmayan şehirlerin bu ihtiyacını ancak turnelerle karşılayabiliriz. Günümüzde Anadolu insanı turneler sayesinde tiyatro zevkini yaşayabilmektedir. Aslında turnelerin daha da artırılması gerekir. Sahnelenen her oyun Anadolu’yu baştanbaşa dolaşmalıdır. Fakat bazı şehirlerimizde oyun oynanacak salon bile bulmak mümkün değildir.

    Turne kapsamında Ankara Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Bir Mahalle Ki…” adlı oyun Trabzon’da sahneleniyor. Oyunu izlemek için Trabzon Lisesi’nin sanatsever öğrencileriyle beraber 07 Aralık 2007 Cuma günü Trabzon Devlet Tiyatrosu Haluk Ongan Sahnesi’ne gittik. Oyuna büyük bir ilgi vardı. Tiyatro salonu ağzına kadar doluydu.

    Münir Canar’ın yazıp yönettiği oyunun dekor tasarımını Güven Öktem, kostüm tasarımını Sevgi Türkay, ışık tasarımını Zeynel Işık, müziği Kemal Günüç hazırlarken, dans düzenini ise Hakan Odabaşı ve Nilgün Bilsen yapıyor. Hepsi de işlerinde birbirinden başarılı olmuş… Oyunun geniş bir oyuncu kadrosu var. Bu kadroda şu isimleri görüyoruz: Fikret Ergin, Aydın Uysal, Sabri Özmener, Neşet Erdem, Levent Şenbay, Nejat Armutçu, İsmet Numanoğlu, Volkan Duru, Fikriye Musluoğlu, Göktürk Arıkan, Hasan Ataman, Seda Özgiş, Erengül Öztürk, Halil İbrahim Yaman, Murat Kavas, Sinan Hürkardeş, Sinem Çekerek, Fahrettin Ünal, Fikri Özdemir, Mertol Aytekin, Tolga Ünsal, Hakan Şenlik, Fırat Erdoğan”

    Oyunun hem yönetmenliğini, hem de yazarlığını yapan Münir Canar; son dönem tuluat tiyatrosunun önemli temsilcilerindendir. Usta oyuncu günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu durumu üstü kapalı bir tarzda gözler önüne seriyor. Oyunda bir İstanbul mahallesinde muhtar olan Pişekâr’ın mahalledeki evleri, bakkalı ve çeşmeyi yabancılara satışı ile gelişen olayları anlatmaktadır. Başarılı bir fars oyunu olan “Bir Mahalle Ki”, ortaoyunu yöntemiyle sahneye konulmuştur. Oyun aşağıdaki şiirsel ifadelerle özetlenebilir:

    “Bir nefeste yüzyılları aştık da geldik,
    Öyle bir mahalle ki a dostlar, evlere şenlik.
    Tellallar çıkarıp bir güzel sattık,
    Alan, niye aldı acaba diye hiç sormadık.”

    Oyunun yazarı ve yönetmeni Münir Canar, ömrünü tiyatro sahnelerinde geçirmiş başarılı bir sanatçımızdır. 1945 doğumlu olan sanatçımız 1967’den beri Ankara Devlet Tiyatrosu’nda çalışmaktadır. 1983–1984 döneminde “Kanlı Nigar” adlı oyunla İsmail Dümbüllü ve Sanatsevenler Derneği’nin en iyi erkek oyuncu ödülünü almıştır. Bu önemli sanatçımız, televizyonların ilk dizilerinden olan Kaynanalar adlı dizide uzun yıllar Kâtip Kerim rolünü oynamıştır. Bunun yanında Beybaba, Fırtına dizilerinde de rol almıştır.

    “Bir Mahalle Ki” adlı oyunda şenlik ve müzik hiç bitmiyor. Oyun fasılla başlıyor zaten… Davul zurna hiç susmuyor. Oyun erkeklerden kurulu… Kadınlar oyunun sonundaki dans bölümünde görülüyorlar. Kavuklu’nun karısını bir erkek oyuncu canlandırıyor. Kavuklu ile Pişekâr sürekli çatışma halinde görülüyor. Kavuklu halkı, Pişekâr iktidarı temsil ediyor. Bu da halkla iktidar sahiplerinin birbirleriyle olan münakaşalarını hatırlatıyor bize. Son yıllarda Türkiye’de yabancılara mal satılması, her şeyin peyderpey özelleştirilmesi eleştiriliyor burada. Ne zamanki halk bedava olan suyu parayla alır, sürekli zamlarla karşılaşır, işte o zaman özelleştirmenin, AB’nin, İMF’nin karşısına dikilirler.

    Bizler Trabzon Lisesi öğretmenleri ve öğrencileri olarak oyundan büyük keyif aldık. Oyuncuları çok beğendik ve başarılı bulduk. Zevkli ve eğlenceli bir sanat gecesi geçirdik.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 06.12.2007 - 19:29

    ALTIN KUŞAĞIN SON YILDIZI VÜS'AT O. BENER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk hikâyeciliğinin altın kuşağının son yıldızı olarak görülen Vüs'at O. Bener geçtiğimiz aylarda hayatını kaybetmişti. 83 yaşında hayata veda eden bu değerli kalem, hikâyeyi şiire yaklaştırmıştı. Uzun ömrüne rağmen az sayıda hikâye yazmıştı. Mükemmeliyetçi bir sanat anlayışına sahipti. Az ve öz yazmayı ilke edinmişti. Kelimeleri yerinde ve tabir caizse iktisatlı kullanırdı. O, sözlere hakkını veren bir hikâyeciydi.

    Peki, kimdi Vüs'at O. Bener? Okuyucuları ne kadar tanıyordu onu? 1922 yılında Samsun'da doğmuştu. Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitiren Bener, modern Türk öykücülüğünde 'altın kuşak' olarak tanımlanabilecek 1950 kuşağının önde gelen isimlerinden birisiydi.

    Bence yarışmalar yazarları doğuran anadır. Onlar yeni simalarla buluştururlar bizi. Kenarda köşede kalmış yazarlar, ciddi yarışmalar sayesinde keşfedilir. Bener de böyle bir yarışma neticesinde kalem hayatına atılmıştı. Vüs'at O. Bener, 1950'de New York Herald Tribune gazetesi ile Yeni İstanbul gazetesinin ortaklaşa düzenledikleri öykü yarışmasında 'Dost' adlı öyküsüyle adını duyurdu. Vüs'at O. Bener'in, yarım yüzyılda ortaya koyduğu az sayıda öykü, roman ve oyunu bulunuyor. 1950'li yıllarda yazdığı öyküleri genellikle Seçilmiş Hikâyeler, Varlık, Yeditepe dergilerinde yayınlandı. Bu öykülerden bir bölümü 'Dost' adı altında (1952): bir bölümü 'Yaşamasız' ismiyle kitaplaştırıldı(1957) .

    1962 yılında ilk oyunu Ihlamur Ağacı basıldı, oyun Türk Dil Kurumu'nun 1963 yılı tiyatro armağanını aldı. 1977 yılında 29 öyküsü yine 'Dost' adı altında, tek cilt halinde basıldı. Öykülerinden, 'Dost' Fransızca'ya; 'Batak' Almanca'ya; 'İlki' İngilizce'ye çevrildi. Öyküleri, yabancı ve Türk antolojilerinde yer buldu. Bunlar onun ismini daha da büyüttü.

    Yazarın ikinci oyunu İpin Ucu, 1980 yılında Abdi İpekçi Armağanı'nı kazandı. İlk romanı 'Buzul Çağının Virüsü' 1984 yılında basıldı. İkinci romanı 'Bay Muannit Sahtegi'nin Notları' 1991 yılında yayınlandı. 'Siyah-Beyaz' adlı kitabı 1993'te basıldı.

    Vüs'at O. Bener, dili güzel kullanan bir yazardı… Yani çalakalem yazmazdı. Titiz bir dil işçiliği gözükürdü hikâyelerinde… Onun içindir ki 83 yıllık hayatında yazdığı eserlerin sayısı son derece azdır. Bu, onun dil hassasiyetinden kaynaklanan bir durumdur. Onun hikâyelerinde ülke insanının kültürel yelpazesini bütün ihtişamıyla görmek mümkündür.

    Kendisine özgü bir cümle yapısı vardı O'nun… Yani üslûp sahibi bir insandı… Bunu uzun yıllar boyunca ısrarla yazarak kazanabilmişti. Eserlerinde taklit edilmiş, iğreti ifadelere rastlamak zordur. Zaten az sayıda eser vermiş bir yazarın bugün konuşuluyor olması onun ancak özgün bir anlatıma sahip olmasıyla açıklanabilir. Demek ki önemli olan özgünlüktür.

    O, hikâye, roman ve oyunlarında gündelik hadiselerin yansımalarını konu edinmiştir daha çok… Bunu, yazdığı eserlerin çoğunda görmek mümkündür. Fakat sıradan olayları dile getirirken dilin sihirli gücünden azamî derecede yararlanmıştır. Olaylar sıradan olsa da anlatım sıradan değildir. Anlatımdaki güzellik, sıradan mevzuları bile zevkle okunur kılmıştır.

    Vüs'at O. Bener şiirle de uğraşmıştır. Fakat biz onu şair olarak değil, hikâyeci olarak tanıyoruz. Roman ve oyun da yazmıştır ama asıl ses getirdiği edebî tür hikâyedir. Şiirlerini 'Manzumeler' adı altında bir araya getirmiştir. Manzume aslında ölçülü ve kafiyeli, edebî değeri pek fazla olmayan şiir diye algılanır bizde… Fakat onun şiirlerinde ölçü ve düzenli bir kafiye sistemi yoktur. Belki de şiirde iddialı olmadığını ifade etmek için şiirlerini böyle bir isim altında okuyucuya sunmuştur. Bence şiirleri vasat olmaktan öteye gidemez.

    O, pek çok yazar gibi şiire de merak salmıştır. Şiirlerindeki imajlar soyut ve kapalıdır. Sıradan bir okuyucunun bu imgeleri çözüp anlamlandırması hiç de kolay değildir. Düzyazıya yaklaşan anlatım tarzı, şiirlerinin bir başka özelliğidir. Orhan Veli tarzı kısa ve ilk görünüşte sıradan gibi algılanabilecek şiirsel söyleyişleri vardır. 'Sitem' bunlardan birisidir:

    'Nur içinde yat anacığım
    Mecbur muydun beni doğurmaya
    Bir daha yapma'

    Başkent Hastanesi'nde uzun süre tedavi gören Bener, 31 Mayıs 2005'te vefat etti. Bence kalemin susması âlemin susması anlamına gelir. Vüs'at O. Bener'in hayattan göçüşüyle birlikte bir kalem sustu, bir âlem sustu… Yarım yüzyıl boyunca yazan bu kalemin vedası da sessiz oldu. Gazetelerde koca puntolu harflerle bahsedilmedi ölümünden. Ölümü televizyonları günlerce meşgul etmedi. Sözlerimi bu usta yazarın, fakat vasat şairin 'Ölüm' adlı dörtlüğüyle noktalıyorum. Kim bilir belki de ötelerde öykülerine devam ediyordur:

    'Ölüm süzmüş gözlerini
    Testi yazıtlarında sözü geçmez
    Uzun fısıldadığı sen değildin hiç
    Geceye yineler ak doğumları'

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 05.12.2007 - 01:07

    MİLLÎ BÜTÜNLÜĞÜMÜZ VE TÜRKÇE

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dil bir iletişim aracıdır. Aynı dili konuşan kişiler bu emsalsiz vasıtayla birbirlerini anlarlar. Harfler seslerin simgeleridir. Bunlar milletten millete değişse de dilin anlam ve önemi bütün milletlerde üst düzeydedir. Dil sayesinde geçmişin maddî ve manevî birikimlerini bugüne aktarabiliyoruz. Bugüne kadar pek çok dil tanımı yapılmıştır. Bu tanımlar, tanımı yapan kişinin ufkuyla sınırlıdır. Bunlar içerisinde en geniş dil tanımı şudur: “Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta; kendi kanunları içerisinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık; milleti birleştiren, koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir müessese; bin yıllar boyunca gelişerek meydana gelmiş bir sosyal kurum; seslerden örülmüş bir ağ; temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemidir.”

    Dilin bu geniş tanımı üzerinde ciltler dolusu kitaplar yazsak azdır. Aslında bu tanımın her bir cümlesi üzerine bile bir kitap yazılabilir. Yani o kadar mühim bir araçtır dil… Bir dilin seslerinin karşılığı olan harfler topluluğuna “alfabe” diyoruz. Türkler tarih boyunca onlarca alfabe kullanmışlardır. Bunlar arasında en önemlileri Göktürk, Uygur, Arap ve Latin alfabeleridir. Özellikle Cumhuriyetten evvel altı yüz yılı aşkın bir zaman boyunca kullanılan Arap alfabesiyle milyonlarca cilt kitap yazılmıştır. Fakat bu kitaplar Latin alfabesinin kabul edilişiyle birlikte kütüphanelerin tozlu raflarında derin uykulara dalmıştır. Bugünkü nesil bu kıymetli kitapları okumaktan ve anlamaktan çok uzaktır.

    Milli kültürü, dini, dili, sanatı olmayan milletler kısa zamanda yıkılıp yok olmaya mahkûmdur. Modern teknoloji ve kozmopolit değerler, insanları bir arada tutmaya muktedir değildir. Dil, milletleri birbirine bağlayan çimentodur. Dil aynı coğrafyayı, aynı tarihi ve aynı kültürü paylaşan insanları birbirine bağlayan çelikten bir bağdır. Bütün bağlar kopsa da dil bağıyla birbirine bağlanan toplumlar ve fertler asla birbirinden kopmazlar.

    Son yıllarda Türkiye’de “Yabancı dille eğitim yapılsın mı yapılmasın mı? ” tartışması sürüp gitmektedir. Yabancı dil öğrenmekle yabancı dille eğitim yapmak ayrı konulardır. Öncelikle bunu ayırt etmek, sapla samanı birbirine karıştırmamak gerekir. Uzun yıllardan beri bir kısım liselerde(Anadolu ve Fen Liseleri) yabancı dil ağırlıklı eğitim verilmektedir. Hatta bir zamanlar bu okullarda diğer dersler de yabancı dille verilmekteydi. Fakat ne öğretmenler söz konusu dersleri yeterince verebilmekte, ne de öğrenciler verilenleri alabilmekteydi. Bunun yanlış olduğu tez anlaşıldı ve mevcut uygulamadan vazgeçildi. Bizler yabancı dil öğrenmenin önemine inanmakla birlikte, yabancı dille eğitimi sömürge milletlerin onursuzca davranışı olarak görmekteyiz. Şayet Türkçe eğitim dili olmaktan çıkarılırsa yarın bu millet bir buz dağı gibi eriyip çözülebilir. Bu da değerlerimizin erozyona uğraması neticesini doğurur.

    Bizler millet olarak büyüklüğümüzün farkında değiliz. Bu millet bir zamanlar üç kıtada bayrak dalgalandırmış, onlarca milleti aynı çatı altında huzur ve refah içerisinde yaşatmıştır. Üstelik bunu yaparken bugünkü ABD gibi şiddete ve hileye başvurmamıştır. Bu büyük milletin dili de, dini de kendisine yetecek düzeydedir. Bugün yapılan araştırmalara göre dilimizde 15 bin yabancı kelime bulunurken, diğer dillerde ise 12 bin Türkçe kelime var. Bizler her işte aşırıya gitmeye meyilli bir milletiz. Bir zamanlar dilde özleştirme çalışmaları yapıldı. Nerde bir Arapça ve Farsça kökenli kelime varsa dilden çıkarıldı. Yerlerine nerden çıktığı belli olmayan uyduruk kelimeler getirildi. Fakat sağduyulu milletimiz bu kelimeleri benimsemedi, kullanmadı. Onun içindir ki bu beyhude gayretler sonuç vermedi.

    Bir zamanlar Arapça ve Farsçadan alınan kelimeler zamanla değişerek Türkçeye yerleşti. Atatürk’ün dediği gibi “Ketebe Arap’ın; kâtip, mektup bizimdir.” Bunları değiştirip belirsiz ve ucube bir dil meydana getirme gayretleri, bu milletin birlik ve beraberliğine kurşun sıkmaktan farksızdır. Aslında bir zamanlar Atatürk de yanlış yönlendirilerek bu hataya düşürülmüştür. Türkçeyi kuşa döndürmeye, onun kolunu kanadını kırmaya niyetli kişiler, Atatürk’ün gücünden yararlanmayı denemişlerdir. Fakat Atatürk bu oyunu bozmuştur.

    Türkçe millî birliğimizin ve bütünlüğümüzün vazgeçilmez teminatıdır. Bu teminat ortadan kaldırılıp yok edilirse diğer birlik unsurları çorap söküğü gibi gelir, milleti millet yapan değişmez unsurlar kaybolur gider. Bu ülkenin millî birliğini ve beraberliğini korumak istiyorsak dilimize, bizleri kenetleyen zengin Türkçemize sahip çıkmalıyız. Bu hususta en büyük görev öğretmenlere ve ailelere düşmektedir. Öğretmenler ve aileler çocukların ne yediğine, ne içtiğine karıştıkları kadar, ne konuştuğuna, nasıl konuştuğuna da karışmalıdır. Çünkü bu büyük şer taarruzuna karşı ancak ortak hareket ederek durabiliriz. Bu konuda Atatürk’ün şu sözü bize yol göstermektedir: “Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

    Dil, fertler arasındaki duygu, düşünce ve inanç birliğini tesis eder, toplumsal yapımızı şekillendirir. Dağınık toplumlar ancak dillerini koruyarak kenetlenir, tekrar güçlü bir millet olurlar. Milletler ancak dil sayesinde öz benliklerini koruyabilmektedirler. Kuşaklar arasındaki en sağlam köprü dildir. Bu köprü bizi geleceğe bağlar. Dedeyle torunu birbirlerine yaklaştıran, aynı kapta toplanıp çoğalmalarını sağlayan esas unsur dille taşınan maddî ve manevî medeniyettir. Dil bizim yumuşak karnımızdır. Onun içindir ki millî hassasiyetlerimizle uğraşmak isteyenler, işe dili yozlaştırmakla başlamaktadırlar. Bunun ucu kültür emperyalizmine kadar uzanmaktadır. Kültür emperyalizmi ilk icraatına duygularımızı ve irademizi esaret altına almakla başlamaktadır. Yani kale bir anlamda içten fethedilmektedir. Bugünkü savaşların sessizce ve kansızca gerekleşmesi bu yüzdendir.

    Bilindiği gibi son yıllarda Türkçeye Batı dillerinden, özellikle İngilizceden binlerce kelime girmiştir. Bu değişim ve istila her geçen gün artarak devam etmektedir. Türkçe, İngilizcenin çöplüğüne dönmüştür. Sokaklarda dolaşırken çok kez yüzümüz kızarıyor. Adeta sömürge bir devlette yaşayanların ezikliğini iliklerimize kadar hissetmekteyiz. Bizler Avrupa’nın hem teknolojisine, hem de kültürüne açık pazar olmuşuz. Bu sahada gümrük kapılarımızı ardına kadar açmışız. Bunun neticesinde ne yazık ki öz yurdumuzda garip ve parya durumuna düşmüşüz. Sırf bu yüzden bağımsızlığımız bile tehlikeye girmiştir.

    Bizler Batının teknolojisini isimleriyle beraber almışız. Kelimelerin önemli bir bölümü teknolojiyle birlikte elini kolunu sallaya sallaya geldi. Oysa buna hiç ihtiyacımız yoktu. Bizim dilimiz sondan eklemeli bir dildir. Binlerce ek ve kök vardır bu dilde. Bunları kullanarak “bilgisayar” örneğinde olduğu gibi yeni kelimeler türetebilirdik. Fakat ne yazık ki öyle yapmadık. Ticarethanelerimize yabancı isimler koyma hususunda birbirlerimizle yarıştık. Bu durum karşısında halk da beklenen tepkiyi göstermedi. Aksine ecnebi kültüre dört elle sarıldılar. Böylelikle varlık sebebimiz olan Türkçemiz büyük bir yara aldı.

    Türk dünyasının birliğini imkânsız hale getirmek isteyen Ruslar, Türk dünyasında “Dilde birlik, fikirde birlik, iş’te birlik”, kurmak isteyen Gaspıralı İsmail Bey’in mezarını bile yok ettiler. Bu emsalsiz Türk büyüğünün mezarına bile tahammül edemediler. Kırgız’ı, Kazak’ı, Özbek’i, Türkmen’i, Azeri’yi farklı milletler gibi göstermeye çalıştılar. Bu yüzden beklenen Türk birliği bir türlü gerçekleştirilemedi. Türkiye bu hususta beklenen cesur ve kararlı adımları atamadı. Bu ülkelerin bağımsızlığı sözde kaldı.

    Bizler, savaşlarda zor şartlarda kazandığımız zaferleri masa başlarında hilelerle kaybettik. Artık elimizde bir Türkçemiz ve küçülmüş bir coğrafyamız kaldı. Onların kaybolmasına asla rıza göstermeyeceğiz. Bu dili kanımıza, canımıza bedel sayıp koruyacağız. Onların elimizden kayıp gitmesine asla seyirci kalmayacağız. Zira dil giderse vatan da gider.

    Geçen zaman Türkçenin aleyhine işliyor. Günümüzde milletimizi cendereye alan dil ve kültür sömürgeciliğinin önüne geçecek Karamanoğlu Mehmet Bey gibi kararlı ve cesur insanlara ihtiyaç vardır. O, bundan yüzyıllar önce dilin gidişatını beğenmemiş, bunun üzerine şu sert fermanı yayınlamıştır: “Bugünden geru divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.”(13 Mayıs 1277) Bu fermandan sonra her yerde Türkçe konuşulmaya başlanmıştır. Bugün Türkçenin itibarını iade edecek kararlı idarecileri mumla arıyoruz. Bu çağın Karamanoğlu Mehmet’ini hasretle bekliyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 01.12.2007 - 23:54

    HOCALARIN HOCASI: AHMET HİLMİ İMAMOĞLU

    M.NİHAT MALKOÇ

    Üniversiteleri değerli kılan akademik kadrolarıdır. Bu kadrolar seçkin elemanlardan oluşursa, başarı peşinden gelir. Fakat eğitimde başarılı olmak için bilgi tek başına yetmiyor. Öğretmen, eli altındakilere kendisini sevdiremedikten sonra ne kadar bilgili olursa olsun verimli ve başarılı olamaz. Hayatımızda bunun sayısız örneklerini görmekteyiz.

    Sevgiye dayalı otorite, korkuya dayalı otoriteden çok daha güçlü ve kalıcıdır. Seven insan, sevdiğini hiçbir zaman mahcup etmek istemez, onu güç durumda bırakmaz. Kendisini sevdiren hocalar daima başarılı olmuşlardır. Bunlardan birisi de KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi kıymetli Hocam Ahmet Hilmi İmamoğlu’dur. Yıllarca orta öğretim kurumlarında öğretmenlik yapan İmamoğlu, altı yıl da Almanya’da kalarak yurtdışındaki insanlarımıza dil ve vicdan bilincini öğretmiştir. Oradaki çocuklar Türkçenin doyumsuz zevkini ondan almışlar, dillerini doğru kullanma gayreti içerisinde bulunmuşlardır.

    Ahmet Hilmi Bey, hayatını öğrencilerine vakfetmiş usta bir öğreticidir. Hayatında aldığı vazifelerin hepsini başarıyla bitirmiştir. Hiçbir zaman makam ve koltuk sevdalısı olmamıştır. Aldığı görevleri bir nöbet olarak görmüş, zamanı gelince teslim etmesini bilmiştir. Gençlerin önünü açmayı öncelikli bir davranış olarak görmüştür. Trabzon Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü de yapan İmamoğlu, uzun yıllardan beri KTÜ bünyesinde Eski Türk Edebiyatı sahasında bilgi birikimlerini öğrencileriyle paylaşmaktadır.

    O, zor bir sahada çalışan kıymetli bir hocadır. Farsçayı öğrencilerine öğretecek kadar iyi bilmektedir. Türkiye genelinde bile Eski Türk Edebiyatı alanında söz sahibidir. Bilindiği gibi Eski Türk Edebiyatı artık kültürel hayattan çekilmiştir. Bunun günümüzde sevdirilmesi ve ilgi uyandıracak bir duruma getirilmesi kolay olmasa gerek. Fakat o, zor olanı başarmıştır. Yüzlerce yıllık bir edebiyatın gelecek nesillere öğretilmesi için büyük bir emek sarf ederek gençlerimizin ilgisini bu alana çekmiştir. O, bugün Eski Türk Edebiyatı sahasında bilinmesi gerekenleri öğrencilerine aktarmakta, bunu bir vefa ve vazife şuuru içerisinde sevdirerek yapmaktadır. Müzeye kaldırılmış bir edebiyatı canlı ve diri kılmanın mücadelesini vermektedir. Eski harflerle oluşturulmuş onlarca çeşit metni öğrencilerine okutmaktadır. Onun gibi hocalar sayesinde eski metinler korkutucu olmaktan çıkıp merak uyandıran gizemli belgelere dönüşmektedir. Bu bir bakış açısının ve anlayış kalitesinin neticesidir.

    Ahmet Hilmi İmamoğlu benim de üniversiteden hocamdı. Aynı zamanda kendisiyle aynı ilçedeniz. O da benim gibi Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde doğup büyümüştür. Üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümüne geldiğimde, yetiştiğim çevreden dolayı konuşmam ve yazmam çok bozuktu. Bunu doğal olarak derslere ve sınavlara da yansıtıyordum. Kendisi bir gün beni çağırarak bu bölümde okumamın çok zor olacağını, yol yakınken dönmemi söyledi. Gerçekten de çok eksiktim, kompozisyon yazmakta zorlanıyordum. Telaffuzum bozuk olduğu için insanlarla konuşmaktan geri duruyordum. Onun bu uyarısı beni çok üzmüştü. Fakat doğruları söylüyordu. Bu durumu o zamanın Edebiyat Bölüm Başkanı Nazan Bekiroğlu’yla da konuşmuştu. Bu uyarı beni ciddi bir değişime ve dönüşüme zorladı. Ya bu deveyi gütmeliydim, ya bu diyardan gitmeliydim.

    Gerçekten de böyle gelmişti ama bundan sonra böyle gitmezdi. Oturdum, düşümdüm, karar verdim. Hayatımda bir seferberlik gerçekleştirecektim. Gece gün okuyup yazacaktım. Nitekim öyle de yaptım. Trabzon’da günlük yayınlanan Türksesi gazetesine gittim. Gazetede yazmak istediğimi belirttim. Gazetenin sahibi merhum Ayhan Kıyak, önce tereddüt ettiyse de sonra teklifimi kabul etti. Gece gün okuyordum. Belli bir zaman sonra köşe yazıları yazmaya başladım. Yazılarım hemen her gün “Muhabbet Bağının Gülleri” adlı köşemde yayınlanıyordu. İfadelerim düzelmeye başlamıştı. Artık okumak ve yazmak, hayatımda vazgeçemediğim iki tutku olmuştu. Korkularım sevdiklerime dönüşmüştü. Bu değişim karşısında Ahmet Hoca büyük bir şaşkınlık yaşamıştı. Bu durumu her yıl yeni gelen öğrencilere anlatmayı ihmal etmez; beni yeni öğrencilerine bir model olarak gösterir.

    Babacan bir öğretmendir İmamoğlu Bey… Öğrencilerini baba gibi sever, onların düşüncelerine değer verir. Bugün Türkiye’nin dört bir köşesinde yüzlerce öğrencisi vardır. O, hocaların hocasıdır. Onun öğrencisi olmayı bir şans olarak görenlerin sayısı hiç de az değildir. Bunlardan birisi de benim… İyi ki onu tanımış, rahle-i tedrisatında bulunmuşum.

    İmamoğlu, son yıllarda hastalıklarla boğuşmasına rağmen eğitim hayatından ve öğrencilerinden hiç kop(a) madı. Böbrek rahatsızlığı yüzünden dolaşmadığı doktor, gitmediği hastane kalmadı. Hindistan’dan böbrek getirtti. Ameliyatlar oldu. Böbrek vücuda uymadı, eşinden böbrek aldı. Fakat bir türlü eski sağlığına ve zindeliğine kavuşamadı. Onlarca sıkıntıyla boğuşsa da öğretmenlikten ayrılmayı düşünmedi. Öğrencileriyle beraber olmak ona daima ilaç gibi geldi. Öğrencilerden ayrılmak onu en çok üzecek şey olsa gerek… Bugünkü öğretmenler, yani bizler ders yükünden yakınırken o, geçen yıl bir sürü hastalıkla boğuşurken gencecik bir delikanlı cesaretiyle otuz saat derse giriyordu. Fakat bu yıl sıkıntılar artarak devam etti. Artık haftada yedi saat derse girebiliyor. Lâkin, Allah geçinden versin, hayattan emekli olmadan okuldan ve öğretmenlikten emekli olmayı aklının ucundan bile geçirmiyor.

    Son yıllarda Ahmet Hilmi Hoca’nın başı sıkıntılardan kurtulmuyor. Geçenlerde evde internet kablosuna takılarak yüzükoyun yere yıkılmış. O sırada ayağı burkulmuş, bazı doktorlar ayağının kırıldığını, bazıları incindiğini söylenmiş. Hastaneye gitmiş, ayağını alçıya almışlar. Geçenlerde eski öğrencileri Meryem Bülbül ve Aşikâr Avcı Özgürbüz’le birlikte hocamızı evinde ziyaret etmeye gittik. Bizi görünce çok mutlu oldu, duygulandı. Yataktan kalktı, yastığa yaslandı. Bizimle o eski güleçliğiyle bir saati aşkın doyumsuz bir sohbet etti. Biz ordayken kapı çalındı. Yenilerden beş tane kız öğrencisi kendisini ziyarete geldi. Birkaç nesil öğrenci grubu bir araya geldik. Zaman ve öğrenciler değişmişti, fakat İmamoğlu Hocamız ufak tefek fiziksel değişiklikleri saymazsak eski durumundan bir şey kaybetmemişti.

    Ahmet Hilmi İmamoğlu, KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nde uzun seneler görev yaptıktan sonra bu bölümün kapanıp Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nün açılmasıyla KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçmiştir. Şimdi sözünü ettiğimiz bölümde öğretmenlik vazifesini sürdürmektedir. O bütün hastalıklara rağmen son nefesine kadar öğretmenlik kürsüsünden inmeyecek gibi görünüyor. Zaten o kürsüden inince tutunacağı en büyük dalı kırılmış olacaktır. Onu bizler çok seviyoruz. Tekrar eski sağlığına kavuşması için Allah’a dua ediyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 27.11.2007 - 00:24

    TEKAYDER’İN ÖĞRETMENLER GÜNÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Öğretmenler gününde hatırlanır eğitim ordularımızın neferleri olan öğretmenlerimiz... Oysa onlar akıldan ve gönülden hiç çıkarılmamalıdır. Onlar için bir gün asla yetmez. Trabzon’da görev yapan eğitimciler Trabzon Eğitim, Kültür, Araştırma ve Yardımlaşma Derneği’nin (Tekayder) ‘Öğretmenler Günü’ kapsamında düzenlediği etkinlikte bir araya geldi. 26 Kasım 2007 Pazartesi günü akşam saat 19.00’da Park Restaurant’ta yapılan etkinliğe; İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Süleyman Çakar da iştirak etti. Program, Dernek Başkanı Fuat Öründü’nün açış konuşmasıyla başladı. Gecenin önemine değinen Tekayder Başkanı Fuat Öründü, öğretmenlerin yeni nesillerin ülke ve millet menfaatleri doğrultusunda yetiştirilmesinde mübarek bir vazife üstelenen gönüllü çalışanlar olduğunu söyledi. Daha sonra Tekayder tanıtım filmi gösterildi. Ardından KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. O. Kemal Kayra “Öğretmenlik” konulu bir söyleşi gerçekleştirdi. Programa katılanların çoğunun öğretmeni olan Kayra şunları söyledi:

    “Aranızda bulunanların çoğu benim öğrencimdir. Sizleri öğretmen olarak burada görmek benim için büyük bir bahtiyarlıktır. Ben üniversiteye geçmeden evvel 16 yıl ortaöğretimde çalıştım. Uzun yıllar hem öğretmenlik, hem de idarecilik yaptım. İstanbul Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı görevinde bulundum. İdarecilikte hiçbir zaman öğretmenlikten aldığım doyumsuz tadı almadım. Kuleli Askeri Lisesi’nde okurken öğretmen olmayı kafama koyduğum için buradan ayrıldım. Belki de bu mutluluğu orada bulamayacaktım. Hayatta yapmadığım pek az iş kaldı. Ticaretle uğraştım, pazarcılık yaptım. Hepsi geride kaldı. Şimdi bakıyorum da hiçbir iş bana öğretmenliğin verdiği hazzı bahşetmedi.

    Öğretmenlik yüce ve muhterem bir meslektir. Çünkü öğretmen, ham insana bambaşka bir şekil veriyor. Onu sıfırdan alıp zirveye kadar çıkarıyor. Her insan bir kâinattır. Onun için öğretmenlik zor bir meslektir. Gerçi her mesleğin kendince zorlukları vardır. Sadece bizim işimiz daha zor değildir. Bunun yanında her meslek kıymetlidir. Çöpçü de, boyacı da, kaynakçı da bizim için önemlidir. Hepsine ihtiyacımız ve saygımız vardır.

    Bilim, insanı tek başına tatmin etmiyor. Sadece bilim asla kâfi değildir. Edinilen bilgilerin çocuklarla ve gençlerle paylaşılması apayrı bir zevk veriyor insana. Bu arada çocuklarımızı millî ve manevî değerlerimizle donatalım. Onları yerli kültürle bezeyelim. Eğer böyle yaparsak bu kişiler vatanlarına ve milletlerine sadık birer yurttaş olurlar. Her halükârda Türk millî şuurunu çocuklarımıza verelim. Milli kimliğimizi çocuklarımıza yansıtalım.

    Öğretmenler gece gündüz çalışan arılar gibidir, her çiçeğe konarlar, güzel olanı alırlar; onu daha sonra şifa olan bala dönüştürürler. Öğretmenlik her kesimden itibar gören bir kimliktir. Bu milletin bütün fertleri öğretmenin hünerli ellerinden geçiyor. Onları iyi işleyelim ki şer güçlerin ağına düşmekten korunsunlar. Eğitim milletlerin güven sigortasıdır. ”

    Hafızası fevkalade güçlü ve diri olan Osman Kemal Bey, görevi boyunca yaşamış olduğu capcanlı öğretmen hatıraları anlatarak dinleyenlere keyifli dakikalar yaşattı. Bazen güldürdü, bazen de düşündürdü. Çok keyifli bir söyleşiyle dinleyenlere hoş dakikalar yaşattı.

    Osman Kemal Hoca’nın ardından Trabzon Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Süleyman Çakar Bey kısa bir selamlama konuşması yaparak öğretmenlik mesleğinin önemine değindi. Daha sonra “Öğrenci Gözüyle Öğretmen” konulu bir slâyt gösterisi seyredildi. Ardından zengin bir menü, yemek ikramı olarak öğretmenlere sunuldu. Öğretmenler yemek yerken aynı zamanda yerel bir topluluğun saz eşliğinde söylediği türkülerle eğlendiler. Programın sonunda Akçaabat Folklor ekibi birbirinden güzel oyunlar oynayarak geceyi renklendirdi.

    Şehrimizin gözbebeklerinden biri olan Tekayder, Trabzon’da güzel işler yapıyor. Bu öğretmenler gecesi de onlardan biriydi. Her kesimden insanı büyük bir sevgiyle ve hoşgörüyle kucaklıyorlar. En güzel günlerinde öğretmenleri hatırlayan ve onları eğlendiren bu derneğin kıymetli elemanlarına en küçüğünden en büyüğüne kadar teşekkür etmeyi bir borç biliyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 25.11.2007 - 23:10

    TRABZON KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN HAVALİMANI

    M. NİHAT MALKOÇ

    Trabzon, Türkiye’nin tarihî şehirlerinden biridir. Binlerce yıllık mazisi vardır bu toprakların. Tarihî İpek Yolu’nun üzerinde bulunan bu güzide şehirde Mısır Fatihi Yavuz Sultan Selim, 22 yıl valilik yapmış, onun oğlu olan Kanunî Sultan Süleyman ise burada doğmuştur. Bu toprakları Rumların elinden alıp Osmanlı sınırlarına dâhil eden de İstanbul’un Fatihi İkinci Mehmet’tir. Bizler onu Fatih Sultan Mehmet olarak tarihe mal etmişiz. O büyük insan, ortaçağı kapatarak yeniçağı açmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı Atatürk, bazı illere hiç gitmediği halde buraya üç ziyaret gerçekleştirmiştir. Servetini burada milletine bağışlamıştır. Bu şehir Hasan Saka gibi başbakanlar, Cevdet Sunay gibi Cumhurbaşkanları, adını sayamayacağım onlarca bakan yetiştirip ülkenin hizmetine sunmuştur. Trabzonspor gibi futbolda Anadolu ihtilalini gerçekleştiren bir kulübü futbol dünyasına kazandırmıştır.

    Yavuz Sultan Selim’e padişahlık yolunu açan şey Trabzon’da gösterdiği başarılı yönetim anlayışıdır. Yavuz, oğlu Kanuni’nin dünyaya gelmesinden sonra onun bütün ilimlerle donatılması için en iyi eğitimcileri Trabzon’a getirmiştir. Bu da şehre bambaşka ilmî bir hava katmıştır. Trabzon’da ilmin her alanında kendini yetiştiren küçük Süleyman, 25 yaşına gelince Osmanlı’nın tahtına padişah olarak çıkmış, kısa zamanda adından sıkça söz ettirmiştir.

    Bu şehrin en önemli değerlerinden birisidir Kanunî Sultan Süleyman…1495 yılında Trabzon’da dünyaya gözlerini açan bu hükümdar, 15 yaşına gelinceye kadar bu şehrin sokaklarında dolaşmış, şifalı sularını içmiş, güzel havasını solumuştur. Hayata dair ilk gözlemlerini burada gerçekleştirmiştir. İlk ve temel eğitimini burada tamamlamıştır.

    Osmanlı devletinin tahtında 47 sene kalan bu büyük insan, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını daima genişletmiş, milyonlarca kilometreye çıkarmıştır. O, Trabzon terbiyesi almış bir cihan padişahıdır. Trabzon’da kurulu bulunan Kanunî Vakfı’nın başkanı Prof. Dr. Ali Baki, Kanunî Haftası etkinlikleri çerçevesinde Londra Müzesi’nden Kanuni’nin kılıcının kabzasındaki hamsi fotoğrafını getirtmişti. Bunu Kanuni Haftası’nın davetiyesine basmıştı. Kanunî, Trabzon bezinden gömlek giymiştir. O, bu kadar büyük bir Trabzon sevdalısıydı. Trabzonlular da bu şöhretli hemşehrilerine olan vefa borcunu ödemişlerdir. Trabzon’da KTÜ ana yerleşkesine, bir Anadolu lisesine, bir ilköğretim okuluna, bir köprüye, bir caddeye o büyük insanın adı verilerek yaşatılmıştır; sahile heykeli dikilmiştir.

    Trabzon’da kurulan havaalanı Türkiye’nin dördüncü büyük havaalanı olma özelliğini taşımaktadır. Bu havaalanı sadece Trabzon’un değil, çevre illerin de hava ulaşımını sağlamaktadır. Artvin, Rize, Giresun, Ordu, Gümüşhane, Bayburt gibi iller bu havaalanını kullanmaktadırlar. Yani burası nerden bakarsanız yüz binlerce insana hizmet vermektedir. Bu alan 1957 senesinde havayolları ağına hizmet vermeye başlamıştır. Toplam 1.377.244m² kurulu alanı bulunan Trabzon Havalimanının 9.710 m2’lik ve 1.500.000 Yolcu/Yıl kapasiteli İç ve Dış hat ortak kullanımlı terminali mevcuttur. Trabzon Hava Limanında 2640x45 metre boyutunda bir adet pist bulunmaktadır. Şehre oldukça yakın olan bu havaalanının daha da genişletilip zenginleştirilesi için yeni iç hatlar terminali ve ona bağlı olarak hizmet verecek geniş bir otopark yapılmaktadır. Bunlar havaalanını çok daha kullanışlı kılacaktır.

    Bizim buraya kadar anlattıklarımız Trabzon’un değerleri ve bu değerlerin yaşatılmasıyla ilgilidir. Son zamanlarda Trabzon Fikir Kulübü Başkanı Yavuz Saltık, Trabzon Havaalanı’nın adının Trabzon Kanunî Sultan Süleyman Havalimanı olarak değiştirilmesi için bir kampanya başlatmış. Ben bu vefa kokan kampanyanın doğru bir girişim olduğunu düşünüyorum. Bu alana cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın adının ilave edilmesi isteğinin ilgililerce makul karşılanacağını umuyorum. Burada isim değiştirmenin ötesinde isim ilavesi söz konusudur. Havaalanının adı değiştirilmeyecek, aksine ismi genişletilecektir. Bunun hiçbir maliyeti yoktur. Trabzon’umuz bu hareketiyle Kanunî’ye olan vefa borcunu da bir şekilde ödemiş olacaktır. Hiç zaman kaybetmeden havaalanının adı değiştirmelidir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 24.11.2007 - 14:45

    EĞİTİMCİ-YAZAR HALİT ERTUĞRUL’U DİNLERKEN…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Halit Ertuğrul, günümüzde çok okunan ve sevilen bir araştırmacı-yazar… Son yıllarda onlarca kitabı yüz binlerce basılıyor, satılıyor. Eserleri daha çok Nesil Yayınları’ndan çıkıyor. Meslek hayatı boyunca, eğitim ve kültür alanında elliye yakın kitabı ve çok sayıda da makaleleri ve yazıları yayınlandı. Cumhuriyet Üniversitesi, Kamu Yönetimi, Yönetim Bilimleri Bölümü’nde yüksek lisans; Sakarya Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü’nde de doktora çalışmalarını tamamladı. Ömrünü eğitime, çocukların inançları doğrultusunda aydınlanmasına adadı. Bizim kültürümüzle yoğrulmuş, dinî ağırlıklı eğitici kitaplar kaleme aldı. Kitapları çok sayıda ödül kazandı ve çeşitli dillere çevrildi. Eserlerinin bazıları da, Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından tavsiye edildi. Yayınlanan kitaplarından ‘Kendini Arayan Adam’, ‘Düzceli Mehmet’, ‘Aysel’, ‘Selim ve Hande’, ‘Canan’ gibi birçok eseri baskı rekorları kırdı. O şimdi yurdu karış karış dolaşarak gençleri fitne odaklarına karşı uyandırmanın gayreti içerisindedir. Amacı, gençlerin gelecekte pişmanlık duymayacakları bir eğitim almasıdır. Bunun için eğitim çalışmalarını aralıksız devam ettiriyor.

    İşte bu çerçevede eğitimci-yazar Halit Ertuğrul, 23 Kasım 2007 Cuma günü Trabzon’umuzu da teşrif etti. Eğitim-Bir Sen’in davetlisi olarak Trabzon’a gelen Ertuğrul, önce Trabzon Lisesi’nde öğrencilerle buluştu. Kalabalık bir öğrenci topluluğuna “Öğrenci Başarılarında Moral Motivasyon” konusunda çarpıcı bilgiler verdi. Öğrenciler bu değerli konuşmayı can kulağıyla dinlediler, daha sonra uzman konuşmacıya sorular sordular.

    Bilindiği gibi Dr. Halit Ertuğrul, kitapları baskı rekorları kıran bir yazar dostumuzdur. Onun eserlerini okuyup Hakk’a ve hakikate erişenlerin sayısı çoktur. Kıymetli yazar Halit Ertuğrul Bey, 23 Kasım 2007 Cuma günü Kanunî Anadolu Lisesi Konferans Salonu’nda Trabzon halkına seslendi. Konu “Aile ve Gençlik Eğitimi” idi. Fakat 150 kişilik salonun yarısı boştu. Merkez nüfusu 215 bin olan bu şehrin halkı, 150 kişilik salonu dolduramamıştı. Bu durum, bizim öğrenmeye ve bilgilenmeye ne kadar ilgisiz olduğumuzu açıkça göstermektedir. O gün o salonda bir pop sanatçısı olsaydı, insanlar içeri girip yer kapmak için birbirlerini ezerlerdi. Olsun mühim olan kalabalık değil, gelen kişilerin iç zenginliğidir. Ben bütün konferans ve toplantılarda söylenenleri not ederek daha sonra insanlarla paylaşırım. Bu enfes konferans boyunca da notlar tuttum. Fakat bilinmelidir ki bu notlar, konuşmacının sözlerinin sıralı hali değildir. Bu notlarımın en önemlilerini sizlerle paylaşmak istiyorum:

    “Aile huzuru en büyük zenginliktir… Bilim adamları derki dünyadaki en mutlu insan, varlık sebebini bilen insandır… İnsan sahip olduğu zenginliğin kıymetini ancak onu kaybedince anlıyor… İnsan küçük bir kâinat, dünya büyük bir insandır… Günümüzde aile içindeki dağılmalar pek çok problemi de beraberinde getirmektedir. Bir milleti çökertmenin en kolay ve kestirme yolu aileyi dağıtmaktır. Hayattaki en büyük imtihan, kişinin sevdikleriyle imtihan edilmesidir… Gençler gençliğini yaşamak istiyorlar. Gençliği yaşamak kuralsızlık değildir. En tehlikeli insan kuralsız, amaçsız, başıboş insandır… Çocuklar hayatı yaşayarak öğrenmelidir. Çocuklara ayakta durmasını, ayakta kalmasını öğretmeliyiz. Onları gereğinden fazla himaye etmemeliyiz… Aile reisi çocuğundan istediğini, beklediğini öncelikle kendisi yaşamalıdır. Çocuklar yüzde 70 babanın, yüzde 30 annenin davranışlarını taklit ederler. Kişi önce örnek olmalı, sonra o örnek davranışı çocuğundan beklemelidir.

    Çocuklarınızın yanında tartışmayın, kavga etmeyin. Sizi bu halde değerlendirmesinler. Çocuklar dürüstlük kavramını anne babalarından öğrenirler. Ya çocuklarınıza söz vermeyin ya da verdiğiniz sözü tutun. Eğer sözünüzü tutamıyorsanız nedeni makul gerekçelerle açıklayın, gerekirse onlardan özür dileyin. Çocuklarınızı çaresiz dünyalarla tanıştırın. Onlar çaresiz kişilere bakıp ellerindekilerin kıymetlerini bilsinler. Unutmayınız ki çare olduğunuz kadar çare bulursunuz. Destek olduğunuz kadar destek bulursunuz. Mutluluğu insanları mutlu etmekte bulun… Baba sevgisi ilaç gibidir. Çocuklarınıza baba sevgisini yaşatın. Yaşananlar göstermiştir ki baba sevgisine doyanlar hiçbir zaman babalarına problem olmamıştır.

    Çocuklarınızı sevin, sevginizi içinize gömmeyin. Erkekler eve geldikten sonra yemeği yiyip televizyonun karşısına geçmemelidir; eşlerini dinlemelidir; onlara günlerinin nasıl geçtiğini sormalıdır. Erkek akşam eve gelince eşinde ve çocuğunda açık aramamalıdır. Unutmayınız ki açık arayan açık verir… Çocuğun başarabilmesi için, başaracağına inanması gerekir. Evlatlarımıza düzenli çalıştıklarında başaracaklarına dair inancı telkin etmeliyiz.

    Küçük çocuklarınıza haftada birkaç kez serbest resim yaptırın. Bu resimlerde onların içlerine gömdükleri sınırsız hayallerini, gizli dünyalarını göreceksiniz. Çünkü çocuklar içlerindekileri resme dökerler… Çocuklarınıza yasaklar koymayın, kurallar koyun. Yasaklar her zaman itici olmuştur. Oysa kurallar düzenli yaşamanın olmazsa olmazlarıdır… Çocukların huzurunda öğretmenlerini ve akrabalarınızı çekiştirmeyin, aşağılamayın; kötü de olsalar bunu çocukların yanında ifade etmeyin… Çocuklarınıza günlük harçlık vermeyin; haftalık veya aylık verin. Çocuk, parasını harcama konusunda kendi planlamasını kendisi yapabilsin. Tasarruf yapmayı öğrenebilsin. Hayatını düzene koymasını becerebilsin.

    Çocuklara sık sık nasihat etmeyin. Çocukların dünyasında, örnek alabilecekleri modeller oluşturun. Sevgi diliyle konuşun. Unutmayın ki çocuklar sevdiklerini dinlerler, üzmezler… Çocuklar korktukları kişileri dinlemezler, sadece dinler gibi yaparlar. Bu, onların ikiyüzlü olmalarına sebep olabilir… Değerli dostlar hayatta nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Yaptığınız bütün iyilikler hem kullar, hem de Allah katında büyük bir değer ifade eder. Çocuklarımıza Allah’ı, Peygamberi, Kur’an’ı sevdirmeliyiz. Gönüllere girilmeden kafalara girilmez. Yaşadığınız sürece gönüllere girme gayreti içerisinde olunuz. Unutmayınız ki bu dünyada kötü insan yoktur, kötülüğe itilmiş insan vardır. İyilerin kolundan tutalım, kötüleri de dışlamayalım, onları da kazanıp iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe yöneltelim…”

    Kıymetli bir dost, akademisyen, araştırmacı yazar, bunların ötesinde ve fevkinde bir gönül insanı olan Dr. Halit Ertuğrul’u bütün dinleyiciler pürdikkat dinledi. Ertuğrul’un sözlerinden daha çok; verdiği yaşanmış örnekler, hayattan getirdiği pratikler dinleyicileri etkiledi. Konuşması boyunca değişik yörelerden, yurtdışından ve kendisinden yaşanmış hikâyeler anlattı. Bu ibretlik anlatılar, yaşanmış olaylar olduğu için dinleyenlerin gözlerini yaşarttılar. Ben de çok etkilendim, duygulandım. Çünkü anlatılanların çoğu trajikti. Anlatılanların bazılarının başı dramatik, sonu mutlu; bazılarının başı mutlu, sonu trajikti. Bu güzel sohbetten herkes çok istifade etti. Dinleyicilerin çoğunun hayatında yepyeni ve tertemiz bir sayfa açıldı. Sohbetin en kazançlı tarafı da buydu zaten. Değerli gönül insanı Halit Ertuğrul’u tanımaktan ve onunla sohbet etmekten büyük haz aldım. Allah böyle insanların sayısını artırsın. Çünkü onlar bozulan toplumu düzeltecek gerçek mürebbilerdir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 22.11.2007 - 23:47

    YEREL GAZETECİLERİN DUAYENİ: AYHAN KIYAK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Zaman sanki acelesi varmışçasına hızla akıp gidiyor. Seneler birbirini kovalıyor. Sabah ile akşam arasında geçen vaktin farkında bile olamıyoruz. Biz insanlar bu zaman nehri içerisinde ebediyete akıp gidiyoruz. Nehirler suyunu denize taşırken, zaman ise kendisine tabi olan insanları ebediyete taşıyor. O zaman ki bundan üç yıl evvel de Trabzon basınının mümtaz isimlerinden merhum Ayhan Kıyak’ı sonsuzluğa taşımıştı.

    Trabzon basınının gayretli girişimcilerinden merhum Ayhan Kıyak Ağabey, Trabzon yerel basınına çok büyük hizmetler vermiş müstesna bir insandı. O, yerel gazetecilerin duayeniydi. Elinde nesi varsa gazeteciliğe yatırdı. Yatırdıklarını maddî ve nakdi olarak alamasa da onun verdiği doyumsuz hazzı ömrü boyunca yaşadı. Bu haz ona fazlasıyla yetti. Çünkü o, gazeteciliği çok seviyor, bu alanda uzun yıllar daha hizmet etmek istiyordu.

    Ayhan Ağabey’le çeşitli zamanlarda çok muhabbetlerimiz olmuştur. O; büyükle büyük, küçükle küçük olmasını bilen, sezgisi güçlü ender insanlardandı. Ben onunla tanıştığımda 18 yaşında zıpkın gibi bir delikanlıydım. İçimdeki yazma arzusunu, heyecanını ve şevkini sezmiş olacak ki gazetesinde yazma teklifimi tereddütsüz kabul etmişti. Daha sonra ona başka kişiler de getirmiştim. Onların yazılarını da, o zaman kendisine ait olan Türksesi gazetesinde yayınlıyordu. Beraberimde getirdiğim fakülte arkadaşlarımla uzun uzun muhabbetler ediyor, onlara gazetecilik ve basın ahlakı üzerine ağabey nasihatleri yapıyordu.

    Trabzon’da gözlerini açan ve bu güzel topraklarda 63 sene yaşayıp onuruyla hayata veda eden Ayhan Kıyak, geride maddî miras bırakamamıştı. Çünkü helalinden kazanıp çok miktarda para kazanmak pek mümkün değildir. Eskilerimizin dediği gibi “Çok söz yalansız, çok mal haramsız olmaz” Dünyaya sadece para kazanmak ve lüks bir hayat geçirmek için gelenlerin, ömrünü bu uğurda geçirenlerin ahlakî yapılarına baktığımızda doğru şeyler göremeyiz. Böyle müsvedde hayatlar, hezimetle son bulmaya mahkûmdur.

    Gazetecilik zor bir meslektir. Bu meslek içerisinde kalem oynatanların herkesle dost olması mümkün değildir. Çünkü birilerinin hakkında olumsuz iki satır yazdığınızda o kişi sizinle küsebiliyor. Fakat o kimseyle küs durmayı sevmezdi. Tatlı dille ve ikna yöntemiyle bütün meselelerin üstesinden gelirdi. Birkaç kez yazılarımın yanlış dizildiğinden dolayı tepki göstermiştim. Fakat o birkaç tatlı sözle gönlümü almasını bilmişti.

    Ayhan Kıyak öldükten sonra geride, oturduğu dairenin dışında bir de matbaa bırakmıştı. Fakat onun bıraktığı en güzel miras, onurla yaşanmış tertemiz bir maziydi. Bunun yanında, bugün gazetecilik işini babalarının bıraktığı noktadan alıp devam ettiren, hatta haftalık bir gazeteyi günlüğe çıkaran Serkan ve Aykan Kıyak’ı merhum Ayhan Bey’in en güzel mirası olarak kabul ediyorum. Bu iki delikanlı bugün omuz omuza vermiş, Trabzon basınına hizmet ediyorlar. Dostlarını sevindirip, düşmanlarını hasedinden çatlatıyorlar. Bundan daha güzel ne olabilir ki! ... İnanıyorum ki bunu gören babaları yerinde huzur içinde yatıyordur. Çünkü onun hayatta görmek istediği şeylerden birisi de Hizmet gazetesinin günlük yayınlanmasıydı. O bunu gerçekleştirmeye kararlıydı. Fakat tam o sıralarda hastalandı, yataklara düştü. İsteği bir başka bahara kaldı. Fakat çocukları babalarının bu son isteğini gerçekleştirerek babalarına layık hayırlı evlatlar olduklarını gösterdiler.

    Ayhan Kıyak Ağabey’i çok erken kaybettik. Yaşasaydı Trabzon basınına çok şeyler daha verecekti. Basın ilkeleri bugünkü gibi ayaklar altına alınmayacaktı. Belki yerel basın üvey evlat muamelesi görmeyecekti. Merhum çok sigara içerdi. Fakat sigara dışında kötü bir alışkanlığı yoktu. Onun gibi iradeli bir insanın sigaraya teslim oluşuna bir anlam veremez, bu durumu kendisiyle münakaşa ederdim. O da bana “Tiryaki olmayanın tiryakilikten anlaması mümkün değildir” der, konuyu öylece kapatırdı. O da tiryakiliğinden memnun değildi. Fakat bir kere teslim olmuştu sigara denen illete. Ölümü de ona bağlı kanserden oldu. Bu büyük basın adamını ölümünün 3. yılında rahmet ve minnetle anıyor, kendisine rahmet diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 19.11.2007 - 00:38

    TRABZON DEVLET TİYATROSU 20 YAŞINDA…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bugün ülkemizde yeterli tiyatro salonu yoktur. Tiyatro sayısı genel nüfusa oranla çok azdır. Futbol seyircisine düşen koltuk sayısının belki onda biri bile tiyatro seyircisine düşmemektedir. Bu da bizde futbolun tiyatronun çok önünde bir seyirlik oyun olduğunu gösteriyor. Ülkemizin kültürel tercih analizini bunlardan yola çıkarak kolaylıkla yapabiliriz. Tiyatronun dizilerle eşit şartlarda mücadele etmesi için tiyatro altyapısının geliştirilip tekmil edilmesi şarttır. Okullarımızda tiyatroyu sevdirmek için amatör temsil çalışmaları yürütülmelidir. Bu sadece yılsonunda değil, daha sık yapılmalıdır. Çocuklar sık sık tiyatroya götürülmelidir. Gerekirse çocuklara bedava bilet temin edilmelidir. Çocuk okulda öğreneceğinin daha fazlasını tiyatroda kazanacaktır. Fakat tiyatrolarımızda öncelikle bizi anlatan, yerli değerlere yer veren oyunlar oynanmalıdır. Görüyoruz ki tiyatrolarda daha çok yabancı yazarların oyunları oynanmaktadır. Bu biraz da yerli oyun eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Oyun yazarlığı teşvik edilirse bu sıkıntı ortadan kalkar.

    Son zamanlarda televizyonlarda bir dizi furyası baş göstermiş bulunmaktadır. Hangi kanalı açarsan bir yerli diziyle karşılaşıyorsun. Kanallar daha çok dizi çekip yayınlamak için sanki birbiriyle yarışmaktadır. Fakat bunların çoğu, çok kısa zaman dilimlerinde ve ucuza çekilmektedir. Senaryolar eğiticilikten uzaktır. Durum böyle olunca bunları seyretmek izleyiciye bir şey kazandırmamaktadır. Dizilerin sayısı arttıkça usta oyuncu açığı tiyatrocularla giderilmektedir. Bu da tiyatrodan dizilere ve sinemaya doğru büyük bir kaçışa sebep olmaktadır. Bugün tiyatrocu sinema ve dizi oyuncusu kadar kazanamamakta, kısa zamanda şöhret olamamaktadır. Bunu bildikleri için sinemayı tiyatroya tercih etmektedirler.

    Tiyatrosu olan şehirler ne kadar şanslıdır. Bunu ancak tiyatrosu olmayan şehirlerde yaşayanlar bilebilir. Tiyatro bulunan şehirlerde her hafta ailece tiyatroya gitmek, orada eğlenmek hayatımıza apayrı bir renk katar. Monoton günlerimize heyecan ve güzellik gelir.

    Türkiye’de sadece 13 kentte devlet tiyatrosu kurulmuştur. Devlet tiyatrosu olan 13 şanslı şehirden birisi de Trabzon’dur. Trabzon Devlet Tiyatrosu bundan tam yirmi yıl evvel, yani 1987 senesinde Atapark mevkiinde kuruldu. Bu tiyatronun sahnesine unutulmaz oyunculardan Haluk Ongan’ın adı verildi. Bu davranış aynı zamanda bir vefa örneğiydi.

    Trabzon Devlet Tiyatrosu yirmi sene içerisinde şehre çok şey kazandırdı. Tabii ki bu kazançlar maddi değil, kültüreldir. Tiyatroya giden onca insan, seyrettiği oyunlardan büyük hazlar aldı, hayata tek taraflı değil, farklı yönlerden de bakılabileceğini öğrendi.

    Trabzon’da bir tiyatronun varlığı her açıdan kazançtır. Bu tiyatro yirmi yıl içerisinde yüzün üzerinde oyun sahneleyerek halka sunmuştur. Bunun yanında Türkiye’de sadece üç şehirde yapılan uluslararası tiyatro festivallerinden birisi de bu kurumun gayretleriyle her yıl Trabzon’da yapılmaktadır. Bu festivallere Çin’den Rusya’ya kadar onlarca ülke katılmaktadır.

    Bu tiyatro, şehrin halkıyla bütünleşmeyi de becerebilen ender bir sanat topluluğudur. Bu çerçevede TDT’nin sahnelediği “Düğün ya da Davul” oyununun sanatçıları ile Trabzon Lisesi öğrencileri 12 Kasım 2007 Pazartesi günü saat 13. 30’da Trabzon Lisesi Konferans Salonu’nda güzel bir söyleşi yaptılar. Trabzon Lisesi öğrencileri geçen hafta da “Düğün ya da Davul” adlı oyunu topluca seyretmişlerdi. Oyun öğrenciler tarafından çok beğenilmişti.

    Trabzon Devlet Tiyatrosu sanatçılarından Elif Şeker Saka, Sinem Şahin, Fatih Dokgöz, Duygu Dokgöz ve Fatih Topçuoğlu Trabzon Lisesi’ne gelerek hem “Düğün ya da Davul” oyunuyla ilgili, hem de tiyatro sanatıyla ilgili olarak öğrencilerin sorularını cevaplandırdılar. Tiyatro sanatçıları kendilerinden, tecrübelerinden, anılarından bahsettiler. Trabzon Lisesi Tiyatro Kulübü rehber öğretmeni İbrahim Kavzoğlu’nun organize ettiği söyleşiye gazeteciler de yoğun ilgi gösterdi. Bu gibi faaliyetlerin öğrencilerin ufkunu genişlettiğini, onları daha da sosyalleştirdiğini belirtmekte fayda görüyorum. Sağ olsunlar, tiyatrocularımız öğrencilerin söyleşi isteklerini olumlu karşılayıp okullara kadar geliyorlar.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta