Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1601

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 24.03.2008 - 22:45

    FELSEFE OLİMPİYATLARI VE TRABZON LİSESİ’NİN BAŞARISI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Son yıllarda okullarımız sadece üniversitelere öğrenci hazırlayan kurumlar haline dönüştürüldü. Oysa okul, kişiyi sadece üniversiteye değil, bunun yanında hayata da hazırlar. Günümüzde eğitimde amaç, sadece üniversite kazanmak olunca okulların misyonu ve vizyonu da değişmeye başladı. Büyük bir yarış var öğrenciler arasında. Kim daha çok test çözecek, kim daha çok puan alacak ve arzuladığı üniversiteye girecek. Ailelerin çocuklarından beklediği sadece test başarısı… En çok net bırakan öğrenci en iyi öğrenci olarak kabul ediliyor. Çocuklarımız sadece sınava endeksli başarı ölçeğiyle değerlendiriliyor. Yeni eğitim sistemi öğrencileri yarış atına döndürdü. Öğrenciler dershaneyle okul arasında sıkışıp kalmışlar. Sırf bu yüzden sosyal ve kültürel faaliyetlere iştirak etmek istemiyorlar. Bu etkinlikleri zaman kaybı olarak görüyorlar. Bu sakat anlayış çocukları hayattan soğutuyor.

    Oysa okulların görevi öğrencilerini sadece üniversiteye hazırlamak değil, her yönüyle hayata hazırlamaktır. Herkes üniversite okuyamaz, böyle bir şart da yoktur. Hayatta başka alanlarda yetişmiş elemanlara da ihtiyaç vardır. Çocukları ille de üniversiteyi kazanacaksın diyerek sıkboğaz etmek onların psikolojilerini bozar. Okullarda derslerle birlikte çocukların sosyal ve kültürel faaliyetlere katılımını teşvik ederek onların çok yönlü kişiler olmalarını sağlayabiliriz. Bu onların düşünme ve iş başarma yeteneklerini de geliştirir. Başarısız çocuk yoktur, yönlendirilememiş, motive edilememiş çocuk vardır. Çocuklara rehberlik etmeliyiz.

    Geçenlerde ülke genelinde Türkiye Felsefe Kurumu´na bağlı “Çocuklar İçin Felsefe” birimi tarafından 12. Felsefe Olimpiyatları düzenlendi. Türkiye genelinde yapılan yarışmalara 501 öğrenci katıldı. Yarışmalar 10 merkezde gerçekleştirildi. Olimpiyatta öğrencilere, Aristo’nun “Adalet devletin orta direğidir, çünkü siyasal topluluğun temeli haktır ve hak neyin adaletli olduğuna karar vermenin ayracıdır” sözü, M. Heidegger’in, “Geleneklerin örtüsünün açılması ve gelenekle aktarılanın açığa çıkarılışı, bu çağın insanı için özel bir görevdir.” sözü, Taylan Altuğ’un “Söylenmemiş olanı söylemek için, dilde önceden söylenmiş olanı işitmek gerek” sözü verildi. Bunlardan birini seçerek deneme yazmaları istendi. Öğrenciler bu konulardan birini seçip duygu ve düşüncelerini yazıya döktüler.

    Trabzon ilinden sadece Yunus Emre Lisesi ve Trabzon Lisesi bu yarışmaya katıldı. Trabzon Lisesi Müdürü Ömer Eyüboğlu, öğrencinin yarışmaya katılması için her türlü imkânı sağladı. Neticede emekler boşa gitmedi, Tayfun Emek İpek, yarışmada Türkiye on ikincisi olarak Trabzon’a, bu alanda bugüne kadar elde edilemeyen bir derece kazandırdı. Bu yarışmaya Türkiye genelindeki pek çok kolej ve yabancı menşeli okul da katıldı. TEV İnanç Türkeş Lisesi öğrencisi Nur Banu Özkut’un birinci olduğu yarışmada, Kadıköy Anadolu Lisesi öğrencisi Mehveş Unğan ikinci, Özel Amerikan Robert Lisesi öğrencisi Ezgi Bereketli üçüncü oldu. Trabzon Lisesi öğrencisi Tayfun Emek İpek’in 501 öğrenci arasından sıyrılıp Türkiye on ikincisi olması sadece Trabzon Lisesi’ni değil, tüm il eğitim camiasını sevindirdi.

    Türkiye genelinde elde edilen başarılar okullar için çok önemlidir. Felsefe olimpiyatlarında ilk elliye giren öğrenciler dereceye girmiş sayılıyor. Bu dikkate alındığında öğrencimizin Türkiye on ikincisi olması her türlü takdire şayandır. Çünkü öğrencimiz bu başarısıyla bu yarışmaya katılan Özel İtalyan Lisesi’ni, Özel Üsküdar Amerikan Lisesi’ni, Özel St. Benoit Fransız Lisesi’ni, Özel Koç Lisesi’ni, İzmir Fen Lisesi’ni geride bırakmıştır.

    Felsefe Olimpiyatlarına Samsun bölgesinde katılan Trabzon Lisesi üçüncü sınıf öğrencisi Tayfun Emek İpek, yarışmada Aristo’nun “Adalet devletin orta direğidir, çünkü siyasal topluluğun temeli haktır ve hak neyin adaletli olduğuna karar vermenin ayracıdır” sözüyle ilgili üç buçuk sayfalık bir deneme yazdı. Sadece öğrencimizi değil, onu bu olimpiyatlara hazırlayan Trabzon Lisesi Felsefe öğretmeni Okan Okutan Bey’i de kutlamak lazım. Böyle gurur verici başarıların şehrimize tekrar kazandırılması temennisiyle Trabzon Lisesi öğrencisi Tayfun Emek İpek’i kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 23.03.2008 - 14:11

    “NE KADAR DA AZ ŞÜKREDİYORSUNUZ”

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bu dünyada neyimiz varsa hepsi emanettir. Bizler bu geçici âlemde emanetçiyiz. Hayatımızı idame ettirebilmek için emanet aldıklarımızı belli bir süre kullanır, sonra da bizden sonra gelecek olanlara emanet ederiz. Yerleri, gökleri ve bunların arasında bulunanları yaratan yüce Allah, bizlere sonsuz rahmetinden sayısız nimetler ihsan etmiştir. Rabbimizin verdiği nimetleri saymaya kalksak bunu ifade etmeye sayfalar kâfi gelmez. Her şeyden evvel Rabbimiz bizi dünyadaki halifesi ve muhatabı kabul etmiştir. Bu ne büyük bir şereftir.

    Kâinatı yaratan ve onu sayısız nimetlerle donatan Rabbimiz, verdiği milyonlarca nimete karşılık bizden sadece kulluk ve şükür istemektedir. Biz fani kullar bile, birine iyilik yaptığımızda ondan teşekkür beklemiyor muyuz? Beklediğimizi göremeyince sinirlerimiz tepemize çıkmıyor mu? “Keşke sana iyilik yapmasaydım…” diye geçmiyor mu içimizden? İşte öyle de, Allah da verdiklerine karşılık bizlerden itaat, ibadet ve şükür beklemektedir. Bu, sadece kul olmanın değil; insan olmanın da bir gereğidir. Şükür bir çeşit ruh zarafetidir.

    İnsanlık geçmişte, tarihî süreçte çok büyük kıtlıklar ve açlıklar geçirdi. Dedelerimiz, yaşadığı bu kıtlıkları zaman zaman gözleri nemlenerek anlatır bize. Aslında bunun için geçmişe gitmeye bile gerek yok. Günümüzde bile pek çok insanımız yoklukla ve yoksullukla boğuşmaktadır. Hadiseye dünya ölçeğinde bakarsak çok daha vahim bir manzarayla karşılaşırız. Başta kara Afrika olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde açlık, hastalık ve sefalet kol gezmektedir. Gelir dağılımının düzensizliği ve sömürgecilerin elde avuçta ne varsa ellerine geçirmeleri sonucunda bazı insanlar bir somun sıcak ekmeği bile bulamamakta, aç karınlarını doyuramamaktadır. Bizler bu dramları görüp de halimize şükretmiyoruz. Aksine maddî refah açısından bizlerden daha iyi durumda olanları görüp mevcut durumumuza hayıflanmaktayız. Bu durum bizi şükürsüzlüğe ve kadirbilmezliğe sürüklemektedir.

    Şükür kulluğun gereğidir. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şükür ve hamd üzerinde ısrarla durulmuş, şükredenler övülmüş, şükrü ihmal edenler şiddetle eleştirilmiştir. Nimete şükretmek iç huzurumuzu da artırır. Şükür nimetin miktarını da, bereketini de çoğaltır. Şükürsüzlük nimetin elden uçup gitmesine sebeptir. Rabbimizin şu ayeti bu konuda en büyük ölçü ve ihtardır: “Ve hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”(İbrahim S. 7. Ayet) Ne diyelim, takdir kulun vicdanına kalmıştır.

    Günümüz toplumunda çoğumuz şükretmek hususunda cimrilik ediyoruz. Elde ettiklerimizi şahsî maharetlerimizin neticesi sayıyoruz. Oysa nimetler de, külfetler de Allah’ın takdiridir. Allah dilemese, nasip etmese gece gündüz çalışsak da bir şey elde edemeyiz. Elde etsek de, elde ettiklerimiz bize hiçbir fayda getirmeden bir anda uçup giderler. Onun içindir ki evvelâ kalbimizi enaniyet hislerinden arındırmalıyız. Varlıkta da, yoklukta da olsak aldığımız bir nefesi bile şükre sebep saymalıyız. Öte yandan, nimetlendirilenler şükredecek de, nimetten mahrum bırakılanlar şükretmeyecek mi? Elbette onlar da şükredecekler. Hem onların şükrü Hakk katında çok daha muteberdir. Mükellef kul; bazen nimetlerle, bazen de külfetlerle imtihan edildiği gerçeğini kavramalı, hâl ve hareketlerini ona göre tanzim etmelidir.

    Peki, Rabbimizin bizden beklediği şükür nasıl olur? Öncelikle nimeti vereni bilip ona övgüde bulunmamız gerekir. Bu noktada şükrü ‘dil ile, kalp ile ve fiillerimizle şükür’ diye üç kısma ayırarak değerlendirebiliriz. Dil ile şükür nimetlerin yaratıcısı olan Allah’ı çokça zikretmekle olur. Kur’an okumak zikirlerin en güzelidir. Minnet ve şükran yüce yaratıcıyadır. Kalp ile şükür; iman etmek, kalbi Allah sevgisiyle doldurmaktır. Sebepleri sadece vasıta ve perde kabul edip bütün nimetleri Allah’tan bilmektir. Eylemlerimizle şükretmek, vücudumuzu Allah’ın emrettiği yolda kullanmaktır. Namaz kılmak, oruç tutmak, Hacc’a gitmek, zorda kalan Müslüman’ın yanında olmaktır. Bunların ne kadarını yapıyorsunuz? Bir düşünün… Ne kadar şükrediyorsunuz? Cevabı Allah veriyor: “Ne kadar da az şükrediyorsunuz.”(Araf 11)

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 22.03.2008 - 01:24

    TRABZON LİSESİ’NİN ÇANAKKALE ORATORYOSU

    M.NİHAT MALKOÇ

    Karadeniz Bölgesinin en köklü eğitim öğretim kurumlarının başında gelir Trabzon Lisesi…1887 senesinde eğitime açılan bu güzide eğitim kurumu 121. şeref yılını idrak ediyor. Bu okul bugüne kadar nice büyük insan yetiştirip Türkiye’nin hizmetine sundu. Bunları sıralamak için sayfalarımız kâfi gelmez. Nice devlet adamının, şairin, yazarın ve sanatçının diplomasında Trabzon Lisesi ibaresi yazar. Trabzon Lisesi eğitimde köklü bir markadır zira…

    Trabzon’umuzun gözbebeği olan Trabzon Lisesi 1914–1915 yıllarında bütün öğrencilerini Çanakkale Savaşı’na göndermiş, henüz bıyığı bile terlemeyen bu civanların hepsi de burada şehit olmuştur. Bu okulun arşiv kayıtlarına baktığımızda üç yıl boyunca mezun vermediğini görürüz. Bunun içindir ki Çanakkale Savaşları, Trabzon Lisesi için apayrı bir anlam ve ehemmiyet ifade eder. Bu savaşta gencecik çocuklarımız canlarını vatana hibe etmişlerdir. Böyle âlicenap nesiller yetiştirebilirsek kendimizi bahtiyar hissedeceğiz.

    İl merkezlerinde belirli gün ve haftalar okullara bölüştürülür. Her okul imkânları ölçüsünce bir etkinlik gerçekleştirir. Bu yıl 18 Mart Çanakkale Zaferi anma programı vazifesi Trabzon Lisesi’ne verilmişti. Bu, Trabzon Lisesi’nin tarihiyle alakalı bir vazifeydi aynı zamanda. Bu okulda okurken Çanakkale’ye gidip düşmanla göğüs göğse savaşan genç fidanlarımızın mezun olamadığı okulun hâlâ dimdik ayakta olduğunu, Çanakkale’yi ve Çanakkale misyonunu unutmadıklarını göstermek için bu görev onlara daha layıktı.

    Kültür, sanat, edebiyat ve spor faaliyetlerinde adından sıkça söz ettiren Trabzon Lisesi, Çanakkale ile ilgili ses getirecek bir program yapacak olmanın heyecanı içerisinde çalışmalara hızla başladı. Eylül ayında planlamalar yapıldı. Bir oratoryo hazırlanacaktı. Bu oratoryo Çanakkale Savaşları’nı yansıtacaktı izleyicilere. Bununla ilgili olarak İbrahim Kavzoğlu ve Meral Hacısalihoğlu görevlendirildi. Çalışmada görev alacak öğrenciler seçildi. Çalışmanın daha profesyonel olması için Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncusu Birkan Görgün yönetmen olarak görev aldı. Trabzon Lisesi öğrencileri Çanakkale programında görev almak için adeta birbirleriyle yarıştılar. Bu durum, oyunu hazırlayanlar için büyük kolaylıklar getirdi. Zira her işte gönüllülük esastır. Görev alanlar gönüllü olunca başarı kendiliğinden geliyor zaten.

    Altı aylık zorlu çalışmalardan sonra Çanakkale oratoryosu çıktı ortaya. Oratoryo 18 Mart 2008 Salı günü Trabzon Devlet Tiyatrosu Haluk Ongan Sahnesi’nde protokol mensuplarına gösterildi. Protokolden bir gün evvel de velilere, öğretmenlere ve öğrencilere seyrettirildi. Büyük zahmetlerle ve özverilerle hazırlanan oratoryo, dev bir oyuncu kadrosu tarafından gerçekleştirildi. 45 kişilik bir öğrenci grubu Çanakkale içerikli şiirlerle, dramalarla, diyalog ve monologlarla Çanakkale Savaşlarını canlandırmaya, yaşamaya ve yaşatmaya çalıştı. Öğrenciler rollerini çok iyi oynadılar, zira hepsi çok arzuluydu. Çalışmalar süresince çok şey öğrendiler; adeta Çanakkale’yi yaşadılar ve bu çile kazanında piştiler.

    Çanakkale ile ilgili oratoryo çalışmasında saz da vardı, söz de… Görsel şölen diyebileceğimiz gösteride sade bir dekor kullanıldı. Öğrenciler, tarihî gerçekler ve giysiler dikkate alınarak giydirildi. Mehmet Zahit Gün adlı bir öğrenci Çanakkale Savaşları’nın tarihçesini anlattı. Bu işi fevkalade bir başarıyla ustaca gerçekleştirdi. Onun konuşmaları arasında da şiirler okundu, ağıtlar yakıldı, canlandırmalar yapıldı. Her şey güzel oldu da kanaatimce Çanakkale’nin manevî boyutu biraz ihmal edildi. Zira Çanakkale Türk’ün güçlü maneviyatının maddî üstünlüklere galebesidir. Çanakkale Savaşları maneviyatın gölgesinde cereyan etmiştir. Mesela bu canlandırmada bir kez bile ezan okunmadı, ölen askerler Allah nidalarıyla, kelime-i şahadetlerle düşmana hücum ettirilmedi. Çanakkale denince ilk akla gelen şiir olan Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirinden bir dize bile okunmadı. Bence bunlar gözden kaçanlardı. Onlar da kullanılsaydı manevî kuruluğun önüne geçilirdi.

    Bunların dışında söz konusu program fevkalade canlı ve başarılıydı. Çalışmada, başta İbrahim Kavzoğlu olmak üzere tüm emeği geçenlere tek tek teşekkür ediyorum, kutluyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 15.03.2008 - 01:21

    LEENANE'İN GÜZELLİK KRALİÇESİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Tiyatro hayata renk ve ahenk katan bir güzel sanat dalıdır. Günlük hayatın can sıkıcı havasından sıkıldığımızda tiyatro sahnesindeki hayatlarla enginlere açılırız. Tiyatro bizi birbirinden farklı, sıra dışı hayatlara götürür. Tiyatro yere çakılan ruhumuzu kanatlandırır.

    Turneler tiyatronun geniş kitlelere ulaşması için önemli bir araçtır. Turneler tiyatronun Anadolu’ya açılması için bir vesiledir. 14 Mart 2008 tarihinde, İstanbul Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Leenane’nin Güzellik Kraliçesi” adlı oyun Trabzon Haluk Ongan Sahnesinde seyirciyle buluştu. İrlandalı yazar Martin McDonagh tarafından yazılan ve Sevgi Sanlı tarafından Türkçeye çevrilen oyunda kendi topraklarında “kiracı” gibi yaşayan sıradan insanların umut öyküsü konu ediliyor. Ünlü tiyatro oyuncuları Sumru Yavrucuk, Rüçhan Çalışkur, Hakkı Ergök ve Yurdaer Okur’un da yer aldığı oyun Trabzonluların ilgisini çekti.

    Oyun genel itibariyle, anne-kız ilişkisini, aşkı ve küçük bir kasabada yaşanan sosyal ilişkileri işliyor. Leenane kasabasında, tepedeki evinde yaşlı annesi Mag ile yaşamını sürdüren Maureen, üç kız kardeşten tek ‘evde kalmış’ olanıdır ve dolayısıyla annesinin tüm yükünü çekmek zorunda kalmıştır. İki kadın arasında oluşan, çeşitli çatışmaların zaman zaman hırçınlığa yer verdiği bu sevgi-nefret ikilemi, geçkin Maureen’in bir aşk ilişkisi ile doruk noktasına ulaşır. Anne, bu birlikteliğin kızını elinden alacağı korkusuyla bu ilişkiye tüm gücüyle direnirken, karşısına çıkmış olan alımlı Pato’yu yitirme korkusu ağır basan ve bu son imkânı elinden bırakmak istemeyen Maureen, büyük bir bunalımın içine girecektir. Kız daha sonra işi annesini öldürme noktasına kadar götürecektir; annesini ortadan kaldıracaktır.

    “Leenane’nin Güzellik Kraliçesi” adlı tiyatronun oyuncuları rollerinin hakkını fazlasıyla veriyorlar. Fakat usta oyuncu Sumru Yavrucuk’un oyundaki performansı ötekilerden fazla dikkat çekiyor. Oyunda bol miktarda müstehcen sahne var. Sevişme sahneleri sanki rol olmaktan çıkmış; oyuncular kendilerini rollerine iyice kaptırmışlar. Bence bu oyunu gençlerin izlemesi doğru bir şey değil. Oyundaki sahneler seyircinin dudaklarını uçuklatıyor. Oyunda işlenen konu, hayatın bir kesiti olsa da hiç de iyi mesajlar vermiyor.

    Bizim kültürümüzde anne bütün değerlerin üzerindedir. Oysa bu oyundaki anne, kızı tarafından her türlü şiddete ve hakarete maruz kalıyor. Bu oyundaki aile Batılı aile tipinin bariz bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Batı kültüründe anne ve babalar yaşlandığında yük olarak görülüyorlar. Evlatlar; kendilerini besleyip büyüten, okutup yetiştiren anne babalarını hiç utanıp sıkılmadan yaşlılar bakımevlerine, huzurevlerine bırakabiliyorlar.

    Bu oyunda gayrimeşru ilişkiler hayatın sıradanlıkları olarak seyirciye sunuluyor. İnsan ilişkilerinde namus kavramı bir kıymet ifade etmiyor. Evlilik öncesi ilişkilerde kurallar hiçe sayılıyor, aşırılığa kaçılıyor. Oyunda fazla miktarda argo tabirler kullanılıyor. Bu oyunun yazarı İrlandalı genç yazar Martin McDonagh olduğu için bunlar kendi kültürlerinde yadırganmıyor. Fakat bizim seyircimiz bu gibi sahneleri ve ters iletileri yadırgayabiliyor. Oyunun rejisörü Cüneyt Çalışkur söz konusu oyunla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “1975’ler İrlanda’sında kendi ülkelerinde kiracı gibi yaşayan, umutları, öngörüleri iğdiş edilmiş insanların öyküsü. Kendi zehrini ancak kendi içine akıtabilen bir ailenin dramı... Sevgisizlik, şiddet, umut kırıklığı... İzlerken üzülüp, hüzünleneceksiniz. Bu duyguları duymak zorundasınız. Eğer duyamıyorsanız 2000’lerin Türkiye’sinde yaşamıyorsunuz demektir. Kendi içinize bir kez daha yolculuğa çıkın. Her şey oralarda bir yerde...”

    “Leenane’nin Güzellik Kraliçesi” adlı oyun hazır mesaja ve eğlenceye alışkın kişilere göre değil. Zira oyunda bir kısım argo tabirlerin dışında güldürücü, eğlendirici taraflar yok. Oyunun içindeki mesajlar aralara sıkıştırılıyor. Oyun sosyolojik, psikolojik ve felsefi olgular taşıyor. Sağlıklı düşünme ve değerlendirme melekelerini kaybetmiş insanların varacağı son noktayı gösteriyor. Bu yönüyle seyircilere ters mesaj veriyor. Bu sıra dışı oyundan beklentileriniz sanatsal nitelik taşıyorsa oyun tam size göre… Tüm oyuncuları kutluyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 14.03.2008 - 11:36

    FİLİSTİN’DE KADIN OLMAK…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Kadınlar hayatımızın öznesidir. Onların olmadığı bir hayat, nerden bakarsanız eksiktir. Kadın elinin değdiği iş başa varır. Onlar annedir, abladır, bacıdır, vefalı eştir. Kadınlarına değer vermeyen toplumların ilerlemesi, çağdaş uygarlık seviyesine yükselmesi mümkün değildir. Bunun canlı örneklerini geçmişteki yaşantılar açıkça göstermiştir.

    Toplumların belkemiği olan kadınlarımızın kıymetleri yeterince bilinmiyor. Bazı ülke ve bölgelerde ayrımcılığa tabi tutuluyorlar. Acıları evvela kadınlar çekiyor. Ailenin yükünün en ağırını onlar taşıyor. Aileyi kadınlar ayakta tutuyor, dengeyi sağlıyor, çekip toparlıyor.

    Kadınlar sıkıntıların merkezinde bulunuyor. Hayatî tehlikeler ve savaşlar bakımından dünyanın en sıcak bölgelerinden biri olan Filistin’de ölümle yaşam arasında sıkışıp kalan kadınların yaşadıklarını duyunca insanın merhamet duyguları gözyaşlarına karışarak akıyor. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında kadınlar kocalarının yanı başında kurtuluş mücadelesi veriyorlar. Bu kutsal davada eşlerini hiçbir zaman yalnız bırakmıyorlar. Bu kahraman kadınlar şahadet mertebesine erişmek için kendilerini silahların önüne atabiliyorlar.

    Filistin’de erkek nüfus hızla azalıyor. İsrailliler, Müslüman erkeklerin kökünü kurutmak için planlı bir çaba içerisindeler. Filistinlilerin ailelerindeki erkeklerin çoğu ya şehit olmuş, ya da gazi… Bu ailelerde yük kadınların omzuna yüklenmiş durumdadır. Kocasını savaşta yitiren kadınlar, çocuklarını etrafına alıp yaşama mücadelesi veriyorlar. Yemiyorlar; çocuklarına yediriyorlar, içmiyorlar onları içiriyorlar, giymiyorlar yavrularını giydiriyorlar. Evladına kanat germe dürtüsü fevkalade yüksek olan analar, Filistin’de vatanları ve çocukları için yaşıyorlar. İşgalcilerin ölüm yağdırdığı bu topraklarda kadın olmak çok ama çok zor…

    Filistinli kadınlar vatanları için ölmeyi ve hapse girmeyi göze alabilen sıra dışı insanlardır. Yaşadıkları zorlu hayat onları dirençli kılmıştır. Günümüzde İsrail zindanlarında kurtuluşu bekleyen mücadeleci Filistinli kadınlar vardır. Buradaki kadınlar açlığa ve susuzluğa mahkûm ediliyor. Bilerek zorlaştırılmış, gayri insanî şartlarda yaşamaya mecbur bırakılıyorlar. Zindanlarda hasta düşen kadınların tedavilerine müsaade edilmiyor. Bu kör olası hapishanelerde doğuran kadınlar bile var. Yeni doğan çocuklar anneleriyle beraber mahkûm hayatı yaşamaya zorlanıyorlar. Böylelikle Filistinli bebekler gözlerini hayata açar açmaz hapishaneyi tanıyorlar. Sorarım size: Ne günahı var bu kadınların, ne günahı var bu bebeklerin? Cevabını vereyim isterseniz: Bu kadınların günahı; ülkelerinin işgaline direnmeleri, bebelerin günahı da haysiyetiyle yaşama mücadelesi veren, özgürlük isteyen annelerin çocukları olmaları… Gerçek bundan ibarettir, öbürler yalan yanlıştan ibaret… Saldırganlıkta sınır tanımayan, insaf fakiri Siyonistlerden başka ne bekliyordunuz?

    Filistinli kadının her günü acı ve keder içerisinde geçer. Çünkü ya eşini, ya çocuğunu bu topraklar için şehit vermiştir. Eşi, ya da çocuğu İsrail zindanlarında ömür çürütmektedir. Şanslı olanların çocukları ve eşleri sağ olsa da onlar da ya bir baskında, ya da adi bir saldırıda şehit olmaya namzettir. Onun için Filistinli kadının geceleri gözüne uyku girmez. Hayat arkadaşını ve çocuğunu uyurken doya doya seyreder. Çünkü yarının neler getireceği, neler götüreceği hiç belli değildir. Bu topraklar acı gelecekleri bağrında uyutmaktadır.

    Filistinli kadınlar teslimiyetin veya mücadelenin kaçınılmaz olduğu bir hayata doğuyorlar. Onlar onurlarını ve vatanlarını baş tacı ettikleri için teslimiyeti değil, mücadeleyi tercih ediyorlar. Bunun bedelini de çilelerle ödüyorlar. Filistinli kadınlar silahların gölgesinde yaşamaya mecburlar. Filistin’de kadınlar ateşten gömlek giyiyorlar üzerlerine. O gömlek onları yakıyor ama onu çıkarıp da atamıyorlar. Dünyanın sözde kadın teşkilatları Filistinli kadınların bu dramını görmüyorlar mı acaba? Yoksa Filistin’de yaşayan hemcinslerini kadından ve insandan saymıyorlar mı? Asıl mağdur, asıl ezilen Filistinli kadınlar olduğuna göre niçin bu eziyetleri, acıları, trajedileri görmezlikten geliyorlar? Avrupa’daki kadının korunmaya ihtiyacı yok. Asıl korunması gereken Filistinli kadınlar. Fakat korumuyorlar işte...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 12.03.2008 - 17:41

    TRABZON’DAN TÜRKİYE’YE DALGA DALGA…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk toplumunda eksik olan okuma alışkanlığının geliştirilmesi için resmi ve özel kurumların gayret sarf etmesi hayatî bir öneme sahiptir. Fakat bu işin küçük yaşlarda sevdirilmesi ve teşvik edilmesi gerekir. Belli bir yaştan sonra davranışların değiştirilmesi fevkalade zordur. Atalarımızın dediği gibi ağaç yaşken eğilmelidir. Okuma alışkanlığının kazandırılmasına ilköğretimin ilk yıllarında başlanmalıdır. Henüz dünyayı yeni algılama ve anlamlandırma çağında olan çocuklarımızı kitapla besleyebilirsek gelecekte iyi bir okuyucu olacaklarına kanaat getirebiliriz. Bu konuda ailelere ve öğretmenlere büyük görevler düşmektedir. Çocuklar taklitle davranış geliştirirler. Büyükler ne yaparsa onlar da onu yapar. Bu aslında ilk bakışta bir avantaj gibi görülüyor. Madem çocuklarımız bizi taklit ediyor, o zaman biz de güzel davranışlar gösterelim. Planlı bir şekilde kitap okuyalım ki onlar da bizlerden görerek okuma eylemini hayatlarının bir parçası haline getirsinler.

    Trabzon Valiliği bu eğitim öğretim yılının başında çocuklarımıza ve gençlerimize okumayı sevdirmek için “Trabzon Okuyor” adlı bir okuma seferberliği düzenledi. Bu seferberlik çerçevesinde öğrencilere her gün yirmi dakika okuma çalışması yaptırılıyor. Öğrenciler, başta 100 Temel Eser olmak üzere, seviyelerine uygun, ahlakî açıdan sakıncası olmayan kitapları yanlarında taşıyıp okuma saatinde sınıflarında öğretmenleriyle beraber okuyorlar. Bırakın öğretmenleri, okul müdürleri hatta hizmetliler de okuyor. Artık okullarda her öğrencinin elinde ders kitaplarının dışında kitaplar da görülüyor. Bir heyecan dalgası sürüp gidiyor. Sayın Valimiz Nuri Okutan Bey okulların dışında, kamu kurum ve kuruluşlarına da bu seferberliği yaymış durumdadır. Artık kamuda çalışanlar öğleden sonraki mesailerindeki son yarım saati okumayla geçiriyorlar. En son okuduğu kitabın adını bile hatırlayamayanlar şimdi kitaplar deviriyorlar. Bu kampanya herkesi heyecanlandırıyor.

    Trabzon Valisi Nuri Okutan Bey’in Sakarya’da başlattığı, Trabzon’a vali olunca buraya taşıdığı okuma kampanyası Trabzon’dan dalga dalga Türkiye’ye yayılıyor. Trabzon’daki okuma seferberliğinden etkilenen Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül de “Okuyan Türkiye” temalı bir kampanyaya hamilik yapıyor. Trabzon’daki okuma gayretini gören diğer iller de benzer kampanyalarla yöre insanlarına okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışıyorlar. Bu hususta bazı çevrelerce ilginç uygulamalar da gerçekleştiriliyor. Trabzon’daki okuma kampanyası çerçevesinde Çarşıbaşı-Trabzon arasında çalışan 50 yolcu minibüsüne, 45 dakika süren seyahat sırasında yolcular tarafından okunması amacıyla minibüslerdeki koltuk sayısınca kitaplar konuldu. Bunlar takdir edilmesi gereken güzel girişimlerdir.

    Trabzon’daki okuma seferberliği Türkiye sathına yayılıyor. Komşumuz olan Gümüşhane’de de “Gümüşhane Okuyor” kampanyası düzenlenmiştir. Trabzon’un ardından artık Gümüşhane de okuyor. Gümüşhane Valisi Enver Salihoğlu da bu kampanyaya çok önem veriyor. Keşke bu gibi güzelliklerde hep böyle birbirimizle yarışsak… Zira güzellikler bizim ortak değerlerimizdir. Bunları ahlakımıza yansıtmalı, davranış haline dönüştürmeliyiz.

    Büyük ilgi gören “Trabzon Okuyor” kampanyası veliler, öğretmenler, kamu yetkilileri ve bütün vatandaşlar tarafından destekleniyor. Trabzon Valisi Okutan, bu projeyi ısrarla takip ediyor. Nuri Okutan Bey, “Valilik Yayınları” bünyesinde yüzlerce kitap bastırdı ve okullara dağıttı. Yani ‘öğrenciler ne okuyacak’ derdi yok. Valilik bu hususta örnek bir çalışma yürütüyor. Kültürümüzün temel kaynaklarını derleyip Valilik Yayınları altında bastırıyorlar. Küçük çocuklara okumayı sevdirmek için çok sayıda hikâye ve masal kitabı bastırarak okullara dağıttılar. Gençlerimiz için de kültürümüzün temel kaynaklarını valilik imkânlarıyla kütüphanelere kazandırdılar. Bunun yanında okumak isteyip de temin edemediğimiz çok sayıda kıymetli eseri satın alıp eğitim kurumlarına bağışladılar. Yani artık ‘okuyalım da ne okuyalım’ sıkıntısı aşıldı. Okul kütüphanelerimiz pırıl pırıl kitaplara kavuştu. Şimdi iş ailelere, öğretmenlere ve çocuklara düşüyor. Emeği geçenlere kucak dolusu teşekkür ederiz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 10.03.2008 - 23:12

    ÇIKIP GELSE RESULULLAH! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Çıkıp gelse Resulullah! ...
    Hangimiz sevinç çığlıkları atmayız? Kâinatın Efendisi tekrar dünyayı şereflendirdi deseler mutluluk gözyaşlarımız çağlayan olup akar. Şüphesiz ki O’nu hepimiz bağrımıza basarız. Mübarek elini öper öper, başımıza koyarız. O gül kokusu gitmesin diye günlerce elimize ve alnımıza su değdirmeyiz. O’nu gören gözlerimiz başka bir şeye bakmak istemez.

    Çıkıp gelse Resulullah! ...
    Bugüne kadar yaptıklarımızı düşününce kızarır mı yüzümüz? Günah galerimiz önümüze serilse o mübarek aydınlık yüze bakmaya cesaret edebilir miyiz? Pişmanlıklarımız katmerleşip kararan ruhumuzu sıkmaz mı? Kendimizi zamanın kokuşmuşluğuna, sözde modern hayatın akışına kaptırdığımız için Resulullah’la aramızdaki muhabbet köprüsü yara almaz mı? Başka sığınacak yer olmadığı için utansak da, sıkılsak da o büyük insanın şefkat ve merhamet iklimine sığınırız. Tövbelerimiz umutsuzluk bulutlarını dağıtır. Arınmış ruhumuzla, ertelenen vuslatımız öne alınsa dünyanın en bahtiyar insanı sayarız kendimizi.

    Çıkıp gelse Resulullah! ...
    O’nu evimize götürmeye cesaret edebilir miyiz? Ebu Eyyüb El-Ensari gibi hevesle evimize buyur edebilir miyiz İslâm güneşini? Yoksa tereddütlerimiz mi galebe çalar hissiyatımıza? Belli ki önce evimizin içler acısı manzarası geçer gözlerimizin önünden… Evvela evimizin başköşesinde duran içi renkli, ruhu kara televizyonu nereye saklayacağımızı geçiririz aklımızdan. Bununla beraber her gün aldığımız; boy boy resimler içeren, bir çuval dolusu yalan haberden ibaret kartel gazetelerini atacak çöp sepeti ararız. Fakat telaşımızdan elimizde kalır sözde renkli hayatlardan ve renkli fotoğraflardan ibaret gazeteler… Evin duvarlarının yaşadıklarımıza şahitlik yapacağını düşünüp kıpkırmızı kesiliriz orta yerde.

    Çıkıp gelse Resulullah! ...
    Yıllar evvel duvara astığımız, boşlukta dövünüp de bir türlü açıp okuma fırsatı bulamadığımız Kur’an-ı Kerim’e baktıkça utancımız ve korkumuz birbirine karışır. O Kur’an ki Resulullah’ın bize bıraktığı en büyük rehber ve emanettir. Emanet böyle mi saklanır ha! …

    Çıkıp gelse Resulullah! ...
    Çocuklarımızı O’nunla tanıştırmaya utanmayacak mıyız? O çocuklar ki çoğu Kur’an okumayı bilmez. Düzenli namaz kılma alışkanlıkları yoktur. Sabahın kerahet vakitlerini uykuda geçirirler. Her sabah güneş üzerlerine doğar. Hayatlarından bereket çekilmiştir. Erkek küpe takar, kız mini giyer. Örtünmeyi çağdışı ve lüzumsuz ayrıntı olarak görürler. Maneviyat göklerindeki yıldızları çoktan sönmüştür. İslam güneşini hayatlarından kapı dışarı etmişlerdir.

    Çıkıp gelse Resulullah! ...
    Söyleyin, telaştan eliniz ayağınız birbirine dolanmaz mı? O mübarek insan seccade istese sizden, hanginiz hatırlar en son Kadir gecesinde kullanılan seccadenin yerini? Tespihler çoktan kaybolmuştur evin dağınıklığında. Duvarlarda boy boy asılan artist posterleri bu evde kimlerin örnek alındığını, hangi hayatların izinde gidildiğini göstermeye kâfidir herhalde...

    Çıkıp gelse Resulullah! ...
    Kütüphanelerimizde yıllarca hiç açılmadan duran ve üstü bir parmak toz bağlamış tefsir, hadis, kelam, akait ve fıkıh kitaplarını ona nasıl gösteririz. Sünnet deyince kof zihninde bıçaktan başka bir şey canlanmayan, kurtuluşu ecnebi memleketlerde arayan çocuğumuzu onunla tanıştırmaya yüzümüz tutar mı? Allah sevgisinden ve günah korkusundan ağlayıp yaş dökmeyen gözlerimizi nasıl olur da onun mübarek gözlerine değdirebiliriz? Her geçen gün heva ve heveslerimiz yüzünden kararan kalbimize onun sevgisini sığdırabilir miyiz?

    Çıkıp gelse Resulullah! ...
    Bir günlük hayatımızı gözlese, ümmetinin durumuna üzülmez mi? Onu üzen bizler nasıl olur da şefaatini talep edebiliriz? Söyleyin dostlar, O’nu misafir etmeye kaçımız hazırız?

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 09.03.2008 - 23:34

    ROMANLARIN DİZİ YAPILMASI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Sürekli, okumayan bir toplum oluşumuzdan yakınır dururuz. Yakınırız da bunun değişmesi için fazla bir gayret sarf etmeyiz. Oysa okuma eylemine kendimizden ve aile çevremizden başlasak sorunun köklü çözümüne katkıda bulunabiliriz. Fakat millet olarak şikâyet etmekten zevk alırız, çözüm kısmında ortalarda görülmemeye gayret ederiz.

    Türk edebiyatı şair ve yazar sayısı bakımından dünya edebiyatından hiç de geri kalır bir noktada değildir. Eli kalem tutan kişi sayısının okur sayısından hiç de eksik olmadığını düşünüyorum. Son yıllarda Türk hikâyesi ve romanı kabuğunu kırmıştır. Bizde Tanzimatla başlayan roman geleneği son dönemlerde kemale ermiştir. Artık romanda biz de varız.

    İnsanlarımızın hikâye ve roman okumadığını gören televizyon yapımcıları romanları dizilere dönüştürmeye başladılar! Son yıllarda özellikle eski dönemlere ait romanlardan dizi yapma furyası sürüp gidiyor. Bu eserler seyirci tarafından da tutuluyor, hatta izlenme rekorları kırıyor. Yapımcılar birkaç kez filme alınan romanları tekrar beyaz perdeye aktarıyorlar, bazen de dizi şeklinde seyircinin ilgisine sunuyorlar. Bu durum; senaryo kıtlığının mı, yoksa geçmişteki eserlerin henüz aşılamadığının mı göstergesidir? Bu husus tartışılmaya değerdir.

    Hayatta her şey arz talep dengesiyle ilgilidir. Siz arz edersiniz, talep beklenenin üstünde olursa arz miktarını artırırsınız. Özellikle eski dönemlere ait romanların dizi hâline dönüştürülmesine de bu zaviyeden bakmak lazımdır. Bazı romanlar defalarca sinema filmi ve dizi yapıldı. Özellikle Reşat Nuri Güntekin’in romanları yapımcılar tarafından tercih ediliyor.

    Bilindiği gibi geçmişten bugüne kadar pek çok roman filme aktarıldı, dizi yapıldı. O zamanlar sadece TRT kanalı vardı. TRT bu konuda ticarî düşünmüyordu. Yaptıkları diziler bugün özel kanalların yaptıklarından daha kaliteliydi. En önemlisi de eserin özünden uzaklaşmıyorlardı. Bunlar arasında şunları sayabiliriz: Sazlık-Kenan Hulusi Koray (TRT) , Hanende Melek-Sabahattin Ali (TRT) , Geçmiş Zaman Elbiseleri-Ahmet Hamdi Tanpınar (TRT) , Bir İntihar-Samet Ağaoğlu (TRT) , Çalıkuşu, Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe, Acımak-Reşat Nuri Güntekin (TRT, Kanal D) , Küçük Ağa, Osmancık/Kuruluş-Tarık Buğra (TRT) , Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar-H. Ziya Uşaklıgil (TRT) , Dokuzuncu Hariciye Koğuşu-Peyami Safa (TRT) , Kartallar Yüksek Uçar, Kurtlar Sofrası-Attila İlhan (TRT) , Hanımın Çiftliği, El Kızı, Yalancı Dünya-Orhan Kemal (TRT) , Parmak Damgası, Deniz Gurbetçileri-Cevat Şakir Kabaağaçlı (TRT) , Gecenin Öteki Yüzü-Füruzan (TRT) , Keşanlı Ali Destanı-Haldun Taner (TRT) , Ateşten Günler, Sinekli Bakkal-Halide Edip Adıvar(TRT) , Esir Şehrin İnsanları-Kemal Tahir (TRT) , Samanyolu-Kerime Nadir (TRT) , Sızı-Mehmet Eroğlu (TRT) , Üç İstanbul-Mithat Cemal Kuntay (TRT) , Bugünün Saraylısı-Refik Halid Karay (TRT) , Cumhuriyet-Turgut Özakman (TRT) , Küçük Besleme, Üvey Baba-Kemalettin Tuğcu (Star) …

    Romanların dizi yapılması, dizi sektörünün senaryo olarak darboğazda olduğunu da gösteriyor. Bir romanın defalarca dizi haline getirilmesini hem seyircinin eseri tutmasına, hem de kaliteli eser kıtlığına bağlayabiliriz. Türkiye’de derin ve kaliteli senaryo yazabilen yazar sayısı sanıldığı kadar çok değildir. Senaryo yazanların önemli bir kısmı popüler konulara değinmeyi tercih ediyorlar. Klişe laflar ve sıradan senaryolar seyircileri sıktı artık.

    Romanların diziye dönüştürülmesine karşı değilim. Fakat romanların orijinal akışının bozulmasını, kahramanlarının değiştirilmesini, tabir caizse eserin kuşa döndürülmesini doğru bulmuyorum. 12 bölüm olabilecek dizinin eklemelerle ve zorlamalarla 50–60 bölüme çıkarılması, işin içine ticarî kaygıların girmesi, edebiyat eserine ve yazarına saygısızlıktan başka bir şey değildir. Yazarın şöhretine yaslanarak reyting kazanmak, eseri bozarak buna alet etmek iyi niyet gösterisi olarak değerlendirilemez. Son yıllarda çok beğenilerek seyredilen “Yaprak Dökümü” ve “Köprü” dizisi, dizilerin romanlardan nasıl uzaklaştığını gösteriyor. “Köprü” romanının yazarı Ayşe Kulin, dizinin artık kendi romanıyla ilgisinin kalmadığını söylemesi ve bu durumdan rahatsız olması gelinen noktayı ortaya koymaktadır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 09.03.2008 - 02:26

    GENÇLİĞİN GÜNAH GALERİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Zor zamanda yaşıyoruz besbelli… Asrımızdaki insanlar adeta ateşle barut arasında yaşıyorlar. İnsanlık göz göre göre hayat değirmeninde öğütülüyor. İslam’ın ruhunu hayattan çekip koparmaya çalışıyorlar. Pınarlarımızın suyu yukardan bulandırılıyor. Çağın Yusufları, derunu boşaltılmış Züleyhalara kalbini ve ruhunu teslim ediyor. Zamane İbrahimlerinin dünya hevesleri ağır bastığı için ateşlerde yanmayı göze alamıyorlar. Ateşlerde cayır cayır yanan, bedeni ayakta tutan maneviyatlar oluyor. İnsanlık ruh sermayesini alabildiğine tüketiyor.

    Günah harmanları her geçen gün biraz daha yükseliyor. Binalar yükseldikçe insanlar alçalıyor. İnsanlık büyük yalnızlığa ve ferdiyetçiliğe sürükleniyor. Çoklu hayatlar tekli hayatlara dönüştürülüyor. Küçüğü, büyüğü asabileşiyor, sevgi ve hoşgörüden uzaklaşıyor. Nefreti ellerimizle besliyor, besili bir düşman haline getirip sevginin karşısına dikiyoruz. Asırların ahlakî birikimi küçük heveslere feda ediliyor. Çok konuşanlar az dinliyor. Okuduklarımıza değil, duyduklarımıza itibar ediyoruz. Hassas meselelerde bile aklı kapı dışarı edip hissî davranıyoruz. Bilgi sermayemiz az olsa da her konuda ahkâm kesiyoruz.

    Zamanı bile tersine çevirdik. Gündüzleri uyuyor, geceleri kıymetli vaktimizi televizyonun başında geçiriyoruz. Ulaşım vasıtaları çoğaldı, hızları arttı ama dost ziyaretleri bunun aksine iyice azaldı. Toplumsal iletişim, iletişim vasıtalarının gelişmesine rağmen bir adım ileri gidemedi. Bunun aksine iletişim kopuklukları yalnızlığımızı çoğalttı. Hayatı korku, endişe ve telaş panayırına döndürdük. Ayrıntılara dikkat etmediğimiz için güzellikleri kaçırıyoruz. Ömür sermayesini hoyratça yiyip bitiriyoruz. Ben merkezli hayat, vicdanlarımızı köreltiyor. İnsanlık her geçen gün yaşadığı topluma ve kendine yabancılaşıyor. Kimliksiz ve kişiliksiz varlıklara dönüşüyoruz. Aynadaki suretimizden ürkecek bir görünüme bürünüyoruz.

    Hayata hayat katan, onu güzelleştiren, sıradanlıktan ve manasızlıktan kurtaran şüphe yok ki imandır. İman nimetinden mahrum olanlar bolluk içerisinde yüzse de bütün nimetlerden mahrumdurlar aslında. Günümüzde maddî nimetler bol olsa da bereket hâsıl olmuyor hayatımızda. Çünkü hayatımız isyan ve şer bulutlarıyla çepeçevre sarılmıştır. Her türlü sapık inançlar gençliğin imanını tehdit ediyor. Kötülerle iyiler sarmaş dolaş olduğu için farkı fark etmek iyice zorlaşıyor. Gençliğe her gün yeni tuzaklar kuruluyor, bu tuzaklarda insanî ve imanî duygular avlanıyor. Günahlar ferdi tercih olmaktan çıkıp çok kere süslenerek güzel gösteriliyor, bazen dirayetli ruhlara bile toplumsal zorlamalarla kabul ettiriliyor.

    Günümüzde hainlerin, iman ve ahlak karşıtlarının en büyük hedefi güçlü bir yapıya sahip olan Türk aile geleneğidir. Evlilik müessesesini ortadan kaldırıp günübirlik ilişkileri yaymak isteyenler, flört denen illeti başımıza musallat ettiler. Gönül eğlendirmek ve gönül hoşnutluğu üzerine kurulan ilişkiler Türk aile yapısına en büyük darbeyi vuruyor. Flört gençler arasında her geçen gün daha da yaygınlaşıyor. Yazılı ve görsel basın vasıtalarının çoğu flörtü güzel gösterip yaygınlaştırma propagandası yapıyorlar. Dizilerde örnek diye sunulan hayatlar gençliği zehirliyor. Üstelik bunlar modern hayatın cilveleri olarak sunuluyor bizlere. Kendileri gibi düşünmeyenleri gerici, yobaz gibi sıfatlarla tavsif ediyorlar. Sözün bu noktasında Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in şu anlamlı ve isabetli beyti geliyor aklıma:

    “Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;
    Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.”

    İslam dini kadınla erkek arasındaki ilişkileri belli bir nizama bağlamıştır. Flört, Müslümanların lügatinde yer alan bir kelime değildir. Bu kelimenin kendisi de, muhtevası da yabancıdır bize. Resulullah’ın “Yabancı bir kadınla bir erkek iki ikiye, baş başa kalırlarsa üçüncüleri şeytandır” ikazı bu husustaki tavrı açıkça ortaya koymaktadır. Kimse ‘kalbim temizdir’ deyip çıkar yol aramasın. Kulu en iyi Yaradan bilir. Toplumdaki kavgaların ve cinayetlerin önemli bir kısmı kadın-erkek ilişkilerinin sağlıksız yürümesinden kaynaklanmaktadır. Gençleri ölçü üzere evlendirip yuva sahibi yapmak gerçek çözümdür.

    Gençliğimiz inançlarından, gelenek ve göreneklerinden koparılıp modern hayatlara kurban ediliyor. Bize çağdaş hayatın gerekleri olarak sunulanlar, inançlarımızla ve ruhumuzun temel dinamikleriyle çelişiyor. Evlilikte yaşanması gereken heyecanlar flört dönemlerinde yaşandığı için evliliğin tadı ve heyecanı kalmıyor. Flört eden gençler bir anda evlilikten vazgeçiyor ve gemilerini yeni limanlara sürüyorlar. Yeni heyecanlar aranıyor. Durum böyle olunca ipin ucu kaçıyor. Devamında gayri meşru ilişkiler ve zina geliyor.

    Günümüz toplumlarında gençliği zehirleyen en büyük felaket zina âfetidir. Batılılar ülkemizi cephelerde yenemediler. Bu sefer bizi içten çökertmeye çalıştılar. Bunda da büyük başarı sağladılar. Hedeflerinde olan gençlik kalesi düştü. Toplumun en küçük parçası olan aileyi ifsat ettiler. Aile bozulunca toplum da bozuldu. Gençlik süfli heveslerin peşinde dolaştırıldı. Zina gençler arasında önceki dönemlere nazaran ürkütücü düzeyde arttı. Zinanın sıradanlaştığı, suç olmaktan çıktığı, aile huzursuzluklarının ve boşanmaların çığ gibi arttığı zamanımızda gençliğin iffetini ve bir mum misali eriyen imanını nasıl geri getireceğiz?

    Her geçen gün mantar gibi çoğalan televizyon kanalları gençliği tehdit ediyor. Günümüzde bizi bize yabancılaştıran televizyonların gölgesinde bir kayıp nesil yetişiyor. Televizyon bağımlısı gençler hayattan çekiliyor. Ortalık diziden geçilmiyor. Bu dizilerde çok kere yanlış mesajlar veriliyor. Kadın-erkek arasındaki mahrem ilişkiler uluorta teşhir ediliyor. Çıplaklık sınır tanımıyor. Aşkla cinsellik birbirine karıştırılıyor. Gençlere takdim edilen sözde model insanlar Müslüman-Türk inançlarıyla, gelenek ve görenekleriyle çelişiyor. Düzenlenen içi boş, dışı cilalı yarışmalar vasıtasıyla gençliğin duygularıyla ve hassasiyetleriyle oynanıyor.

    Gençliğimizi tehdit eden bir başka tehlike de bilgisayardır. Bilgisayar da tıpkı doktorun elinde şifa olduğu halde, hırsızın elinde öldüren bir araca dönüşen bıçak gibidir. Gençlerin önemli bir kısmı odalarına çekilip saatlerini bilgisayarlarının başında geçiriyorlar. Böylelikle gençlik anti sosyalleşiyor, toplumdan kopuyor. Neticede kimseyle konuşmayan, dertlerini paylaşmayan, içine kapanık bir kuşak doğuyor. Bu durum ilerde ciddi psikolojik rahatsızlıklara yol açıyor. Çocuklarımız bilgisayarlarda daha çok oyun oynuyorlar. Bir kısım strateji oyunları gençleri üç-beş saat bilgisayara kilitliyor. Bilgisayarlarda gençleri bekleyen bir başka tehlike de müstehcen sitelerdir. Bu siteler yarınlarımızın teminatı olan gençlerin ruhlarını karartıyor, insaf, basiret ve izan hissiyatını öldürüyor. Bu hususlarda ailelere büyük görevler düşüyor. Anne-babaların çocuklarını denetim ve gözetim altında tutmaları lazımdır.

    Günümüzde dinî duygular ve hassasiyetler rafa kaldırılmak isteniyor. Gençlerin iman boşluğu dünyevî hazlarla doldurulmaya çalışılıyor. Eğlencede sınır tanınmıyor. Ölçüsüzlük ölçü olunca eğlence hayatı uyuşturuyor körpe zihinleri. Rüzgârın önüne atılmış, hedefsiz kuru bir yaprak misali sürükleniyor ümitlerimiz ve hayallerimiz… Batılı hayat denen, ne olduğu belirsiz, bize uymayan bir yaşam tarzı dayatılıyor bize. Bu tarzı benimsemeyenler dışlanıyor, ötekileştiriliyor. Değerlerimizi içine sindiremeyenler hayatlarımıza pusu kuruyorlar.

    Daha çok kazanma, daha çok harcama ve daha çok eğlenme, sınır tanımama anlayışı düzenlerin altüst olmasını beraberinde getirdi. Özentiler, kişilikleri ifsat etti. Kısa yoldan zengin olmak için bütün yollar meşru gösterildi, hak ve hukuk hassasiyetleri kalmadı insanlarda. ‘Para gelsin de nerden, nasıl gelirse gelsin’ anlayışı her türlü yolsuzluğu ve kanunsuzluğu da beraberinde getirdi. Acıma ve yardımlaşma duyguları iyice köreldi. Ne yazık ki fırsatçılık anlayışı meşru bir hâl aldı. Bu durum aile bütünlüğünü de ciddi biçimde zedeledi.

    Zamanımızda gençleri bekleyen en önemli sıkıntılardan birisi de alkol, uyuşturucu ve sigaradır. Bu zararlı maddelere başlama yaşı ilkokul seviyesine kadar düşmüştür. Uyuşturucu müptelası olan gençler, geçmişlerini reddederek uçurumun eşiğindeki bir hayata adım atmaktadırlar. Bu maddeleri bulmak için her türlü yolu meşru görerek kimliksiz ve kişiliksiz fertler olup çıkmaktadırlar. Bu maddeleri alan gençlerde iradeler devre dışı kalmaktadır.

    Türk ve dünya gençliği inançlardan ve ideallerden yoksun bir hayat yaşıyor. Bu hayat onların dünyalarını zindana döndürdüğü gibi, ahiret hayatlarını da mahvetmektedir. Dünyada huzur bulamayan bu fertlerin ahiret huzuru da tehlikededir. Ne olur gençliğe sahip çıkın! …

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.03.2008 - 00:41

    FİLİSTİN’E GÜNEŞ DOĞMUYOR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Uzun senelerden beri bir büyük dram yaşanıyor Filistin topraklarında. Dünyanın sözde medenî, hakikatte deni milletleri bu trajediyi sadece seyrediyor. İşgalci Siyonistler azgınlıkta ve kızgınlıkta sınır tanımıyorlar. Bu topraklardaki insanlar açlığa ve susuzluğa mahkûm ediliyor. Hastalar için ne doktor, ne de ilaç var. Filistin’e uygulanan her türlü ambargo, hayatı yaşanmaz kılıyor. Aş ve ilaç bulamayanlar ölümün kollarında buluyorlar kendilerini.

    Siyonistler taş taş üstünde bırakmıyorlar. İsrailliler kadar Müslüman öldürmeye hevesli bir başka millet görmek mümkün değildir herhalde. Bu ne kindir, bu ne insafsızlıktır anlamak zor… Sen kalk Müslümanların topraklarını topyekûn işgal et, sonra barıştan söz et… Bu insanlık dışı tavır sürekli tekrarlanıyor Filistin topraklarında. Aslında Filistin topraklarında yaşayan İsrailliler de huzurlu değildir. Çünkü hiçbirinin güvenliği yoktur; ölümle yüz yüzedirler. Korku, hayatlarına egemendir. İsrail’de ve Filistin’de insana ölüm kadar yakın hiçbir şey yoktur. Ölüm sağdan, soldan, üstten, alttan, her yerden ama her yerden gelebilir.

    İsrail işgal devleti uzun yıllardan beri kanla besleniyor. Araba nasıl petrolle hareket ediyorsa İsrailliler de kanla ve kandan aldıkları sözde güçle hareket ediyorlar. İsrailliler öldürmeden, Müslüman kanı akıtmadan ayakta kalamayacaklarına inanıyorlar. Onlar bu mantıkla hareket ettikçe Filistin’de barış ve sükûnet olmayacaktır. İsrail daima Filistin’in uzlaşmaz tutumundan yakınıyor. Bu neyin uzlaşması anlamak mümkün değildir. Sen gel benim topraklarımı işgal et, sonra da benimle uzlaşma zemini ara… Sen evvela işgal ettiğin topraklardan çık hele, ondan sonra oturup konuşalım, uzlaşma ve barış zemini arayalım.

    Filistinliler yıllardan beri topraklarını yiğitçe savunuyorlar. Modern silahlara taşla ve sapanla karşılık veriyorlar. Neticede maddî savaşı kaybetseler de manevî cephede hep onlar kazanıyorlar. Filistin bu ucuz ve miadı dolmuş tehditlere pabuç bırakacak değil ya… Sonuna kadar mücadeleye devam edeceklerdir. Yahya Musa adlı Filistinli milletvekilinin şu sözleri bunun delilidir: “İşgalcinin elinden bir şey gelseydi onu yapar ve tehdide ihtiyaç duymazdı. Biz 58 yıldan beridir İsrail denen Holokost’un kalbinde yaşıyor, onun ateşiyle kavruluyoruz. Bütün bu tehditler artık kulağımızın iyice alıştığı, hiçbir değeri olmayan, bize etki etmeyen ve önemsemediğimiz tehditlerdir… Bizim hepimiz için Allah yolunda ölmek en büyük arzudur. Bu yolda şehit olan büyüklerimizden daha kıymetli değiliz.”

    Aslında İsrail’in en büyük karın ağrısı Hamas’ın iktidarını içine sindirememesidir. Yasal yoldan, seçimle işbaşına gelen Hamas’ı muhatap kabul etmek istemiyorlar. Bu hükümetin yıpranması için planlar yapıyorlar. Kısa zamanda iktidardan uzaklaşmaları için çalışıyorlar. İsrail işgal devletinin Gazze ve Batı Yaka’da gerçekleştirdiği tüm saldırıların ve tutuklamaların altında bu sindirim bozukluğu yatıyor. Siyonistlerin çirkefliklerinin sonu gelmez; biri biter, öbürü başlar. Yahudi mantığı bıktırma taktiği üzerine kuruludur.

    Savaşlarda normal şartlar altında çocuklar ve kadınlar hedef dışında tutulur. Asker askerle savaşır. Fakat İsrailliler nedense böyle yapmıyorlar. Özellikle kadınları ve körpe çocukları öldürmekten büyük zevk alıyorlar. Parklarda oynayan çocukların üzerine füze atan İsraillilerin ‘Yanlışlıkla vurduk, hedef saptı’ demeleri hiç de inandırıcı değildir. Babasının arkasına sığınan çocuğu hunharca öldürmeleri de hedef sapmayla açıklanabilir mi acaba? Böyle yapmakla Filistinlilerin kökünü kurutacaklarını sanıyorlarsa aldanıyorlar. Zira her Müslüman bir Filistinlidir. Filistin’de yaşanan savaş sadece basit bir toprak savaşı değildir. Hilalle salibin savaşıdır aslında. İsrail bu bölgede Müslümanlarda huzur bırakmayacak.

    Yahudilerin gözleri körelmiş, kulakları ve vicdanları sağırlaşmıştır. İnsan oluşlarına dair basit bir suretten başka delilleri yoktur. Toprak bile onları üzerinde taşımaktan muzdariptir. Mahşer meydanında, vücutlarından akan terlerinde boğuluncaya kadar da akılları başlarına gelmeyecektir. Onlar daima insanlığın baş belası olacaklardır. Allah onların şerlerinden Müslümanları muhafaza eylesin; barışı ve dostluğu kalplerine soksun.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta