Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1598

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 16.05.2008 - 11:27

    MEVLÂNA CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ: AŞKIN DANSI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Mevlana 13. yüzyıldan asrımıza seslenen bir bilge şairdir. O, bir söz sihirbazıdır. Onun altı ciltlik Mesnevi’si adeta bir deryadır. Bu deryadan herkese bir katre düşer muhakkak. Fakat kovanızın büyüklüğü ne kadarsa o kadar su alabilirsiniz bu uçsuz bucaksız deryadan. Hayatını “Hamdım, piştim, yandım” diye özetleyen bu Allah dostu, evrensel değerlerimiz arasındaki yerini çoktan almıştır. Dünya, sevgi ve hoşgörünün abidesini gönüllere diken Mevlana’yı bağrına basmıştır. UNESCO 2007 yılını “Mevlana Yılı” ilan ederek bu büyük hakikat erenini dünya gündemine oturtmuştur. Bu sene içerisinde Mevlana değişik açılardan ele alınmış, zamanı aşan evrensel mesajı geniş kitlelere bir kez daha duyurulmuştur.

    Türkiye’nin değişik şehirlerinde Mevlana’yı anma toplantıları düzenlenerek 2007 Mevlana Yılı layıkıyla idrak edilmiştir. Mevlana’yla ilgili kitaplar basılmış, filmler ve belgeseller yapılmıştır. Bunlardan birisi de “Aşkın Dansı” adını taşıyan belgeseldir. Bu belgesel, Mevlana’yı kuşatan bir yapım olarak tanıtıldı hep… Kürşat Kızbaz’ın yazıp yönettiği “Mevlana Celaleddin-i Rumî: Aşkın Dansı” adlı yapımda Sinan Tuzcu, Burak Sergen, Özcan Deniz ve Müşfik Kenter başrollerde yer alıyordu. Müziklerini Sezen Aksu ile Ömer Faruk Tekbilek’in hazırladığı yapım, Türkiye’nin en seçkin sinemalarında gösterildi.

    Mevlana’yı anlatan Aşkın Dansı’nda aşk, ney ve sema üçlemesi yer alıyor. Altı farklı ülkede çekilen film, ilk defa UNESCO ve BM’den destek alınarak özel izinlerle çekimler yapılarak tamamlandı. Filmin yapım aşamasında farklı coğrafyalardan 50’yi aşkın çok önemli tarihçi ve araştırmacı ile görüşülerek 13. yüzyılın dokusu ve havası yansıtılmaya çalışıldı. Mevlana’nın hayatını konu edinen “Aşkın Dansı” belgeseli çok iddialı bir yapım olarak tanıtıldı. Reklâmlardan etkilenip belgeseli seyretmeye gittim. Fakat bahsedildiği gibi kaliteli bir yapımla karşılaşamadım. Belgeselde anlatılanlar ilkokul düzeyinde bir çocuğun bilmesi gerekenlerden öteye gitmiyordu. Söylemek istediğim şu ki bu belgeselde bilinenlerin ötesinde yeni bilgiler ve belgeler yok, konu işlenirken ne yazık ki belli bir derinlik de yakalanamamış. Böyle vasat bir belgesel hazırlamak için onlarca tarihçiyle konuşmaya, ülkeler dolaşıp çekimler yapmaya, dünyaca ünlü markaların sponsorluğunda yüklü miktarlarda paralar harcamaya gerek yok. Bu işe hevesli bir gönüllü bile bunun gibi bir belgesel çekebilirdi.

    Aşkın Dansı’nda Yılmaz Erdoğan’ın şiir okuyuşunu beğendim. Çok etkileyiciydi bu kısım… Yani şiirin hakkını vermiş Erdoğan… Bu belgeselde Mevlana’yı canlandıran Sinan Tuzcu’yu çok vasat buldum. Görüntülerde sadece arz-ı endam ediyor. Bir kelam çıkmıyor ağzından, robot gibi duruyor. Belgesel boyunca hiçbir değişime uğramıyor. Yıllar geçse de onun bedeninde bir değişiklik olmuyor, yaşlanmıyor. Mevlana’yla Şems-i Tebrizî’nin aşkı iyice abartılıyor. Neredeyse Mevlana’nın Hakk’a değil de Şems’e âşık olduğu vurgulanıyor. Bu belgeselde Mevlana’nın Allah aşkına dair bir sahne göremedik, konuşma duyamadık. Bu, Mevlana hakkında yakışıksız yorumların yapılmasına da zemin hazırlayacak bir durumdur.

    Aşkın Dansı’nda belgeselin akışı uzun konuşmalarla kesiliyor. Mevlana konusunda görüşüne başvurulan kişiler sığ bilgiler veriyor. Bu kişiler bu alanda uzmanlaşmış kişiler de değil bence. Kime sorsan Mevlana hakkında onlar kadar söz söyleyebilir. Belgeselde teknolojinin nimetlerinden hakkıyla yararlanılabilmiş değil. Klasik görüntülerden öteye gidilemiyor. Oysa bilgisayar marifetiyle çok daha orijinal görüntüler oluşturulabilirdi. Filmde rol alanlar Mevlana’nın ve çevresindeki insanların ruhunu tam anlamıyla yansıtabilmiş değiller. Çünkü oyuncular Mevlana’yı hakkıyla tanımıyorlar. Yevmiyeci gibi işlerini yapmaya, paralarını almaya bakıyorlar. Mevlana’yı anlatmak için onun çizgisini bilmek ve hislerini yaşamak gerekir. Ne yazık ki rol yapmakla bu duygular hakkıyla yansıtılamıyor.

    Büyük paralarla ve iddialarla hazırlanan “Aşkın Dansı” beklenen etkiyi bırakamadı gönüllerde. Anlaşılan o ki dağ fare doğurdu. Mevlana’nın hayatını böyle vasat bir yapımla yansıtmak hiç mümkün değildir. Bizler Mevlana’ya layık daha kaliteli bir yapım bekliyorduk.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 13.05.2008 - 23:59

    İNTERNET MEDYASI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Zaman pek çok şeyi değiştiriyor hayatımızda. Değişmeyen tek şey kaldı hayatımızda; o da değişim… Değişime direnenler de zamanla değişmek zorunda kaldılar. Teknolojik gelişmeler sınır tanımıyor. Dünyada ve Türkiye’de internet iletişim ağı kurulalı beri alışkanlıklarımızda ve ilgi alanlarımızda çok köklü değişimler oldu. İnternet, hayatımızı değiştirdi. Artık dünya bir tık ötemizde duruyor. Bir tuşla milyarlarca sayfaya ulaşabiliyorsunuz. İster bilgi, ister belge, isterse haber olsun; aklınıza gelen her şey yanı başınızda. Ciltler dolusu kitap bir portalda toplanabiliyor. Bilgiye ulaşmak hiç bu kadar kolay olmamıştı. Öğrenmek ve araştırmak isteyen meraklıların işi iyice kolaylaştı günümüzde.

    Günümüzde internet medyası kısıtlı imkânlarla çok büyük atılımlar gerçekleştiriyor. Sanal ortamda onlarca haber sitesi var. Bu sitelerin bir kısmı sağlıklı bir altyapıya sahip değil. Bazıları kopyala yapıştır yaparken, bazıları işlerini hakkıyla yapıyorlar. İnternette yayın yapan gazeteler ve haber siteleri görsel ve yazılı basınla başa baş mücadele edecek güce eriştiler. Türkiye internetle tanışalı beri 16 yıl geçti. Bu süre içerisinde Türkçe portallar akıl almaz miktarda arttı. Fakat içerik konusunda bu zenginliği ve çeşitliliği henüz göremedik. İçerik açısından güven vermeyen, yanlış yönlendirmelerde bulunan sitelerin sayısı hiç de az değil. Bunu önlemek için internetin denetlenmesi, acilen belli bir nizama kavuşturulması gerekir. Bu konuda ülke olarak bir arpa boyu yol alamadık, üstelik bu hususta çok da geç kaldık. Batılı ülkeler bu meseleyi çoktan hallettiler; internetteki başıboşluğun önüne geçtiler. Ülke olarak bizdeki internetin de bir etik kurulu oluşturulmalıdır. Bu alana bir düzen verilmelidir. Canı isteyen kafasına göre site kurup insanları yanlış yönlendirmemelidir.

    Teknolojinin ışık hızıyla gelişimini sürdürdüğü, hayatın iyice kolaylaştığı, bilgiye ulaşma imkânlarının görülmemiş bir biçimde arttığı bu uzay çağında internetin gücünü hiç kimse inkâr edemez. İnterneti kötü bir vasıta olarak göstermek haksızlıktır. Yerinde kullanılırsa bu bir nimettir aslında. Fakat bu nimeti kötü emellerine alet edenlerin sayısı da az değildir günümüzde. Bıçak misalidir internet... Nasıl ki bıçak usta bir cerrahın elinde hayat kurtarıp, bir katilin elinde hayatları söndürüyorsa işte internette iyi niyetli kişilerin elinde faydalı bir araç olurken kötülerin elinde ahlak kirliliğine dönüşebiliyor. Bu yüzden internetin kısa zamanda kontrol altına alınması gerekir. Başıboşluk her zaman felaket getirir.

    İnternetin zararlarına karşı millet olarak köklü önlemler almalıyız. Her şeyden evvel devleti idare edenlerin kısa zamanda internetle ilgili açık, net ve ayrıntılı bir kanun çıkarması gerekir. Bunun yanında vatandaşlar olarak da duyarlı olmalıyız. İnternetin zararlı etkilerine karşı milletçe topyekûn mücadele etmeliyiz. Öncelikle otokontrol gerçekleştirilmelidir. Çünkü hepimiz bu gemide yolcuyuz. Gemi batarsa hepimiz zarar görürüz. İnternette sansür olmasın ama insanlar da bu milletin hassasiyetleriyle oynamasın. Bizi biz yapan ahlakî değerlerimizi yok farz edenlere fırsat vermeyelim. Çocuklarımızın çizgiyi aşmalarına göz yummayalım.

    Türkiye’de öncelikli olarak yapılması gereken şey internet altyapısını güçlendirmektir. Ülkemizde internet altyapısı sanıldığı kadar güçlü değildir. Çünkü devletin bu alanda attığı ciddi adımlar yoktur. Ferdi çalışmalar da yetersizdir. Bir gün bu altyapı iflas ederse, çökerse hepimiz bu enkazın altında kalırız. Geniş bant internet erişimi, internet ve bilgisayar kullanımı konusunda gelinen nokta küçümsenemez ama kat edilecek ciddi yollar ve alacağımız önlemler vardır. Bizler pek çok konuda gösterdiğimiz dağınıklığı ve başıboşluğu internet konusunda da gösterdik. Kısa zamanda bu açığımızı telafi etmeliyiz. İnterneti geniş kitlelere yaymalıyız.

    Yakın bir gelecekte kâğıdın pabucu dama atılabilir. Artık her şey internetten gerçekleştiriliyor. Banka işlemleri, çeşitli ödemeler, siparişler hep bu yolla yapılıyor. Ciltler dolusu eser bir programa sığdırılabiliyor. Evlerdeki kitap yığınları internet sayesinde erimeye başladı bile. Kimse eskisi kadar kitap almıyor. Ansiklopediler tercih edilmiyor. İnternet evlerimizdeki ve hayatımızdaki yükü iyice hafifletti. İnternet yeni bir hayat demek! ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 10.05.2008 - 19:25

    BEN HİÇ BÜYÜMEDİM ANNE! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ben hiç büyümedim anne! ...
    Her zaman senin kollarında buldum tarifi imkânsız huzuru… Hayat denizinin korkunç dalgaları arasında boğuşurken sen bana güvenli bir liman oldun her zaman. Yağmur ve dolu aman vermediği zamanlarda sevgi şemsiyesini açtın üzerime. Sen ıslandın beni yağmurdan korumak için. Zemheri soğuklarında üstündeki yırtık pırtık paltoyu çıkarıp, üzerime giydirdin. Üşüdüğünü belli etmemek için dişlerini kerpeten gibi sıktın. Çoğu zaman sofradan yarı aç kalktın. Çocukların aç kalmasın diye tok insan rolü yaparken ne kadar da zorlanırdın.

    Ben hiç büyümedim anne! ...
    Kanından kan, canından can verdin bana anne… Bir kordondan can taşıdın bana aylarca. Sütünü çeşme yapmıştın soğuk kış gecelerinde. Uykusuz gecelerin sebebi ben olsam da bunu dert etmezdin. Sarıp sarmalamalarının hazzını unutmak mümkün mü? O candan sarılmaların, öpmelerin, koklamaların gitmiyor gözlerimin önünden. Fedakârlık ve cefakârlık abidesi olmuştun yüreğimde. Uykularını böldüğümde tebessümünü eksik etmemiştin hiçbir zaman. Sımsıcak nefesin değince yüzüme, güneşim olurdun; sıcaklığın içime işlerdi.

    Ben hiç büyümedim anne! ...
    En tehlikeli durumlarda bile can parçanı korumak için bir aslan kesilir, öne atılırdın. Kendi canını hiçe sayıp bizim canımızı pırlanta kadar kıymetli tutardın. Yüzünün gülmesi, bebenin dudaklarındaki tebessüme bağlıydı. Yolların uçurumlara dönüştüğü zamanlarda selamet sahiline geçmek için bize yol ve köprü oldun annem. Gönül ağacının kurumaması için ab-ı hayat oldun kökümüze. Kapkaranlık gecelerimize dolunay oldun. Yıldızların umuda aktığı demlerde hasret oldun. Yolların ayrımında bir damla gözyaşı oldun.

    Ben hiç büyümedim anne! ...
    Eyüp sabrından öteydi sabrın. Sabır acı olsa da meyvesinin tatlı olduğunu senden iyi kim bilebilirdi ki? Engin hoşgörünü Mevlana’dan, doyumsuz sevgini Yunus’tan almıştın besbelli. Kederleri bohçalayıp uzak diyarlara attın. Saçlarımı okşayışın en etkili ilaçtı gönül sancılarıma. Bir güneş gibi doğardın odamıza. Hanemizden ayrılışın, güneşin batması gibi, aydınlıklarımızı alıp götürürdü uzaklara. Bir gülüşün bütün yorgunluklarımızı siler süpürürdü. Sesin yanık bir nağme olup kalbimize zümrüt tahtını kurardı; bülbülleri kıskandırırdı sözlerin.

    Ben hiç büyümedim anne! ...
    Soframızdaki berekettin anne. Yuvanı aydınlatabilmek için bir mum misali yanardın. Kınalı ellerin ekip biçmekten nasırlaşmıştı. Çocuklarını doyurmak için gecelerden vakit çalar, günlere eklerdin. Hayatın kurşundan ağır yükü belini bükmüştü. Fakat gönlün dipdiriydi. Yorgunluklar, uykusuzluklar gözkapaklarına hükmedemezdi. Saçlarındaki kınalar, aklarını kapatmaya yetmezdi. Bu aklar ömrün paklığına delildi aslında. Bizler eve gelmeden rahat etmezdi gönlün. Gözlerin yollarda kalırdı hep... Muhkem bir kaleydin gönül başkentlerinde.

    Ben hiç büyümedim anne! ...
    Gözlerin engin denizler gibi masmaviydi. Gözlerinin mavisinde görürdüm mutluluğun resmini. Sevgilerin en içtenini sende gördüm. Şefkati de, merhameti de hep karşılıksız verdin hayat boyunca. Senin dokunulmazlık zırhına büründükçe kötülüklerden emin oldum daima. Affetmeyi, güzel bakıp güzel görmeyi senden öğrendim. Her umutsuz vakada bir umut ışığı bulabilmeyi sen öğrettin bana. Sen su gibi aziz, ekmek kadar mübarektin anne! ...

    Ben hiç büyümedim anne! ...
    Şimdi sensizliğin uçurumunda hayatla ölüm arasında, pişmanlıkların ortasındayım. Saatin tiktakları yalnızlığımı daha da artırıyor. Dualarına tutunuyorum belaların sağanağında. Hayatta bir kez üzdün ama tam üzdün beni. Hatıraların mezarlığında seni arıyorum şimdi… Sesime ses ver, hasretime vuslat ol. Zaman tezgâhında artık hasret dokunmasın. Geceler acılara banmasın. Şimdi bütün düşlerim sana çıkıyor anne. Seni çok seviyorum…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 10.05.2008 - 19:24

    DÜNDEN BUGÜNE VAKIF MEDENİYETİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    İslam inancında mülkün sahibi Allah’tır. İnsanlar sadece emanetçidirler. Belli bir süre imtihan edilmek için dünyaya gönderilen insan, bütün davranışlarından sorumludur. Malımızı nasıl kazandığımız ve nerede harcadığımız elbette sorgulanacaktır. Helal yollardan kazanılmayan ve yerinde kullanılmayan para, kişinin başına dert olabilmektedir. Malvarlığımızı insanların hayrına kullanmak manevi mertebemizi yükseltir. İnsanların en hayırlıları insanlara faydalı olanlardır. Bu anlayış vakıf kültürünün doğmasına zemin hazırlamıştır. Geçmişte insanlarımız vakıflar kurarak hayırda yarışmışlardır.

    Vakıflar özde dayanışma ve yardımlaşma temeline dayanır. Türk kültürünün ve medeniyetinin geçmişten bugüne aktarılmasında vakıfların ifa ettiği görev çok büyüktür. Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan günümüze kadar vakıflar çok mühim işlere imza atmışlardır. Şahısların yapamadığı işleri vakıflar gerçekleştirmiştir. Onun içindir ki vakıflar kültür ve medeniyet tarihi içerisinde çok ciddi roller oynamıştır. Bizler zengin bir vakıf kültürünün varisleriyiz. Vakıflar dayanışmanın ve yardımlaşmanın en güzel örneklerini vermişlerdir. Geçmişteki eserlerin ayakta kalması vakıfların hizmetleri sayesindedir.

    Osmanlı devleti çok zengin bir vakıf medeniyeti kurmuştur. Bu kurumların uzun ömürlü olması için onlara kalıcı gelir kaynakları sağlanmıştır. Vakıflar devletin tekelinde olmaktan kurtarılmış, bu hizmetlerin manevî boyutu hakkıyla anlatılarak şahısların vakıflara sahip çıkması sağlanmıştır. Durumu iyi olanlar vakıflara maddî yardımlarda bulunmuşlardır. Durumu iyi olmayanlar ise bizzat hizmet ederek bu hayır yarışına destek olmuşlardır.

    Vakıflar sadece yardım amaçlı kurulmuş teşkilatlar değildir. Selçuklulardan günümüze kadar akla gelebilecek hemen her alanda bir vakıf kurulmuştur. Hangi alanda bir eksiklik ve boşluk görülmüşse onunla ilgili bir vakıf teşkilatı oluşturulmuştur. İnsanların dışında, hayvanları ve çevreyi koruma amaçlı çok sayıda vakfın varlığından bahsedilmektedir.

    Millet olarak zengin bir vakıf kültürünün mirasçılarıyız. Bizler hasta ve garip leyleklerin bakım ve tedavisi için bile vakıf kuran bir milletin evlatlarıyız. Bu millet bayram günlerinde top atılarak halkın sevindirilmesini düşünmüş, alışveriş edenlerin aldatılmasını önlemeyi kendine vazife saymıştır. Yoksul genç kızlara çeyiz verilmesi, bunların düğünlerinin yapılması bile hesaba katılmıştır. Cezaevlerindeki mahkûmların ihtiyaçlarının karşılanması, ziraatın geliştirilmesi, borç yüzünden hapse girenlerin borçlarının ödenmesi bir mesele olarak görülmüş, ilgili vakıflar kurularak gerekli önlemler alınmıştır. Çocukların açık havada gezdirilmesi, Van gölünde gemi işletilmesi, kimsesiz fakirlerin ölülerinin kaldırılması, mektep çocuklarına yardım edilmesi gibi alanlarda da vakıf kuran Osmanlı, bu hayır müesseseleri sayesinde uzun ömürlü olmuştur. Böylece halk devletine güvenmiş, sevgi beslemiştir.

    Bugün vakıf medeniyeti o görkemli eski görünüşünden çok uzaktır. Onun içindir ki aradığımız huzuru bulamıyoruz. Zira insana huzur veren şey, başkalarına faydalı olmak ve onların hayır duasını kazanmaktır. Zamanımızda kurulan derneklerin ve vakıfların önemli bir kısmı tabela derneği ve vakfı olmaktan öteye gidemiyor. Çünkü bir kısmının teşkilat yapısı çok zayıftır, bir kısmı kişilerin tekelindedir. Eğer o eski vakıf medeniyeti bugün de varlığını sürdürebilseydi aç ve mağdur insan ve hayvan kalmazdı. Günümüzde satıcılar müşterilerini aldatıyorsa, fakirlerin boynu bayramlarda bükülüyorsa, evlenme çağına gelmiş kızlarımız ve erkeklerimiz evlenemiyorsa, insanlar borç yüzünden hapse veya mezara giriyorsa, garibanlar hastanelerde rehin kalıyorsa, bazıları çöplerden rızkını arıyorsa, kimsesiz ölüler ortada kalıyorsa, işkence sıradanlaşmışsa, çevre tahrip ediliyorsa, büyüğe saygı, küçüğe sevgi kalmamışsa, bencillik hayatı kasıp kavuruyorsa bunlar ilgili vakıfların olmayışı yüzündendir.

    Geçmişte vakıflar halka hizmet ederek devlete büyük destek sağlıyorlardı. Emin olun ki vakıflar ihya edilirse pek çok mesele kendiliğinden çözülecektir. Halk- devlet dayanışması güzellikleri beraberinde getirecektir. Huzur ancak böyle sağlanır. Yeter ki birlik olalım.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 27.04.2008 - 02:09

    NİHAT SAMİ BANARLI’YA VEFA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon Valiliği kültür, sanat ve edebiyat etkinliklerini önemsiyor. Daha evvel “Okuyan Trabzon” kampanyasıyla gençleri kitapla buluşturan Trabzon Valisi Nuri Okutan şimdi de Trabzon’un unutulmuş değerlerini gündeme taşıyor. Aslen Trabzonlu olan fakat bu şehirle bağlantıları pek de bilinmeyen şahsiyetler, kent insanının hafızasına nakşediliyor. Hakikatte çok mühim işler yapan, kültür, sanat ve edebiyat hayatımızda önemli boşluklar dolduran bu kişiler valiliğin merceği altına alınmış bulunmaktadır. Bu önemli abide şahsiyetler bu vesileyle gençlere tanıtılmış olacak. Böylece geleceğimizin teminatı olan gençler bu güzel örnekleri kendilerine model seçecekler. “Trabzon Kültür Sanat Günleri” adıyla düzenlenmekte olan etkinliklerin ilki 26 Nisan 2008 Cumartesi günü Trabzon Lisesi konferans salonunda yapıldı. Türk Edebiyatı Tarihçisi Nihad Sami Banarlı’nın anıldığı, Prof. Dr. Kazım Yetiş, Dr. Fahrunnisa Bilecik ve Dr. Nevnihal Bayar’ın konuşmacı olarak katıldığı bu önemli anma toplantısına ilgi büyüktü. Konferanstan evvel Trabzon Valisi Nuri Okutan Bey, etkinliklerin gayesiyle ve Banarlı’yla ilgili veciz bir konuşma yaparak şunları söyledi:

    “Trabzon tarih boyunca nice değerli şahsiyetler yetiştirmiştir. Bu değerler sayesinde Trabzon Trabzon olmuştur. Bu kıymetli şahsiyetlerin bir kısmı Trabzon’da doğmuş olmasına rağmen maddî sıkıntılar yüzünden başka şehirlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Bir kısmının ailesi buralı olsa da vaktiyle bu şehirden göç ettikleri için başka memleketlerde doğup büyümüşlerdir. Fakat bu şehirde doğup büyümeseler de onları bu şehirden ayrı düşünemeyiz. Çünkü onlar bu şehrin değerleriyle yoğrulmuşlardır.”

    Daha sonra Türk kültürünün köşe taşlarından biri olan Nihad Sami Banarlı’yı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Kazım Yetiş, enine boyuna anlattı. Değerli edebiyat akademisyeni Yetiş, uzun konuşmasında şu satırların altını çizdi:

    “Nihad Sami, Trabzon mebusu şair Emin Hilmi’nin torunu, vali şair İlyas Sami’nin oğludur. Banarlı soyadını babasının ve annesinin mezarlarının bulunduğu Tekirdağ’ın Banarlı kasabasından almıştır. Annesi ve babası, adı geçen kasabada ölmüştür. O, Trabzon’daki Alemdarzadeler sülalesine mensuptur. Fakat geniş şeceresi Fatih yangınında yok olduğu için bu konuda teferruatlı bilgilere sahip değiliz. O zamanlar Ortahisar’da konakları vardı. 1948 yılından itibaren Hürriyet gazetesinde ‘Edebi Sohbetler’ sütununda önemli yazılar yazdı. 1953 yılında kurulan İstanbul Fetih Cemiyetine girdi. Bu teşkilata bağlı olan İstanbul Enstitüsüne müdür oldu. 1958 yılında Yahya Kemal Enstitüsü yayın işlerini başarıyla yürüttü.

    Banarlı, şair Yahya Kemal’i bütün yönleriyle gün yüzüne çıkaran insandır. Yahya Kemal öldüğünde merhum şairin yaşadığı oteli kapatarak ondan arda kalan her türlü belgeyi koruma altına almıştır. Yahya Kemal yaşarken eser yayınlamamıştır. Ölümünden sonra onun kıymetli eserleri Banarlı sayesinde basılarak Türk okuyucusuyla buluşmuştur. Eğer Banarlı bu eserlere ve belgelere sahip çıkmasaydı kim bilir hangi fırsatçının elinde yok olup gideceklerdi.

    Türkiye’de on tane daha Nihat Sami olsaydı kültür, sanat ve edebiyat hayatımız bugünkünden çok daha farklı olurdu. O, Türkoloji’nin ve edebiyat tarihçiliğinin sırlarını Fuat Köprülü’den öğrenmiştir. Ekrem Hakkı Ayverdi ve Samiha Ayverdi ona derinlik kazandırmışlardır. Banarlı hiçbir zaman belli bir zümrenin adamı olmamıştır. Zaman zaman şovenlikle suçlansa da o, milletinin adamı olmuştur. Daima bütünü görüp kucaklamış, Türk kültür kaynaklarını tespit etmiş, Türk kültürünü geniş kitlelere sevdirmiştir. Edebiyat tarihçiliği alanında yazdığı Resimli Türk Edebiyatı adlı eser, türündeki en muhteşem örnektir. Bunun yanında ‘Türkçenin Sırları’ adlı eseriyle dilimizin inceliklerini ortaya koymuştur.”

    Kazım Yetiş Bey’den sonra söz alan Fahrunnisa Bilecik ve Nevnihal Bayar; Banarlı’nın çok arzuladığı bir çalışma olan Kubbealtı Misalli Büyük Lügati’ni ayrıntılı bir şekilde anlatarak 34 yıl gibi uzun bir zaman içinde yazılan eseri enine boyuna tanıttılar. Böyle faydalı toplantılarla kent halkını uyandıran valimiz Nuri Okutan’a şükranlarımızı sunuyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 26.04.2008 - 00:29

    AYVAZ GÖKDEMİR DE GEÇTİ DÜNYADAN…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bir güzel adam geçti bu dünyadan… Ayvaz Gökdemir’den söz ediyorum dostlar. Bu milletin dertleriyle dertlenen, bu vatanı baş tacı eden, fikrin yerlisini hiçbir şeye değişmeyen, fikir namusunu her şeyin fevkinde gören, içi dışı temiz, yerli malı fikirlerin çeşmesi bir güzel dost yürekti O… Gökdemir, sevgilerin en güzelini bu güzel memleket için büyüttü yüreğinin mümbit topraklarında. Söylenmesi gereken hiçbir şeyi içine atmadı, sineye çekmedi; harbice, delikanlı gibi söyledi. Bu yüzden bazıları onu kabadayılıkla suçladı, hafife aldı. Fakat o, yine de doğru bildiği yolda emin adımlarla aydınlık geleceğe yürüdü.

    Ayvaz Gökdemir, 1942 yılında Gaziantep’te doğmuştu. Merhum Ayvaz Gökdemir bir eğitimciydi aslında. Ankara Yüksek Öğretmen Okulu ile Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitiren Gökdemir, Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü, Özel Yükseliş Koleji Genel Koordinatörlüğü görevlerinde bulunmuştu. 19. Dönem Gaziantep, 20. Dönem Kayseri ve 21. Dönem Erzurum Milletvekili olarak TBMM’ye giren Gökdemir, Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığında kurulan 53. Hükümet’te Devlet Bakanı olarak görev almıştı. Görevlerinde hep radikal çalışmalara imza atmış, icraatlarıyla adından söz ettirmiştir.

    Ayvaz Gökdemir, siyasetçiliğinin ve eğitimciliğinin yanında yazardı aynı zamanda. Bu milletin değerlerine sıkı sıkıya bağlı bir yürek olan Ayvaz Gökdemir, duygu ve düşüncelerini değişik yayın vasıtalarıyla insanlarla paylaşmıştır. Yanlış bilinenleri sıcağı sıcağına düzeltme yoluna gitmiştir. “Türk Kimliği” onun kaleme aldığı eserlerden biridir. “Türk Kimliği” adlı eserinde özellikle tarih bilincini sorgulamıştı. Fakat o güzel ve yerinde düşünceleri fazla bir alaka görmemişti. Türkçeye derin bir sevgisi ve sempatisi vardı. Engin bir kelime dağarcığına sahipti. Dili kullanma becerisi tartışılamazdı. Yunus Emre’ye olan sevgisi ve muhabbeti her şeyin üstündeydi. Bu sevginin nişanesi olarak Kültür Bakanlığı yayınları arasında çıkan, eşiyle birlikte yazdığı, Yunus Emre kitabını misal gösterebiliriz.

    Hitabeti fevkalade iyiydi Gökdemir’in. Sesiyle ve duruşuyla, karşısındakileri etkilemesini bilirdi. Kitleleri etkileme ve ikna etme gücü fazlasıyla vardı kendisinde. Edebiyatçı olmasının onun yazma ve düşünme gücüne muhakkak olumlu yansımaları olmuştur. Onun iyi bir şiir okuyucusu olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle Yahya Kemal ve Necip Fazıl gibi şairlere hayrandı. Onların şiirlerini dudaklarından eksik etmezdi.

    Dimdik, karşısındakine güven telkin eden, cesur ve kararlı bir duruşu vardı merhum Ayvaz Gökdemir’in. O; inandığının peşinde koşan, inançlarını ve fikirlerini hiçbir zaman gizlemeyen, aksine onlarla gurur duyan bir mert adamdı. İnançlarının ve ideallerinin peşinden korkusuzca koşardı. Ferdi kazanç ve kayıp hesabı yapmazdı hiçbir zaman. O kendini vatana adamış bir hizmetkârdı. Ferdî ihtiraslardan ve çıkarlardan uzak bir hayat yaşadı her zaman. Doğru zamanda doğru şeylerin peşinde koşardı. Kavgacı ve uyumsuz bir görüntü çizse de aslında öyle değildi. Kavgaları millî hassasiyetler üzerinde oyun oynayanlara yönelikti.

    O, aynı zamanda bir Peygamber sevdalısıydı. ‘Kutlu Doğum’ diye adlandırılan hafta ve bu haftadaki etkinlikler onun gayretleriyle bu noktalara kadar gelmişti. ‘Kutlu Doğum’ ifadesini de onun ortaya attığı söylenir. Peygamberimizin doğumunu, miladî tarihle sabitleyip her yıl nisan ayının ikinci yarısında “Kutlu Doğum” adıyla kutlama düşüncesi ondan gelmiştir. Uzun yıllardan beri devam eden bu gelenekte onun küçümsenemeyecek bir katkısı vardır. Ne enteresandır ki ani bir kalp krizi sonucu ölümü de bu güzel Kutlu Doğum günlerinde gerçekleşmiştir. O ölse de bu gelenek yaşayacak ve sevabı ona inşallah gidecektir.

    Gökdemir, Türk milliyetçiliği davasının çınarlarındandı. Türk Ocaklarının 37. Olağan Büyük Kurultayı’nda vefat etmiş olması da bunun bir anlamda göstergesidir. O, son nefesine kadar Müslümanlık ve Türklük davası peşinde koşmuş, son nefesini böyle bir ortamda vermiştir. Onun en büyük emeli maddî ve manevî sahada tekâmül etmiş, prangalardan kurtulmuş tam bağımsız bir Türkiye görmekti. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.04.2008 - 00:06

    SINAVLARA HAZIRLANAN ÇOCUKLARA PSİKOLOJİK DESTEK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Özel Dershaneler Birliği(ÖZ-DE-BİR) tarafından Trabzon’da Zorlu Grand Hotel salonunda “Sınavlara Hazırlanan Çocuklara Psikolojik Destek” konulu bir konferans verildi. 20 Nisan 2008 Pazar günü öğleden önce öğrencilere, öğleden sonra da velilere verilen bu konferansı ÖZ-DE-BİR Trabzon Temsilcisi Maraton Özel Dershanesi Müdürü Mehmet Kuvvet organize etti. Kuvvet, konferanstan evvel yaptığı kısa konuşmasında eğitimde rehberliğin önemini vurguladı. Ardından ÖZ-DE-BİR Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Köprülü eğitimin ve öğrencileri yönlendirmenin öneminden bahsetti. Daha sonra “Sınavlara Hazırlanan Çocuklara Psikolojik Destek” konulu konferansını vermek üzere Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim üyelerinden Doç. Dr. Hasan Yılmaz dinleyicilerin huzuruna çıktı. Sayın Yılmaz, konuşmasında çok mühim konulara değinerek şunları söyledi:

    “Çocuklar dünyadaki en değerli varlıklarımızdır. Fakat onlarla yeterince ilgilenmiyoruz. Bir düşünün, akşama kadar kaç insanın nazını çekiyoruz. Fakat eve gelince çocuklarımıza tahammül edemiyoruz. Çocuk, annesinin sevgisinden emindir. Babanın sevgisi çocuk için çok önemlidir. Baba çocuk için ayrı bir güç ve güven kaynağıdır. Bir çocukta bir problem varsa emin olun ki babasıyla bir uyumsuzluğu vardır. Çocuğa yardım etmek istiyorsanız onun babasıyla olan ilişkisini geliştirin. Babanın çocuk üzerindeki etkisi anneden çok daha fazladır. Çocuklar babanın sevgisini gözlerinde daha çok büyütürler.

    Çocuğunuza sarılın, onu kucaklayın. Başka insanlara gösterdiğiniz hoşgörüyü niçin çocuklarınızdan esirgiyorsunuz? Evde hep ciddi, asık suratlı olmak zorunda değilsiniz. Bazı çocuklar var ki anne babasına inat olsun diye ders çalışmıyor. Çocuklarımızı eleştirirken araya bir kısım güzel sözler de sokuşturmalıyız. ‘Gönül hesabı’ diye bir şey vardır. O hesaba takdir, sevgi ve hoşgörü yatırılır. Gönül hesabınızı sevgiyle besleyin, destekleyin, kurutmayın o hesabı. O hesap kapanırsa yaklaşımlarınız da bundan olumsuz yönde etkilenir.

    Aynı evde yaşamak aile olmak değildir; aile olmak paylaşmaktır. Aidiyet duygusunu çocuğunuza vermelisiniz. Çocuk kendini ailenin önemli bir parçası hissetmelidir. Günümüzde insanlar iltifat etmeyi unutmuşlar. Bu hususta cimrilik ediyoruz. Sevdiklerimize ‘Seni seviyorum’ demeye çekiniyoruz. Eşinize en son ne zaman bu sözü söylediniz? Bir kâğıda imza atmak insanları aile yapmıyor. Aileyi aile yapan evdeki paylaşımın niteliğidir. Bir çocuğun temel ihtiyacı para değil, öncelikle sevgidir. Çocuklarımıza sevgi verelim.

    Çocuklarımız niçin yeterince başarılı olamıyorlar? Çünkü kendilerine yeterince güvenmiyorlar da ondan. Çocuklarımıza hep olumsuz sözler söylüyoruz. Onların başarılı olamayacaklarına inanıyoruz. Derler ya ‘neye inanıyorsanız o olur.’ İşte inanmadığımız için onlar da başaramıyorlar. Çocuklarınızı cesaretlendirin. Çocuğun güveni, annesinin ağzından çıkan olumsuz sözlerle yok olur. Çocuklarınızın daha mutlu ve sağlıklı gelişimlerini istiyorsanız onlara yaşlarına uygun sorumluluklar yükleyin. Her şeyi ödül ve cezayla değerlendirmeyin. Ödül çocuğun beklentilerini artırıyor, sonra ödül için çalışıyorlar. Ceza da çocuğu yıldırıyor. Ödül ve cezanın yerine çocuklarımızı cesaretlendirme yoluna gitmeliyiz.

    Öfkeliyken söylenen sözler hep yaralayıcıdır, kırıcıdır. Bu durumda çocuklarımızla konuşmayalım. Bekleyin öfkeniz dinsin. Çocukların kendilerine olan güvenini zedelerseniz bunu bir daha kolay kolay kazandıramazsınız onlara. Sevginin azı da, çoğu da zararlıdır. Çocuğunuza karşı sevgi ve disiplin konusunda doğru şeyler yapıyorsanız iyi yoldasınız demektir. Aşırı sevgi, yetersiz sevgi gibi; aşırı disiplin, gevşek disiplin gibi zararlıdır.

    Çocuğunuza tercih hakkı tanıyın. Anne babanın çocuğuna yapacağı en büyük iyilik onu yeterince tanımak ve ona göre davranmaktır. Sevginiz çocuk üzerinde baskı oluşturmasın. İfade edilmeyen sevgi yetersiz sevgidir. Bu arada çocuklarınızı arkadaşlarıyla kıyaslamayın.”

    Bu gibi eğitici etkinliklerin çok faydalı olduğuna inanıyorum. Bizler bu konferanstan çok faydalandık. Başta Mehmet Kuvvet olmak üzere düzenleyenlere teşekkür ediyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 19.04.2008 - 23:45

    MİLLÎ EGEMENLİK, ATATÜRK VE ÇOCUKLAR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Egemenlik “hâkimiyet” sözcüğüyle eş anlamlı bir ifadedir. “Milletin ve onun tüzel kişiliği olan devletin yetkilerinin hepsi, hükümranlık” olarak da geçer lügatlerimizde. Bilindiği üzere daha evvel, yani Osmanlı Devleti zamanında yönetim bir ailenin tekelindeydi. İdare babadan oğula geçiyordu. Henüz Cumhuriyet kurulmadan evvel Atatürk, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu ilan etti. Bundan sonraki zaman diliminde halkın yönetime katılacağının müjdesiydi bu. Artık idareciler halk oylaması sonucu belirlenecekti. Bu, yepyeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bundan sonra demokrasiyle yönetileceğine işaretti aynı zamanda. Nitekim öyle de oldu. Artık yöneticiler halkın oylarıyla seçilmeye başlandı.

    Atatürk’ün, egemenliğin millete ait olduğunu ilan etmesi kişi ve zümre hâkimiyetinin sona erişini müjdeliyordu. Egemenlik, monarşi ve oligarşiye zıt bir yönetim şekliydi. İnsan tabiatı bu idare şekline yatkındı. Devletimizin kurucusu Atatürk bunun sinyallerini ta Erzurum ve Sivas Kongreleri sırasında vermişti. Bu kongrelerde “Kuvayı milliyeyi amil ve irad-i milliyeyi hâkim kılmak esastır” denilirken millî egemenliğe ve cumhuriyet yönetimine atıfta bulunuluyordu aslında. Fakat bu hassas konularda zamanlama çok önemliydi. Atatürk de bu işin(siyasetin) ustasıydı. Neyi, nerede, ne zaman söyleyeceğini çok iyi bilirdi. Mustafa Kemal, Ankara’ya gelişinin ertesi günü (28 Aralık 1920) şehrin ileri gelenleriyle yaptığı görüşmede bu konuyu ele almış ve şunları söylemiştir: “Bir millet, varlığı ve hakları için bütün kuvvetiyle, bütün fikrî ve maddî güçleriyle alâkadar olmazsa, bir millet kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Bu sebeple teşkilatımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin egemen olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Millî egemenlik...”

    Atatürk millî egemenliği büyük ideallerinden biri olarak uzun süre içinde yaşatmıştır; hemen açığa vurmamıştır. Çünkü bu idare anlayışını bir anda dile getirmesi, karşısında güçlü bir muhalefet oluşmasına yol açabilirdi. Bu da işlerin planlanan zaman içerisinde yapılmasına engel olurdu. Altı yüz yıl boyunca hüküm süren bir anlayışın bu yeni yönetim şeklini kabullenmesi doğal olarak belli bir zaman alırdı. O da şartların olgunlaşmasını beklemiştir. Aslında 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) millî egemenlik ilkesini en açık biçimde ifade etmiştir. Şu ifadeler buna delil değil de nedir: “Hâkimiyet bila kaydü şart (kayıtsız şartsız) milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. İcra (yürütme) kudreti ve teşri (yasama) salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclis’nde tecelli ve temerküz eder (belirir ve toplanır) .”

    Aslında birkaç istisna dışında Osmanlı devleti idarecileri de basiretli insanlardı. Fakat zamanla yönetim kademesine dışardan sızmalar olmuştur. Özellikle çöküş yıllarında halkın sesi hiç mi hiç duyulmamıştır. Bu noktadan sonra yenileşme kaçınılmazdı. Halkın yönetime katılması, farklı görüşlerin seslendirilmesi, hataların bertaraf edilmesi için şarttı. Atatürk’ün Saltanatın kaldırılmasıyla ilgili Büyük Millet Meclisi görüşmeleri esnasında söylediği şu sözler onun niyetini ve bunun gerekçelerini açıkça beyan etmektedir:

    “Cihan tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman devleti tesis eden ve bunların hepsini hadiselerde tecrübe eyleyen Türk Milleti bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek bütün felâketlerin karşısında doğuştan taşıdığı kabiliyet ve kudretle yerini aldı. Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve egemenliği bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerinden meydana gelen bir yüce mecliste temsil etti. İşte o meclis, yüce Meclisinizdir.”

    Yeni Türkiye’nin Osmanlı’dan farkı, demokrasiyle idare ediliyor olmasıydı. Gerçi özgürlük ve demokrasinin tam anlamıyla yerleşmesi için uzun yıllar geçmiştir. Acı tatlı hatıralarıyla belli bir süreç yaşanmıştır. Bazen hiç arzu edilmeyen şeyler de olmuştur. Fakat neticede taşlar yerine oturmuş, demokrasi çiçekleri bahçelerimizi süslemiştir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 19.04.2008 - 01:19

    TRABZON’DA KUTLU DOĞUM COŞKUSU

    M.NİHAT MALKOÇ

    Seneler izini sürüyor iki cihan güneşinin. Zaman etrafında bir pervane misali dönüp duruyor. Her şey eskidikçe o yenileniyor, her şey bayatladıkça o tazeleniyor. Gönüllere dikilen o gül ağacı cihana yayıyor doyumsuz rayihasını. Aradan 1400 seneyi aşkın bir zaman geçse de o her yıl daha büyük bir iştiyakla hatırlanıyor. Yürekler O’nun sevgisiyle dolup taşıyor. O’nun aşkı çağlayanlar gibi gönüllere akıyor. Bir kartopu misali büyüdükçe büyüyor, sonra bir çığa dönüşüyor. Fakat bu pamuktan yumuşak çığ öldürmüyor, aksine yaşatıyor.

    Kutlu Doğum Haftası bir gelenek haline dönüştü. Uzun yıllardan beri düzenli olarak kutlanıyor. Bu sene bu mübarek etkinliklerde 20. yıla girildi. Daha evvelki yıllarda 23 Nisan’la çakışıyordu kutlamalar. Bu yıl Diyanet İşleri Başkanlığı; 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile çakışmaması için Kutlu Doğum Haftası’nın 14–20 Nisan tarihleri arasında kutlanmasına karar verdi. Çünkü bazı çevreler bu güzel etkinliği 23 Nisan’a alternatif bir etkinlik olarak görüyor, istismar ediyordu. Buna imkân vermemek için bu yıl etkinlikler bir hafta öne alındı. Böylelikle suiistimal etmek için fırsat kollayan çevrelere imkân verilmedi. Kutlamaların son günü, yani 20 Nisan Resulullah’ın doğumu, etkinliğin son günü olarak idrak edildi. Önemli olan etkinliklerin ne zaman yapıldığı değil, niçin yapıldığıdır.

    Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı’nca 1989’dan bu yana düzenlenen Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri, bu yıl 14–20 Nisan tarihleri arasında Trabzon’da gerçekleştirildi. Trabzon müstesna bir hafta yaşadı bu vesileyle… Kutlu Doğum Haftası’nın açılışı değerli hemşehrimiz Devlet Bakanı Prof. Dr. Sait Yazıcıoğlu ve Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun da katılımıyla 14 Nisan 2008 Pazartesi günü Trabzon’da yapıldı. Bu yılki Kutlu Doğum Haftası’nın özel bir anlamı ve önemi vardı. Çünkü bu yıl Kutlu Doğum Haftası etkinliği yirminci yılına erişti. Bu bir dönüm noktasıydı elbette...

    Trabzon’da yapılan 20. Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde değişik faaliyetler gerçekleştirildi. Etkinliklerin çoğu Zorlu Grand Otel’de yapıldı. İlk gün “Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Kuşatıcı Çağrısı” konulu panel gerçekleştirildi. 15–16 Nisan’da da “İslam Medeniyetinde Bir Arada Yaşama Tecrübesi” konulu bilgi şöleni yapıldı. Aynı günün akşamında 19 Mayıs Spor Salonu’ndaki tasavvuf musikisi konseri, kutlamaların coşkusunu zirveye taşıdı. Konserde salon ağzına kadar doldu. Girişte misafirlere Peygamberimizin hayatını anlatan kitap ücretsiz olarak dağıtıldı. Salonda kadınların çokluğu dikkat çekti.

    Trabzon’daki Kutlu Doğum etkinlikleri şehre manevî bir hava yaşattı. Hafta boyunca Ortahisar Kanunî Parkı’nda kermes yapıldı, kitap stantları açıldı. Kızılay tarafından kan bağışları kabul edildi. Etkinlikler kapsamında 10 bin adet gül, 20 bin kitap ve Kutlu Doğum Pilavı dağıtıldı. Trabzonlular Kutlu Doğum coşkusunu doyasıya yaşadılar. Etkinliklere Türkiye genelinde tanınmış, alanlarında uzman 60 akademisyen katıldı. Bu değerli bilim adamları Peygamber Efendimizi değişik yönleriyle anlattılar. Bu panel ve sempozyuma katılanlardan birisi de rahmetli Cemil Meriç’in kızı Prof. Dr. Ümit Meriç’ti. Muhterem bir insan olan Meriç; güler yüzüyle, bilgi birikimiyle ve samimiyetiyle ilgi odağı oldu.

    Bu yıl yirmincisi Trabzon’da gerçekleştirilen Kutlu Doğum Haftası şehrimizde gül kokusu bıraktı. Bu şehir üzerinde oyun oynamaya kalkanlar, Trabzon’u olduğundan farklı göstermeye çalışanlar bundan rahatsız olmuştur şüphesiz. Fakat onlar bu gibi anlamlı etkinliklerden rahatsız olsa da bu şehrin hâkim halkı böyle güzel girişimleri gönülden destekliyor. Bunu bu faaliyetlerde en güzel şekilde gösterdiler. Kutlu Doğum faaliyetlerinde halkımız hep en ön sıradaydı. Bazıları ‘panel ve sempozyumlarda salonlar boş kalır’ diye düşünürken salonlar dolup taştı, halkın yarıdan çoğu yer bulamadığı için programları takip edemedi. Trabzonlular maneviyatı diri insanlardır. Onları böyle günlerde görün hele bir…

    Netice itibariyle şunu söylemek istiyorum: Kutlu Doğum Trabzon’a çok ama çok yakıştı. Şehir bu manevî havayla feyiz ve bereket kazandı. O’na salât ve selam olsun…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 18.04.2008 - 02:02

    DERYA GÜLÜ VE ZEYNEP ULUDÜZ’ÜN BAŞARISI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Gönülden inanıyorum ki milletçe sanatla bir yerlere geleceğiz. Edebiyatla, tiyatroyla, mimariyle… Millî benliğimizi ancak bu şekilde bulabiliriz. Özümüze dönerek, kültürel değerlerimizi koruyarak… Sanat dallarının içinde tiyatronun apayrı bir yeri ve önemi vardır. Atatürk’ün dediği gibi “Tiyatro bir milletin kültür seviyesinin aynasıdır” Bizler bu aynaya bakarak hangi noktada olduğumuzu görecek, geçmişle bugün arasında kıyas yapma imkânı bulacağız. Tiyatro bizi hayata bağlayacak, kendimizi bir de perdede göreceğiz.

    14 Nisan 2008’de Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda güzel bir tiyatro oyunu seyrettik. Trabzon Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü onca işi arasında tiyatro sanatını da unutmamış, tiyatro kursu açmış, gençlere tiyatroyu öğretmiş, sevdirmiş; bununla da kalmamış, bir oyun projesiyle Trabzonlu tiyatro severlerin karşısına çıkmışlar. Yani kurs, meyvelerini vermeye başlamıştır. İşte bu kursun meyvesi olan “Derya Gülü” isimli oyun sahnelendi tiyatro binasında. Usta yazar Necati Cumalı’nın çok sevilen ve defalarca oynanan oyunu bir kez de amatör tiyatrocular tarafından oynandı. Oyunu değerlendirmeye geçmeden evvel değişik zamanlarda değişik tiyatro grupları tarafından oynanan oyunun konusuna değinelim:

    “Derya Gülü, yaşlı bir kaptanın karısı ile yasak aşk ilişkisi yaşayan bir denizci gencin öyküsü… Meryem’in yaşlı kocası Haşim Kaptan sürekli içmektedir. Karısı ise geçimlerini temin etmek için yakınlarındaki zengin bir evde hizmetçilik yapmaktadır. Yoksul yaşamından kurtulmak için bir yol bulmaya çalışan Meryem, bir ara Sinan adlı bir gençle tanışır. Sinan, gün geçtikçe çöken Haşim Kaptan’ın kendisine yardımcı olarak bulduğu bir gençtir. Bu arada mahallede Meryem’in Sinan’la seviştiği söylentileri çıkarılır. Sinan dedikodulardan kendini kurtarmak için evi terk etmek ister. Meryem ise Sinan’ın gitmesine engel olmaya çalışır. Kocasını öldürmeye karar verir. Meryem’i çok seven Sinan, böyle bir karara karşı çıkıp engeller. Ama sonunda Haşim Kaptan geçirdiği bir kalp krizi sonucunda ölür.”

    Ege kıyılarında küçük bir yerleşim merkezinde, yaşlı bir balıkçının, evli olduğu genç karısıyla aralarındaki geçimsizliğin yol açtığı dramı anlatan oyunda insan psikolojileri ön plana çıkarılmakta, duygular oyunun çekici akışı içinde ustaca işlenmektedir. Oyun, üç kişilik bir kadroyla sınırlı dekor, ışık, ses, kostüm desteği altında oynanmaktadır. Oyun boyunca sade dekor hiç değişmemektedir. Dalga ve rüzgâr sesinden başka ses efekti de kullanılmamaktadır. Işık efekti gece gündüz ayrımı dışında yoktur. Derya Gülü her yönüyle sade ve samimi bir oyun görünümünde. Oyun, toplum hayatından bir kesiti yansıtıyor. Aslında bizler yaşadığımız hayat içerisinde bunları zaman zaman yaşıyor ya da gözlemliyoruz.

    Trabzon Halk Eğitim Merkezi tarafından sahnelenen Derya Gülü oyununda Zeynep Uludüz, Tarık Semerci ve Levent Çağlayan rol aldılar. Aslında üçü de amatör ruhla bu işi yapmalarına rağmen hepsi de çok başarılıydı. Gerçi Levent Çağlayan sekiz yıldan beri amatör tiyatro yapıyor. Tarık Semerci ise henüz bir üniversite öğrencisi… O da Trabzon Umut Tiyatrosu’nda amatörce bu işle uğraşıyor. Hepsi de güzel ve başarılı roller çıkardılar. Fakat benim en çok dikkatimi çeken Trabzon Lisesi’nde İngilizce Öğretmeni olarak görev yapan Zeynep Uludüz oldu. Zeynep tiyatroyu çok seven genç bir öğretmen… Fakat bu konuda fazlaca deneyimi yok. Sınırlı bir zamanda, onca iş arasında bu oyuna baş koydu ve gerçekten çok başarılı bir oyun çıkardı. Ben Zeynep Hanım’ı sahnede seyredince kırk yıllık bir tiyatrocu gibi başarılı ve profesyonel buldum. Ses tonu, jestleri, mimikleri, olayları yaşar gibi yansıtması, sahneyi ustaca kullanması ve amatör heyecanı her türlü takdirin üzerindeydi. Kendisini kutluyorum. Zeynep’in bu işin peşini bırakmaması gerekir. Onda önemli bir tiyatroculuk yeteneği var. Bu yeteneğin zayi olması sanat adına bir kayıp olur.

    Oyunu yöneten İbrahim Kavzoğlu, dramaturg Hasan Kavzoğlu ve diğer kişiler yaptıkları işlerin hakkını fazlasıyla verdiler. Hepsini yürekten kutluyorum. Bize iki saat boyunca güzel dakikalar yaşattılar. Bu gibi faaliyetlerin devamını diliyorum.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta