Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1598

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 12.01.2008 - 22:46

    DİVAN EDEBİYATINI SEVDİREN ADAM: İSKENDER PALA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Çok köklü bir geleneğin kültür hayatımıza yansımasıdır Divan edebiyatı… Asırları aşıp günümüze ulaşan bu gür ses, hâlâ yankılanmaya devam ediyor. Müzeye kaldırılan edebiyat, müzenin kapılarını zorlayarak hayata akmak için zaman ve zemin kolluyor. Bu hususta ona kılavuzluk edecek gönül insanlarının himayesini umuyor ve bekliyor.

    Altı yüz yıllık bir süreci kapsayan ve edebiyat âleminde kendine köklü bir yer edinen Divan edebiyatına, Türk edebiyatının en şöhretli araştırmacılarından biri olan Fuat Köprülü ‘Klasik edebiyat’ demiştir. Çünkü klasik “üzerinden çok zaman geçtiği hâlde değerini yitirmeyen, türünde örnek olarak görülen” anlamlarına gelen bir kelimedir. Köprülü’nün klasik dediği edebiyat da bu hususiyetleri taşımaktadır. Gerçekten de her açıdan klasikleşmiş bir edebiyattır. Bu edebiyat bütün olumsuzluklara ve hayatın dışına itilme gayretlerine rağmen hâlâ dimdik ayaktadır. Bundan sonra da geleneğin izinde ayakta ve hayatta kalmaya devam edecektir. Zira bu zengin edebiyat bir kalemde çizilecek kadar basit ve sıradan değildir.

    Son dönemlerde Divan edebiyatını yaşatmak için ciddi gayretler sarf edilmektedir. Bu gayreti gösterenlerin başında Prof. Dr. İskender Pala gelmektedir. Yakın zamanlarda isminden sıkça söz ettiren edebiyat araştırmacılarından biri olan İskender Pala, mazinin tozlu sayfalarında gömülü kalan Divan edebiyatını gün yüzüne çıkararak bizlere tanıtmış ve sevdirmiştir. Onun kaleminden dökülen ifadeler, geçmişe hapsedilen bu köklü edebiyatı tekrar eski güzel günlerine döndürmüş, adeta kanatlandırmıştır. Bu kıymetli akademisyen, Divan edebiyatı üzerine yazdığı birbirinden güzel kitaplarla tanınmıştır. Bu kitaplar o muhteşem edebiyatı hayatın gündemine taşımıştır. Bir zamanlar lise edebiyat kitaplarında; anlaşılmadığı için itici, ürkütücü ve sevimsiz duran gazeller, kasideler ve rubailer onun sevimli üslubuyla ve sevdirici yaklaşımıyla insanların dilinde terennüm edilmeye başlanmıştır. Bu yeni bakış açısı köklü bir değişimin ve dönüşümün ilk işaretleri olarak algılanmalıdır.

    Bilindiği gibi 1 Kasım 1928’deki harf inkılâbıyla birlikte Arap alfabesine dayalı eski yazı rafa kaldırılmıştır. Böyle olunca bu alfabeyle oluşturulan milyonlarca cilt kitap da kütüphanelerin tozlu raflarına terkedilmiştir. Yeni yazı, hayatın yepyeni bir parçası olurken eski yazı topyekûn terkedilmiş ve hayatın dışına itilmiştir. Çok zengin bir kültürün bir günde terk edilmesi, terk edilirken de hiçbir önlemin alınmaması, geçmişin kültürel zenginliklerinin zayi olması neticesini doğurmuştur. Eski kültürü ve edebiyatı reddetme anlamına gelen bu uygulama milletimize pahalıya mal olmuştur. Türk milleti tarihî ve kültürel değerlerinden uzak kalmış, Batı’nın değerlerini yaşamaya ve yaşatmaya zorlanmıştır. Bu da çok kültürlülüğün getirdiği yozlaşmayı doğurmuş, fertlerin maziyle olan kültürel bağı kopmuştur.

    Divan edebiyatı aslında bu milletin iftihar etmesi gereken kültürel bir zenginliği ve engin birikimidir. Şayet makul ve mantıklı hareket etseydik bu edebiyatı geleceğe taşıyabilirdik. Fakat bizler millet olarak ya çok severiz ya da topyekûn reddederiz. Bu toptancı mantık bu konuda da bizim ölçümüz olduğu için ölçüsüzlüğü beraberinde getirmiştir.

    Son yıllarda Divan edebiyatının zenginliğini fark eden ve ettiren, zorbaca gasp edilen itibarını geri veren bir büyük edebiyat araştırmacısı Divan edebiyatı üzerine adeta bir güneş gibi doğmuş, onu ihya etmiştir. Bu büyük edebiyat araştırmacısı İskender Pala’dan başkası değildir. O, Türk halkına Divan edebiyatını sevdiren ve tanıtan adamdır. Divan edebiyatı sahasında kaleme aldığı onlarca eser, gölgelenen bir edebiyatı ayağa kaldırmıştır. O, şimdilerde İstanbul Kültür Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Buradaki gençlere Divan edebiyatını anlatmakta ve sevdirmektedir. ‘Onun kitaplarını okuyup da Divan edebiyatına gönlü akmayan insan yoktur’ dersek sanırım abartmış olmayız.

    İskender Pala’nın Divan edebiyatını gün yüzüne çıkaran kıymetli eserleri, aydınların ilgisini bu sahaya yöneltmiştir. Bu sahada yeni ve özgün çalışmaların yapılmasına vesile olmuştur. Ceddimizin edebî ve kültürel zenginlikleri onun gönül aynasından yansımıştır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 12.01.2008 - 02:20

    AYYUKA ÇIKAN MÜSTEHCENLİK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Milletimiz tarihî süreç içinde gelenek ve göreneklerine ve dinî inançlarına sahip çıkmış, bu doğrultuda yaşama gayreti göstermiştir. Fakat son yıllarda her şeyde olduğu gibi bu alanda da büyük bir başıboşluk ve yozlaşma emareleri açıkça görülmektedir. Modern hayat pek çok değerimizi, gelenek ve göreneklerimizi, değer yargılarımızı aşındırdı. Tanzimattan sonra devam eden süreç içerisinde dün olduğu gibi bugün de Batı'nın sadece, bize hiç de uymayan ve de lazım olmayan, yaşam tarzını almayı uygun gördük. Oysa bu alanda yeniliğe ve modernleşmeye hiç ihtiyacımız yoktu. Zira bizim değerlerimiz ve inançlarımız değişime ve dönüşüme ihtiyaç göstermeyen bütün zamanları kapsayan evrensel değer yargılarıdır.

    Son dönemlerde Türkiye'de müstehcenlik almış başını gidiyor. Müstehcenlik ayyuka çıktı dersek abartmış olmayız. Müstehcenlik derken sadece kadınların giyim kuşamını kastetmiyoruz. Bu onu da içine alan, daha çok geniş bir sahayı kapsıyor. 'Müstehcen' sözcüğünün yaygın anlamı 'Açık saçık, edebe aykırı, yakışıksız' demektir. Bunun ölçüleri de bellidir. Bu ölçüleri koyan başta din olmak üzere gelenek ve göreneklerdir. Müstehcen kelimesi Arapça kökenlidir. Bu dildeki kökü 'Hücnet' kelimesidir. Bu kökün karşılığı sözlüklerde 'Soysuzluk, karışıklık, bayağılık, aşağılık, kötü davranış' olarak tarif edilir. Bunun karşısında bir kelime olan edep ise 'Toplum töresine uygun davranma, incelik' olarak ifade edilir. 'Edep' kelimesinin yaygın anlamı ise; 'Terbiye, güzel ahlak, iyi davranış, incelik, kibarlık, utanma, örtülmesi gerekli ayıp yerler' diye tarif edilir.

    Günümüzde başta televizyon, gazete ve internet olmak üzere pek çok kitle iletişim aracı; ruhları kirleten, maneviyata tuzak kuran müstehcenliğe hizmet ediyor. Bu yayın organları müstehcenliği evlerimize kadar soktu. Sokaklardaki görüntü kirliliğinden evvel, evlerimize kadar giren bu afetin bir şekilde önlenmesi ve normalleşme sürecine girilmesi elzemdir. Yoksa yarınlarımızın teminatı olan gençlerimiz çamura saplanıp kalacaktır.

    Ülkemizde müstehcen yayınlar uluorta teşhir ediliyor. Gazete satan büfelerin ve marketlerin önünden geçerken bu gazete ve dergilerin çirkin görüntüsünden utanıyor insan. Umuma açık bu cadde ve sokaklardan çocuklar, genç kızlar ve erkekler geçiyor. Böyle yayınların orta yerde teşhir edilmesi, satışa sunulması yüz kızartıcı bir davranıştır. Bu milletin var olan köklü ahlakî değerlerini hiç kimse bozma hakkına sahip değildir. Bizim Batı'ya karşı tek övünç kaynağımız ahlakî değerlerimizdir. Bu cepheyi de kaybedersek onlardan ne farkımız kalacaktır. Değerlerinden uzak yaşayanların akıbetini tarih göstermiştir.

    'Yasaklarla bir yerlere varılmaz' deyip duruyoruz. İkna yasaktan daha etkilidir. Buna ben de katılıyorum. Fakat ailelerin değer yargıları o kadar değişmiş ve bozulmuş ki yaşananları anormal görmüyoruz. Anormallik normalliğe dönüşünce önlem alma ihtiyacı da duyulmuyor. Bu yozlaşmanın önüne geçmek ve caydırıcı önlemler almak devlete düşüyor. Yetkili kurumlar müstehcenliğin önünü kesmek için ne gerekiyorsa onu yapmalıdır. Ahlaksızlığı ahlak ve çağdaş yaşam olarak gösterenlere fırsat verilmemelidir. Müstehcenlik hepimizin ortak sorunudur. Bu yayınların manevî tahribatı üzerinde ciddi ve tarafsız çalışmalar yapılmalıdır. Önlem alınmazsa bu ateş sadece belli kesimleri değil, hepimizi yakar.

    Bu millet dış düşmanlara, fitne odaklarına, ekonomik yetersizliklere, moral çöküntüye rağmen hâlâ ayakta durabiliyorsa bunu ortak değerlerine ve inançlarına borçludur. Bu inançlar da hiçbir kesimin tekelinde değildir. Yetkili birimler müstehcenlik tehlikesini niçin görmezden gelirler? 'Bazı çevreler ne der' korkusuyla, yaşanan değer aşınmasını görmemek bu milletin geleceğini dinamitlemekten farksızdır. Bunu hoş görme lüksümüz yoktur.

    Müstehcenlik hayatın her yerinde sinsi bir tuzak olarak karşımıza çıkıyor. Medyadaki çok renkli fotoğraflar, sosyal hayatta kişilerarası sohbetler, fıkralar, şakalar, şarkı sözleri, filmler, diziler müstehcen içerikleriyle toplumu kuşatmış vaziyettedir. Caydırıcı önlemler alınmıyor. RTÜK falan vız geliyor. Bir millet alenen manevî uçurumun eşiğine getiriliyor.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 09.01.2008 - 22:45

    NELER OLUYOR BİZE? BİZE NELER OLUYOR?

    M.NİHAT MALKOÇ

    Millet olarak sevgi, saygı ve hoşgörümüzle tanınırdık. Dünyaya insanlığı ve gerçek medeniyeti biz öğrettik. Fakat nedense son senelerde bir garip millet olduk. Menfi bir değişim süreci geçiriyoruz. Büyüklerin küçüklere sevgisi, küçüklerin büyüklere saygısı kalmamış. Edep erkân buharlaşmış; herkes burnunun dikine gidiyor. Değerlerimiz iyice aşındı.

    Gün geçmiyor ki yüz kızartıcı bir gelişmeyle karşı karşıya kalmayalım. Televizyonlar felaket haberleriyle dolup taşıyor. Çoğu kere ekranlardan bir güzel haber duymak mümkün olmuyor. Varsa yoksa şiddet, taşkınlık, gasp, adam yaralama, tecavüz, hırsızlık ve cinayet… Sinirlerim bozulacak korkusuyla televizyon seyretmeye çekiniyorum. Kanallardaki kan ve kin içerikli görüntüler psikolojimi bozuyor. “Acaba rotasını kaybeden bu millet biz miyiz? ” diye kendi kendime soruyorum. Bize ne oldu? Bizi bu hale getiren sebepler nelerdir?

    Sabotajlar, hırsızlıklar, kavgalar, kazalar, tecavüzler, cinayetler, bıçaklamalar, kapkaçlar… Çirkinliklerin ardı arkası kesilmiyor. İnsanlar bir türlü birbirleriyle anlaşamıyorlar. Acaba bu yalan dünyada neyi paylaşamıyoruz? Sultan Süleyman’a kalmayan dünyanın bize kalacağını mı sanıyoruz? Aldanıyoruz, hem de çok aldanıyoruz.

    Birkaç gün evvel Trabzon’un Sürmene ilçesinde, tüylerimizi diken diken eden fecaatte bir hadise yaşandı. Hasan D. isimli bir baba(!) , gece yarısı eşini ve altı çocuğunu kurşun yağmuruna tuttu. Netice yedi ölü, eli kanlı bir katil ve dağılan bir yuva… Olmaz böyle bir şey! ... Nasıl olur da bir baba, eşinin ve altı evladının canına kıyabilir? Bu kin ve nefret neyin nesi? … Ne olmuş da iş bu noktaya gelmiş? Hangi gerekçe bu cinayeti haklı gösterebilir? Bir baba Azrail kesilip canı istediğinde evlatlarının canını alma hakkına sahip olduğu düşüncesine kapılabilir mi? Bu hakkı ona kim verir? Din mi, töre mi, mantık mı? Hiçbiri, hiçbiri! …

    Yaşamak herkesin en doğal hakkıdır. Eşinle anlaşmazlık yaşayabilirsin. Evliliğin devamı için bir müddet şartları zorlarsın, olmuyorsa bu ülkenin mahkemeleri var, gider boşanırsın. Kimse kimseye katlanmak zorunda değil. Sevgi yoksa evlilik resmiyette kalır.

    Sürmene kökenli bir insan olarak bu vahim hadise beni çok yaraladı. Gerçi katil Sürmeneli de değil… Fakat olay Sürmene’de yaşandığı için bu güzel şehir bir anlamda lekelendi. Aslında katilin nereli olduğu çok mühim değil. Önemli olan olayın niteliği ve neticesi… Bireysel suçlar sahibini bağlar… Ama Sürmene isminin bütün ulusal medyada bu olayla duyulması ister istemez bu şehrin imajını zedelemiştir. Bu da bizleri derinden sarsmıştır. Fakat acımızın asıl sebebi gencecik altı fidanın ve onları bugünlere getiren fedakâr bir annenin kara toprağa gitmesidir. Sürmene’nin acısı ve yası kolay kolay dinmeyecek.

    Olayla ilgili anlatılanları duyunca ıstırabımız katmerleşiyor. Anlatılanlara göre cinayet Sürmene’nin Soğuksu Mahallesi’nde gerçekleşmiş. Ölen çocukların yaşları 3 ile 18 arasında değişiyor. Cinayetler evin üç ayrı odasında gerçekleşmiş. Kardeşlerinin öldürüldüğünü duyan çocuk, karyolanın altına saklansa da gözü dönmüş babanın kurşunlarından kurtulamamış. Kendini evden dışarı atan talihsiz eşi ve çocuğunu Azrail oracıkta yakalamış.

    Cinayetle ilgili olarak yapılan açıklamada söz konusu kişinin daha önceki yıllarda bir akrabasını öldürdüğü için hapse girdiği, dört yıl yattıktan sonra şartlı salıverildiği belirtildi. Böyle cani kişileri topluma salmak işte böyle facialara zemin hazırlıyor. Yazık günah değil mi bu insanlara? Ömürlerinin baharında kara toprağa gittiler. Bu acıya nasıl dayanılır?

    Hemen her gün bir cinnet haberiyle sarsılıyoruz. Adana’da da önceki gün iflas eden bir fırıncı cinnet getirerek ailesinden 3 kişiyi öldürmüş, ardından son kurşunu da kendine sıkarak hayatına son vermişti. 2007 yılının Ağustos ayında ise Trabzon’un Dernekpazarı ilçesinin Ulucami köyünde meydana gelen olayda Eyüp T. isimli zanlı 5 yakınını öldürerek firar etmiş ve o tarihten itibaren izini kaybettirmişti. Bunlar millet olarak iyiye gitmediğimizi gösteriyor.

    Mevlana’nın ve Yunus Emre’nin torunlarına ne oldu? Yoksulluk, işsizlik, amaçsızlık mı bizi bu hale getirdi? Ne zaman bu çirkinliklerden sıyrılıp, titreyip kendimize döneceğiz?

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 06.01.2008 - 01:45

    ZEVRAKÎ’NİN KIRILDI GÖNÜL SAZI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk halk edebiyatı henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş büyük bir kültür hazinesidir. Bu büyük kaynaktan tam anlamıyla haberdar değiliz. Bu muhteşem şiir konağında geçmişten günümüze kadar binlerce halk şairi konaklayarak on binlerce şiir söylemiştir. Bu şiirler sözlü gelenekle bugünlere geldiği için çoğu değişmiş veya kaybolmuştur. Günümüzde halk şiiri geleneği devam etse de eski ihtişamından ve özgünlüğünden çok şeyler kaybetmiştir.

    Halk şiirimizin kaynakları her geçen gün kuruyor. Son dönemlerin yaşayan en büyük halk şairlerinden biri olan Akif Timurhan’ı yeni yılın ilk gününde 01 Ocak 2008’de kaybettik. “Zevrakî” mahlasıyla halk şiiri geleneğine hizmet eden Akif Timurhan 86 yaşındaydı. O “tahta kayık” anlamına gelen “Zevrakî” mahlasıyla halk şiiri tarzında eserler vermiştir.

    Akif Timurhan, 1922 senesinde Gümüşhane’nin Köse ilçesine bağlı Yuvacık(Gelinpertek) köyünde dünyaya gelmiş, ömrünü o topraklarda sürdürmüştü. Şiire küçük yaşlardan itibaren ilgi duymaya başlamıştı. Sanatın diğer alanlarına da ilgi duyardı. Bağlama ve kaval çalar, resim yapardı. Hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerini kendi resimleriyle süslerdi. Bu resimli şiirler eski taş basma divanları hatırlatıyor bize.

    Merhum Akif Timurhan’ı belki de yaşadığı acılı hayat şair yapmıştır. O, ailesinin tek çocuğuydu. Buna rağmen ailesi onu bir devlet memuruna evlatlık vermişti. Onun içindir ki biyolojik ve psikolojik anlamda anne baba sevgisinden uzak bir atmosferde yaşamak zorunda kalmıştır. Onun şiire olan meyli gördüğü bir rüyadan sonra daha da artmıştır. O, gençliğinde kendi adıyla şiirler oluşturdu, sonra halk şiiri geleneğine uyarak mahlas kullanmayı tercih etti.

    Son dönem Türk halk şiirinin adı pek duyulmamış gerçek şairlerinden biri olan Âşık Zevrakî, şöhretten uzak yaşamayı tercih ettiği için kendini hep gizledi. İsteseydi, bir de geniş çevresi olsaydı adını ananların sayısı milyonları bulurdu. Fakat o, kalender bir kişiliğe sahipti. Dünyanın görünen yüzünden daha çok, görünmeyen yüzüyle ilgileniyordu. Bu yüzden günümüz gençlerinin çoğu bu önemli halk şairini tanımazlar. Şiir sahasında onun tırnağı bile olamayacak şairlerin şiirleri TRT repertuarlarında yer aldı, pek çok meşhur sanatçının albümünde seslendirildi. Zevrakî’nin şiirleri de şiirden anlayanlarca sevildi, el üstünde tutuldu. Onun şiirleri de değişik kişiler tarafından bestelendi ve okundu. Fakat bu yeterli miydi? Onun adını Gümüşhane sınırlarıyla sınırlayanlar şiire ihanet edenlerdir. Şimdi samimiyetten uzak laflar söylemenin, timsah gözyaşları dökmenin anlamı ve önemi yoktur.

    O, zor şartlarda yaşadıysa da, şiir kudretini ve sermayesini paraya dönüştürmeyi hiç düşünmedi. Şiirlerindeki kalite ve harcadığı emek ona ilgi olarak yansımadı. Yani yaşadığı sürece hak ettiği ilgi ve sevgiyi maalesef göremedi. Çok yakınındakiler bile onu görmezden geldiler. Hayatı ve şiirleri hakkında yeterli çalışmalar yapılmadı. İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Halk Edebiyatı alanında öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Muhan Bali bu önemli halk ozanıyla ilgili ciddi çalışmalar yapmış bir bilim adamımızdır. Onun “Gümüşhaneli Âşık Akif Timurhan (Zevrakî) (Hayatı, Sanatı, Eseri) ” adlı bildirisi bu sahadaki en dikkate değer çalışmadır. Bu bildiri Gümüşhane’de sempozyumda sunulmuştur.

    Âşık Zevrakî, düşünce olarak Bektaşî felsefesinden beslenmiştir. Bağnazlığı ve tek taraflı düşünmeyi aklın afeti olarak görmüştür. Akif Timurhan, Batılı ve Doğulu değerler arasında sentez yapabilmeyi becerebilen ender halk şairlerinden biridir. İnsan sevgisini ve hoşgörüyü baş tacı yapmıştır. Yunus Emre’nin ‘Yaratılanı hoş gördük Yaradan’dan ötürü’ mistik anlayışı onun şiir kaynaklarını beslemiş, dünyaya bakışında temel oluşturmuştur. Şiirlerinde bunun etkilerini açıkça görebiliriz. O, bu zamanın insanının kendi görüşlerini ve şiirlerini anlamayacağını, anlamak için gayret sarf etmeyeceğini söyler, bundan yola çıkarak şiirlerini iki kapak arasına almaya yanaşmazdı. O, şiiri faydalı bir uğraş olarak görürdü. Şu sözü onun şiire olan sevgi ve sadakatini göstermesi bakımından önemlidir: “Bir kişi dahi olsa, kötü bir şey yapacakken şiirimi hatırlayıp vazgeçerse, hayatım boşa gitmemiş olacaktır.”

    Zevrakî mahlasıyla halk şiiri formlarında şiirler yazan Akif Timurhan’ın oturmuş bir üslubu vardır. Şiirlerindeki konular, mecazlar, mazmunlar, nazım şekilleri, dil ve söyleyiş ustalıkları güçlü bir geleneğin zirveye ulaşmış bir değerini açıkça gösterir.

    Akif Timurhan’ın şiirleri hayatın aynasıdır. O, yaşananlara hiçbir zaman kayıtsız kalmamış, gördüklerini, duyduklarını ve yaşadıklarını şiirin tılsımıyla birleştirerek ifade etmiştir. Sosyal meselelere hiçbir zaman ilgisiz kalmamıştır. Son dönemde toplumda meydana gelen yozlaşmayı ve değerlerin aşınmasını yergilerine konu edinmiştir. Bunu yaparken de nükteyi elden bırakmamıştır. Düşündürürken güldürmüş, güldürürken de dokundurmuştur. Fakat eleştirilerini daha çok, yakın çevresindeki meselelere yoğunlaştırmıştır. Yani onun şiir aynası bir anlamda sınırlı mekânlara tutulduğu için görüntüler de sınırlı olmuştur. O sadece eleştirmekle kalmamış, hayat tecrübelerinden yararlanarak kurtuluş reçeteleri mahiyetinde nasihatlerde de bulunmuştur. Cehaletin bizi geride bıraktığını, o varken başka düşmana gerek kalmadığını her fırsatta dile getirmiştir. Onun şu şiiri bu mânâda dikkate değerdir:

    “Cehalet yüzünden geldik ne hale
    Fezaya bir füze atamaz olduk
    Sıratın üstüne kurarken kale
    Koca Ay’da bir çöp çatamaz olduk

    Fazilet ararken çıkıp fezada
    Neden düştük arzda fitne fesada
    Koydum ya kendimi kendim mezada
    Sırf safı sarrafa satamaz olduk”

    Bütün halk şiirlerinde olduğu gibi Zevrakî’nin şiirlerinde de aşk çok önemli bir yer tutar. Aşk şiirin ana kaynağıdır. Bu aşk bazen beşerî, bazen de ilâhî aşk şeklinde tecelli eder. Fakat beşerî de olsa, ilahî de olsa aşk aşktır. Aşk sevginin tutku derecesindeki tezahürüdür. Kişi bir kulu da sevse neticede onun yaratıcısına muhabbet duymuş olur. Zira kulu en güzel biçimde yaratan Allah’tır. Usta, hünerinin bilinmesinden ve takdir edilmesinden doyumsuz bir haz alır. Onun, aşkı konu edindiği şiirleri akıcı ve sürükleyicidir. Yani lirik şiirlerdir bunlar… Aşk muhtevalı bu şiirlerden birkaç dörtlüğü dikkatinize sunmak istiyorum:

    “Böyle miydi sennen bizim sözümüz
    Kapıyı üstüme çektin de gittin
    Hüsnüne doymadan hasret gözümüz
    Gül çehreni çatıp çıktın da gittin

    Nöbete dikersin bir hudut gibi
    Sarhoş ettin düştüm hem de dut gibi
    Evim oldu tıpkı bir tabut gibi
    Çiviyi kapağa çaktın da gittin.”

    Âşık Zevrakî’nin şiirlerinde dinî unsurlar da dikkat çekici miktarda ve düzeydedir. O, Müslümanlıkla muasırlaşmayı birbiriyle bağdaştırmış, daima bağnazlığın karşısında olmuştur. Ne olursa olsun bütün inançlara daima saygı duyulması gerektiğini savunmuştur. İnsanların her türlü düşünceye karşı tahammül göstermesini istemiş ve bunu bizzat uygulamıştır.

    Halk şiirimizin son dönem ustalarının başında gelen Zevrakî yaşadıkça düşünmüş, düşündükçe tefekkür etmiş, yakın ve uzak çevresine gözlemci bir anlayışla bakmıştır. Şiirlerinde yerel değerlere ve motiflere ağırlıklı olarak yer vermiştir. Şiir ağını örerken yaşadığı doğa onu yönlendirmiş ve bir anlamda sınırlandırmıştır. O, büyük şehirlerde yaşasaydı belki de hayata bu kadar geniş perspektiften bakamaz, bu kadar hoşgörülü olamazdı. Şiir kozasını örerken Gümüşhane’nin tabiatı onun ilhamının altyapısını oluşturmuştur. Hayata şiirin penceresinden bakmış, gördüklerini mısralara söyletmiştir.

    Şairler milletin gözü ve kulağıdır. Onlar daima toplumun önünde yürürler. Toplumun gidişatına yön verir ozanlar. Toplumdaki aksaklıklar herkesten çok onları üzer. Geleneğin yaşanması ve yaşatılması hususunda kendilerini birinci derecede sorumlu hissederler. Toplumun, gelenekleri bir kenara bırakıp yanlış yollara sapması, şairleri herkesten daha çok üzer. Kültürel değişim beraberinde bozulmaları ve kopmaları getiriyorsa bu, şairlerin yüreğinde dert olur. Bu anlamda Zevrakî kültürel bozulmanın sancısını çekenlerden birisidir. Onun aşağıdaki mısraları bana Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat” şiirindeki ifadeleri hatırlattı:

    “Sapık insan olmaktansa
    Sadık köpek daha eydir
    Kentte girmektense dansa
    Köyde köçek daha eydir”

    Âşık Zevrakî, ülkemizin gelmiş geçmiş bütün değerleriyle iftihar eder. O, Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı Gazi Mustafa Kemal’i çok seven ve onun için şiirler yazan bir halk şairidir. Bunun yanında Türkiye’nin Atatürk’ten sonra gelen ikinci adamı olan İnönü’ye de methiyeler yazmıştır. Bugünkü güzellikleri Atatürk’ten kalan miras olarak gören ozanımız Türk’ün Ata’sına olan sevgisini şu dizelerde ebedileştirmiştir:

    “En mukaddes mirasıdır Mehmetçiğe sözlerin
    Mevzilere hükmeder yine mavi gözlerin
    Emanetin daha gür, daha zorlu, daha zinde
    Yılmadan yürüyoruz Atam senin izinde
    Âşık Zevrakî der bayrağına büstüne
    Billahi, yâd yel bile estirmeyiz üstüne”

    Akif Timurhan, şiirlerinde dünyanın geçiciliğine, kulların dünya heveslerine uyup aldandığına değinir çoğu zaman. Fakat ömür sermayesi tükenince yanıldığını anlar insanoğlu. Fakat bu noktadan sonra duyulan pişmanlığın hiç kimseye faydası yoktur. Geçen ömrü geri getirmek mümkün değildir. Zevrakî’nin “Vay Yalan Dünya” şiirinde bu hissiyata rastlıyoruz:

    “Eşdikçe de vurdun taşa
    Vay gidi vay yalan dünya
    Emeğimi verdin boşa
    Vay gidi vay yalan dünya

    Kapı alçak kafamız dik
    Biraz olsun eğilmedik
    Alnımıza çarptı eşik
    Vay gidi vay yalan dünya”

    Âşık Zevrakî’nin şiirlerinde halk edebiyatı unsurlarının tamamını görmek mümkündür. O, şiirlerinde heceyi ustalıkla kullanmıştır. Hecenin daha çok 11’li kalıbını tercih etmiş; bu kalıbın 6+5=11 duraklarını benimsese de bazen 4+4+3=11 duraklarına da yer vermiştir. Şiirlerinde kullandığı nazım şekli ekseriyetle koşmadır. Koşmanın güzelleme, taşlama, koçaklama ve ağıt türlerinde başarılı örnekler vermiştir. Bunun yanında, yazdığı semailer ve destanlar da gerek içerik, gerekse şekil bakımından kalıcı olmaya ve övülmeye namzettir. Bu güçlü yapı uzun tecrübeler sonucunda elde edilmiştir. Şiirlerinde kullandığı nazım birimi dörtlüktür. Halk şairlerinin sıkça kullandığı yarım kafiye onun da tercihidir.

    Zevrakî’nin dili sade olsa da şiirlerinde zaman zaman Arapça ve Farsça kökenli kelimelere yer verdiği görülür. Bunun yanında ağız özellikleri, yöresel sözler bu güzel halk şiirlerinde kendilerine yer bulurlar. Onun kullandığı eski ve yöresel kelimeler arasında “ağyar, gümrah, güman, tazarru, naliş, dığa, liğ, gülzar, dıray, uğru, bar, buhağ, har, muhannet, ferzant, efgan, zülal, hatem, temre, ruz, keşfü raz, bünyad, cehim, sakil, leçek, kelem, tınas, fiğ, külür, köstü, ledünni, harabat, cam-ı encam, nuş, baki, nas, enval, esvab, gaffar, cebel, od, temren, visal, şakird…” ilk akla gelenlerdir. Bunlar şiire serpiştirilmiştir.

    Gümüşhaneli halk ozanı merhum Akif Timurhan çok yazan bir kişiydi. Bunun içindir ki şiirlerinde zaman zaman söyleyiş ve kafiye hatalarına rastlamaktayız. Onun şiirleri binli rakamlara ulaşmıştır. Şayet bu şiirler kitap haline getirilmeye kalkılsa onlarca ciltlik bir külliyat oluşturulabilir. Bu şiirlerin tez zamanda iki kapak arasına alınması bir görevdir.

    O, şiir ağını örerken teşbihten istiareye kadar hemen hemen bütün edebî sanatları kullanmıştır. Fakat bunu yaparken şiirin sadeliğinin ortadan kalkmasına, anlamın belirsizleşmesine asla müsaade etmemiştir. Halkın anlayacağı bir tarzda şiirler vücuda getirmeye gayret etmiştir. Aşağıdaki dörtlükte onun benzetmelerinden birkaçını görebiliyoruz:

    “Kartala benziyor kaşların tipi
    Gerilmiş üstüne bir kanat gibi
    Sanarsın can alan bir cellât gibi
    Sıyırmış kılıcı kından gözlerin.”

    Onun şiirlerinde yer yer Karacaoğlan, Âşık Veysel havasını görmek mümkündür. Gerçi halk edebiyatı geleneğinden beslenen şiirlerin birbirine benzemesi doğaldır. Çünkü aynı kaynaktan beslenen şiirlerin farklı formlarda ve içeriklerde olması beklenemez.

    Halk şiirinin son dönemine imzasını atan çok önemli simalardan biri olan merhum Akif Timurhan dünyanın boş olduğunu, ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım ölümün bir gün herkesin kapısını çalacağını söyleyerek, ölümden bütün insanların ibret almasını istiyor. Ona göre ölüm; hayatın bütün lezzetlerini acılaştırıyor. Timurhan’ın şiirlerinde en çok değinilen konu kuşkusuz ki ölüm ve ölüm sonrası hayattır. O, anne ve babasının mezar taşları için ayrı ayrı şiirler yazmış, bu şiirlerde hayata ve ölüme dair şahsî felsefesini ortaya koymuştur:

    “Binde olsa anda biter
    Bunun adı yaş değil mi?
    Delil dersen bu taş yeter
    Dünya denen düş değil mi?

    Sen kendini bir ölü san
    Yarın yoksun bugün varsan
    Uçar tenden kaçar en son
    Can kafeste kuş değil mi? ”

    Halk şairleri toplumsal hayatın merkezinde yer aldıkları için, insanların iyi kötü her ne varsa yaşadıklarını gerçekçi bir bakışla yansıtırlar. Onlar hayata ve insanlara tepeden bakmazlar. Halkın içinde yaşadıkları için, olup bitenleri çok iyi gözlemlerler ve şiirlerine yansıtırlar. Sözlerinin ilham kaynağı halktır. Toplumu ilgilendiren sorunlar onları da yakından ilgilendirir. Zevrakî de yaşadığı sürece kendini toplumdan sorumlu bir kişi olarak görmüştür.

    1922’de Köse’de başlayan hayatı yeni yılın daha ilk gününde 01 Ocak 2008’de İstanbul’da son bulmuştur. O, 86 yıllık ömründe çok şeye şahit olmuştur. İstanbul’da Güneşli Mezarlığı’nda değil de memleketi Köse’de, baba topraklarında, memleketinin yağmurları altında defnedilseydi çok daha anlamlı olmaz mıydı? Hayatına dair muhasebeyi işlediği dörtlüklerle sözlerimi bitirirken bu büyük halk şairine Allah’tan rahmet diliyorum. Türk şiirinin başı sağ olsun. Bu kaynak hiçbir zaman kurumasın, ebediyen coşarak aksın:

    “Hani malın mülkün, hani yoldaşın?
    Kaldır da bir kez bak kimsesiz başın
    Mor yosun bağlamış mermerli taşın
    Boz baykuş konup da ötsün bir zaman

    Gülmedin Zevrakî bugünde, dünde
    Göçtün bu dünyadan, kime küstün de
    Kök salıp kalbine, kabrin üstünde
    Karanfiller güller bitsin bir zaman”

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 05.01.2008 - 02:03

    TOKAT’TAN GÜR BİR SES: KÜMBET DERGİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dergiler kültür, sanat ve edebiyat hayatımıza renk katarlar. Her ay onları büyük bir heyecanla bekleriz. ‘Acaba bu ay kimler ne yazacak’ diye merak ederiz. Onun içindir ki ayın son günleri hiç geçmez. Her ayın ilk günleri benim en mutlu günlerimdir. Çünkü o günlerde posta kutum henüz mürekkep kokusu üzerinden gitmemiş dergilerle dolar.

    Dergileri sakın hafife almayın. Onlar yeni isimlerin edebiyata kazandırılmasında önemli roller ifa ederler. Dergiler edebi hayatı canlı tutarlar. Bu hususta merhum Cemil Meriç’in çok isabetli değerlendirmeleri vardır. O, dergilerle alakalı şu çarpıcı ifadeleri söylüyor: “Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar. Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar… Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihlileri bir nesle seslenir. Eski dergiler, ziyaretçisi, kalmayan bir mezarlık. Anahtarı kaybolmuş bir çekmece. Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi ümitler, hangi heyecanlar gizlenmiş? Merak eden yok.”(Bu Ülke, s. 100–101/İletişim Yayınları)

    Şahsî kütüphanem bir gül bahçesi kadar hoş, güzel ve rengârenktir. En büyük huzuru orada bulur, nefes hükmündeki kitaplarla soluklanırım. Bu kütüphanenin en nadide çiçekleri de dergilerdir. Kitap dergiden daha kalıcı görünse de dergiler kadar çok sesli değildir. Kitap bir kişinin, bilemedin birkaç kişinin kaleminden çıkar; oysa dergilerde onlarca kalem bir arada bulunur. Bu açıdan bakınca dergilerin daha bir keyifle okunan eserler oldukları görülür.

    Ülkemizde her ay onlarca dergi çıkar. Bu yayınların bir kısmı, kültür, sanat ve edebiyat dergisidir. Bunun yanında tematik dergiler de az değildir. Bizim gibi kültür, sanat ve edebiyat sevdalılarının ilgi duyduğu dergiler edebî içerikte olanlardır. Sürekli yazan bir kişi olduğum için her ay onlarca dergi takip ederim. Düzenli olarak üç beş yazım Türkiye genelindeki önemli dergilerde yayınlanır. Bunlardan hiçbir telif ücreti talep etmem. Bana sadece yayınlanan yazımın içerisinde olduğu dergiden gönderirler. Adımı dergi, gazete ve internet gibi ortamlarda görenler de yayınladıkları dergi ve kitaplardan adresime gönderirler. Bizim gibi geliri mahdut kişilere gönderilen kitaplar ve dergiler ilaç gibidir. Çoğu zaman imkânlar elvermediği için alamadığımız bu dergilerin adresimize kadar gelmesi, bizlere doyumsuz hazlar yaşatır. Bize bu sevinci yaşatanlara yeri gelmişken şükranlarımı sunuyorum. Bu şükranın lafta kalmaması için adresime gelen dergilerin değerlendirmesini yaparım.

    Son günlerde çok değerli bir dergi geldi adresime. İsmini daha evvel duyduğum, ancak şimdi okuma fırsatı bulduğum bu derginin adı Kümbet… Söz konusu dergi Tokat’ta yayınlanıyor. Kümbet üç aylık periyotta çıkan bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi vasfını taşıyor. Kümbet dergisi Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği(TOŞAYAD) tarafından yayınlanıyor. Derginin sahibi aynı derneğin başkanlığını da yapan Muhsin Demirci, Genel Yayın Yönetmeni Hasan Akar, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü M. Emin Ulu… Derginin yayın kurulunda ise Türkiye genelinde tanınan Hayrettin İvgin, İsa Kayacan, Özcan Ünlü, Mehmet Nuri Yardım gibi şair ve yazarlar var. Derginin yayın danışmanları arasında Prof. Dr. Kazım Yetiş, Yahya Akengin ve Yavuz Bülent Bakiler gibi önemli isimleri de görüyoruz.

    Üç ayda bir okuyucusuyla buluşan Kümbet dergisi zor şartlarda hazırlanıyor. Her sayısına bazı kişi ve kurumlar destek(sponsor) oluyor. Yani kurumsallaşmış bir yapısı yok. Çok kaliteli bir dergi olduğu içeriğinden ve görüntüsünden belli oluyor. Sanal ortamdan tanıştığım M. Emin Ulu Bey, derginin ‘M. Necati Sepetçioğlu’, ‘Mevlana’ özel sayılarını lütfedip gönderdi bana. Dergiyi elime alır almaz okumaya başladım. Çok dolu bir dergi, oku oku bitmiyor. Yazıları, sahalarında altyapısı olanlarca kaleme alınmış kitap gibi bir dergi. Bu yayının uzun ömürlü olması için onlara sahip çıkmalıyız. Kümbet’e ‘nice sayılara’ diyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 05.01.2008 - 00:15

    DELİ DUMRUL’DA DEDE KORKUT HAFİFLİĞİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk edebiyatının şaheserlerinin başında gelir Dede Korkut Hikâyeleri… 12 hikâyeden oluşan bu eser, eski Türklerin yaşantısına ışık tutmaktadır. Bu eseri millî bir destan olarak da nitelendirebiliriz. Bu eser içerik olarak Türk milletinin millî hayatını, kültürel zenginliklerini, hissiyatını, erdemlerini, hünerlerini bir hikâye akışı içerisinde sıralamaktadır. 15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başlarında yazıya geçirilen bu kıymetli metinler için Türk Edebiyatı tarihçisi Fuat Köprülü şu enteresan ifadeyi kullanmıştır: “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar.”

    Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncuları Türk edebiyatının eşsiz metinlerinden sayılan Dede Korkut Hikâyeleri’nden biri olan “Deli Dumrul” u sahnelediler. Güngör Dilmen tarafından yazılan oyunu tecrübeli yönetmen Yücel Erten yönetti. Bu oyunda dekor Hakan Dündar, kostüm Sevgi Turgay, ışık tasarımı Yüksel Aymaz, dans düzeni Salima Sökmen, müzik Babür Tongur tarafından gerçekleştirilmiş. Bu ekipte özellikle kostümleri büyük bir başarıyla ve isabetle seçip hazırlayan Sevgi Türkay’ı kutlamak istiyorum.

    Daha önce İzmir Devlet Tiyatrosu tarafından da oynanan Deli Dumrul oyununda görev alan sanatçılar kişisel özelliklerini çok iyi kullanarak başarılı bir oyun çıkardılar. Oyuncular içerisinde en çok rolü olan, oyunu adeta sırtlayan Deli Dumrul rolündeki Fatih Topçu’yu özellikle isim vererek kutluyorum. Topçu’nun sanat kumaşına iyi bir tiyatroculuk rengi hâkim… Deli Dumrul’u çok iyi yansıttı izleyenlere. Elif rolündeki Şebnem Dokurel, diğer rollerdeki Ufuk Şener, M. Ceyhun Gen, M. Fatih Dokgöz, Zeynep Ekin Öner, Erşan Utku Ölmez, Sinem Şahin, Birkan Görgün, Elif Şeker Saka, Duygu Dokgöz, Başak Anat, Aslı Artuk Şener, Şevki Çepa, Kadri Özcan, Aynur Yılmaz, Gizem Gen, Duygu Ertan, Melike Şivil, Serdar Kurutçu gibi isimler rollerinin hakkını fazlasıyla verdiler. Dede Korkut hikâyelerinin en önemlilerinden biri olan Deli Dumrul’da şu olay anlatılmaktadır:

    “Duha Koca oğlu Deli Dumrul, bir kuru çayın üstüne köprü diker, geçenden 30 geçmeyenden 40 akçe alır. Bunun sebebini de erliğinin, yiğitliğinin yayılması olarak açıklar. Köprünün etrafında birinin ölmesi üzerine Deli Dumrul, bu yiğidin canını alan Azrail’in gelip kendisiyle savaşmasını ister. Bu başkaldırı üzerine Allah, Azrail’i Deli Dumrul’un canını alması için yollar. Deli Dumrul, Azrail’i bir türlü yakalayamaz ve Allah’ın birliğine iman eder. Bir can getirmesi şartıyla canı bağışlanacak olur. Yakın çevresinden can diler.
    Annesi de, babası da can vermeyi kabul etmez. Artık öleceğine inanan Deli Dumrul, karısıyla helalleşmeye gider. Karısının kendisine canını vermesini istemesi üzerine Allah’a “Ya ikimizin canını da al, ya ikimizi de yaşat.” der. Allah ikisine de 140’ar yıl ömür verir. Öte yandan çocuklarına can vermeyen anne ve babanın da canını alır.”

    Dede Korkut Hikâyeleri’nde Dede Korkut çok önemli bir isim olarak yer alır. Dede Korkut bu hikâyelerin ne kahramanıdır, ne de yazarıdır. O, hikâyelerde sık sık ortaya çıkan, arabulucu ve özlü sözler söyleyen bir Türk bilgesidir. Fakat bu oyunda Dede Korkut’u çok hafif bir karakter olarak sunmuşlar seyircilere. Dede Korkut bir kişinin sırtına binmiş, onun sözlerini kendisini taşıyan kişi yansıma şeklinde tekrar ediyor. Bu durum belki seyirciyi güldürüyor ama Dede Korkut gibi halkın muhayyilesinde ulvileşmiş bir destan bilgesini ucuz komedi malzemesi haline dönüştürüyorlar. Bunu hoş karşılamadım. Etrafımdaki seyirciler de bu hafifliği Dede Korkut’un kişiliğiyle ve tarihî misyonuyla bağdaştıramadıklarını söylediler.

    Günümüzde ağır içerikli oyunlar seyirci tarafından tercih edilmiyor. Tiyatro seyircisi gülmek istiyor. Onun içindir ki günümüzde yönetmenler oyunlarına, özgün metinlerde olmasa da, zaman zaman gülmece unsurları katıyorlar. Fakat bunun dozu kaçınca iş çığırından çıkıyor. Bu tiyatroda bir oyuncunun dilini bir karış çıkarıp köpek rolüyle yerlerde sürünmesini eşref-i mahlûkat olan bir insan olarak hazmedemedim. Bu, oyunun gereksiz bölümlerinden biriydi. Bütün eksik ve olumsuz yanlarına rağmen “Deli Dumrul” benden geçer not aldı.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.01.2008 - 01:09

    BİR TİRYAKİNİN SON SÖZLERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Sigarayla dostluk kurduğum ilk günler her şey ne kadar da güzel görünmüştü bana. Şunu itiraf edeyim ki aslında sigaradan keyif filan da almıyordum. Çevremde sigara tüttürenlerin cakasına kurban oldum da denebilir. Sanki o laneti içince büyüyordu insanlar… Çevremizdekiler onlara daha farklı bakıyordu. Büyük olmanın alâmeti gibi algılanıyordu sigarayı ağızda tutmak, öylece konuşmak… Etraftaki kızlara hava atmanın yolu da sanki sigaradan geçiyordu. Bu duygularla ellerim titreyerek, cebimde biriken bozuk paraları büfeciye uzattım. Filtresiz bir Bitlis istemiştim burma bıyıklı, sert mizaçlı adamdan. Paketi uzatırken de küçümser bakışlarla baştan aşağı süzmüştü beni. Bu benim sigaraya adım atışımın ilk merhalesiydi. Yaşım kemale ermediği için gerçekleri göremiyordum.

    Uzun süre özentiyle paket taşıdım mintanımın cebinde. Duman içerisinde olmaktan hoşlanmasam da, nikotini canım çekmese de kendimi, büyüdüğümü onunla ispat etmeye çalışıyordum. ‘Ben asla tiryaki olmam’ diye de kendimi ve çevremi sözde rahatlatıyordum. Gerçekten de bu melun maddeye alışacak gibi görünmüyordum. ‘Ben asla sigaraya alışmam’ iddialı düşüncesine sahiptim. Tiryakilik ve bağımlılık kavramları havsalamdan uzaktı. Dumanını içime çekince boğulacak gibi oluyordum. Öksürüğüm etraftan yankılanıyordu. Onun içindir ki dumanı ağzımda biriktirip üflüyordum. ‘Ben dudak tiryakiliğinden öteye gitmem’ diyordum kendi kendime. Tiryakilik hikâyelerine de içten içe gülüp geçiyordum.

    Geçen zaman çok şeyi değiştirdi hayatımda. Kokusundan nefret ettiğim sigara, hayatıma iyiden iyiye girmeye başladı. Sigaraya bakışımda köklü değişiklikler oldu. Artık onsuz yapamıyordum. Gösteriş merakıyla başladığım bu illet, kanıma girmişti. ‘Sigarayı yakan aslında kendini de yakar’ düşüncesi ilk gençlik yıllarımda bana uzaktı. Fakat geçen zaman bana bunu gösterdi. Her sigara yakışımda biraz da sağlığımı, umutlarımı, kendimin ve sevdiklerimin geleceğini yakıyordum. Fakat bunun farkına vardığımda artık çok geç olmuştu. Çünkü zamanla roller değişmiş, ilk yıllarda kontrolümde olan sigara, beni kontrol altına almıştı. İnanmak istemesem de ben bir tiryakiydim. Üstelik dudak tiryakisi filan da değil…

    Gençliğimde kuş gibi çıktığım yokuşlar zamanla kâbusum olmuştu. Üç katlı apartmanın merdivenlerini çıkınca komaya giriyordum. Gece öksürükleri ve hırıltıları sadece eşimi değil, komşuları da rahatsız ediyordu. Nefes darlığı çekmeme rağmen bu kötü arkadaştan birkaç gün üst üste ayrı kalamıyordum. Zihnimden eski bir şarkının ‘ne seninle ne sensiz” dizesi geçiyordu hep… Dost sandığım sigara, beni dik yokuşlarda yapayalnız ve çaresiz bırakıyordu. Fakat tuzağına düşürmüştü beni bir kere. Hayatımın bir parçası olmuştu. Sapsarı olmuştu inci gibi bembeyaz dişlerim… Yürürken bacaklarım, yazarken ellerim, okurken dudaklarım titriyordu. Sabahları kalktığımda ağzımda hep bir acılık hissediyordum.

    Geçen zaman aleyhime işliyordu. Sigarayla süren yirmi yıllık zorunlu birlikteliğim beni hayat yolunda yaya bırakmıştı. Doktora gitmiş, tedaviye başlamıştım. Doktor; çektiği akciğer röntgenimi bana göstermiş, mevcut durumu uzun uzun izah etmişti. İçimde avuç dolusu zehir saklıydı. Zifir bağlamıştı akciğerlerim. Fakat bununla da kalmamış, korktuğum başıma gelmişti. Sigaradan neşet eden akciğer kanseri hücrelerimin dengeli çoğalmasını bozmuş, adeta bir köstebek misali yuvalanmıştı. Kanser vücuda yayılıyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de kangren olan ayağım kesildi. Ben sigarayı bırakamadım, fakat sigara beni ayaksız bıraktı. Artık her geçen gün hayattan biraz daha kopuyordum. Hayata tutunacağım dallar sert rüzgârlarda kırılmış. Çok yalnızım, sevdiklerim de terk etmiş beni.

    Şimdi karanlık köşe başlarında korku ve tedirginlik içerisinde ölümü bekleyen umarsız bir hayal avcısından farksızım. Artık sigarayla yollarımız ayrıldı. Fakat iş işten geçti bir kere. O, yapacağı hainliği yaptı, beni benden kopardı, başka kurbanlar seçmek için vazifesine döndü. Gençler, siz siz olun, iradenize sahip olun, o lanetlinin tuzağına düşmeyin. Onun sahte gülücüklerine kanmayın. Benim gibi kor ateşlerde yanmayın. Hadi atın elinizden onu…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 31.12.2007 - 23:43

    “EYLÜL IRMAKLARI” GÖNÜLE AKIYOR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Her çıkan kitap beni, istediği oyuncağı satın alınmış çocuklar gibi sevindirir. Kitabın doğuşunu insanın doğuşu kadar anlamlı ve muteber sayarım. Çünkü bana göre kitapların da kendince bir sesi, dili ve yüreği vardır. Her birinde nice hayatlar saklıdır. Onları okudukça bu hayatların ve fikirlerin içine destursuzca gireriz. Bizleri hep güler yüzle karşılarlar.

    Ülkemizde her yıl hemen her düşünceden ve türden binlerce yeni kitap, raflardaki yerini alır. Vitrinler gül bahçelerine dönüşür. İnsanlar; düşüncelerine yakın buldukları, ilgi duydukları kitapları satın alarak kütüphanelerine kazandırırlar. Bizim gibi eli kalem tutan kişiler için kitap, hava ve su gibi elzemdir. Öyle ki, sayfalar devirmediğimiz akşamlar gözümüze uyku girmez. Yazan kişiler birbirlerinin halini bildiği için yeni çıkardıkları kitaplarından imzalayıp dostlarına gönderirler. Bu, yazar dayanışmasının en güzel örneğidir.

    Bu senenin son aylarında kıymetli şair ve yazar dostum Mustafa Özçelik, bu yıl yayınladığı kitaplardan bir demet gönderdi bana. Birbirinden değerli bu kitaplardan özellikle “Eylül Irmakları” adını taşıyan, ilgimi çekti. Çünkü şiirsel bir ismi vardı kitabın… Fakat bu bir şiir kitabı değildi. Özçelik son dönemlerde yazmış olduğu denemelerini bu isim altında bir araya getirmişti. Sütun Yayınları tarafından yayınlanan ve 156 sayfadan meydana gelen eserde 25 tane deneme bulunuyor. Bu denemeler son dönem edebiyatına ışık tutuyor.

    “Eylül Irmakları” adını taşıyan bu kitap üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümdeki iki deneme Yunus Emre’yi, iki deneme Nasrettin Hoca’yı, iki deneme Yahya Kemal’i, birer deneme de Mehmet Akif’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Leyla ve Şeref Hanım’ı konu edinmiştir. Yazar, ikinci bölümde ikişer yazıda Necip Fazıl’ı, Samiha Ayverdi’yi, birer yazıda A. Nihat Asya’yı, Bahattin Karakoç’u, Nurettin Topçu’yu, Sezai Karakoç’u ele almıştır. Üçüncü bölümde ise günümüzün değerlerine yer vermiştir. Bu kısımda sanatçının kişilik ve sorumluluk boyutlarını sorgulamıştır. Son dönem şiirindeki simalardan M. Atilla Maraş’a, merhum M. Akif İnan’a, Metin Önal Mengüşoğlu’na, Nezir Akalın’a, Mustafa Miyasoğlu’na, A. Vahap Akbaş’a ve gölgede kalmış bir şair olan Ahmet Veske’ye değinmiştir.

    Eskişehir’den Türkiye’ye seslenen, arı gibi çalışkan ve verimli olan Mustafa Özçelik, üslup sahibi bir şair ve yazarımızdır. Onun şiirleri de, denemeleri de oturmuş bir kalemden çıkmış intibaını verir. Düzyazıları, özellikle de denemeleri şiir renginde ve tadındadır. Yirmi bir yaşında edebiyat hayatına atılan bu usta kalem, 32 seneden beri aralıksız yazmaktadır. O, edebiyatın her sahasında özellikle şiir, deneme, makale, biyografi, öykü, masal, günlük türlerinde çalışmalar yapmaktadır. “Gelişme, Mavera, Yönelişler, İslâm, Kadın ve Aile, İlim ve Sanat, Gül Çocuk, Dolunay, Düş Çınarı, Dergâh, Kayıtlar, Kültür Dünyası, Kırağı, Kardelen, Seviye, Kitap Dergisi, Bu Meydan, Kalem ve Onur, Güneysu, Kubbealtı Akademi, Bizim Külliye, Yansıma, Bir Nokta, Vuslat, Edebiyat Ortamı, Taşra Edebiyat, Yedi İklim, Yitik Düşler, Ay Vakti, Gonca Çocuk” dergileri onun edebî verimlerini gün yüzüne çıkardığı, okuyucuyla buluşturduğu periyodik yayınlardır. Yıllardan beri bu kadar çok yayında edebî verimlerini yayınlayan velut bir yazarın üslubunun oturmuş olması tabiî bir neticedir.

    Yazarlar çok okuyan insanlardır. Başka bir deyişle çok okuyan insanlar zamanla yazar olurlar. Çünkü okumak dolmak, yazmak boşalmaktır. Okuduklarımız bizde bir birikim oluşturur, bu birikim zamanla inkişaf alanı arar kendine. İşte bu noktada yazmaya, bildiklerimizi paylaşmaya başlarız. Mustafa Özçelik de böyle oluşturmuş Eylül Irmakları’nı… Bu kitap özellikle oturulup yazılmamıştır. Yazar değişik dergilerde yayınladığı yazılarını bir araya getirmek istemiş, dağınıklığın önüne geçerek tabir caizse onları zapturapt altına almıştır.
    Yazar Özçelik, “Eylül Irmakları” adlı eserinin önsözünde: “Bir yazar, yazar olmaktan çok, öncelikle iyi bir okuyucudur. Hem çağdaşlarını hem de önceki dönem yazarlarını ciddi okumak durumundadır. Bu faaliyet sadece okumakla da sınırlı kalmamalı, yazarlar ve eserleri üzerinde düşünmeli, yorumlar yapmalıdır.” diyerek bu eylemi elzem bir iş olarak görüyor.

    “Eylül Irmakları” adlı deneme kitabı özellikle son dönem edebiyat çevresine ışık tutuyor. Bu ışığın huzmelerini takip ederek yeni dönemin özüne giden kapıyı aralıyoruz. Bu kitapta Türk şiirinin en gür sesli şairi Yunus Emre’den, hoşgörünün mimarı Mevlana’ya kadar pek çok millî ve evrensel değerimizi bulabiliyoruz. Kitap Yunus Emre’yle başlıyor, Ahmet Veske’yle nihayetleniyor. Bu iki şair arasında, edebiyat ağacının yüksek dallarında gezinip duruyoruz. Yerle sema arasında diyardan diyara dolaşıyoruz. Her edip bir renk ve çeşni sunuyor tasavvurumuza… Özçelik’in tutarlı ve isabetli eleştirileri önümüzü aydınlatıyor. Edebiyata onun gözüyle baktığımıza değiyor. Zira o, değerlendirmelerinde bizi yanıltmıyor.

    Özçelik’in çok okuyan ve muhakeme eden bir insan olduğunu biliyorum. Bunun ipuçlarını eser ve edip değerlendirmelerinde açıkça görebiliyoruz. O, denemelerinde malumu ilan etmiyor, bilhassa bilinmeyenleri okuyucuya sunmayı, söze doyumsuz bir lezzet katmayı öncelikli gaye ediniyor. Değerlerimize onun gönül dünyasından baktığımızda evvelden oluşmuş önyargılarımız da güneşe değen buzdağları gibi eriyip gidiyor. Neticede yalandan ve abartıdan arınmış, asıl marifeti samimiyet olan sözler kalıyor kelam eleğinin üstünde…

    Anadolu’da Yunus’u ve Mevlana’yı bilmeyen ve sevmeyen yoktur. Fakat bazı kesimler Yunus’u ve Mevlana’yı kendi emellerine alet etmek için hakikatleri tersyüz ediyorlar. Bu kesimlerin temsilcileri olan kalemler, çok farklı ve bir o kadar da bizden uzak bir portreyle karşımıza çıkıyorlar. Bir de bakıyorsunuz ki Yunus Emre, Allah aşkını kapının dibine koymuş, affınıza sığınarak söylüyorum, bir zampara olup çıkmış karşımıza. Mevlana’nın hak ve hakikat paydasında hocalarıyla olan samimiyeti de başka şekillerde algılanmış, zihinler bulandırılmış, inançlı kesimlerin aklının ucundan bile geçmeyen şeyler yakıştırılmış bu halk ve Hak dostlarına. Bu gibi değerleri, Mustafa Özçelik gibi dürüst ve inançlı kalemlerden okursanız fikir bataklığına saplanmazsınız. Onun içindir ki bu kıymetli gönül adamının süzgecinden süzülen hakikat damlacıklarını çok önemsiyorum.

    Dedim ya, değerlerimize ve değerlilerimize bir de Özçelik’in hakikat penceresinden bakalım. O, hayata dair isabetli teşhislerde bulunuyor. Bununla da kalmayıp manevî tedavi yollarını da sıralıyor. Bir çeşit gönül tabipliği yapıyor. Eylül Irmakları’nda onun, yozlaştırılan hayata dair isabetli teşhislerinden ve tedavi önerilerinden bir demet sunmak istiyorum sizlere:

    “Kendimizi, insanımızı, insanlığımızı kaybediyoruz. Patron zalim, işçi hilekâr, sultan adaletsiz, âlim cahil… Eşyanın dilini unutmuş, solan çiçeğin, kuruyan ırmakların feryadını duyamıyor hale gelmişiz. Onca mal gönül darlığımızı gidermiyor, onca kitap, dergi, gazete bizi hakikatin bilgisine ulaştıramıyor. Bilim adamımız doğruyu öğretmiyor/öğretemiyor. Sanatçımız varlığın ve var edenin sırrını hissettiremiyor. Ressamımızın gönül gözü kapalı… Patronumuz rüyasında para yığınlarından başka bir şey görmüyor. Siyasetçimiz hilekâr, dostlarımız riyakâr, rakamlarımız sevimli, çiçeklerimiz susuz. Vaizin sesi ulaşmıyor içimize, kitap sayfaları içimizi karartıyor. Musiki, bir felaket çığlığına dönüşüyor ve hiçbir noktada birleşemiyoruz. Düşünelim… Birleşemeyenler ‘Bir’e nasıl gidecekler? İşte Yunus, bu birleştiriciliğin “Bir’e gitmenin de sınavını vermiş bir insan. Öyleyse onunla beraber, önce tövbe ederek sonra ‘bismillah’ diyerek söylemeye başlayalım: Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m seni! ”(“Yunus Emre’yi Yeniden Okumak”, Eylül Irmakları, s.14)

    “Eylül Irmakları” isimli deneme kitabında ansiklopedik bilgilere yer vermiyor Mustafa Özçelik… Bu eserde şiir altyapısı güçlü bir şairin doyumsuz mensur yazılarıyla gönlümüze ziyafet çekiyoruz. Onun satırlarında edebiyatın derinliklerine yol alıyoruz. Bizleri nükteleriyle güldüren Nasrettin Hoca’nın bir mutasavvıf ve bilge insan olduğu gerçeğini ondan öğreniyoruz. Mevlana âşığı iki kadın şair Leyla ve Şeref Hanım’ın hayatındaki sis perdelerini yine o aralıyor. Yahya Kemal’deki tarih şuurunu ve milliyet telakkisini bu kadar sade ve sade olduğu kadar da derin anlatan başka bir kalem erbabı az bulunur.

    Eylül Irmakları, daha evvel yine aynı yayınevi tarafından yayınlanan Nun ve Kalem’in bir devamı izlenimi veriyor. Bu eser de bize denemenin doyumsuz hazzını vermişti. Bizler bu denemeler zincirinin yeni halkalarını büyük bir iştiyakla bekliyoruz. Kalemin hiç susmasın.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 29.12.2007 - 01:40

    TRABZON’DA MEVLANA GÜNLERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Mevlana Celaleddin Rumî Hazretleri sadece Türkiye’de değil, dünya ölçeğinde de tanınan ve sevilen bir mutasavvıftır. O, bundan 800 sene evvel dünyamıza bir ışık niyetine doğmuştur. Onun sekiz yüzüncü doğum yıldönümünü kutluyoruz bu yıl… Bunun içindir ki UNESCO adlı dünya kültür kuruluşu bu seneyi “Mevlana Yılı” olarak ilan etti.

    Bilindiği gibi dünya kültürlerinin en büyük teşkilatı olan UNESCO, dünya çapındaki değerleri ele alıyor, onlara seneler tertip ediyor, içte ve dışta hakkıyla tanınmalarını sağlıyor. Mevlana’nın ölümünün 700. yılı 1973 senesine rastlamıştı. O zaman da söz konusu kültür kurumu 1973’ü “Mevlana Yılı” olarak ilan etmişti. Bu yılla birlikte dünya çapında iki büyük Mevlana yılını idrak etmiş bulunuyoruz. Bu, Mevlana’nın evrenselliğinin, fikirlerinin dünyayı kuşattığının delilidir. Mevlana, inancıyla ve çağları kuşatan evrensel mesajıyla kıtaları aşıyor.

    Bu yıl Mevlana’yla ilgili Türkiye’de ve yurtdışında yüzlerce panel ve konferans yapıldı; sergi açıldı. Dünya bir kez daha Mevlana’yı ve onun evrensel fikirlerini tanıma ve anlama imkânı buldu. Bu aynı zamanda milyon dolarlarla yapılamayacak bir Türkiye reklâmını beraberinde getirdi. Anlaşılan o ki Mevlana yaşarken de, öldükten sonra da bize ve kültürümüze hizmet etmeye devam ediyor. Bu büyük mutasavvıf ve Allah dostu, ülke sınırlarını aşıyor. Hastalıklı ve bunalımlı dünya bu Hak âşığını bir kurtuluş ve derman olarak model alacağı günleri iple çekiyor. Avrupa ve dünya ancak bu manevi atmosferle kurtulabilir.

    Bu yıl başta İstanbul ve Konya olmak üzere, Türkiye’de hemen her şehirde Mevlana’yla alâkalı aydınlatıcı programlar düzenleniyor. Kültür ve sanata kayıtsız kalmayan şehirlerin başında gelen Trabzon’da da Mevlana’yla ilgili bir dizi faaliyet gerçekleştirildi. Trabzon Valiliği tarafından hazırlanan “Mevlana Günleri” ilk gün etkinlikleri yoğun bir katılımla gerçekleştirildi. Trabzon Lisesi’ndeki programa, Bayındırlık ve İskân Bakanı Faruk Nafiz Özak, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Trabzon Valisi Nuri Okutan, Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canalioğlu, bilim adamları, yazarlar ve çok sayıda davetli katıldı.

    Mevlana, Türkiye genelinde bir yıldan beri enine boyuna anlatılıyordu. Bu büyük Allah dostuyla ilgili şiirler, tiyatrolar, hikâyeler ve romanlar yazılıyor; paneller, konferanslar yapılıyordu. Bu çalışmaların 2007 senesine ait olanlarının sonuncusu, bir kültür ve sanat şehri olan Trabzon’da gerçekleştirildi. Tabir caizse Trabzon üç gün boyunca Mevlana düşüncesiyle yattı kalktı. Şehrin en geniş ve kalabalık caddelerine renkli ve ışıklı Mevlana figürleri asıldı. Bu büyük düşünürle ilgili Trabzon Valiliği “Mevlana’nın Mesnevisi’nden Seçmeler” adlı bir derleme çalışması yapıp Mevlana Günlerini takip etmek için gelenlere ücretsiz dağıttı.

    Türkiye’nin en köklü eğitim kurumlarından biri olan Trabzon Lisesi’nde, Mehmet Ali Yılmaz Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen Mevlana Günleri’nin açılışını Trabzon Valisi Nuri Okutan yaptı. Okutan konuşmasında Mevlana’nın öğreticiliğine değindi. Onun ardından söz alan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay bu büyük Hak ve halk düşünürünün evrenselliğine değindi. Sayın Bakanın metne bağımlı olmadan, irticalen yaptığı anlamlı konuşmayı çok beğendim; bakanın hatipliğine hayran kaldım. Mevlana’nın torunu olan Esin Çelebi Bayru da konuşmasında katılımcılara Hz. Mevlana felsefesini anlattı. Bayru, “Mevlana’mız bize gerçeği, güzeli anlatıyor. Bunları bir hayat görüşü olarak benimsersek kendi kendimizle barışırız. Sonra bu barışı tüm dünyaya yayabiliriz” ifadelerini kullandı.

    Programda Hz. Mevlana’nın hayatının ve felsefesinin anlatıldığı sinevizyon gösterisi gerçekleştirildi. Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç, “Dünya Mevlana’yı Bekliyor” konulu konferansını verdi. Atlas Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek’in fotoğraflarından oluşan “Belh’ten Konya’ya” isimli sergi açılışı gerçekleştirildi. Mevlana’yı Anlamak ve Yazmak” adlı panel yapıldı. Trabzon’daki Mevlana Günleri kapsamında ney dinletisi ve sema gösterileri izleyiciler tarafından ilgiyle takip edildi. Trabzon üç gün boyunca Mevlana’nın feyiz ve bereketinden istifade etti. Bu etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 28.12.2007 - 23:44

    KANSERİN SON KURBANI: NERİMAN ÜÇÜNCÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Karadeniz’de kanser vakaları artarak devam ediyor; tabir caizse canları kırıp geçiriyor kanser... Çernobil faciasının Karadeniz’de kanseri tetiklediği iddiaları her ne kadar resmi sağlık çevrelerince inkâr edilse de, bu coğrafyada yaşananlar farklı bir görüntü çiziyor. Nice değerimizi alıp götürdü kanser… Buna kader deyip geçmek ne kadar doğru acaba?

    Kanser Karadeniz’de kol geziyor. Karadeniz’de bu hastalıktan bir yakınını kaybetmeyen yok gibidir. Ülkemizde pek çok kötü şey gibi kanser de kader olarak görülüp geçiliyor. Bu konuda bölgemizde ve ülkemizde ciddi istatistikler yapılmış değil. “Karadeniz’de kanserin artmasından Çernobil mi, sorumludur? ” sorusu ilmî anlamda cevaplanmış değildir. Bu sorunun muhatapları “radyasyon yoktur” demiş, fakat yetkililer ilmi yolla bunun üzerine gitmemiştir. Oysa hiçbir şey gizlemekle, ‘yok’ demekle yok olmuyor.

    26 Nisan 1986 gecesi Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Enerji Santrali’nin 4. reaktöründeki kazadan hemen sonra radyoaktif bulutlar tüm dünyaya dağıldı. O tarihlerde, Çernobil’le ilgili gerçeklerin açıklanmaması için ciddi bir sansür politikası yürütülmüştür. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral, 24 Haziran 1986 tarihli ‘Türkiye’ gazetesine yaptığı açıklamada: “Türkiye’de radyasyon yok” demiş, sözlerini şöyle güçlendirmişti: “Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir.” Bununla da kalmamış, kameraların önünde keyifle, sözde radyasyonsuz çayı yudumlamıştı. Oysa çağdaş ülkeler gerçekleri gizlemek yerine, ciddi önlemlerle vatandaşlarının sağlığını güvence altına almıştı. Oysa biz ülke olarak facianın üstünü örtmenin hesaplarını yapıyorduk.

    Kanser bütün Türkiye’de olduğu gibi, özellikle yoğun olarak Karadeniz’de öldürmeye devam ediyor. Kansere en son kurbanı, Trabzon’un gözden ırak ilçesi Köprübaşı verdi. Köprübaşı’nın sevilen simalarından Neriman Üçüncü iki yıldan beri mücadele ettiği kemik kanserine yenilerek Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kanser illeti onu çok sevdiği Köprübaşı’ndan kopardı. Nermin Üçüncü iki yıldan beri İstanbul’da kanser tedavisi görüyordu.

    O, sıra dışı, renkli bir kişiydi. Köprübaşı’nın Beşköy beldesine bağlı Yılmazlar köyündendi. İlkokulu Köprübaşı’nda, ortaokulu Trabzon’da Cumhuriyet Ortaokulu’nda, liseyi Trabzon Lisesi’nde bitirmişti. Ayrıca fark derslerini verip bir de Kız Meslek Lisesi diploması sahibi olmuştu. Daha önce annesini kaybetmişti. Babası Ali Faik, Köprübaşı’nda çok tanınan bir hocadır. Ali Faik önemli bir isimdir bu ilçede. Kızı da çok güzel izler bırakarak göçtü bu topraklardan. Halk Eğitim Merkezi’nde usta öğreticilik yapan Neriman Üçüncü, yörede yaşayan kızlarımızın meslek edinmeleri için gecesini gündüzüne katmıştır. O, trikotaj ve kuaförlük alanlarında marifet sahibi bir kızımızdı. Bildiklerini paylaşmak, başkalarına yardımcı olmak onun karakteristik özelliklerinden en başta gelenlerdi.

    Köprübaşı’nın pek çok imkândan yoksun olan kızlarına becerilerini aktaran Neriman Üçüncü, hayata tutunmanın en güzel örneğini vermiştir. O, Köprübaşı’nda kızlara iyi bir model olmuştur. Daima namusuyla çalışmış, alın teriyle kazanmıştır. Kazandığını da paylaşmasını, garibanlara kol kanat germesini bilmiştir. Bir ara Köprübaşı’nda taksicilik bile yapmıştır. Azmin ve cesaretin nelere kadir olduğunu yaşantısından verdiği örneklerle ispatlamıştır. Kendisi kanserle mücadele ederken kanser hastalarına da ümit ışığı olmuştur.

    Hayat dolu bir insandı Neriman Hanım… Hayata gülen gözlerle bakardı. Küçük meseleleri kendine dert etmezdi. Hayatta pek çok sıkıntı yaşasa da hep ümitvar oldu. Bir soruya verdiği cevapta “Ben kötü anıları dereye attım, güzelleri bana hep güç verdi.” diyerek bir anlamda hayat felsefesini ortaya koyuyordu. Hastalığıyla boğuştuğu sıralarda çok sevdiği arabasını İstanbul’da çaldılar. Onu çok üzdüler, fakat o yine de hayata dört elle sarılmasını bildi. Kanseri yeneceğine inanmıştı. Fakat bunu başaramadı. Zaten hayatta başaramadığı tek şey sanırım buydu. O, geride güzel bir iz bıraktı. Kendisi, Köprübaşı’nda iz bırakanlar arasına çoktan girmiştir. Bu güzel yürekli ablamıza Allah’tan gani gani rahmet diliyorum.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta