GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,
FİLİSTİN’İN KANAYAN YARASI
M.NİHAT MALKOÇ
Yaşlı dünyamız nice asırlardan beri zulmün olanca dehşetiyle yaşandığı dramlara sahne oluyor. Zalimler bütün şiddetiyle saldırırken, mazlumların gözyaşı sel oluyor. Zalimlerin, mazlumların gözyaşıyla oluşan elem denizinde boğulması için kıyameti beklemekten başka çaremiz yok mu? Bu acı sahneleri seyretmekten usanmadık mı? Kanayan yaraların pansuman edilmesi için daha ne bekliyoruz? Müslümanlar uyuyor mu?
İster Müslüman olsun, ister gayri Müslim olsun, insanlık mazlumdan yana tavır almalıdır. “Zalimin zulmü varsa mazlumun Allah’ı var” sözü yabana atılmamalıdır. Yeryüzünden kan kokusu silinmelidir. Kabil’in ayıbını daha ne kadar devam ettireceğiz? Habiller’in kanı yerde kalmaya devam edecek mi? Barış güneşi ne zaman doğacak üstümüze?
Nice yıllardan beri Ortadoğu’da kan dökülüyor. Coğrafyalar atlaslardan koparılıyor. Batı ve onun ortakları bu zayıf coğrafyayı kaşımaya devam ediyor. Filistin toprakları yıllardan beri işgal altında. Müslümanların mahremiyeti Siyonistler tarafından çiğneniyor. Yürekler dayanmıyor yaşanan acılara… İsrail kana doymuyor. Zalim İsrail askerlerinin her hareketi “Dağdan gelen bağdakini kovar” deyişini doğruluyor.
Geçmişte İsrail ordusunun bir askeri Filistinliler tarafından esir alındığı için dünyayı ayağa kaldırdılar. Üstelik bu asker sadece esir alındı, öldürülmedi. Bu olay sadece bir misillemeden ibaretti. Kendi ırkından olanları üstün insan olarak gören, karşısındaki Filistinlileri insan olarak kabul etmeyen bu kör zihniyetin feci akıbetini çok merak ediyorum. Rezil ve zelil olacaklarına dair bir şüphem yok. Fakat bunun zamanlamasını merak ediyorum. Bir rivayete göre Yahudileri altında saklandıkları ağaçlar bile ihbar edecektir. Biz kulların acelesi olsa da Allah’ın acelesi yok. O büyük günde herkes yaptığının karşılığını görecektir.
Bugün İsrail zindanlarında binlerce Filistinli tutuklu var. Bunlar yıllardan beri türlü türlü işkencelere maruz bırakılıyorlar. Fakat kimse bunu görmüyor. Arabuluculuk yapan Türkiye, Bush’a durumu açtığında kendisinden beklenen bir cevap veriyor: “Filistin, İsrail askerini serbest bıraksın. Yoksa olaylar daha da büyüyebilir.” Dünyayı yöneten adam adeta bir İsrail askerinin ağzıyla konuşuyor. Size de böyle konuşmak yakışır zaten! ... Sanki yıllardan beri zindanlarda çürüyen Filistinlilerden haberleri yok. Bu ne perhiz bu ne lâhana turşusu! ... Bir insan ancak bu kadar taraf tutup akıldan uzak konuşabilir.
Hain Batı ve onun yoldaşı Amerika, işgalci İsrail’e kucağını açmış. Bir askerin kurtuluşu için kalkmışlar ayağa. Tehditler ve nutuklar savuruyorlar. Öte yandan ölen kadınlar ve çocuklar için kimsenin kılı kıpırdamıyor. Hiç kimse İsrail’e sormuyor: “Sizinkiler insan da berikiler insan değil mi? ” diye… Sormuyorlar, çünkü görmüyorlar, görmek istemiyorlar.
İşgalci İsrail, Filistinli rehineleri her zaman koz olarak kullanıyor. Onların üzerinden pazarlık yapıyor. Fakat sıra kendi insanlarına gelince onlara toz kondurtmuyor. Bu Siyonistlerin üstün ırk safsatasının bir sonucudur. Kendi söylemlerini ilâhî bir kanun gibi sayıp ona göre amel ediyorlar. Allah bu zulmü görüyor elbet… Zamanı gelince hesabı görülecektir. Fakat bu hadiseler karşısında Müslümanların tutukluğu ve olanları görmezden gelişi affedilir gibi değildir. Müslümanlar adeta “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ sözünü kılavuz ediniyorlar. Bu söz, o güzel atasözlerimiz içerisine Yahudilerin soktuğu bir fitneden başka bir şey değildir. Zira Resulullah şöyle diyor: “Müminler, birbirine karşı sevgi ve merhamette, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut huzursuz olup onun tedavisi ile meşgul olduğu gibi, Müslümanlar da böyle birbirine yardıma koşmalıdır.”
Bir zamanlar “Tutuklanan İsrail askeri şartsız serbest bırakılsın” diyen insanlar, öbür tarafta devam eden saldırıları ve toplu tutuklamaları nasıl da görmüyorlar? Yıllardan beri İsrail zindanlarında her türlü zulüm ve işkenceye maruz bırakılan Filistinli tutsakların serbest bırakılması için yapılan onca pazarlıktan bir sonuç çıkmıyor. Bırakın biraz da Filistinliler esir üzerinden pazarlık yürütsün. ‘Tu kaka’ etmenin bu derecesine de pes doğrusu! ...
GÜMÜŞHANELİ ŞAİRLER ANTOLOJİSİ VE İSMAİL HAYAL
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirleri en iyi tasvir eden şairlerdir. Şairlerin şehirleri olduğu gibi şehirlerin de şairleri vardır. Şairler kentlerin kimliğini en iyi açığa çıkaran, adeta şehrin röntgenini çeken söz ustalarıdır. Anadolu kentlerinin de birbirinden kıymetli şairleri vardır. Onlar şehrin kültürel kaynaklarından beslendikleri gibi, şehrin kültürel kaynaklarını da beslemişlerdir. Bu değerleri açığa çıkarmak, gelecek nesillere tanıtmak ve aktarmak hem vefanın gereği, hem de kökü mazinin derinliklerine dayanan kültürümüzün yaşaması için olmazsa olmaz işlerdendir.
Gümüşhane’miz de Anadolu’nun görülmeye ve sevilmeye değer bir yerleşim yeridir. Bu topraklardan da pek çok marifetli şairler çıkmıştır. Yedi Meşalecilerden Vasfi Mahir Kocatürk’ten tutun da Şinasi Özdenoğlu’na kadar, Nurettin Özdemir’den Âşık Zevrakî’ye kadar, Hüseyin Nihal Atsız’dan Zülfikar Yapar Kaleli’ye kadar nice söz üstatları şiir ağlarını ördü bu topraklardan aldıkları güçle ve ilhamla… Yeni sesler ve yeni renkler filiz veriyor Gümüşhane’nin dağlarında, vadilerinde, Harşit’inde, Kelkit’inde ve Şiran’ında… Yeni sesler ve renkler kuruyan şiir dağlarını yeşertiyor, umutların filizlenmesine zemin hazırlıyor.
Gümüşhane’de yıllarını geçirmiş bir insan olarak bu coğrafyaya olan sevgimi ve hayranlığımı her fırsatta ifade etmeyi bir borç bilirim. Bu şehrin güzel insanlarına bütün güzellikler layıktır. Gümüşhaneliler maddî ve manevî değerlerine sadıktır. Bunun somut örneklerini sıklıkla görebiliyoruz. Değerli dostum eğitimci, araştırmacı, şair ve yazar İsmail Hayal, Gümüşhane’nin söz ustaları olan şairlerin hayatlarından kesitler sunan, şiirlerinden örnekler içeren özelde Gümüşhane’ye, genelde Türk kültürüne kıymetli bir eser kazandırdı.
Esere değinmeden evvel eserin müellifiyle ilgili birkaç söz etmek isterim sizlere. İsmail Hayal’i gıyaben tanıdığım zamanlarda da, yüz yüze tanıdıktan sonra da çok sevdim ve takdir ettim. Kendisi genç ve pırıl pırıl bir insan... İsmail Hayal, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Uzmanı olduğu için insanlarla çok çabuk ve içten diyaloglar kurabiliyor. Alçak gönüllülükte sınır tanımayan bir arkadaşımızdır kendisi. Kalemi çok güçlü bir insan İsmail Hayal… Kendisi hem araştırmacı, hem gazeteci, hem yazar, hem de şair… Yazıları da şiir gibi… Hikâyeleri de şiir tadında. Gelecekte Gümüşhane’nin Türkiye genelinde adından söz ettirecek gür sesi olacaktır. Fakat bu işler maalesef Kuşakkaya’nın eteğinde zor oluyor.
İsmail Hayal’in titiz çalışmasıyla oluşan “Gümüşhaneli Şairler Antolojisi” büyük bir boşluğu dolduruyor. Gümüşhane Valiliği tarafından bastırılan kitapta Gümüşhane’nin birbirinden değerli 113 şairi var. Bunların bir kısmı 1800’lü yıllarda yaşamıştır(Şeyh-i Seyrani, Mahmut Radi) . Günümüzde yaşayan şairler ağırlıktadır. Eseri kültürümüze kazandıran Hayal, sunuş yazısında eser hazırlanırken şairlerin Gümüşhane doğumlu, Gümüşhane’de yaşayan ve soy olarak bu şehirle bağlantısı olanlardan seçildiğini belirtiyor.
Antolojiye alınan şiirler ve şairler İsmail Hayal tarafından özenle seçilmiştir. Eserde şairler doğum tarihlerine göre büyükten küçüğe sıralanmıştır. Kitapta 25 yaşın altındaki şairlere yer verilmemiştir. Şahsen bu ölçütü yerinde bulmuyorum. Şiirde tecrübe önemli olsa da duyguların olgunlaşması için 25 yaşı ölçü olarak koymak doğru değildir. Bunun yanında şiirin değerli olması bir yayın organında yayınlanmış olmasıyla ölçülemez. Eserde yayınlanan şiirlerde böyle bir şart aranmasını da isabetli bulmasam da böyle bir uygulamayı tercih eden kıymetli dostum İsmail Hayal’in düşüncesine saygı duyuyorum. Bunun yanında eserdeki şair biyografilerini de çok kısa buldum. Keşke biraz daha geniş tutulsaydı.
İsmail Hayal’in hazırladığı “Gümüşhaneli Şairler Antolojisi” kapsamlı bir eser, 424 sayfadan oluşuyor. Eserin başında Gümüşhane Valisi hemşehrimiz sayın Enver Salihoğlu’nun “Sunuş” yazısı yer alıyor. Bu yazıyı Turan Tuğlu’nun takrizi izliyor. Sayın Valimize ve eserin zahmetini çeken İsmail Hayal arkadaşıma Gümüşhaneliler ve benim gibi Gümüşhane’yi delicesine sevenler adına çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız dostlar... Bunun gibi yerel değerleri derleyip toparlayan eserlerin sayısının daha da artması en büyük temennimizdir.
GAZZE YANIYOR! ...
Gazze yanıyor! ....
Dünya uyurken birileri uyumuyor Filistin’de… Umutlar katlediliyor gecelerin karanlığında. Feryatlar öğütülüyor sükûtun değirmeninde. Bebeler kanlı şafaklara dayamış sırtlarını. Siyonizmin darağacında günahsızca asılıyor masum canlar. Demokrasi havarileri savaş tuzaklarında barış güvercinlerini avlıyorlar. Filistin’de çocuklar çocukluğuna hasret… Sevgiler kanlı gözyaşlarında boğuluyor. Sadece çocuklar değil, insanlık ölüyor bu topraklarda. Körpe fidanlar susuz bırakılıyor. Her birinin dalları budanıyor akşam sabah…
Gazze yanıyor! ...
Filistin’de küçücük bedenler kurşundan ağır acılar taşıyor yüreklerinde. Çığlıklar dağlardan taşlardan yankılanıyor. Gül bahçelerine barut kokuları bulaşmış. Yüreklere kan damlıyor. Ağıtlar yakılıyor türkülerin tahtında. Öfkenin kazanları kaynar darağacının gölgesinde. Sert rüzgârlar kırar çocukların tutundukları dalları. Filistin’de mezarlar vardır mezar taşları bile olmayan… Filistin’de kan kaybeden sadece bedenler değil, asıl kan kaybeden yerde sürünen insanlıktır. Şarapnel parçaları sadece çocuklara değil, insanlığa da saplanıyor aynı zamanda. Karga sesleri bastırıyor bülbül şakımalarını. Bu topraklarda buz gibi metal parçalarıyla yürekler ve bilekler çarpışıyor. Sapanlar namlulara kan kusturuyor.
Gazze yanıyor! ...
Gazze’de insanlar yaşlanmıyor, yaşlanmaya fırsat bulamıyor. Çocuklar sapanlarla kuş değil, hain avlıyorlar. Cehennem azabını dünyada yaşıyor masum yürekler. Cennet yolcuları seherlerde düşüyor nurlu yollara. Vampirler kanla besleniyor, doymuyorlar kana. Canilerin ve conilerin zulüm etrafında birleşmeleri yeni trajedilere göz kırpıyor. Gazze’de silahların gölgesi düşüyor yarım hayatlara. Filistin toprakları canlara doymuyor. Ölenler ölümden yorgun düştü. Can pazarı yaşanıyor insaf kıtlığında. Ölüm yağıyor göklerden. Bulutlar kan kusuyor toprağın kara bağrına. İnsanlık derin uykuya dalmış. Güller goncayken koparılıyor dallarından. Leş kargaları kanla ve kinle besleniyor. Peygamberlerin kutsal mekânlarında Müslüman olmak suç sayılıyor. Müslümanlık, öldürülmenin haklı gerekçesi kabul ediliyor.
Gazze yanıyor! ...
Tanklar, uçaklar bomba yağdırıyor sapanlara… Açlık ve sefalet kol geziyor Filistin sokaklarında. Mimsiz medeniyetin süvarileri Ebu Cehil’i aratmıyorlar. Kulaklar acı çığlıklara tıkanmış. Bülbül yuvalarında baykuşlar ötüyor. Filistinli gariplerin gözyaşları mazlumların cehennem ateşlerini söndürüyor. Fakat zalimlerin azap ateşine benzin oluyor. Lakin yine de taş üstünde taş koymuyorlar bu emanet topraklarda. Hissiyat felç olmuş ruhun derinliklerinde. Büyük ağabeylerin sözde kınamaları dökülen kanı azaltmıyor, canlar dönmüyor geri. Silahı taşla sapan olanlar adı konulmamış bir destan yazıyorlar mürekkebi kan olan iman kalemiyle.
Gazze yanıyor! ...
Şehrin orta yerinde yüksek duvarlar örülüyor, yüzkarası duvarlar… Yine de kalın duvarlar aşılıyor bir bir… Lakin ümmet kabuğuna çekilmiş. Müslüman müslümanın yarasını sarmıyor. Bir vücut olan müminlerden ya hiç ses çıkmıyor, ya da çatlak sesler geliyor. Herkes imtihan veriyor kıyametin arifesinde. Aslanların yuvasında çakallar tafra satıyor. İki cihan güneşinin Mirac’a yükseldiği Mescid-i Aksa’nın şadırvanından hüzün akıyor. Filistin topyekûn intifada… Kıyama durdu cümle ins ve melekût… Paletler ezip geçiyor çocukların pembe düşlerini. Gözünü kan bürümüş insaf fakirleri, öz yurdundan kovuyor masumları…
Gazze yanıyor! ...
Gazze sokakları acıyı mayalıyor. Anneler yavrularına, yavrular annelerine, kadınlar kocalarına doymadan çile nöbetlerine duruyorlar. Üç dince de kutsal sayılan topraklara güneş eskisi gibi güleç doğmuyor artık. Çocukların uçurtmalarını vuranlar, güneşe gölge düşürme gayreti içerisindeler. Olmuyor, olmuyor işte. Güneşin nurunu söndüremiyorlar. Zira “Allah nurunu tamamlayacaktır”(Tevbe 32) hakikati müjde oluyor Hakk’ın saflarında çarpışanlara…
İHH İNSANÎ YARDIM VAKFI VE FİLİSTİN
M.NİHAT MALKOÇ
İHH Türkiye merkezli yardım kuruluşlarının başında geliyor. Geçenlerde İHH İnsanî Yardım Vakfı, Trabzon’da bir konferans düzenledi. Konferansta vakfın yönetim kurulu üyesi Yaşar Kutluay, vakfın yardımlarının organizasyonuyla ilgili olarak gittiği ülkelerdeki izlenimlerini dinleyicilere aktardı. Kutluay şu görüşlere ve izlenimlere yer verdi:
“İHH’nın kuruluş amacı Kudüs’ün kurtuluşuydu. Bosna Savaşı sırasında kuruldu bu vakıf… Vakıf olarak hayırseverlerden aldığımız yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyoruz. Bugün Filistin’de tarifsiz acılar yaşanıyor. Gazze’de otuz milyar dolarlık altyapı zayiatı var. Bir buçuk milyonluk Filistin halkı açlığa terk edildi. İsrailliler Filistin sınırlarını kalın duvarlarla çepeçevre ördü. Hamas, mevcut duvarın iki kilometresini ortadan kaldırdı. İsrailliler Gazze’yi yerle bir ettiler; elektriğini, suyunu kestiler. Filistin halkı Hamas’ı iktidara getirdiği için cezalandırılıyor. Onun için iki yıldan beri Filistin’e ambargo uygulanıyor.
Filistin sorunu bazı çevrelerin iddia ettiği gibi Arap-İsrail sorunu değil, bütün dünya Müslümanlarının sorunudur. Zira Mescid-i Aksa bizim ilk kıblemizdir. Biz evlerimizde televizyonlarda maç seyreder gibi kardeşlerimiz olan Filistinlilerin ölüm haberlerini izliyoruz. Osmanlı dört yüzyıl boyunca Filistin’e egemen oldu. Bu süre içerisinde bu topraklarda hiçbir ayaklanma olmamıştır. Bugün dünyada dokuz buçuk milyon Filistinli vardır. Bunların altı milyonu kamplardadır. Bazı yanlı çevrelerin söyledikleri gibi Filistinliler topraklarını satmadı. Filistinliler öyle çilelere maruz kalıyor ki bunları aklınız almaz. Zalim İsrailliler bir Filistinli anneye öz evladını fırınlarda pişirip getirdiler. Yine bir annenin sekiz evladı kaçırıldı, sonra başları kesildi, bir torbaya konulup anneye teslim edildi. Her gün çocukların kolları, bacakları kırılıyor. Bu çağda bu işkenceleri yaşayan Filistinlileri kimse görmüyor, görenler görmezlikten geliyor. Acılar katmerleşiyor, fakat kör gözler görmemekte ısrar ediyor.
Filistinliler her gün vatanları için ölüyorlar. Daha ne yapsınlar? İsrailliler Filistinlilere uçak bombalarıyla saldırıyorlar. Bizler Filistin’e gidip yaşanan trajedileri yakından gördük. Şeyh Yasin ve Ahmet-i Kurra’nın evlerine ziyarette bulunduk. Şeyh Yasin’in boynundan aşağısı felç olduğu halde İsrailliler onun fikirlerine tahammül edemediler. İki roket attılar üzerine. Şehit ettiler hareket kabiliyeti olmayan hasta bir insanı. Her gittiğimiz evden en az bir kişi şehit olmuş. Bunun yanında hemen her evden bir veya birkaç kişi İsrail zindanlarında çürüyor. İsrail terör devletidir. İsrail uzun yıllardan beri terörle ve kanla besleniyor.
Onlar bunca acıları derinden yaşarken bizler ne yapıyoruz? Allah bizi canlarımızla ve mallarımızla imtihan ediyor. Toplumumuzda Yahudi zihniyeti yerleştiriliyor. Geçen sene Kosova’daydım. Arnavut gazeteci Kosova’daki ABD askeri birliğinin üst rütbeli komutanına soruyor: ‘İşler yoluna girdi, saldırılar bitti, sizler ABD olarak ne zaman bu toprakları terk edeceksiniz? Kosova’da daha ne kadar kalacaksınız? ’ ABD’li yetkili alttan alttan gülerek şöyle diyor: ‘Fazla kalmayacağız. Osmanlı’nın kaldığından sadece birkaç yıl fazla kalabiliriz.’ Peki, soruyorum size Osmanlı Kosova’da kaç yıl kaldı? Söyleyim size: Yaklaşık 500 yıl… Demek ki ABD’nin bu topraklardan çıkacağı yok. Fakat Osmanlı o topraklarda huzuru ve asayişi sağladı. O insanlar bugün Osmanlı’nın idaresini hasretle yâd ediyorlar.
Dünyanın küresel sermayesi ortak hareket ediyor. Coca Cola geçen yıl bütün kârını Filistinlileri öldürmeleri için İsraillilere bağışladı. Bizler hâlâ onların ürünlerine para vererek dostlarımızın ölümüne zemin hazırlıyoruz. Geçen yıl Irak’ta Telafer’de bir âlimin evine misafir olduk. Irak’ta yaşananların içyüzünü sorduk kendisine. O da ‘ABD’li bir general iki saatte Telafer’i boşaltacaksınız talimatını verdi bize. Bizler de canımızı kurtarmak için evlerimizi, mallarımızı, çocuklarımızın bir kısmını bırakıp oradan çıkmak zorunda kaldık’ diyor. Bu acılar o topraklarda yaşandı ve yaşanıyor. Fakat bizler hiçbir şey olmamış gibi sıcak yataklarımızda yatıyoruz. Müslüman kardeşlerimizin acılarını paylaşmıyoruz.”
İnananlar! Müslümanlığımız lafta kalmasın, Müslüman kardeşlerimize yardım edelim.
ORTADOĞU VE FİLİSTİN
M.NİHAT MALKOÇ
Filistin meselesi uzun yıllardan beri devam ediyor. İsrail’in bu vahşi saldırıları ve gayri insanî yaklaşımı sürdükçe bu sorun yakın zamanda kolay kolay çözüme kavuşmayacaktır. Filistin, özgürlük direnişinden ve inançlarından vazgeçmediği için cezalandırılıyor. Ortadoğu ve Filistin meselesiyle ilgili olarak Trabzon’da Park Restauant’ta bir konferans düzenlendi. İHH İnsanî Yardım Vakfı Trabzon Gönüllüleri tarafından organize edilen konferansa İnsanî Yardım Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Yaşar Kutluay ve Gazeteci-Yazar Abdurrahman Dilipak katıldı. Konferanstan evvel Filistin’in dününü ve bugününü anlatan belgesel gösterildi. Bunun ardından İnsanî Yardım Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Yaşar Kutluay yaptıkları çalışmalarla ve gittikleri ülkelerle ilgili görüş ve izlenimlerini dile getirdi. Dünyanın dört bir yanında Müslümanlara yönelik saldırıların sürdüğünü, bu inanca mensup kişilerin boynuna esaret zincirleri takıldığını belirtti. Müslümanların Filistin’e el atıp yardım etmesini, yaşananları uzaktan seyretmemesini istedi. Kutluay’ın düşündürücü konuşmasının ardından gazeteci-Yazar Abdurrahman Dilipak kürsüye gelerek şunları söyledi:
“Bugün 28 Şubat, postmodern darbenin yıldönümü… Yabancı güç odakları Türkiye üzerinde oyunlar oynuyorlar. Onlara göre Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir. Bugün Filistin ve Irak’ta yaşananları doğru okuyamazsak buralardaki yangın bizim ülkemize de sıçrayacaktır. Hiçbir Müslüman, Müslümanların çektiği acıları görmezlikten gelemez. Allah bizlerden Müslümanlara karşı tavır ve davranışlarımızın hesabını da soracaktır. Günümüz Müslümanları niçin bu kadar şuursuz ve vurdumduymazdır? Oysa Allah cahil ve zalim bir kavme hidayet nasip etmez. Müslümanlar ‘iman ettik’ demekle kurtulacaklarını mı sanıyorlar? Kendimize çekidüzen vermeliyiz, uyanık olmalıyız. ‘Yediğimiz gıdalarda domuz yağı var mı, yok mu? ’ diye dikkat ediyoruz da izlediğimiz televizyonda, okuduğumuz gazetede domuzluk var mı, yok mu diye dikkat etmiyoruz. Başımıza felaketler gelmeden hayatımızı yeniden tanzim etmeliyiz.
Bugün Filistin topraklarında büyük bir zulüm ve acı yaşanıyor. İsrail, Mescid-i Aksa’yı yıkarsa bu yeni bir dünya savaşının başlangıcı olacaktır. İsrailliler Mescid-i Aksa’nın altını boşalttılar. Bir depremde bu ulu mabet çökebilir. Oysa bu mescit bizim için çok önemlidir. Mescid-i Aksa bizim ilk kıblemizdir. Filistinliler Mescid-i Aksa’nın ruhaniyetiyle ayakta duruyorlar. Filistinliler Müslümanların bu ilk kıblesini korumak için canlarını ortaya koyuyorlar. Onlara bu davalarında ve mücadelelerinde yardımcı olmak boynumuzun borcudur. Filistinlilerle ortak hareket etmek ve onlara yardımda bulunmak görevimizdir.
Damarlarımızda dolaşan şeytanın hilelerine karşı uyanık olalım. Unutmayalım ki nefis şeytanın tahtıdır. Allah bizi hesaba çekmeden kendimizi hesaba çekelim. Yusuf İslam’ın şu sözü ne kadar düşündürücüdür: “Ben Kur’an’ı tanımadan evvel Müslümanları tanısaydım belki de Müslüman olmazdım” Bu söz son durumumuzu açıkça ortaya koymaktadır.
İnsanlar farklı anlayışlar ortaya koymaya çalışsalar da Müslümanlık bir tanedir. Nas ile sabit bir konuda içtihat olmaz. Bizim dinimiz de nastır. Zanlarımızı din edinmeyelim. “Şeyhime tabi olmayanın şeyhi şeytandır” kısır anlayışını bırakalım. Birlik ve beraberlik içinde olalım. Allah’a ve Peygamberimize inananlar ve tabi olanlar tek bir cemaattir. Asıl tehlike ve felaket; içimizde, beynimizde yanlış yorumladığımız Müslümanlık anlayışımızdadır. Her fırsatta Filistin’e destek olalım. Filistin’in biz Müslümanlar için ayrı bir sembolik anlamı da vardır. Zira Filistin düşerse Çeçenistan düşer, Irak düşer, Türkiye düşer.”
İHH İnsanî Yardım Vakfı’nın düzenlediği konferans bizlere bir kez daha unuttuklarımız hatırlattı. Gerçekten de Müslümanlar olarak bir kez daha düşünmeliyiz. Müslümanların kardeş olduğu gerçeğini unutmamalıyız. Filistin’de, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Bosna’da, Irak’ta, Kosova’da, Lübnan’da, Keşmir’de yaşanan acılara duyarsız kalmamalıyız. Mümin, İslam inancına mensup insanlara kardeş gözüyle bakar, yardım eder.
ABDULKADİR YILDIRIM RESİM SERGİSİ
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirlere değer katan, onları yücelten, kültür ve sanat etkinlikleridir. Sanatı ve sanatçıyı destekleyen insanların çok olduğu şehirler, diğer kentlere göre daima bir adım önde olmuşlardır. Trabzon bu açıdan şanslı bir Anadolu şehridir. Bu kentte her gün birkaç etkinlik gerçekleştirilir. Resim sergileri açılır, konferanslar verilir, tiyatro gösterileri yapılır.
Bu hafta Eski Valilik binasında ressam Abdulkadir Yıldırım’ın resimleri sanatseverlerin ilgisine sunuldu. 1959 yılında Trabzon’da doğan Yıldırım, bugüne kadar 11 kişisel resim sergisi açmıştır. Bu onun 12. kişisel resim sergisi oluyor. Sergiyi gezdim ve kendisiyle ayaküstü sohbet ettim. Ressam olsa da aslında esnaflık yapıyor. Resme çok zaman ayıramıyor. Trabzon’u çok seven ve bu şehirde yaşamayı en büyük bahtiyarlık olarak gören Abdulkadir Bey’in resimlerinde bu sevginin yansımalarını görmek mümkündür. O, sergideki yağlıboya çalışmalarına Karadeniz’in yerel özeliklerini yansıtmıştır. Bu resimlerde Karadeniz’in hırçınlığını, kent halkının çalışkanlığını ve hareketli yaşamını görebiliyoruz.
Trabzonlu Ressam Abdulkadir Yıldırım’ın hayatına dair bilgileri kişisel internet sitesinden de öğrenebiliyoruz. O, bu sanal ortamda kendisiyle ilgili şu duygulara ve bilgilere yer vermiştir: “1959 Trabzon doğumludur. 12 yaşında babasını kaybeder ve ailesinin maddi yükünü omuzlar. İlkokul sıralarında öğretmeni resim yeteneğini fark eder ve çalışmalarını devam ettirmesi için onu teşvik eder. Ticaret Lisesi yıllarının ardından esnaflık gelir. Ancak büyük bir ilgi ve sevgiyle yöneldiği resmi de ihmal etmez. Ömrünü hep Trabzon’ da geçirmiş olan sanatçı, yöre kültürünü ve iyimser bakış açısını aktarır tablolarıyla. Ağırlıklı olarak Karadeniz’ in büyülü mavisini, deniz-insan ilişkisini, yaylaların doğal güzelliğini, yaşam tarzını yansıtır. Şu an çalışmalarını empresyonist tarzda peyzajlarla sürdürmektedir. İlk sergisini 1997’de Trabzon Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde açan sanatçı, değişik illerde 11 kişisel sergi açmıştır. Yine değişik illerde 12 grup ve karma sergiye katılmıştır. Abdülkadir Yıldırım, sanatı dünya üzerinde ender paylaşımlardan biri olarak algılarken sizleri tablolarını görmeye davet etmektedir. Karadeniz Pastik Sanatlar Derneği üyesidir.”
Trabzonlu ressam Abdulkadir Yıldırım, bugüne kadar başta Trabzon olmak üzere, pek çok şehirde kişisel ve karma sergiler açmıştır. Şimdiye kadar açtığı sergiler, tarihleriyle birlikte şöyle sıralanabilir: “1997 Trabzon Devlet Güzel Sanatlar Galerisi, 2001 Trabzon Devlet Güzel Sanatlar Galerisi, 2002 İstanbul Altunizade Kültür ve Sanat Merkezi, 2003 Konya Ticaret ve Sanayi Odası Fuar Alanı, 2005 Trabzon Devlet Güzel Sanatlar Galerisi, 2005 Aydın Belediyesi Recep Yazıcıoğlu Kültür ve Sanat Merkezi, 2005 Trabzon Dünya Ticaret Merkezi, 2006 İstanbul Yunus Emre Kültür Merkezi, 2006 Bursa Şefik Bursalı Sanat Galerisi, 2007 Diyarbakır Dağkapı Burcu Güzel Sanatlar Galerisi, 2008 Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisi… Bunların yanında 1997–2004 yılları arasında, başta Trabzon Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde olmak üzere, 2004 yılında Şefik Bursalı Sanat Galerisi’nde ve diğer organizasyonlarda karma sergilere katılmıştır. Bunlar da gösteriyor ki Abdulkadir Yıldırım çalışkan, gayretli ve üretken bir ressam… Hayatın devinimi içerisinde sürekli yeni şeyler üretiyor, kendini yeniliyor. Gördüğü iltifatlar onun marifetini daha da artırıyor.
Trabzonlu ressam Abdulkadir Yıldırım’ın fırçasından Trabzon’un dünü, bugünü ve yarını çıkıyor ortaya. Ressam, hayata gülen gözlerle ve büyük bir iyimserlikle bakıyor. Bunu tablolarında da açıkça görebiliriz. Sanatçı kötümser olursa bu olumsuz bakış açısı eserlerine de yansır. Bu da sanatından ilham alanları huzursuzluğa ve karamsarlığa itebilir.
Sanatçı hayatı güzel gösterir, insanlardaki karamsar hissiyatı dağıtır. Yıldırım’ın tablolarında bu bakış açısının olumlu izlerini görebilmekteyiz. Trabzonluların, modernle geleneksel olanı birleştirmeye çalışan bu gibi değerleri desteklemesi, onlara yürek vermesi, kutlu yürüyüşlerinde yalnız olmadıklarını göstermesi sanatın geleceği açısından fevkalade mühimdir. Bu sergiyi mutlaka görmenizi ve ressamı desteklemenizi arzu ediyorum.
TRABZON UFKUNDA BELİREN KURTULUŞ GÜNEŞİ
M.NİHAT MALKOÇ
Esareti yaşamayan hürriyetin kıymetini bilemez. Millet olarak asırlar boyunca hürriyet aşkıyla yanıp tutuştuk. Bunun için en değerli varlığımız olan canımızı seve seve verdik. Her zaman da vermeye hazırız. Bu topraklar bizim namusunumuz ve haysiyetimizdir.
İnsanın fıtratında hür yaşama temayülü vardır. Bunu değiştirmek hiç mümkün değildir. Onun içindir ki bunu elde etmenin ve elde tutmanın uğraşı içinde olacağız. Tanzimat dönemi şairlerinden Namık Kemal, hürriyet tutkusunu bakın ne veciz bir üslûpla ifade ediyor:
“Ne efsunkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet
Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten.”
(Ne büyüleyicisin ey hürriyetin güzel yüzü!
Esaretten kurtulduk ama bu sefer de senin aşkının esiri olduk.)
Trabzon ülkemizin en güzide yerleşim yerlerinden biridir. Uzun yıllar boyunca düşman istilâsı altında inim inim inleyen yöre halkı özgürlük mücadelesini bırakmamıştır. Çok kanlar akmış Karadeniz’in mavi sularına. Hepsi de bu toprakların özgürlüğe doyması içindi. Harcanan emekler insanımızın bağımsızlık hazzını doyasıya yaşaması uğrunaydı.
Birinci Dünya Savaşı’nda Rus donanması Trabzon ve çevre illeri topa tutmuştur. Şehirdeki insanların kadını erkeği, yaşlısı genci cepheye koşmuştur. Şehir elde tutulamayınca zoraki göçler yaşanarak şehir boşaltılmıştır. Düşman güçleri insafsızca, önüne gelen insanları öldürerek kenti tahrip etmiştir. Göç edenler, gittikleri yerlerde açlık ve hastalıklardan çok çekmişlerdir. O sıralarda Rusya’da iç karışıklıklar çıktı. Çar idaresine isyanlar başladı. Bu durum Ruslar’ın mukavemetini kırdı. Büyük amaçlarla geldikleri Trabzon’dan elleri boş dönmek zorunda kaldılar. Doğup büyüdükleri topraklardan uzaklaştırılan Trabzonlular, gruplar halinde şehre dönmeye başladı. Bu esnada tarihler 24 Şubat 1918’i gösteriyordu. Trabzonlu vatanseverlerin şehre dönüş heyecanını M.Reşit Tarakçıoğlu şöyle dile getiriyor:
“O gün görülmeli idi. Şehre karadan yürüyerek giren her Trabzonlu, ilk iş olarak Trabzon toprağına kapanıp onu sevinç gözyaşlarıyla ıslatıncaya kadar öpüyor, kayıkları ile limana girenler iskeleye ayak basar basmaz, hemen yerleri öpüyor, yurduna, sancağına kavuşmak bahtiyarlığına erdiği için Allah’a hamd ve şükür ediyorlardı. Hele şehir içinde karşılaşmış olanlar sevinç gözyaşları akıtarak kucaklaşıyorlardı. O gün egemen olmanın, yere düşen bayrağın tekrar yükselişinin bayramı idi.”(Trabzon’un Yakın Tarihi)
Trabzon’un işgal yılları büyük acıları beraberinde getirmiştir. Gözyaşları sel olup akmış göz pınarlarından. Muhacirlik yılları Trabzonluların özlemlerini çoğalmıştır. Düşmanın elinde oyuncak olmak yerine muhacirlik, ehven-i şer olarak tercih edilmiştir. O yıllara ait muhacirlik hatıralarını dinleyince vatanın ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha anlıyoruz. O acıları anlatmak için sözcükler bile yetmiyor. Bugünün gençlerinin o hatıralardan ders çıkarması, hayatını ona göre idame ettirmesi yarınlarımızın emniyeti açısından elzemdir.
Ruslar alelacele giderken fırsatı ganimet bilerek şehirdeki değerli eşyaları yanlarında götürmüşlerdir. Ellerinin altındaki hayvanları keserek askerlerine ziyafet çekmişlerdir. Götüremedikleri makine ve malları denize atmışlardır. Binaları yakmışlar ve değişik yöntemlerle oturulamaz hâle getirmişlerdir. Savaştan önce muntazam olan bu yerleşim yeri, savaş sonrasında bir hayalet şehir görünümü almıştır. Ruslar böylelikle gerçek yüzlerini göstermiştir. Ruslardan geriye böyle harabe bir şehir bırakılsa da uzun bir aradan sonra memleketlerine kavuşmak vatanlarına geri dönen Trabzonları fazlasıyla sevindirmiştir.
Türkiye’nin gözbebeği, güven kaynağı, memleketin sigortası olarak gördüğümüz Trabzonlular, vatanlarını canlarından aziz bilirler. Vatan için göz kırpmadan ölüme atılan Trabzonlular, Kurtuluş Savaşı’nda gösterdikleri yararlılıklar dolayısıyla Atatürk’ün övgüsüne mahzar olmuşlardır. Allah o acı günleri bizlere bir daha yaşatmasın. Bu vatan üzerindeki ay-yıldızlı al bayrak hep dalgalansın. Trabzon’un kurtuluşunun 90. yılı mübarek olsun.
HATIRALARIMIZI SAKLAYAN ŞEHİR: TRABZON
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon; sevginin, muhabbetin, aşkın harmanlandığı diyardır. Şimdi sen fetih günlerinden bugüne bir film şeridi gibi geçiyorsun gözlerimin önünden. Unutulur mu o yıllar? … Yokluk ve yoksulluk yılları… Sargana unutulur mu dostlar? … Gözyaşları unutulur mu? Gemilerden açılan ateşler… Yüreklerdeki korku ve tedirginlik… Kamalarla, bıçaklarla düşmana saldıran Trabzonlu yiğitler hâlâ gözlerimizin önünde canlanırlar. Mahmut Ağa’nın cengâverliği ve açtığı al yeşil sancak unutulmaz. Sargana deresinin suları şahit kahramanlıklara ve acılara. Aslında aşağıdaki anonim türkü sözleri her şeyi özetliyor:
“Trabzon’dan çıktım başım selamet
Çavuşluya geldim koptu kıyamet
Anam ile yârim Hakk’a emanet
Ah bu muhacirlik şimdi büküyor belimi
Kâfir Urus yaktı yıktı evimi”
Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in yağmuruna hayran kaldığı ve etkilenip “Bu Yağmur” şiirini yazdığı Trabzon, gönlümüzün incisidir. Bedri Rahmi’nin doğduğu ve doyduğu topraklardır bu topraklar… Trabzon deyince hatıralarımız canlanır gözbebeklerimizde. Çocukluğumuzu, ilk gençlik yıllarımızı emanet ettiğimiz diyardır Trabzon’un cadde ve sokakları. Hepimiz bir parçamızı bırakmışız bu güzel coğrafyada. İşte Bedri Rahmi’nin şehri:
“Trabzon deyince aklıma bir salkım kareymiş gelir.
Bahçeler dolusu zindan yeşili
İçin için kandil kandil ballanır
Kandiller içinde bir kandil yanar
Bir kız deli gibi koşmaya başlar
Yanaklarında Amoftaların alı
Dudaklarında kareymişlerin moru
Göğsünde... Elinin körü”
Trabzon’a bir de Boztepe’den bakmalı… Şehri ayaklarının altına ve göz hapsine almalı. Limanda yük boşaltan gemilerin sesleriyle hayallerin ve hatıraların sağanağından uyanmalı. Kuş bakışı seyretmeli Trabzon’u bir uçtan bir uca. Sonra bir de eski tozlu albümler arasında unutulmuş Trabzon fotoğraflarına bakmalı… Değişimi görmeli ve göstermeli…
Biz gurbetçiler Trabzon’da bıraktık öbür yarımızı. Şimdi biz hatıralara gömülmüş, geçmişin renklerini albümlere hapsetmiş yarım insanlarız. Âh unutulur mu yediğimiz yayla kuymakları? Kahvaltılarımızın vazgeçilmezi kayganalar… Ayaklarımızdaki çapulalar…
Karadağ’ın başı yine öyle dumanlı mıdır acaba? Kışın ayazında, tepeleri zemheri soğuklarından muzdarip midir? Trabzon deyince kemençeden bahsetmeden geçmek olur mu? Ya adı dünyaya nam salan Vakfıkebir ekmeğini zikretmemek! ... Dalında kararıp duran kara gözlü karayemişler de bu şehrin bahse değer unutulmazlarıdır. Trabzonspor’u zaten dünya bilir ve futbolda Anadolu ihtilalinin tartışmasız öncüsü olarak sayar, sever.
Karadeniz’in incisi, gönlümüzün birincisi Trabzon, hamsi demektir biraz da... Denizlerin olmazsa olmazıdır o… Onun için sabah uykuları feda edilir limanlarda. Onun girmediği sofra gariptir. Şehrin insanının zekâsının ve kıvraklığının hamsiden ileri geldiği söylenir durur. Hamsiye ne methiyeler dizilmiştir Trabzon’da. Hamsi üzerine yazılan şiirlerin sayısı hiç de az değildir. Zira hamsi bu kentte yaşayanların vazgeçemediği sevdadır. Trabzonlu şair Baba Salim’in hamsiye övgüsü siteme dönüşür aşağıdaki dörtlükte:
“Kasaplar acımaz sen acı bizi
Yavanlıktan tutmaz fakirin dizi
Züğürtler seninle bozar perhizi
Görmez etsizlikten gözümüz hamsi”
MUHAYYİLEMDEKİ AKÇAABAT SİLUETİ
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirler girer rüyalarıma, sevgi tuğlalarıyla örülmüş şehirler… Tan kızıllığında uyanır zihnimi kemiren düşünceler… Kent ‘Merhaba’ der bana yürekten bir tebessümle. Sabahın mahmurluğunda balkona çıktığımda bir ‘Günaydın’ da deniz fısıldar kulağıma. Balıkçıların takalarının silueti belirir ufuk çizgisinin berisinde. Rüzgâr denizden getirdiği tuzlu havayı bahşeder akciğerlerime. Havanın tuzu yakar genzimi. Şehre adanmış hissiyatım uyanır zaman beşiğinde. Hatıralar canlanır mazinin izbe köşelerinde. Akçaabat’ın bahçelerinde yetişmiş taze kıyılmış tütünlerin kokusu kuşatır belli belirsiz anıları. Nikotin, belleğimi bağlar esaret zincirleriyle. Yalın ayaklı çocuklar kirli elleriyle yarım ekmeği tereyağıyla sıvayıp indirirler aç midelerine. Çocuklar okula gidip gelirken üşür köy yollarında, onlarla birlikte zaman da üşür. Uzak emeller doru atlar gibi kaçar gözlerinin feri sönmüş çocukların düşlerinden.
Umutların yaldızlı adıdır Akçaabat… Gül bahçelerinden gül denizlerine uzanan uzun bir koridor… Bu koridorda tükettik ömür sermayemizi. Gecelerimizi doyumsuz kılan bir rüyadır bu şehirde bu şehri yaşamak. Ya gurbette bu şehre sevdalanmak… O bir ateşten gömlekten farksızdır. Sıladaki kentin cadde ve sokakları yâdıma düştüğünde ruhumdaki hüzünler harmanlanır boylu boyunca. Mevsimlerden sonbaharı yaşarım yazın ortasında. Hayallerimin enkazı altında ezilirim. Yağmur damlaları bir kurşundan farksız düşer sırtıma. Gurbette yaşadığım şehir bir harabe, bir mezarlık olarak kalır hatıralarımda. Gecenin karanlıkları örtemez gurbetteki hüznü ve acıları. İçimdeki yalnızlığı silemez hiçbir şey…
Denizlerinin iri mavi gözlerine meftunum Akçaabat… Farzet ki bir oyundu yaşadığımız. Oyun ama ciddi bir oyun… Bedelini zaman olarak hayat değirmenlerinde öğüttüğümüz, içine bir ömrü sığdırdığımız bir buğday tanesi… İçi memleket sevgisiyle dolu bir ressamın uykusuz gecelerde çizdiği şaheserdi arkada bıraktığımız. Biz o tuvalde boynu bükük ve aciz bir portreden başka neyiz ki! ... Ellerimiz ve ayaklarımız hatıraların zincirleriyle bağlı… O ağır zincirin en büyük halkası sen değil misin Akçaabat, sen değil misin?
Sen bir anneydin Akçaabat, dizlerinde uyuduğum ve büyüdüğüm şefkatli bir anne… Denizlerin vardı senin… Hamsisi, mezgidi, istavriti bol denizlerin… Cömerttiler bir anne kadar… Lâkin şimdi eli sıkı bir cimri rolünü oynuyorlar hayat oyununda. Beni hülyalara daldıran masmavi suların vardı, düşlerimin çekirdeği, ana nüvesi... Gecelerin vardı, uykusuz gecelerin. Sevdalıların ay ışığı altında derin hayallere daldığı, hayattan kâm aldığı gecelerin şimdi hüznü çağrıştırıyor gurbetteki evlatlarına. Bir zamanlar etle tırnak gibiydin evlatlarınla. Fakat şimdi her birini gurbetin bir köşesine saldın. Onların arzuları senin merhametli kollarında yaşayıp senin bağrında vermekti son nefeslerini. Şimdi kara kışlar çepeçevre kuşatmış mevsimlerini. Ömrün ahirinde ateşten şiddetli olan intizardır paylarına düşen…
Şimdi gurbet mahzenlerinde yüreğim yanar. Kardelenler açar gönlümün karlı dağlarında. Üşürüm yoklunda, ısınırım hatıralarının sıcağında. Sensizliğin sürgününde, ayrılıkların ertesinde, gecenin hançer gibi içime batan soğuğunda dikilip kalmışım sana giden yolların kavşağında… Damarlarımda senden kan, bedenimde senden can taşıyorum.
Bir siyah-beyaz fotoğraftır şimdi yalın kılıç düşlerimi süsleyen. Anneannemin ceviz sandığında gün yüzüne hasret bir kare… Acı ile hüzün sarmalamış göçebe duygularımı. Aşk ve ıstırabın uykudan uyanmış halidir gönül bahçemdeki kan kırmızı gülün mahmurluğu… Geçmiş zaman şarkılarıdır ak şehrin gönül telini titreten. Karadağ’ın karıdır gönlümüzün ateşini alan, o karlar ki pınarlarımızın hayat kaynağıdır. Dağlarımızı bembeyaz bir yorgan gibi örten karın paklığı gönül paklığına tekabül eder. Cemreler düşeceği vakti sabırsızlıkla bekler.
Karanlık çökünce tenhalara acılardır senden payıma düşen. Sayfaları eskimiş, işi bitmiş bir defter gibi yorgun ve terkedilmişlik duyguları içerisindeyim. Sabahı bekleyen bir hasta gibi zaman durur dört duvar arasında. Kavrulan bağrımı dağ rüzgârlarına açmış bekliyorum. Denizler gelmeyin üzerime, tuzlu sularınızı değdirmeyin yürek yaralarıma…
Yüzyıl geçse de unutulur mu esaret günleri? … Geçer mi yürek yaralarının sızısı? Sargana’da ruhlar yatar mı uykuya? Kanla yazılan özgürlük yemini suyla silinir mi? ‘Zaman hiçbir şeyi unutmaz ve unutturmaz’ derler. Acı tatlı bütün hatıralar zamanın heybesinde saklı durur öylece. Avuçlarımıza aldığımız ve gönül asumanına uçurduğumuz barış güvercinleri vurulur mu öfkenin zehirli oklarıyla? Çalınır mı zaferlerden arda kalan mutluluklarımız? Bölüşülür mü en büyük zenginliğimiz olan gönül sermayemiz? Söndürülür mü gönüllerimizi aydınlatan sevgi mumları? Bu sorulardır zihnimi gece gündüz kemiren. Olmaz olmaz demeyin. Dünün acılarını unutmamalı, unutturmamalı… Unutmak gaflettir, gaflet intihardır. Fatih’in emeğine ihanettir. Geçmişin acılarını tellal misali geri çağırmaktır.
Rıhtımda suya değen bakışlarım dalgaların getirdiği köpüklerin çıkardığı ritmik sesle yön değiştiriyor. Düşünceler beni Akçaabat’ın yarınlarına götürüyor. Kelebekler nasıl kozasını örerse ben de bu şehrin geleceğini örüyorum beynimin tenha yerlerinde. Dalgalar yalıyor kıyıları. Kumları okşuyor köpükler… Güneşin batmaya yüz tuttuğu vakitlerde tabiatın fırçasından eşsiz bir tablo çıkıyor. Bu tabloya ne Picasso’nun, ne de Bellini’nin kudreti yeter.
Geleceği çok uzaklarda görenler, ‘gün bugündür’ anlayışında olanlar ve geleceği ufkun arkasında hayal edenler basiret fukaralarıdır besbelli. Bu akıl fukaralığı aydınlık yarınların etrafını saran paslı bir zincirden farksızdır. Sert fırtınaların varlığını bilmek ve idrak edebilmek için fırtınalara maruz kalmak gerekmez ki… Bunun ötesinde fırtına başladığında gösterilen canhıraş gayretler ne fırtınayı dindirir, ne de zararından korur bizi. Üstün akıl, bugünü dünden, yarını bugünden gören akıldır. Ancak bu akıl önümüzü aydınlatır.
Şehirlerin güzeli Akçaabat şehrengizleri kıskandırıyor. Ufuk çizgisinde geleceğin aydınlık resmi beliriyor. Daralan vakitlere sığıyor koca gelecek… Mutluluğun resmini çiziyor zaman keskin fırça darbeleriyle. Gecenin tenhalığında gelen hissiyata bir tutam hüzün karışıyor. Gözlerim buğulanıyor hüznü yudumlarken. Titrek ışıklar gölgesini bırakıyor mavi sulara. Gülkurusuna banan umutlar ellerimde ufalanıyor. Ünsiyet peyda oluyor seninle aramızda. Sen ki yüreğimi yakıyorsun yine de aşk ateşlerinin en korunda, en korunda…
Günahını vebalini sırtıma yüklüyorum karanlıkların. Senden yadigâr kalan uykusuz geceleri taşıyorum gözbebeklerimde. Derin bir ‘âh’ ın göbeğinde saklanıyor çığlıklar. Yorgunluğumun sebebi oluyorsun Akçaabat… Durgunluğumun, yenilmişliğimin bir parçası oluyorsun bir puzzle’ın en zorunda. Direnişim ışığa varana kadar sürecek elbet… Şehir beni bağrına basmadan bitmeyecek ısrarım. Sana giden yolların kırılgan yüzü ayaklarıma değecek bir gün. Umut çeşmelerinin suyu akacak tez vakitte… Bulutlar güneşin önünden çekecek ipekten şalını. Pişmanlıkların pası silinecek yüreğin muhacir duygularından.
Şehrin mazisi canlanacak akıbetin aydınlığında. İzbe sokaklar ağlayacak üstünden geçenlerin acı sonuna. Her köşe başı, her cadde ve sokak geçmişin izlerini geleceğe taşıyacak. Dün bugüne, bugün yarına kültür ve medeniyet bağlarıyla sıkıca bağlanacak. Dostça, kardeşçe ve barış içerisinde nefes almanın hazzını doyasıya yaşayacak şehrin yoldaşları. Şehirlerin ruhu, modern zamanlara sığmayacak. Taşacak gönüllerden sevgi, saygı, hoşgörü ve dayanışmanın ölümsüz gülleri. Güllerin rayihası bülbüllerin yanık sesine karışacak kuşluklarda. Bahçelerimizde ekilen tohumlar bire on verecek güneşin koynunda.
Ve Yıl 2018… Ufuktan bir güneş doğuyor. Bu güneşin aydınlığı akça şehri abat ediyor. Mutlu insanlar kenti, gülücüklerini insanlarla paylaşıyor. Yüzlerdeki tedirginlik ve endişeler yerini tebessüm tomurcuklarına bırakıyor. Dostluk, kardeşlik ve muhabbet kıvılcımları sevgi ve hoşgörü ateşini tutuşturuyor. Bu ateş hem ısıtıyor, hem de aydınlatıyor insanları. Gönül bahçeleri cömertlik yarışında… Bahçe güleç, bahçıvan mutlu… Ekinler boy atıyor yürek tarlalarında. Şehrin üzerindeki kapkara bulutları sürüklüyor rüzgârlar…
Denizin kızı Akçaabat, işveli bir gelin oluyor bembeyaz duvağının altında. Bu gelinin yüreğindeki umutlar Karadağ’dan daha yüce ve heybetli… Acılar ders oluyor geleceğin mimarlarına. Umut harmanları endişeleri bertaraf ediyor. Akçaabat yarınlara parlayan gözlerle, taze beklentilerle bakıyor. Akçaabat yüzyılın şerefini bütün hücrelerinde hissediyor.
KÖPRÜBAŞILI BİR BİLGE ADAM: ASLAN AKSOY
M.NİHAT MALKOÇ
Köprübaşı’nın yetiştirmiş olduğu saygın ve bilge kişilerden biridir Aslan Aksoy… O, ömrünü Köprübaşı için, Köprübaşı’nda geçiren ve bu ilçeye katkıda bulunmak için gayret eden bir insandır. Uzun yıllar bu küçük ilçede ticaretle uğraştı. Kitap ve kırtasiye satışı yaptı. Onun için kendisini daha çok “Kitapçı Aslan” olarak tanırlar. Bunun dışında demir ve ahşap el sanatlarının satıcılığını yaptı. Bu ürünleri küçük esnaftan ve sanatkârdan alıp toptan satışıyla ilgilendi. Böylelikle bu sanatların devam etmesini sağladı, yok olmalarını engelledi.
1933 yılında Köprübaşı’nda doğan Aksoy, yaşına göre dinç ve hayat dolu bir insandır. İlkokul mezunu olmasına rağmen gayet kültürlü, bilgi ve görgü dolu bir kişidir. Çok ince ve nazik bir insandır aynı zamanda. İnsanlara “Yeğenim” diye hitap eder genellikle. Kendini çok iyi yetiştirmiştir. Bugüne kadar büyük küçük, iyi kötü, kârlı kârsız demeden pek çok vazifede bulunmuştur. Üç yıl Köprübaşı Belediyesi Başkan Vekilliği yapmıştır. Belediye Meclis Üyeliği, Köprübaşı Lisesi Yaptırma ve Yaşatma Derneği Kurucu Üyeliği ve Başkanlığı, Bir dönem Trabzon İl Genel Meclisi Üyeliği, iki dönem Sürmene Küçük Sanayi Sitesi Yapı Kooperatifi Başkanlığı, iki dönem Köprübaşı’nda siyasi parti İlçe Başkanlığı görevlerinde bulunmuştur. Kendisi Bağ-Kur emeklisidir. Fakat hâlâ büyük bir gayretle çalışmaktadır.
Köprübaşı’nda hemen herkes tarafından tanınan ve sevilen bir kişi olan Aslan Aksoy sadece Trabzon’a değil, Türkiye’ye de çok kıymetli evlatlar yetiştirmiştir. Kıt imkânlarla bütün çocuklarını büyük okullarda okutmuş, onlardan desteğini hiç kesmemiştir. Evlatlarının çoğu, ülkemizin önemli noktalarında vazife görmektedirler. Onun çocuklarından biri olan Hüseyin Aksoy, son yıllarda Mersin Valisi olarak görev yapmaktadır. 1963 yılında Köprübaşı’nda doğan Hüseyin Aksoy’un bundan önceki görevi Muğla Valiliğiydi. Köprübaşımızın gurur kaynaklarından biri olan Hüseyin Aksoy, bir dönem de İçişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği görevinde bulunmuştu. Geçen yıl Mersin’de düzenlenen şiir yarışmasında Türkiye birincisi olmuş, ödülümü almak için bu şehre gitmiştim. Sayın Valimizi makamında ziyaret etmiş, kendisinden bir hayli alâka görmüştüm.
Köprübaşı’nın sevilen simalarından biri olan Aslan Aksoy’un çocuklarından biri de ağır ceza reisidir. Fatih Aksoy adlı bu kıymetli hemşehrimiz değişik yerlerde başarılı görevlerde bulunmuş, bir süre de kaymakamlıklar yapmıştır. En son olarak da Zile Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı görevini sürdürmektedir. Aslan Ağabeyin diğer bir oğlu Yavuz Aksoy İstanbul Barosuna bağlı olarak serbest avukatlık yapmaktadır. Elektronik Haberleşme Mühendisi olan oğlu Halil Aksoy ise 2000 yılından bu yana Zonguldak Telekom İl Müdürlüğü görevini yürütüyor. Yine onun çocuklarından Jeoloji Mühendisi Salih Aksoy özel sektörde mühendis olarak görev yapmaktadır. Bir diğer oğlu olan Dr. Hamit Zafer Aksoy ise Akçaabat Devlet Hastanesi’nde Üroloji Mütehassısı olarak çalışmaktadır.
Köprübaşı gibi dışa kapalı, imkânları kısıtlı bir yerde, çok zor şartlarda bu kadar çocuğu bu kadar güzel yerlerde okutmak her babanın harcı değildir. Aslında liste bitmedi. Aslan ağabeyin kızlarından söz etmedik. Onlar da diğerleri gibi okudular; iktisat, siyasal gibi bölümler bitirdiler. Onlar da devlet kademelerinde başarılı hizmet vermektedirler. Bu eli öpülesi baba, erkek çocuklarına tanıdığı hakları kızlarına da tanıdı; hiçbir ayrım yapmadı.
Aslan Aksoy’un çocukları şanslıydı; çünkü okumanın önemini kavrayan bilgili ve şuurlu bir babaları vardı. Aslan Ağabey de şanslıydı; çünkü verilen hakkı iyi kullanan, çalışmayı seven, hedefleri olan ve o hedeflere ulaşmak için çırpınan ve birbirleriyle rekabet eden çocukları vardı. Bunların ötesinde hayatını çocuklarına adamış fedakâr bir anne vardı. O anne Aslan Aksoy’un muhterem eşi Hatice Hanımdı. Eli öpülmeye layık bu anne, gece gün kurslar açıp aile bütçesine katkıda bulunmuş, vasıfsız kızlara terziliği öğretmiştir. Şirin Köprübaşı’nın en uyumlu ve en eğitimli ailelerinin başında gelen Aksoy ailesi Köprübaşı’nın adını her yerde onurla taşıyor. Ailenin öncüsü Aslan Aksoy’a Allah uzun ömür versin.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta