Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1598

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 28.12.2007 - 01:48

    YARALI BİLİNCİN GÖZYAŞLARI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Uykulara gömdüm gözyaşlarımı... Gecenin kepçe kulaklarına fısıldadım en gizli sırlarımı... Umutların yalçın kayalıklarında kanattım yaralı bilincimi… Göklerden boşalan yağmurlar gönül heybemde sakladığım hatıralarımı azgın seline katıp götürdü. Yol yolcuya, yolcu yola küstü. Hedefe kilitlenen adımlar düş kramplarıyla öylece kalakaldılar. Ölüme giden ince ve kıvrımlı yollarda kılavuzunu kaybeden yolcu misali, sırat köprüsünün ayaklarına yapıştıysak da kaydı ayaklarımız sabun köpüğü gibi kaygan mermer taşlarından.

    ‘Yolcu yolunda gerek’ deyip düştük yollara. Yol yolcuya küserse yollar uzadıkça uzar, gidişler mahzun olur. Beyhude yere tutunur adımlar. Cevaplar kaçar soruların kapsama alanından. Akıl ve irade yangın yerine dönüşür. Ayaklar bir kez tökezlemeye dursun uçurumların eteklerinde; yerçekiminin ağırlığında hafif bir kuşkanadı gibi salınırsınız toprağın göğsünde. Korkular açılara kol kanat gerer. Biten bir öykünün umarsız kahramanı gibi açık denizlere ve acılara yelken açar gönül gemisinin rotasını kaybeden acemi kaptan...

    Bilinen yanlarımız bilinmeyen yanlarımıza yenilir hatıraların ebemkuşağının altında. Şeytan üçgeninin iç açılarının toplamı 180 derece eder mi sandın? Şeytanın etki kuşağından kurtulmadıkça gönüllerdeki huzur ve emniyet, temennilerden öteye gitmez elbette. Kimliğini iblisin kirli teknesinde yoğuranlar, hamuruna ateş katarlar su yerine. O ateş yakar bir ömrü… Cam kırıklarında dolaşıp da kandan azade olmayı bekleyenlerin düşünceleri kan denizlerinde görünmez olur. Dilekler yüreklere düştüğünde bileklerin gücüne galebe çalarlar. İçimize atığımız her ukde gönül sularımızı taşırmak için fazladan bir damla hükmündedir.

    Sevgide geç kalanların bütün mazeretleri geçersiz sayılır. Aşkın gözyaşlarında arınmayanların tövbesi kabul olur mu? Gözden akan bir sıcak damlacık gökten akan binlerce damlaya bedeldir elbet. Bir damla sıcak gözyaşı boğar bütün kirli nazarları. O bir damla ki okyanusları taşıran son iri damla hükmündedir. Gönlün barajları, yaşlarla dolarsa o şiddetli suyu hangi baraj kapısı tutabilir ki! ... Kırılgan bakışların ağırlığını hangi gönül taşıyabilir? Yürek kalelerini güçlü müfrezelerle korusanız da bir aşk lafzı bütün kapıları ardına kadar açmaya muktedirdir. Aşk anaforunda kimler rotasını kaybetmiş bir gülüşe kayıtsız kalabilir?

    Geç kalanlar, sevda treninin son vagonuna erişseler şükür secdesine dururlar. Hiçbir mazeret aşkta geç kalmışlığın acısını küllendirmeye yetmeyecektir. Karanlığın boşluğunda gözlerimizi kapatarak o zulmeti yok edemeyeceğimiz gibi “miş gibi” yaparak sevgisizlik bulutlarını değiştiremezsiniz. Hayatın ışığa açılan kapıları olan gözler acı gerçeklerden uzak durmaya çalışsa da yürek menziline düşen acı hissiyat gözleri yalancı çıkarır. Ten arzularına prangalar vuranlar, hakikatin sert kayalarına çarparak başını gözünü kırıp parçalarlar. Bir bakışın nelere bedel olduğunu bilmeden sevda yollarına düşenler gün ortasında şehrin işlek caddelerinde bile kaybolurlar. Kendi içinde kaybolan bir daha bulunmaz kolayca.

    Aşktır şehvetin kollarına destursuzca kelepçeler takan… Sevgisizlik anıtlarının mermer taşlarının gölgesinde ten arzularını titreten, yürek yüzünü güldüren, hüzün gözyaşlarına set çeken bir tatlı gülüş ve öpüştür. Ayrılık hocası bize neler öğretir kalplerin hicrete karar verdiği demlerde. Bir derin bakışın nelere bedel olduğunu, sermayesi gönül olmayanlar nerden bilebilsin ki? Kim demiş aşkın zaman hududu kelebeğim ömrü kadardır. Bir mum alevinin titremesi bile kalpteki aşk titreşimini galeyana getirmeye muktedirdir.

    Aşklar hep berabere biten müsabakalar gibidir. Yüksek ihtiraslar bile durulur sevda iklimlerinde. Sevdalar ayrılıkların örsünde dövüldükçe daha bir güçlenirler, direniş mukavemetleri o derece artar besbelli. Kavuşmalar yürek bağlarını gevşetir kanımca. Acı ve gözyaşı sunan aşklar en akil bir öğretmenden daha çok şey öğretirler bize. Onların rahle-i tedrisatından geçerek yangınlarda diri kalmayı öğreniriz. Tazelik güzelliği, güzellik tazeliği besler. Doyumsuz arzuların batağında çırpınanlar, düşmanın insafına güvenenler kadar irade fakirleridir. Oysa sevgi ve aşk, bizi hayata bağlayan hücrelerin yenilenmesidir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 25.12.2007 - 22:49

    NAZIM BİLGİN ÖLDÜ… BİTKİLER ÖKSÜZ KALDI…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ölüm bayram seyran dinlemiyor. Vakti dolan kişi dünyadan göç ediyor. Bunu gösteren bariz bir örnek yaşadık geçtiğimiz günlerde. Kurban bayramının ilk günü(20 Aralık 2007) herkes bayram ederken Sürmene ilçesi esnaflarından Nazım Bilgin aramızdan ayrıldı. O, Trabzon’un önemli insanlarından biriydi. Seksen yaşında olmasına rağmen bir delikanlı gibi diri görünüyor, sürekli çalışıyordu. Karadeniz’in zengin bitki çeşitlerini toplattırarak ilaç sanayinde kullanılmasını sağlıyordu. Bu işten hem dar gelirli vatandaş, hem kendisi, hem de ilaç firmaları kazançlı çıkıyordu. Ona Sürmene’de “bitkilerin babası” diyorlardı.

    O, Karadeniz bölgesindeki zengin bitki örtüsünün dünya pazarında değerlendirilmesini sağlıyordu. Allah’ın bizlere sunduğu bu şifa hazinelerinin dağlarda yok olup gitmesine gönlü razı olmuyordu. Hayvanlara yedirilen otlar onun elinde şifa kaynağına dönüşüyordu.

    Trabzonlu Nazım Bilgin, Karadeniz doğasında yetişen birçok bitkiyi yurt dışına ihraç ederek, ülkemize döviz girdisi sağladı. Nazım Bilgin, başta Amerika, İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerin ilaç sektöründe kullanılmak üzere tam 54 yıldır çok sayıda bitkiyi yurtdışına gönderiyordu. Bilgin’in uluslararası çapta tam altı madalyası vardı.

    O artık yok aramızda. Sürmene Merkez Yeni Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından aile mezarlığına defnedilen Nazım Bilgin’in bu ani ayrılığı, siyaset, edebiyat ve iş dünyasından birçok sevenini bir araya getirdi. Öğle namazının ardından kılınan cenaze namazına AK Parti Trabzon Milletvekili Cevdet Erdöl, Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canalioğlu da katıldı. Kalabalık halk kitlesinin katıldığı cenaze törenine Nazım Bilgin’in Köprübaşı’ndan da birçok seveni katıldı. Cenazede mahşeri bir kalabalık göze çarpıyordu.

    Lise öğrencilik yıllarımda ben de merhuma bitki satmıştım. O zamanlar gelirlerimiz yetersiz olduğu için bütün köy halkı olarak dağlara çıkar, ormanlardan ligarba(likapa) toplardık. Bidonlara doldurduğumuz ligarbaları(yaban mersini) götürür kendisine satardık. Bu kazanç bize ilaç gibi gelirdi. Okul harçlıklarımızı bunlardan çıkarırdık. Bu arada yaylalardan topladığımız ‘fındık otu’ adlı bitkiyi kurutur, çuvallara doldurur, Sürmene’ye götürür satardık. Bunun yanında bazı ağaçların kabuğunu soyar, kurutur, ona pazarlardık.

    Merhum Nazım Bilgin çok değişik şeyler satın alırdı. Aldıkları şeyleri ne yaptığını düşünüp dururduk; çok merak ederdik. Kendisine sormaya da cesaret edemezdik. Bir ara salyangoz alımı yapıyordu. Köyde ıslak ve yağmurlu havalarda salyangoz avcılığına çıkardık. Bunu her bir geçim kapısı, hem de oyun bellerdik. Bir gün salyangozları topladım, evin kenarında atıl durumda olan bir odacığa doldurdum. Sabah kalktığımda ne göreyim… Bütün salyangozlar ağzını aralık bıraktığım poşetten çıkmış, her biri bir duvardan yukarı tırmanmaya başlamıştı. Bir kısmı da odanın deliklerinde kaçmış, kendini doğal ortamlarına, tabiata atmıştı. Duvarlarda dolaşanları yakalayıp torbalarına koydum ama deliklerden sıvışıp kaçanları bir daha yakalayamadım. Onlar bir hatamdan yararlanıp özgürlüğe koştular. Yakaladığım salyangozları zaman kaybetmeden gidip sattım. Çünkü hiçbiri güven vermiyordu bana.

    Bilgin, Sürmene’de de, Trabzon’da da sevilip sayılan bir insandı. Onun elinden gelmeyen iş yoktu. Hayatta yaptığı işlerde hep muvaffak olmuştu. Bir ara siyasete de girmiş, DYP Sürmene ilçe başkanlığı da yapmıştı. Fakat siyasetin kendisine göre bir iş olmadığını çok geçmeden fark etmiş, siyasî macerasını ileri götürmeden bu işten vazgeçmişti.

    Nazım Bilgin inançlı bir insandı. Beş vakit namazını kılacak kadar dindardı. Dünya işlerini yürütürken öteki hayatı da ihmal etmezdi. Çok alçakgönüllü bir kişiydi. Kırk elli yıldan beri eski bir binada işlerini yürütmüştür. İstese kendisine konforlu bir büro yapamaz mıydı? Elbette buna gücü yeterdi. Fakat o gösterişi sevmezdi. Yanında pek çok kişiye iş vermiş, onların bir anlamda ekmek kapısı olmuştur. Yurtdışına pazarladığı bitkiler aracılığıyla devlete binlerce dolar döviz girdisi sağlamıştır. Vergisini de düzenli olarak vermişti. Nerden baksan Nazım Bilgin pek çok kişiye faydalı bir insandı. Allah rahmet eylesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 23.12.2007 - 23:05

    YUSUF HAS HACİP’İN ŞAİRLERE BAKIŞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bazı zamanlar, bir kısım duygu ve düşünceler dilimizin ucuna kadar gelir de bir türlü kelimelere döküp söyleyemeyiz onları… Ruhumuzdaki kıvılcımları dile getirmede sözcükler kifayetsiz kalır. Böyle bir durumda, içimizde kabaran duyguları ifade edebilmek için şairlerin mısralarına sarılırız. Çünkü onlar, bizlerin söylemek istediği duygu ve hayalleri veciz bir biçimde, mısra kalıbına boncuk boncuk dizerler. Duygu ve düşüncelerimize tercüman olurlar. Bu onların söz ustalığının bir yansımasıdır. Aslında bu az bir hüner de değildir.

    Şairlik ve söz ustalığı Allah vergisidir. Fakat Rabbimizin verdiği bu kabiliyetin ifşa edilebilmesi için dili çok iyi bilme zorunluluğu vardır. Adeta dil cambazı ve söz avcısı olmak gerekir. Şairlik için duymak ve hissetmek tek başına yeterli değildir. Önemli olan, hissiyatımızı en uygun sözcüklerle dile getirmektir. Bu biraz da çaba gerektirir.

    Günümüzde pek çok insan şiir adına bir şeyler karalayıp duruyor. Bunların hangisinin şiir olduğu, hangisinin şiir olmadığı tartışılagelmektedir. Aslında bu hususta çok kat’i ölçüler de yoktur. Fakat şiir olanlar her halûkârda kendini belli ediyor. En büyük kıstas okuyucunun şahşî kanaatleridir. Şairlik yaftası ulu orta satılmıyor. Zaman, şairlik sıfatına lâyık olanları gün yüzüne çıkarıyor. Zoraki bu isimle anılmak isteyenleri de sis perdesiyle kapayarak, tarihin karanlığına hapsediyor. Geçmişte bunun sayısız örnekleri yaşanmıştır.

    Zaman zaman şairlerin de özeleştiri yapması gerekir. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şu dörtlüğünde dile getirdiği gibi yeri gelince utanmasını da bilmek lâzımdır:

    “Şairim, / Zifiri karanlıkta gelse, şiirin hasını
    Ayak sesinden tanırım
    Ne zaman bir köy türküsü duysam
    Şairliğimden utanırım.”

    Şairler toplumun en itibarlı insanlarıydı bir zamanlar… Sayıları arttıkça insanların onlara bakış açısı değişti. Tabir caizse bu işte de sapla saman birbirine karıştı. Ama gerçek şairler, tüm zorluklara rağmen gün yüzüne çıkmayı başardı. Ötekilerse çoktan kaybolup gitti.

    İlk İslamî eser olarak edebiyatımızda yerini alan “Kutadgu Bilig” adlı eserin yazarı Yusuf Has Hacip, on birinci asırda insanların şairlere bakış açısını, eserinde veciz ifadelerle dile getiriyor. Günümüz insanının şairlere bakış açısıyla on birinci asrın insanlarının şairlere bakış açısını mukayese edebilmemiz için Yusuf Has Hacip’in “Kutadgu Bilig” isimli eserinde şairlerle ilgili olarak dile getirdiği düşünceleri sizlere sunmak istiyorum:

    “Kılıçta yitigrek bularnıng tili
    Yana kılda yinçke bu hatır yolı”(Bunların-şairlerin-dili kılıçtan daha keskindir ve kalplerinin yolu ise, kıldan incedir.)

    “Batıg yinçke sözler ukayın tise
    Bulardın eşit söz ukulgay basa”(Derin ve ince manalı sözleri anlamak istersen, sözü bunlardan dinle, anlarsın.)

    “Tengizke kirür körse könglün tükel
    Güher yinçü yakut çıkarur mesel”(İyice dikkat edersen, onlar denize dalarak, güher, inci ve yakut çıkaran insanlara benzer.)

    “Olar ögseler ögdi ilke barır
    Kalı sökseler atı artap kalır”(Bunlar methederlerse, bu medih bütün ülkelere yayılır; eğer hicvederlerse, insanın adı daima kötü olarak kalır.)

    “Usa edgü tutgil bularnı kadaş
    Bularnıng tilinge ilinme adaş”(Ey kardeş, bunlara mümkün olduğu kadar iyi muamele et; bunların diline düşme ey dost!)

    Yusuf Has Hacip ‘in dediği gibi, şairleri karşılarına alanlar âleme maskara olurlar…

    (Kaynakça: Kutadgu Bilig-Şairler Bahsi-Yusuf Has Hacip, Çeviren: R. Rahmeti Arat)

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 23.12.2007 - 17:40

    HAYATA İMANIN NURUYLA BAKABİLMEK…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Millî ve manevî değerlerin zaafa uğratıldığı, inançların hayatın dışına itildiği zor bir zamanda yaşıyoruz. Maddenin manaya baskı yaptığı, hatta galebe çaldığı bu çağda hayata imanın nuruyla bakabilmek, içimizde çıkmazlar oluşturan pek çok meseleye çözümler getirebilecektir. Yeter ki bakışımızı çağa göre değil, İslam inancının getirmiş olduğu temel ilkelere göre şekillendirelim. Gerçek mümin odur ki İslam’a çağın gözüyle bakmaz, çağa İslam gözlüğüyle bakar. Bu iki bakış açısı birbirinden çok farklıdır. Birincide çağın değerleri, ikincide İslam’ın değerleri esas alınmaktadır. Elbette esas olan İslam’ın kıymet hükümleridir.

    Yoz bir çağda yaşadığımızı kimse inkâr edemez. Bu asık suratlı çağda insanların bir kısmı açlık ve sefalet içerisinde ömür törpülerken, bir kısmı da nimetler denizinde şükürsüz bir dalgıç misali pervasızca haz avcılığı yapmaktadır. Neticede bu kesimlerin hiçbiri aradığı mutluluğu bulamamaktadır. Çünkü mutluluğun kaynağı maddî refah değildir. İnançların boşluğunu dünyevî hazlarla doldurmaya çalışanlar, dibi delik çuvalı doldurmak için günlerce uğraşan akıl fakirlerinden farksızdır. Onların emekleri zayi olmaya mahkûmdur.

    Günümüzde özellikle Batıda akılcılık ve bilim esas alınmaktadır. Öyle ki aklın ve bilimin tescil etmediği duygu ve düşünceler çağdışı kabul etmektedir. Dünyaya pozitivizm ve materyalizm penceresinden bakınca aklar kara, karalar ak gösterilmektedir. Oysa hayata aklın ve bilimin değil, vahyin penceresinden bakabilseydik bütün manevî hastalıklara derman bulabilirdik. Daha doğru bir ifadeyle söylemek istersek vahyin alanları bilimin ve aklın alanlarını kuşatır. İslam inancı bilimi reddetmez, aksine teşvik eder. Bu inanç sistemi akla ve iradeye de çok büyük değer vermiştir. Bunun en büyük göstergesi ölümden sonra sadece akıl sahiplerinin hesaba tabi tutulmasıdır; öte yandan aklı ve cüzi iradesi olmayanların hesap ve sorumluluk dışında kalmasıdır. Demek ki İslam inancı aklı, iradeyi ve bilimi önemsemektedir. Fakat bunlar vahyin kapsama alanından çıkarılınca, tabir caizse içleri boşalmaktadır.

    Günümüzde dünyaya yön vermeye çalışanlar ve kendilerini mutlak hâkim olarak görenler dünyayı yaşanmaz hale getirmişlerdir. Bunların yürüttükleri faaliyetler İslam’ın nurunu söndürmeye yöneliktir. Fakat onların suni nefeslerinin gücü bu muhteşem ışığı söndürmeye yetmeyecektir. Onlar fırtınaya karşı şemsiyeyle korunmaya çalışan akılsız bedbahtlardır. İnsanlığın huzurunu kaçırmaya çalışanların iki cihanda da huzurları kaçacaktır.

    Dünyanın ilahî nizamına pranga vurmaya çalışanlar; işe, gelir dağılımındaki düzensizlikleri ikame etmekle başlamışlardır. En başta ekonomiyi hâkimiyetleri altına alan bu kesimler, fiyatları lehlerine düzenlemek, bu sahte dengeyi sağlamak için milyonlarca aç insanın var olduğu bir dünyada, ellerindeki malları denizlere dökebilmektedirler. Bu kişiler biriktirdikleri sermayeleriyle İslam inanç sistemine son darbeyi indirmek için gayret sarf etmektedirler. O hain kişiler aç insanların imanına talip olmakta, çok kere de kalplerdeki açlığa endeksli cılız imanı söküp alabilmektedirler. Bu kişiler, sanki suçlular kendileri değilmiş gibi aç ve biilaç kişilerin onurlarıyla oynamakta, reklâm amacıyla onlar için yardım eğlenceleri düzenlemektedirler. Bu ‘eğlence’ ifadesine özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani dünyanın düzenini altüst eden iri göbekli insaf ve izan fakirleri, mide fakirleri açlıktan kıvranırken eğlenmekte, bu eğlence sonunda sözde hayır kasasına katkıda bulunmaktadırlar.

    Oysa İslam inanç sisteminde argo tabirle güçlünün değil, haklının borusu öter. Kal’e alınan güç değil, haktır. İslam’da gelir dağılımında dengesizlik olmaz. Çünkü bu inancın özünde biriktirme değil, paylaşma esastır. “Komşusu açken tok gezen bizden değildir” hadis-i şerifi bu hakikati tescil etmektedir. Bu arada İslam paylaşmayı ve yardımlaşmayı ferdin insafına bırakmamıştır. Zekât müessesesi toplum dengelerini gözetmek için İslam’ın beş şartından biri olarak kullara emredilmiştir. Böylelikle fakirle zengin dostluk, barış ve kardeşlik duygularıyla huzur içinde yaşama imkânı bulmuştur. İslam gerçek manada yaşatılabilse dünyada aç ve biilaç insan kalmazdı. Herkes huzur içerisinde ahirete hazırlanırdı.

    Müslümanlıkta esas olan, amellerin Allah rızası gözetilerek yapılmasıdır. Bizler İslamî inançlarımızı faydasından dolayı değil, Hakk’ın rızasına nail olmak için yaşarız. Müslümanın diğer insanlardan en bariz farkı da budur. Beklentilerle hareket edenlerin, amellerini ona göre yerine getirenlerin davranışları, beklentiler ortadan kalkınca veya zaafa uğrayınca sekteye uğramaz mı? Kişi zaten Allah’ın hoşnutluğunu esas alırsa nimetlerin en büyüğüne mazhar olur. Demek ki beklentiyle hareket etmeyenler, beklentilerle ibadet edenlerin mükâfatlarını kazandığı gibi, fazlasına da mazhar olurlar. Bu, neticesi daha hayırlı bir davranış değil midir?

    Günümüzde bizi İslamî inançtan uzaklaştırmak için sayısız tuzaklar kurulmuştur. İslamı yaşamanın her geçen gün zorlaştığı bir dünyada yaşadığımız doğrudur. Fakat mühim olan ve sevabı fazla olan, zor zamanda islamı yaşamak değil midir? Demir ne kadar ateşte ısıtılıp dövülürse o kadar dayanıklı olur. Öyle de imtihanın zorluğu mükâfatını da artıran bir sebeptir. Bundan on dört asır evvel Asr-ı Saadette yaşayan Müslümanların İslamı yaşama ortamı bugünkünden çok daha mı iyiydi? Fakat o mübarek insanlar o zor şartlar altında bu dini kusursuzca yaşama mücadelesi vermişlerdir. İslama karşı yapılan saygısızlıkları sineye çekmemişler, hayatlarını ortaya koyarak mücadele etmişlerdir. Onların büyüklüğü de bu zor şartlar altında tavizsiz ve diri kalmalarındandır. Takdir edersiniz ki zor şartlarda elde edilenler daha kıymetlidir. Yıldızlar karanlıkta daha parlak görünürler. Öyle de çetin şartlar altında islamı yaşama gayreti içerisinde olanlar Hakk katında daha muteber kullardır.

    Müslümanlık sanıldığı kadar yaşanması zor bir din değildir. Bütün mesele alışkanlıkların terk edilmesinin zorluğudur. Buna nefsin ve şeytanın fitnelerini ekleyince imtihan daha da zorlaşıyor. İslam bize hiç de uzak bir yaşantı değildir. Bizler her geçen gün bu hayat tarzından uzaklaşıyoruz; bizler uzaklaştıkça bu inanç sistemi bizlere ulaşılmaz geliyor. Oysa İslam ütopya değil, gerçeğin ta kendisidir. İnsanlar inandıkları gibi yaşamazsa gün gelir yaşadıklarına inanmaya başlarlar. Bizlerin geldiği nokta da sanırım budur.

    Bugünkü insanlık mal mülk biriktirme telaşı içerisinde Allah’a ve ibadetlere ayıracak zaman bırakmamıştır. Servet biriktirme telaşı ve dünya sevgisi bizlere gerçek sorumluluklarımızı unutturmaktadır. Oysa mülkün gerçek sahibi Allah’tır. Biz kullar birer emanetçiyiz. Kişinin faydalanabildiği serveti; yiyip içtiği, giyip eskittiğidir. Bu da bellidir.

    Kanaatkâr olmak mutluluğun reçetesidir. Kişi, çevresindekilerle para ve mal biriktirme yarışına girmemelidir. Fakat bu tembelliğe methiye değildir. İnsan, rızkını kazanmak için çalışmalıdır. Lakin daha çok kazanmak için kulluk sorumluluğunu geri plana atmamalıdır. Bizim dünyaya geliş sebebimiz mal ve para biriktirmek değildir. Bilinmelidir ki akıllı insan tamahkârlık yapmayan insandır. Bununla ilgili olarak bir kutsî hadiste şöyle denmektedir: “Ey insanoğlu, mal benim malımdır, sen de benim kulumsun. Benim malımdan senin malın ancak yiyip harcadığın, giyip eskittiğin, dünya için geri bırakmayarak sadaka verip ahiret için ebedileştirdiğin şeylerdir. Dünya için biriktirdiğinden senin hissen, ilahî gazaptır.”

    İnsanların bazısı nimetlerle, bazısı da yoksullukla imtihan edilmektedir. Onun içindir ki mevcut hayatımızı bu minval üzere yaşamalı, imtihan edildiğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. Zahirde zenginlik nimet, yoksulluk bela olarak görülse de kişi kulluk bilinci içerisinde hareket ederse bela gibi görüleni rahmete dönüştürebilir. Öte yandan nimet olarak görülen zenginlik kişiyi çıkmaza, sapık yollara sürükleyebilir. Kul nimete şükretmezse, yoksulluk karşısında sabretmezse ilahî imtihanı kaybedebilir. Öte yandan fakirliği sabırla ve tevekkülle rahmete dönüştürmek de mümkündür. Her şey niyetle ve onu hayata geçirme kararlılığıyla neticelenerek faydamıza veya zararımıza tecelli ediyor.

    İslam orta yolu öneren bir inanç sistemidir. Bu dinde ifrat ve tefrite yer yoktur. İslam bütün zamanları kapsayan bir inancın adıdır. Bu inancın kitabı da, peygamberi de bellidir. Onu başka inançlarla kıyaslamak yersizdir. Kullar dünya hayatıyla ahiret hayatını dengeli yürütmelidir. Peygamber Efendimizin buyurduğu üzere “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmalıyız.” Fakat kazancımızı yeri gelince tasadduk etmesini, paylaşmasını bilmeliyiz. Bu ömür mülkü bize sonsuza dek tapulanmış değildir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 22.12.2007 - 15:59

    OYUNCU SAVAŞ DİNÇEL YAŞAM PERDESİNİ KAPATTI
    M.NİHAT MALKOÇ

    Gün geçmiyor ki bir değerimiz ayrılmasın aramızdan. Alanlarında isim yapmış, ekol olmuş kişiler sararmış yapraklar misali bir bir dökülüyor hayat ağacından. Bu durum hayatın beklenen neticesi olsa da insanlar kolay kolay alışamıyor gidenlerin yokluğuna. Lakin zaman acıların üzerini küllerle örtüp yaşamın uzun bir süreç olduğunu ve devam ettiğini hatırlatıyor bize. Gidenler gelmiyor, gelenler vakti gelince bir ‘elveda’ bile diyemeden gidiyor.

    Bir ‘elveda’ bile diyemeden aramızdan ayrılan Türk tiyatrosunun ve sinemasının büyük isimlerinden Savaş Dinçel, geride büyük bir boşluk bıraktı. Oyunculuğa İstanbul Şehir Tiyatrolarında başlayan Dinçel, Münir Özkul’la çalışarak ilk özel tiyatro deneyimini yaşadı. Kırk yılı aşkın bir zaman boyunca şehir tiyatrolarında sahne aldı. Rol aldığı tiyatro oyunlarının sayısını kendisi bile bilmezdi. Bugüne kadar pek çok televizyon yapımında ve filmde oynadı. Tiyatro, sahne ve perde onun için ekmek-su gibi doğal ihtiyaçlardandı. O, sadece oynamakla yetinmemiş, oyun metinleri yazmış, oyunlar da yönetmiştir.

    1942 yılında İstanbul’da doğan Savaş Dinçel, tiyatro eğitimine İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde başlamıştı. Yani mektepliydi kendisi. Savaş Dinçel, güzel sanatların hepsini severdi. Resme karşı özel bir ilgisi vardı. Tiyatroya ayırdığı vaktin yarısını resme ayırsaydı bugün ülkemizin sayılı ressamlarından biri olabilirdi. Bu arada yaptığı karikatürlerde mizah ustalığını da ortaya koymuştur. İki karikatür sergisi açan Dinçel, ayrıca “Çizgilerle Nazım Hikmet” adlı bir çizgi roman hazırlamıştır.

    Hayatın perdelerini indiren Savaş Dinçel, zaman içerisinde güzel yapımlarda rol alarak, hafızalarımızda yer etmişti. Son senelerde Ekmek Teknesi dizisindeki Fırıncı Nusret’i, Ağır Roman’daki Berber Ali’yi canlandırmıştı. Dincel, son dönemde “Sessiz Gemiler” dizisinde de rol almıştı. Oynadığı tiyatro oyunları arasında Yaprak Dökümü, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, Godot’u Beklerken, Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye, Keşanlı Ali Destanı, Vişne Bahçesi, Artiz Mektebi, Küçük Prens, Hamlet ilk akla gelenlerdir. Yazdığı oyunlar Uçurtmanın Kuyruğu, Gürültülü Patırtılı Bir Hikâye, Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye adlarını taşır. Son yıllarda rol aldığı yapımlar arasında “Bir İhtimal Daha Var, Esir Kalpler, Eve Dönüş, Sevda Çiçeği, Ölümüne Sevdalar, Abdülhamit Düşerken, Üç İstanbul, Hababam Sınıfı Güle Güle, Sinekli Bakkal, İttihat ve Terakki, Azmi, Çemberler, Bizi Güldürenler” sayılabilir.

    Ziya Öztan’ın yönetmenliğini üstlendiği “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet” filmlerinde İsmet İnönü’yü canlandıran Dinçel, Ali Poyrazoğlu ve Münir Özkul ile birlikte çalıştı. Dinçel, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” adlı filmdeki rolü ile Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneğinden (ÇASOD) , Sinema Yazarları Derneğinden (SİYAD) ve 20. İstanbul Film Festivali kapsamında “En İyi Erkek Oyuncu” ödüllerini aldı. Yani bir rol ona üç ödül birden getirmişti.

    Dinçel, bir sigara tiryakisiydi. Önemli bir ameliyat geçirmiş olmasına rağmen sigaradan vazgeçememişti. Belki ölümünü de bu sigara tiryakiliği beraberinde getirmişti.

    Evinde geçirdiği iç kanama sonucu 20 Aralık 2007 tarihinde hayatını kaybeden tiyatro sanatçısı Savaş Dinçel’in cenazesi, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde yapılan törenin ve Teşvikiye Camii’nde öğleyin kılınan namazın ardından Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi.

    Usta tiyatrocu ve sinema oyuncusu Savaş Dinçel’in, daha güzel yapımlarda rol alacakken, ani ölümü bütün sanatseverleri derinden üzmüştür. Zira böyle büyük ustalar nadir yetişiyor. Onların bıraktığı boşluklar öyle kolay kolay dolmuyor. O, her rolün hakkını fazlasıyla veren, kaprissiz, alçakgönüllü, konumunu bilen ve ona göre hareket eden bir sanatçıydı. Sanatın onurunu her şeyin üstünde tutardı. Mesleğine derin sevgisi ve saygısı vardı. Oynadığı oyunlarda ve filmlerde rol yapmaz, adeta olayı yaşardı. Verilmesi gereken mesajı ve duyguları başarıyla verirdi. Bu da onun büyümesine, halkın beğenisini kazanmasına zemin hazırlamıştır. Türk sineması eşine az rastlanır bir oyuncusunu kaybetmiştir. 65 yaşında aramızdan ayrılan Savaş Dinçel’e Allah’tan rahmet diliyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 18.12.2007 - 15:15

    KURBAN BAYRAMININ ANLAMINA VAKIF OLMAK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Kurban İslam itaat kültürünün önemli bir yansımasıdır. Zorlu bir imtihana tabi olduğumuz bu dünyada bedenî ve malî ibadetlerle görevli kılınmışız. İbadetlerimizi Allah’ı hoşnut etmek, gazabından uzak durmak için büyük bir aşkla ve şevle yerine getiririz. Vaktinde ifa etmemiz gereken ibadetlerden birisi de kurban kesmektir. Fakat bu sadece malî gücü yeterli olanlara yönelik bir emirdir. Gücü yetmeyenlerin böyle bir sorumluluğu yoktur.

    Kurban bazı mezheplere göre vacip, bazılarına göre de sünnettir. Hz. Peygamber (s.a.) yaşadığı sürece kurban kesmiş, ümmetine de bunu tavsiye etmiştir. Zekât vermekle yükümlü olacak kadar zengin olanlar, bayram namazından sonra, kurban bayramı günlerinde bu ibadeti yerine getirirler. Kişiler kesilen kurbanın birazını yer, birazını ayırır, geri kalanını da Allah rızası için muhtaçlara tasadduk ederler. Böylece sene boyunca evine et girmeyenler gerçek manada bayram etmiş olurlar. Onların sevincini görünce bizler de bayram etmiş oluruz. Böylelikle muhtaçlarla varlıklılar arasındaki sevgi ve dayanışma bağları kuvvetlenmiş olur.

    Türkiye’de dinî ve millî değerlerimizi bir türlü kabullenemeyen kesimler, kurbanı bir fırsat bilip bu milletin binlerce yıllık dinî ve millî kıymetlerini hedef tahtası olarak bellerler. Bu kişiler ve kurumlar kurbanı şiddetle ilişkilendirirler. Oysa şiddet, hayvana eziyet etmek ve hiç ihtiyaç yokken onu kesmektir. Fakat kurbanda ne keyfilik ne de eziyet vardır. Keyfilik yoktur, zira kurban Allah’ın emirlerinden biridir. Hayvanlar incitilmez. Böylece ibadetten elde edilecek sevap artırılır. Bunların aksine davranışlar gösterenlerin yanlışlıkları şahsîdir, bu olumsuzluklar ancak kendilerini bağlar. Bunlar İslama mal edilemez. Kötü örneklerin de hiçbir zaman emsal olamayacağı aşikârdır. Kurbanı yorumlayanların bunları bilmesi gerekir.

    Bazı kesimler Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne girmesiyle bir kısım değerlerinden vazgeçeceğini iddia ediyorlar. Vazgeçeceğimiz değerlerden birisi de kurbanmış. Korkmayın AB’ye gireceğimiz filan yok. Üstelik girsek bile Avrupalılar, bizim sözde hayvan dostlarından daha geniş ufka sahiptirler. Bizimkiler gibi sapla samanı birbirine karıştırmazlar.

    Avrupa dedim de aklıma geldi. İspanya AB üyesi değil mi? İspanya bütün dünyada boğa güreşleriyle tanınan bir turizm ülkesidir. Boğalara nasıl davranıldığı, arenalarda nasıl hunharca şişlenip öldürüldüğü herkesin malumudur. AB onları görmüyor mu? Onlar görmüyorsa bizim yerli hayvan dostları buna neden ses çıkarmıyorlar? Bunun yanında Çinliler ve Japonlar bu çağda bile kedi köpek yemekten çekinmiyorlar. Onlara niçin tepki göstermiyorsunuz? Sizin derdiniz hayvanlar değil, inancını yerine getiren Müslümanlardır. Güya bir açık yakalamış gibi durduk yerde bu milletin dinî değerlerine saldırıyorsunuz. Sizi kurban kesmeye zorlayan yok; inanmıyorsanız kesmeyin. Bari başkalarının ibadetlerini gölgelemeye ve lekelemeye kalkışmayın. Herkesin inancı ve görüşü kendini bağlar.

    Hayvan haklarını hepimiz savunuyoruz. Fakat bütün hayvanların ve diğer varlıkların insanın faydasına sunulduğunu da biliyoruz. Kurbanın merhamet ölçüleri içerisinde temiz ve uygun ortamlarda kesilmesine diyeceğimiz yok. Kurban tabiî ki sıhhî şartlarda kesilmelidir. Lakin bunu saptırıp kurbanın özüne saldırmak çirkin bir davranıştır. Hayvan haklarını savunduğunu söyleyenlerin, eşref-i mahlûkat olan insana da sahip çıkmalarını, onun da haklarını savunmalarını bekleriz. Zira Bosna-Hersek, Kosova, Doğu Türkistan, Cezayir, Çeçenistan, Karabağ, Filistin ve Irak gibi İslam beldelerinde kan gövdeyi götürüyor. Yüzünüzü biraz da oraya çevirin. Vatanları için kurban olanların çığlıklarını duyalım.

    Kurban bayramını ruhuna uygun bir biçimde yaşayalım ve yaşatalım. Bu bayramda cimrilik ve aç gözlülük edip etleri dolaplara yığmayalım. Diğer günlerde et alabilecek kimseler bu anlamlı paylaşma gününde kurbanlarını fakirlere tasadduk etsinler, etsinler ki bayramlar gariban için de gerçek anlamda bayram olsun. Yoksullar, varlıklılara özenmesin, el açmasın. Hepinizin mübarek Kurban Bayramını en iyi dileklerimle kutluyor, Müslüman ve Türk âlemi için hayırlara ve uyanışımıza vesile olmasını Allah’tan niyaz ediyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 16.12.2007 - 23:17

    KURBAN TESLİMİYETTİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yüce İslam’ın bütün Müslümanlara vacip kıldığı emirdir kurban… Onun içindir ki bu vazife nam olsun diye değil, ibadet olduğu için yapılır. Fakat günümüzde bazı insanlar gösteriş olsun diye kurban kesmektedirler. Onun içindir ki kurbanı bir gösteriye dönüştürmektedirler. Kurbanın kan akıtmakla, Allah’a teslimiyetin remzi olduğunu unutanlar, bu işe de nefislerini bulaştırmaktadırlar. Allah’ın her emrinde sayısız hikmetler vardır. Kurbanın da hikmetleri pek çoktur. Kurban yüce Rabbimize teslimiyetimizin şiarıdır. Bu teslimiyetin en güzel örneğini Hz. İbrahim’le onun sevgili oğlu Hz. İsmail vermişlerdi.

    Yüce Kur’an’da da ifadesini bulan bu yaşanmış hadise hepimize ibret olacak cinstendir. Bilindiği gibi Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmek üzere şimdiki Harem-i Şerif'in bulunduğu yere getirdiğinde içinde hiçbir korku ve tereddüt yoktu. Mademki yüce Yaradan böyle bir şey istemişti, onu her şeye rağmen yerine getirilmeliydi. Hakk’a ve hakikate dair sırların muhtevasını kulların bilmesi muhaldi. O zaman yapılacak iş, sabır ve tevekkülle, verilen vazifeyi ifa etmekti. Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i kurban etmekle görevlendirildiğinde kendini toparlamış, duygularını bir kenara bırakarak kulluğunu ön plana çıkarmıştı. Mademki kuldu, o zaman Rabbinin emrine ram olacaktı. Kulluk ve samimiyet imtihanla ölçülebilirdi.

    O, kendisine emredileni gerçekleştirmeye giderken bugünkü moda tabirle blöf yapmıyordu. Emre amade bir ruh haliyle niyetini gerçekleştirmeye kararlıydı. Bu tavır Hz. İbrahim Aleyhisselamın kulluğunun yüceliğini göstermeye yetecek bir davranıştı. Peki, öte yandan kurban edilecek olan Hz. İsmail’in Rabbine ve babasına yönelik teslimiyetine ne demeli? Bunu bizim gibi ruhları karanlıklardan ve karalardan arınmamış insanlar anlayabilir mi? Hangi birimiz durup dururken, göz göre göre bıçağın altına girmeye, ölmeye rıza gösterebilir ki? Yüzünü tam anlamıyla Hakk’a dön(e) meyenler bu sırrı anlayamazlar.

    Hz. İbrahim’in oğluna bıçak çekecek olması kininden değil, teslimiyetindendi. Malum olduğu üzere Hz. İbrahim’in Sare annemizden çocuğu olmayınca, “Ya Rabbi eğer beni çocuk sahibi kılarsan onu sana kurban edeceğim” diye bir söz vermişti. Verdiği söz yıllar sonra kendisine hatırlatılmıştı. Eşi Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmail, delikanlılık yaşına gelince verdiği sözü yerine getirmesi istendi kendisinden. Halilullah (Allah dostu) olan İbrahim Peygamber, bu ahvali oğlu İsmail’e açmıştı. Bu durum karşısında Peygamberin oğlu Hz. İsmail de en az babası kadar büyük bir adanmışlık ve teslimiyet bilinci içerisinde hareket ederek babasına şöyle demişti: “Ey babacığım! Sana emrolunanı yerine getir.” (Sâffât, 37/102) diye kendince son sözlerini söylüyordu. Bir adım sonra gerçekleşecek ilahî lütuftan da habersizlerdi. Yüce Yaradan onları imtihan ediyordu. Onlar bunun farkındaydılar.

    Allah, Kur’an-ı Kerim’de, Hz. İbrahim’in bu zorlu imtihanının seyrini ve neticesini ayrıntılı bir şekilde biz kullarına duyuruyor. Bu hadiseden payımıza düşen sırları almamızı istiyor. Ayette bu olay şöyle özetleniyor: “Her ikisi de Allah’ın emrine teslim olup, İbrahim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: ‘İbrahim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk) .’ deyince (onları büyük bir sevinç kapladı) . Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz! Bu, gerçekten pek büyük bir imtihandı. Oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik. Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık ki o da, bütün milletler tarafından şöyle denilmesidir: ‘Selam olsun İbrahim’e! ’ Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz.” (Saffat, 37/103–110) Kurbanın özündeki bu büyük sırları kavramadan kurban kesmek yavan bir ibadetten öteye gidemez. Bazılarının sandığı gibi kurban sadece bir et bayramı değildir.

    Ne büyük bir imtihandı Hz. İbrahim’inki… Hangi birimiz bu sınavdan onun kadar rahat ve başarıyla çıkabilirdik. Verdiğimiz sözü çabucak unuturduk. Fakat o unutmadı, Allah için en değerli varlığına bıçağı dayadı. Allah da onu mükâfatlandırdı. Bizler de o hadiseden sonra kurbanı bir adanmışlık ve teslimiyet ruhu içerisinde sembolik olarak değil, bir sembol olarak kesiyoruz. Ne mutlu kurbanını sembolik değil, adanmışlık sembolü olarak kesenlere…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 15.12.2007 - 00:52

    KÖPRÜBAŞILI HAYIRSEVER İŞADAMI: ABDULLAH KANCA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Halk tarafından “üç günlük dünya” olarak ifade edilen yaşadığımız bu âlemde sınırlı bir ömre sahibiz. Sayılı günlerimizi artırmak elimizde değil. Fakat adımızı yaşatmak ve kalıcı kılmak elimizdedir. Geride ne kadar eser bırakırsanız, adınız o kadar hafızlara kazınır. Mevlana’nın dediği gibi “Kamil odur ki; koya dünyada bir eser, / Eseri olmayanın yerinde yeller eser…” Bu çerçevede geride hayırla anılacak bir isim ve eser bırakan Köprübaşılı hayırsever işadamı Abdullah Kanca’yı anlatmak için böyle bir girişe lüzum gördük.

    Otomotiv sektörünün duayenlerinden, son nefesine kadar ülkesine ve insanlara hizmet etmeyi şiar edinmiş hayırsever işadamı ve sanayici Abdullah Kanca bundan bir sene evvel aramızdan ayrılmıştı. Onu ölüm yıldönümünde rahmetle anıyoruz. Küçük bir atölyeyle işe başlayan ve modern fabrikalar kuran bu büyük yürek, milyon dolarlık ihracatlarla ülke ekonomisine girdiler sağlamıştır; sürekli en çok vergi veren kişiler listesinde yer almıştır.

    1933 yılında Sürmene’de doğan, El Aletleri Dövme Çelik ve Makina San. A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Değerli Sanayici Abdullah Kanca, 1954–1965 yıllarında Sürmene’de ticaretle uğraştı. Yörede el işçiliğiyle keser imalatı yapan ustaların ürettiği malları İstanbul’a göndererek pazarlıyordu. Bu keserlerin Türkiye genelinde dağıtımını ve satışını sağlıyordu. Bu hizmet, küçük esnafın ürünlerini satmasını kolaylaştırıyordu.

    Kanca’nın asıl amacı bu ustaları tek çatı altında toplayıp onların güç birliği içerisinde çalışıp üretmesini sağlamaktı. Fakat bölge insanının “azıcık aşım ağrısız başım” anlayışı yüzünden bunu gerçekleştiremedi. O da dört demirci ustasıyla İstanbul’a gitti. Topkapı’da küçük bir atölye kiraladı. 1966 yılında İstanbul Topkapı’da çekiç, keser imalatına başladı. Daha sonra mobilyacılara işkence aleti denen malzemeyi ürettiler. Ardından tesviyeci mengenesi imalatına başladılar. 1978’de otomotiv yan sanayisine girdiler. Bir parçayla başlayan serüven şimdi bin parçayla devam ediyor. İşin bu noktalara geleceği akıllarından bile geçmiyordu. Bugün Türkiye’nin ve dünyanın en büyük otomotiv firmalarına parça üretiyorlar.

    Merhum Abdullah Kanca, uzun yıllar otomotiv yan sanayi kuruluşları birliklerinden TAYSAD, TOSB gibi oluşumlarda yönetim kurulu üyeliklerinden başkanlığa kadar değişik kademelerde çalıştı. Kanca’nın iş yaşantısındaki en büyük prensibi dürüstlük ve sadakatti. Sonuçta zarar edecek olsa da verdiği sözde daima dururdu, hiçbir zaman tutamayacağı sözler vermezdi. Daima açık, şeffaf ve güvenilir bir patron portresi çizmiştir. Gerçi o kendini patron bile saymazdı. İşe işçilerden evvel gelir, onlardan sonra giderdi. O, ticaretin çirkef yanında olmadı hiçbir zaman. İşçilerine patron gibi değil, bir aile babası gibi davrandı. Onların meselelerini kendi meselesi bildi. Sıkıntısı olanların sıkıntılarını büyümeden bertaraf etti. Ailesinden çaldığı zamanı işçilerine ayırdı. Korkuya değil, sevgiye dayalı bir otorite tesis etti. Peygamber Efendimizin “Çalışanın hakkını alnının teri kurumadan veriniz” ölçüsünü kendisine şiar edindi. Böyle davrandığı için de çalışanlarının sevgi ve güvenini kazandı.

    Merhum Kanca’nın iş ahlakı ahilik teşkilatının iş ahlakıyla birebir örtüşürdü. O, tıpkı ahiler gibi müşteriyi kandırmayı insanlığa ters bir anlayış olarak görüyor, bu çirkin davranıştan uzak duruyordu. Gerçi otomotiv sektörünün en iyileriyle çalışanların kaliteden ödün vermesi, işlerinin bitmesi demekti. Fakat onun çalışma ahlakı böyle davranmasını gerektiriyordu. Aileden almıştı ticaret ahlakını. Zira ailesi de küçük de olsa ticaretle uğraşırdı.

    Onun ilkelerinden biri de kazandıkça hayır yapmaktı. Onun kapısından boş dönen ihtiyaçlı olmamıştır. Ülkesinden kazandıklarını ülkeye yatırmak ona haz veriyordu. Bu bağlamda Sürmene’de KTÜ Abdullah Kanca Meslek Yüksekokulu inşaatına başladı. Bu okulda yetişecek gençler ülkemizin tersanecilik alanında eksik olan kalifiye eleman ihtiyacını karşılayacaktır. Çamburnu’nda kurulmakta olan tersaneye donanımlı elemanlar yetiştirecektir. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle ülkesi için çalışan ve hayırda yarışan bu vakıf insanı, sınırlı kelimelerle anlatmak muhâldir. Köprübaşı’nın gururuydu o… Allah rahmet eylesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 13.12.2007 - 01:11

    FELSEFECİ VE ŞAİR KENAN SARIALİOĞLU’YLA BAŞBAŞA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon Lisesi kültür, sanat ve edebiyat alanındaki faaliyetleriyle tanınan tarihî bir eğitim ve öğretim kurumudur. Bu okulda hemen her gün bir etkinlik gerçekleştirilir. Bu köklü eğitim yuvasında sosyal faaliyetlere müsait bir altyapı mevcuttur. Okulun çok geniş ve modern bir salonu bulunmaktadır. Bu salonu sadece okul değil, Trabzon’da etkinlik gerçekleştiren pek çok kurum kullanır. Burası daima Trabzon kültürüne, sanatına hizmet eder.

    Bu çerçevede geçen hafta, 11 Aralık 2007 Salı günü, tarihî Trabzon Lisesi’nin, felsefeci ve şair kimliklerini birleştiren bir kültür adamı konuğu vardı. Trabzonlu felsefeci ve şair Kenan Sarıalioğlu Trabzon Lisesi Felsefe Kulübü’nün konuğu olarak Trabzon Lisesi’nde bir söyleşi gerçekleştirdi. Sarıalioğlu, salonu tıka basa dolduran öğrencilerle samimi bir söyleşi yaptı. Öğrenciler söyleşiye hazırlıklıydı. Zira söyleşiye geçmeden evvel Kenan Sarıalioğlu’nun şiirleri öğrenciler tarafından seslendirildi. Bu durum Sarıalioğlu’nu fazlasıyla mutlu etti. Yazdığı şiirleri öğrencilerin sesinden dinleyerek eski günlere yol aldı.

    Kenan Sarıalioğlu, Trabzonlu bir duygu adamıdır. Mütevazı hayatını doğup büyüdüğü bu şehirde devam ettirmektedir. 1946’da Trabzon’da doğmuştur. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirmiştir. Halen Serander Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmenliği yapmaktadır. Evli ve üç çocuk babasıdır. İlk şiiri Yeditepe’de yayınlanan Kenan Sarıalioğlu’nun şiir, deneme ve çevirileri çeşitli dergilerde yayınlandı. Yayınlanmış kitaplarından bazıları şunlardır: “Metafizik ve Gülümseme, Ayna Rubaileri, Issız İnsan Ormanında, Materyalizm ve Ahlak, Bir Çöl Rüzgârı Ömrümüz (Hayyam’dan çeviri) , Sabahın Gizeminde, Doğanlar (Nietzche’den çeviri) , Doğmuş Olmanın Sakıncası (Cioran’dan çeviri) , Közdeyişler (Chamfort’tan çeviri) , Ateş ve İpek (Sadi’den çeviri) , Gülışığı (Hafız’dan gazeller) …”

    Kenan Sarıalioğlu’nun Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığı Serander Yayınları Trabzon’a yönelik önemli eserler yayınlamaktadır. Bugüne kadar pek çok eser yayınlayan bu yayınevi içerik ve şekil açısından kaliteden ödün vermemektedir. Bu yayınevi daha çok Trabzon ve Doğu Karadeniz kültürünü ön plana çıkarma gayreti içerisindedir. Yayınladıkları eserler arasında şunları sayabiliriz: “Anabasis’ten Atatürk’e Seyahatnamelerde Trabzon, Atatürk ve Trabzon, Doğu Karadeniz-Tarih-Kültür-İnsan, Pontus Meselesi, Türk Modernleşmesi Sürecinde Trabzon Halkevi, Osmanlı Hâkimiyetine Kadar Doğu Karadeniz’de Türkler, 18. Yüzyılda Trabzon’da Ticaret, Doğu Karadeniz Eşkıya ve Kabadayıları, Onsekizinci Yüzyılın İkinci Yarısında Trabzon, Doğu Karadeniz’de Bir Derebeyi Ailesi: Sarıalizadeler, Anılarda Trabzon 1–2, Yirminci Yüzyıl Başlarında Trabzon’da Yaşam...”

    Söyleşide Trabzon Lisesi öğrencileri Kenan Sarıalioğlu’nu soru yağmuruna tutarak bir hayli terlettiler. O da sorulan sorulara içinden geldiği gibi doğal cevaplar verdi. Öğrenciler Sarıalioğlu’nun niçin şair olduğunu, ilham kaynaklarını, şiir ve felsefe ilişkisini, eserlerini hangi duygu atmosferi içerisinde yazdığını sordular. O da sorulara, doğallığını bozmadan kendince cevaplar verdi. Özetle şunları söyledi: “Yaşantımı önceden planlamak gibi bir alışkanlığım yoktur. İçimden geldiği gibi, hiçbir hesap kitap yapmadan yaşarım. Ben daha önce birkaç bölümde okudum, ayrıldım. Bunlar arasında İnşaat Mühendisliği de vardı. Fakat kişiliğim böyle disipline ve planlı yaşamayı kaldıramadığı için, bilginin kaynaklarına sorgulayarak gitmeyi tercih ettiğim için felsefeyi seçtim, onda karar kıldım. Şiirlerimin ilham kaynağı sadece yaşadıklarım değil, başkalarının hayatlarından gözlemler yaparak da yazdığım oluyor. Şiir imgelerden oluşur. Arka planı güçlü ve derin olan imgeler, şiiri güzelleştirir ve derinleştirir. Şiir şairin anlatmak istediğinden öte, okuyucunun anladığıdır.”

    Trabzon Lisesi Felsefe Kulübü, Trabzonlu felsefeci ve şair Kenan Sarıalioğlu’yla öğrencileri buluşturarak gençlerin zihinlerindeki duygu yelpazesini genişletti. Belki bundan sonra bazıları Sarıalioğlu’nu örnek alarak şiir yazmaya başlayacaktır. Bu gibi sosyal etkinlikler sanat ve edebiyat sahasında yepyeni dönüşümlerin başlangıcı için vesile olabilir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 12.12.2007 - 23:09

    USTA BİR HEYKELTRAŞIN UCUZ ÖLÜMÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türkiye’de trafik kazaları almış başını gidiyor. Gün geçmiyor ki birileri trafik kazasından hayatını kaybetmesin, kolunu bacağını kaybedip yaralanmasın. Dışarı çıkıp da eve sağlam dönmek şükür sebebi sayılıyor. İnsanlarımız bir türlü kurallara uyarak adam gibi araba kullanmayı öğrenemedi. Her şey gözler önünde gerçekleşiyor ama hiç kimse yaşanan olumsuzluklardan ibret almıyor. Böyle olunca da benzer sebepler benzer sonuçları doğuruyor.

    Türkiye’de ölümlerin önemli bir bölümünü trafik kazaları oluşturuyor. Bazı kişiler işine veya evine birkaç dakika erken varabilmek için canını tehlikeye atıyor. Bu tehlike başkalarının hayatını da karartabiliyor. Ya alkol kullanıp da direksiyon başına geçen yarı akıllılara ne demeli? Onları anlamakta herkes gibi ben de zorlanıyorum.

    Trafik terörü genç yaşlı demeden insanlarımızın yüzünü solduruyor; yuvalar dağılıyor, babalar çocuksuz, çocuklar babasız kalıyor. Hemen her akşam televizyon ekranlarında buna benzer bir sürü trajediye şahit oluyoruz. Yüreğimiz burkuluyor, üzülüyoruz, gözyaşı döküyoruz, fakat asıl alınması gereken nasihatleri almıyoruz. Durum böyle olunca geçen zaman hiçbir şeyi değiştirmiyor, hadiseler ve tarihi gerçekler tekerrür ediyor.

    Trafik canavarı nice değerlerimizi elimizden alıp toprağın kara bağrına saldı. Bu kişilerin çoğunu, hayatlarının baharında, bu ülkeye daha nice hizmetler verebilecek bir yaşta ve konumda iken kaybettik. Bu kayıplar ülkemizin hızını kesti. Zira eğitimli ve mahir insanlar kolay yetişmiyor. Onların yeri kolay kolay dolmuyor. Ben bunları millî kayıp olarak görüyorum. Bunlar ülkemizin adını dünyaya duyuran ender insanlardır.

    Trafik terörüne en son dünyaca ünlü heykeltıraş Prof. Dr. Tankut Öktem’i verdik. Üstelik sahasında parmakla gösterilebilecek kadar seçkin bu değerli bilim adamı şehirlerarası yolculuk sırasında ölmedi. Ne gariptir ki İstanbul’un bir semtinden başka bir semtine giderken geçirdiği elim bir trafik kazası neticesinde öldü. Onunla birlikte arabada bulunan başkaları da öldü, eşi yaralandı. “Devlet Sanatçısı” ünlü heykeltıraş Prof. Dr. Tankut Öktem, Üsküdar’da meydana gelen trafik kazasında, hayatını kaybetti. Öktem, bir kamyonun yol açtığı zincirleme kaza sonrası araçta sıkışarak can verirken, kazada, aralarında Öktem’in eşi Semra Öktem, kızı Pınar Doğan ve asistanı Kadir Özyalçın’ın da bulunduğu dört kişi de yaralandı.

    Beklenmedik bir zamanda aramızdan ayrılan Tankut Öktem, usta bir sanatkâr ve bir ilim adamıydı. Doğuştan sanatkârlık ruhuna sahipti. 1940 senesinde Konya’da doğan Öktem, çocukluk yıllarını ailesinin memuriyeti nedeniyle Edirne ve Muş’ta geçirmişti. Annesi veterinerdi. Oğlunun sanatla uğraşmasını çok istediği için onu çok küçük yaşlarda sanata yönlendirdi. Edirne’de başladığı ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladı. Lise son sınıfa geçtiği sene Devlet Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nun Seramik bölümüne kayıt yaptırdı. Üniversitede hocasının teşvikiyle heykele yöneldi. Bu okulun üçüncü sınıfında iken Dünya Genç Heykeltıraşlar yarışmasında birincilik ödülü aldı. Bu onun tanınmasına, önünün açılmasına vesile oldu. Sahasıyla ilgili olarak pek çok üst görev alarak bunları başarıyla yerine getirdi.

    Çok sayıda eseri ve ödülü bulunan Prof. Öktem, 1999 yılında ‘Devlet Sanatçısı’ seçilmişti. 1973 yılına kadar modern heykeller yapan, 1970’li yıllarda figüratif çalışmalara başlayan ünlü heykeltıraş Öktem, daha sonra çok figürlü anıtlar yapmaya yöneldi.

    Anıtlarında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Milli Mücadele yıllarını konu edinen Prof. Öktem’in eserleri arasında, dünyanın en yüksek üçüncü anıtı olan Kuvayi Milliye ve Atatürk Anıtı, Atatürk ve Harbiyeli Anıtı, Çanakkale Şehitliği’nde yer alan Yaralı Asker Anıtı, Amasya Tamimi Anıtı, Zonguldak Maden İşçileri Anıtı, Kastamonu Türk Kadınları Anıtı, Balkan Savaşı Anıtı, Magosa Büyük Özgürlük Anıtı, Atatürk-İnönü-Fevzi Çakmak Anıtı, Nazım Hikmet Heykeli, Uğur Mumcu Anıtı, Deniz Kızı Heykeli, Piyade Atatürk Anıtı ve Seul’de bulunan Sevgi Anıtı da bulunuyor. Yaşasaydı kim bilir daha nice emsalsiz anıtlar dikecekti. Fakat o, ölmeden evvel adını hafızalara kazıyarak gitti. Allah rahmet eylesin.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta