GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,
ÜMMETİN İHTİLÂFINDA HAYIR VAR MIDIR?
M.NİHAT MALKOÇ
Müslümanlar bir tespihin taneleri gibidir. Onları toplayan ip de İslam bağıdır. Bu bağ olmasa tanelerin her biri bir yana dağılır. Bu bağın sağlam olması yarınlarımız için güvencedir. Müslümanların hayırda birleşmesi hayırlı neticeler doğurur. Gerçek mümin dalalette birleşmez. Dalalette birleşmek manevî felaketlere zemin hazırlar. Zamanımızda hakikat yolundan ayrılanların sayısı diğer zamanlara göre daha fazladır. Bölünmek yutulmayı da beraberinde getirir. Peygamberimiz ahir zamanda insanların farklı fırkalara ayrılıp hakikatten uzaklaşacağını 14 asır önce haber vermiştir: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bunlardan yetmiş ikisi cehennemde, biri de Cennette olacaktır” buyurmuş; “Cennette olan kimlerdir ya Resûlallah? ” diye sorulduğunda, “Benim ve ashabımın yolunda olanlar” demiştir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yolunda olanlar hiçbir zaman üzülmeyeceklerdir. Ne mutlu onun yolunda olanlara! Selam olsun Hakk ve hakikat yolcularına! ..
Peygamber Efendimizin “ümmetimin ihtilafında hayır vardır” hadisini iyi anlamak gerekir. Bu hususta zaman zaman tutarsız görüşler ortaya atılmaktadır. Burada sözü edilen ihtilaf dinin asli meselelerinde değil, fer’î(ikinci derecede) meselelerinde olan ihtilaftır. Zira dinin asli meselelerindeki ihtilaf kişiyi dalâlete kadar götürür. Fer’î meselelerdeki ihtilaflara içtihat da diyebiliriz. Bunlar mezheplerin doğmasına zemin hazırlamıştır. Dinin asıl meseleleri dışındaki konularda mezheplerin farklı düşünmeleri dinî zenginliktir. Özde bir olma şartıyla teferruatta farklı düşünen mezheplerin doğması bazılarının düşündüğü gibi dinin gücüne halel getirmez; aksine bunda da hayır vardır. Bunun inceliğini görebilenler için zaten hiçbir sıkıntı yoktur. Bilindiği gibi müçtehitler bir meselede ihtilâfa düşseler, isabet edenler iki sevap alırken, yanılmış olanlar bir sevap alırlar. Dinî meselelerdeki doğruyu ararken yanılmaları bile onlara bir günah kazandırmamakta, bunun aksine sevap kazandırmaktadır.
“Ümmetimin ihtilafında hayır vardır” hadisindeki ihtilaf tarafgirlik anlamında değildir. Burada sözü edilen ihtilaf, müspet ihtilaftır. İslamî hakikatleri insanlığa bildirmede, tebliğ vazifesinde farklı yollar izleyebiliriz. Fakat tebliğin özüne müdahale edemeyiz. İnsanlığa taşıdığımız düşünce, verdiğimiz mesaj aynı olduktan sonra bunun iletme vasıtalarının farklı olması ayrıntı kabilindendir. Bu konuda fikir alışverişinde bulunmakta da sayısız faydalar vardır. Farklı yollardan gitsek de, gidiş yollarımızı birbirimizle tartışıp düşüncelerimizi ortaya koyabiliriz. Fakat bu, yolların üstünlüğü kavgasına zemin hazırlamamalıdır. Aynı hak davada olanların kin, haset ve düşmanlık duyguları içinde olması davaya ihanetten başka bir şey değildir. Bu çeşit menfi duygular zamanla davanın özüne de zarar verebilir. Birbirimizle kavga ederken davanın geniş kitlelere ulaştırılması her an sekteye uğrayabilir. Bizim bu halimizi, kavgamızı ve diyalog eksikliğimizi görenler bize olan inançlarını kaybedebilirler. Böyle bir neticenin manevî sorumluluğunun altından kolay kolay kalkamayız.
Dinin değil de nefsinin hesabına çalışanlar her zaman kaybetmeye mahkûmdur. Müslüman kişi, gerçek dava adamı, nefsinin hesabına çalışmaz, dininin hesabına çalışır. Zaten nefsini hesaba çekmeyen, nefsini semirten kişinin tebliğe soyunması da çelişkidir. Böyle insanların söylediği sözler samimiyetten uzak olduğu için etkili de değildir. Sözün etkisi samimiyetten gelir. Sözümüz gerçek olsa da, yapmadıklarımızı söylememiz tesirli olmaz. Bugünkü tebliğ çatlaklarının özünde samimiyetsizlik, kalbe inemeyiş hastalığı vardır. Esasta ittifak eden kişilerin öncelikle kendi nefis meydan savaşlarını yapıp sonra da ışığı bulamamış kitlelerin nefis savaşlarında gönüllü asker veya komutan olmaları doğru olan bir harekettir.
İslam cemiyet dinidir; toplum hayatını çepeçevre kuşatmıştır. Toplumda yaşayan herkes din kurallarının muhatabıdır. Müslüman’ın görevi bütün insanlığı bu kurallardan haberdar etmektir. Bu herkesin elbirliği içerisinde olmasıyla gerçekleşir. Müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmaları tebliğ yükünü hafifletir. Görev dağılımı yapıp hem işleri, hem de sevapları bölüşebiliriz. Birlikten rahmet ve bereket, ayrılıklardan da azap doğacağı aşikârdır.
CEMAAT ŞUURU VE BİRLİKTEN AYRILANLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Fert olarak hepimizin zayıf noktaları olduğu gibi, güçlü yanlarımız da vardır. Birimize ağır gelen yük, birkaçımıza hafif gelebilir. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” diyen atalarımız birlik ve beraberliğin önemini ne de güzel dile getirmişlerdir. Zincirin bir halkası tek başına hiçbir şey olduğu halde diğer halkalarla birleşince çok şeydir. Her halka diğer halkanın tamamlayıcısıdır. Öyle de insanlar ortak hareket edince, ortak paydada birleşip bir araya gelince başaramayacakları, üstesinden gelemeyecekleri mesele kalmaz. Arılar ancak birleşince o doyumsuz balı üretebilmektedirler. Vücudun çalışma mekanizmasına göz attığımızda ortak hareket etmenin, birlik olmanın önemi daha iyi anlaşılabilir. Küçücük bir hücrenin içinde bile büyük bir işbölümü olduğunu görürüz. Bunlar da gösteriyor ki insanların cemaatleşmesinde, hayırlı konularda güçlerini birleştirmesinde sayısız faydalar vardır.
Yardımlaşma, dayanışma, sevgi, saygı ve hoşgörü ekseninde bir araya gelmek İslam’ın özünde vardır. Bu değerler İslam harcıyla birleşince ortak ideallerle şekillenen sağlam bir cemiyet vücuda gelmektedir. İslam güzelin, mükemmelin, faydalı olanın, iyiliğin, hayrın, ahlakî ve insani değerlerin peşindedir. Bunu el ele verip bir cemaat yapısı içerisinde, teşkilatlanarak gerçekleştirmek çok daha kalıcı olur. Böylece fertlere düşen yük de hafifler.
İnsanlarda doğuştan gelen bir enaniyet duygusu vardır. Bu kendisini masum gösterse de, aslında çok tehlikeli bir histir. Bunu tez elden yenme yoluna gidilmelidir. Özellikle ülkemizdeki insanlarda bu hastalık ileri boyuttadır. Her işte kendimizi doğal lider olarak görürüz. Oysa liderlik bir kısım meziyetleri gerektirir. Bu vasıfları taşımayan bir kişinin bir davanın başına getirilmesi o davaya ihanettir. Peygamberimiz, üç kişi bir yola çıktıklarında kendi aralarında bir temsilci seçmelerini tavsiye eder. Yani teşkilatlanmak gerekir. Fakat önder olacak kişinin liderlik vasıfları da olmalıdır. Bugünkü cemaatlerde bu konuda ciddi sıkıntılar vardır. Bir kısım cemaatlerde doğal liderler olduğu için onların tavır ve davranışları sorgulanamıyor. Onları sorgulamak dini hakikatleri sorgulamak kadar tehlikeli sayılıyor. Oysa esas olan davadır. Davaya zarar veren her şey sorgulanabilmelidir, hatta vicdanlarda olsa bile yargılanabilmelidir. Bu gerçekleşmezse zamanla tebliğin özü de yara alabiliyor.
Cemaatler belli amaçlar doğrultusunda bir araya gelmiş topluluklardır. Cemaatlerin elbette belli bir lideri olmalıdır. Fakat bu lider, kendisini kutsal bir varlık olarak görmemelidir. Lider dediğin işleri çekip çeviren, organize edendir. Fakat ülkemizde ne yazık ki bazı cemaat liderleri, savundukları davalarının önüne geçebilecek derecede popülerleşmektedir. Bu sağlıklı bir durum değildir. Çünkü cemaatte esas gaye lideri değil, davayı bir noktaya getirmektir; daha doğrusu böyle olmalıdır. Siz lideri davanın önünde tutarsanız davaya değil, lidere hizmet etmiş olursunuz. Davayı bir kenara bırakıp lideri bir noktaya getirme gayreti içinde olanların mükâfatını Allah değil, ancak hizmetçisi olduğu lider verir. Oysa İslam’da en mühim gaye Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’ın rızasını cemaat liderinin rızasına tercih edenler, peşin alışverişi seven ve nefsini semirten basiret özürlülerdir.
Allah rızasını kazanmak, ilahî hakikatleri geniş kitlelere duyurmak gayesiyle yola çıkan cemaatlerin sermaye odaklarıyla çıkar ilişkileri olmamalıdır. Cemaatin ayakta durabilmesi ve kalıcı olabilmesi için elbette belli başlı maddi kaynakları olmalıdır. Lakin bu hususta para amaç değil, araç olmalıdır. İşi ticarete döken, davadan aldığı güçle şirketleşen, kendisine tabi olan saf düşünceli insanların sermayesini peşkeş çeken cemaatler zamanla işi ticarete dökebiliyor. Durum böyle olunca cemaatin yaşaması için araç olan para, bir noktadan sonra amaç oluyor. Böyle kapitalist bir anlayışın İslamî cemaat mantığına ve rıza-i ilahiye uymadığı gün gibi aşikârdır. İslam inancında para biriktirme, zenginleşme, dünya malına tamah yoktur. Elbette Müslümanlar da zengin ve güçlü olmalıdır. Fakat amaç; çok biriktirmek, plazalar yapmak değil, eldekilerle İslam’a hizmet etmek, açları doyurmak, muhtaçların elinden tutmak olmalıdır. Müslüman’ı kapitalistlerden ayıran ince nokta budur.
Günümüzde bazı cemaatlerin iyice dünyevileştiğini görüyoruz. Düşünüyorum da bu cemaatler dünya işleriyle uğraşmaktan uhrevî işlere nasıl zaman ayırabiliyorlar? İşi iyice ticarete döken, daha doğrusu işin suyunu çıkaranlara hoşgörüyle bakamıyorum. Onları kapitalist anlayışın savunucularından da ayırmakta zorlanıyorum. Hiçbir kişinin cemaati pazarlama şirketine dönüştürme hakkı yoktur. Müslümanların da ticaret yapma hakkı vardır elbette. Hatta Peygamberimiz “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” buyurmuştur. Buna bir diyeceğimiz yok. Müslümanları ticarî sahadan uzaklaştırmak isteyenler Müslümanların sermayesiyle bu dine saldırmakta bir sakınca görmüyorlar. Fakat sapla samanı da birbirine karıştırmamak gerekir. Cemaatler öncelikle ve özellikle tebliğ işiyle uğraşmalıdır. Hayırseverler de hizmetlerin sağlıklı yürüyebilmesi için cemaatlere yardım etmelidir. Lakin cemaatler holdingleşmemelidir. Çünkü işin içine para girince hile de giriyor. Sonra da bazı ticarî hatalar cemaate ve onun savunduğu dinî değerlere zarar verebiliyor. Bunu göz önünde bulundurarak bazı cemaatlerin ticaretten uzaklaşıp asıl alanları olan dine dönmesi elzemdir. Daha doğrusu bu cemaatler kapitalle din arasında bir tercih yapmak zorundadırlar.
İslamî cemaatlerin kâr ve sermaye odaklı ticaret yapmalarına ne kadar karşıysam eğitimle ilgilenmelerine, örgün ve yaygın eğitime destek vermelerine o kadar taraftarım. Çünkü cehaletin kaynağı şüphesiz ki eğitimsizliktir. Başımıza ne geliyorsa cehaletimizden geliyor. İnsanların asgari bilgi birikimine sahip olmadan ayakta durabilmeleri, tutarlı ve mantıklı davranışlar gösterebilmeleri mümkün değildir. Dinî ilimlerin yanında zamanın pozitif ilimlerini de veren okulların açılması, çağdaş imkânlarla eğitim verilmesi sadece devletin işi olmamalıdır. Tek kanatla uçulmaz. Malumdur ki pozitif ilimlerden güç alan dinî hakikatlerin tesiri çok daha fazladır. Bu hayırlı işe, teşkilat yapısı uygun olan cemaatler de el atmalıdır. Ülkemizde bunun güzel örneklerini veren cemaatlerin olduğunu da biliyoruz.
Cemaatler fikir olarak olmasa da donanım olarak zamana uymalıdır. Zira çağın nimetlerinden Müslümanların da faydalanma hakkı vardır. Peygamber Efendimizin dediği gibi “İlim Müslüman’ın yitiğidir, onu nerede bulursa alır.” Bu nedenle cemaatlerin düşüncelerini geniş kitlelerle paylaştığı gazeteleri, dergileri, radyo ve televizyonları olabilir. Geçmişteki “bir lokma bir hırka” anlayışı bırakılmalıdır. Çünkü zaman kısadır, yapılacak iş, ulaşılacak insan, kurtarılacak vicdan ve iman çoktur. “Bunu en kısa ve kestirme yoldan nasıl yapabiliriz? ” sorusunun cevabını bulmak mecburiyetindeyiz. İnternet bu konuda bulunmaz bir nimettir. İnternetin şer yuvası olmaktan kurtarılması, bu alanda Müslümanların “ben de varım” demesiyle mümkündür. Bu alanda ciddi mesafeler alındığını da memnuniyetle müşahede ediyoruz. Batılıların icadı olan internet bir açık İslam mektebi olma yolundadır.
Cemaatlerin nüfuzlu birilerine tabi olması, onların temel yapısını ve savundukları gerçekleri zedeliyor. Allah rızasını gaye edinen ve insanların elinden tutan, onlara İslamî hayatın güzelliklerini sunan cemaatler tamamen bağımsız olmalıdır. Cemaatin düşüncelerini paylaşan fertlerin zekât veya sadaka olarak verdiği yardımlarda bir mahzur yoktur. Fakat bir kısım siyasî teşkilatlar ve teşekküller para verince akıl da veriyor. Akıl karşılığı para verenlerden uzak durulmalıdır. Çünkü cemaatlerin zaten ortak bir düşüncesi ve ortak aklı mevcuttur. Siyasetin girdiği cemaatte bölünmeler ve kutuplaşmalar kaçınılmazdır.
Cemaatlerin siyasetle işi olmamalıdır. Fertlerin elbette bir siyasî düşüncesi olabilir. Bundan daha doğal ne olabilir ki! ... Fakat Allah rızası için yola çıkan bir cemaatin asıl siyaseti İslam’ı yüceltmek ve ona tabi olanların sayısını ve ihlâsını artırmak olmalıdır. Cemaattekiler belli bir siyasî düşüncede birleşmek mecburiyetinde değildir. Siyaset fertlerin vicdanına havale edilmelidir. Cemaatler siyaset üstü olmalıdır. Onlar İslam’ı tebliğ siyaseti gütmelidir.
Gayesi Kur’an’daki İslam’ı geniş kitlelere ulaştırmak olan İslamî cemaatlerin sayısının çokluğu aslında dinî bir zenginliktir. Bunu dağınıklık olarak görmemek gerekir. Fakat cemaatler kendi işlerini bir kenara bırakıp diğer cemaatlerle uğraşıyorsa bu son derece sakıncalı bir durumdur. İnsanların dinden uzaklaştığı, dağılıp yok olduğu, imanın kor ateşe dönüştüğü bu ahir zamanda hiçbir cemaatin birbirleriyle uğraşma ve didişme lüksü yoktur.
Taassup; bir düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başkasını düşünmeme durumudur. Bu tanımdaki anlayış nerden bakarsanız bakın haddizatında menfi bir düşüncedir. Dinî ve ahlakî değerlere bağlılık, vatan sevgisi ve namus konularında ifrat ve tefrit çizgilerine bulaşmamak şartıyla vicdanî sahiplik duygusu büyük bir zenginliktir. Ruh ve mana köklerimize sahip çıkmamız iç dinamiklerimizi güçlendirir. Bunun ötesinde hakikat olsun veya olmasın, kendi şahsî idrakimizin kabul etmediği düşünceleri muzır görmek, onlarla çatışmak bağnazlıktır. Hiçbir şekilde çatışmaya zemin hazırlamamak, diğer düşünceleri hor ve hakir görmemek, ölçülü olmak şartıyla her düşüncenin yaşama hakkı vardır.
İnsanları dinlemeye ve anlamaya çalışmalıyız. Bu çağın insanlarının en büyük ruhî marazı ‘ben’ merkezli olmalarıdır. Kendimizi hep merkez kabul ediyoruz. Başkalarının düşüncelerine hoşgörü gösterip tahammül edemiyoruz. Bu iletişimsizlik ciddi çatışmalara zemin hazırlıyor. Aslında birbirimizi dinlemeye ve anlamaya çalışsak ortak noktalarda buluşabileceğiz. Adil olmayı bir denesek, başkalarına karşı davranışlarımız bu çerçevede olsa, onlardan da müspet karşılıklar göreceğimizden eminim. Nefis merkezli çatışma kültürü bizi birbirimizden iyice koparıyor. Nefsin kılavuzluğunda enaniyet denizinin azgın dalgaları arasında çırpınıp duruyoruz. Oysa selamet sahiline çıkmak hiç de zor değil. El ele tutuşursak hepimiz kurtuluruz. Fakat bizler bu azgın dalgalarla mücadele etmek yerine birbirimizin batışını kolaylaştırıyoruz. Bu hareket tarzı kimseye bir şey kazandırmıyor aslında.
Ruhlarımızı kirleten, idrakimizin ufkunu karartan taassup, insanlıkla yaşıt bir duygudur. Bu menfi hissiyat, insanlığa bir şey kazandırmamıştır. Zıtlaşma kültürünü besleyen taassup, insanların yalnızlaşmasının nedeni olmuştur; muhakemeye kelepçe vurmuştur. Taassubun olduğu toplumlarda farklı düşünceler filizlenmez. Oysa doğrular farklı düşüncelerin aynı zeminde boy göstermesinden doğar. Hoşgörü kültürü olmayınca farklı düşünceler yaşama imkânı bulamaz. O zaman tek taraflı düşünceler hakikatleri gölgeleyebilir. Gönül dostlarımız Yunus Emre ve Mevlana sevgi ve hoşgörüyle devleşmişlerdir.
Günümüzde bencillikler kışkırtılıyor. İnsanlık mukaddes davaları bir kenara bırakmış, haz peşinde koşuyor. Böyle bir zamanda ve ortamda Müslümanlara düşen görev ve sorumluluklar çoktur. Müslüman sorunlu değil, sorumlu insandır. Onun içindir ki Müslüman sorun çözer, sorun çıkarmaz. Günümüzde bazı cemaatlerin birbirine karşı soğuk ve mesafeli oluşlarını anlamakta zorlanıyoruz. Özde birbiriyle aynı değerleri paylaşan cemaatler ayrıntılarda sıkışıp kalıyor, böylece taassubun çarklarında dağılıp küçülüyorlar.
İnsanlar farklı karakterlerde yaratılmışlardır. Herkes aynı düşünmez, düşünceler bir olsa da düşüncelerin yaşatılma tarzları farklı olabilir. Değişik alternatifleri göremeyen, tek tip insan yetiştirme sabit fikirli nesillerin yetişmesine yol açabilir. Oysa hakikat tek olsa da hakikate giden yollar çoktur. Maksat hakikatse ona giden yolların farklı olmasında herhangi bir beis yoktur. Neticede farklı yollardan gitseler de kutlu yolun yolcuları aynı dorukta buluşacaktır. Yeter ki birbirimizin yollarını kesmeye çalışmayalım, birbirimizin yollarına taş ve diken koymayalım. Eğer bunu yaparsak, hizipleşirsek gücümüz azalır, yutulacak lokma oluruz. Siz lokma olursanız sizi yutacak insanlar elbette birbirleriyle yarışır.
Türkiye’de cemaatlere bakınca hemen hepsinin belli bir tarihî kökenden geldiği görülür. Bunların bir kısmı yerel, bir kısmı ulusal, bir kısmı da evrensel özellikler taşımaktadır. Nakşîlik ve Kadirilik anlayışlarını benimseyen cemaatlerin kökeni çok eskilere dayanmaktadır. Fakat bu anlayışların günümüzdeki bir kısım uzantıları da mevcuttur. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra cemaatlerin seyrinde de değişiklikler olmuştur. Fakat tarikatlar ve cemaatler legal veya illegal bir şekilde varlıklarını devam ettirmişlerdir.
Yolları farklı olsa da aynı dinî değerleri vicdanlara taşıyan cemaatlerin birbirlerinin açığını deşifre etmek yerine, kapatması gerekir. Durum bundan ibaretken bazı cemaatlerdeki tarafgirlik ve taassup Müslüman kardeşliğini zedeliyor. Bu konuda kendi cemaatinden olmayanın Müslümanlığını tartışmaya açacak kadar ileri gidenler de var. Bunlar Müslüman kardeşliğine uygun tavır ve davranışlar değildir. Gelin dostlar bir ve beraber olalım.
6. ULUSLARARASI TÜRKÇE OLİMPİYATLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Türkçe dünyanın en güzel ve en zengin dillerinin başında geliyor. Fakat bunu Türkçe tasfiyecilerine bir türlü anlatamadık. Türkçenin on gün boyunca yabancılar tarafından bu kadar güzel konuşulması bizleri fazlasıyla memnun etti. Türk’ü ve Türkçeyi hor görenler bu manzara karşısında utanmışlardır. Şayet azıcık utanma duyguları varsa! … Türkçe artık kıtalar dolaşıyor. Ecdadımız üç kıtaya hükmetti, ama Viyana’yı geçmeyi başaramadı. Bugünün Türkiye sevdalıları Türkçeyi yedi kıtada bayraklaştırarak millî duygularımızı kabarttılar. Artık Türkiye Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Anamur’a kadar değil… Türkiye’nin ve ses bayrağımız Türkçenin sesi Sudan’da, Yemen’de, Tanzanya’da, Vietnam’da, Kenya’da yankılanıyor. Her ırktan, her dinden ve her coğrafyadan insan Türkçe ortak paydasında buluşuyor.
Türkçe Olimpiyatları ilk kez 2003 yılında yapılmaya başlanmıştı. O zamanki adı Yabancılar İçin Türkçe Yarışması’ydı. Bu yıl altıncısı yapılan Türkçe Olimpiyatlarına Amerika’dan Vietnam’a, Brezilya’dan Tanzanya’ya kadar 110 ülkeden 550 öğrenci katıldı. Uluslararası Türkçe Öğretimi Derneği tarafından organize edilen olimpiyatlar, 2 Haziran 2008 tarihinde sona erdi. Olimpiyatlar ‘Konuşma, yazma, dil bilgisi, şarkı, şiir, sunum, genel kültür, özel beceriler, makale, ülke tanıtımı, anadil Türkçe yazma, anadil Türkçe şarkı ve anadil Türkçe şiir’ olmak üzere 13 dalda yapıldı. Türkiye bambaşka bir heyecan yaşadı.
Dünyanın dört bir yanından gelen; renkleri, dilleri, milliyetleri, kültürleri farklı gençlerin ortak noktası; yarışmada örnekler sundukları Türkçeydi. Bu yarışmalarda hünerlerini gösteren öğrenciler buraya gelene kadar çok zorlu aşamalardan geçiyor. Zira Uluslararası Türkçe Olimpiyatları’na dünya genelinde binlerce öğrenci hazırlanıyor. Türkiye’ye gelecek olan 550 yarışmacı, kendi ülkelerinde bir dizi sınav ve yarışma sonrasında seçiliyor. Ülkesini temsil edecek öğrencinin, önce sınıf, ardından okul, son olarak da okullar arası düzenlenen Türkçe yarışmasında birincilik kazanması gerekiyor.
Türkçe Olimpiyatlarında Türkçeden çeşitli örnekler sunan gençleri büyük heyecanla seyrettim ve çok beğendim. Bu çocuklar anadilleri dışındaki bir dili kusursuz kullandılar. Türkiye’de yaşayan gençlerin önemli bir kısmı Türkçeyi bu kadar güzel konuşamıyor.
Dünyanın dört bir yanında okullar açıp Türkiye’yi ve Türkçeyi oralara taşıyan, milyonlarca dolarla yapılamayacak tanıtımı büyük fedakârlıklarla yapan eğitim gönüllülerini saygı ve sevgilerimle selamlıyorum. Onlar çağımızın Yunus Emreleri, Mevlanaları ve Hoca Ahmet Yesevileri’dir. Onlar eşlerinden, dostlarından binlerce kilometre uzakta büyük bir mücadele vererek sesimiz ve sözümüz oluyorlar. Çöllerin soğuğuna, geri kalmış ülkelerin imkânsızlıklarına katlanıyorlar. Maddiyatı ikinci planda tutup boğaz tokluğuna çalışıyorlar. Bir kısmı bu yolda hayatlarını kaybederek ölümsüzleştiler bile. Allah onlardan razı olsun.
Bizler, bir zamanlar dünya genelinde okullar açıp dilini ve kültürünü geniş kitlelere ulaştıran ABD, Fransa ve Almanya gibi ülkelere özenirdik. Bugün dünyada belki de bu ülkelerin okullarının toplamından daha fazla okulumuz var. Bu okulları kimlerin açtığı mühim değil, hangi amaçla açtığı mühimdir. Bu okullar Türkiye’ye de hizmet ediyor. Bu okulların diğer ülkelerin açtığı okullardan farkı emperyalist ve kapitalist bir zihniyet taşımamalarıdır. Bu okullar öncelikle dünya barışına hizmet ediyor. Bu okullar barış köprüsü vazifesi görüyor.
Türkiye’de güzel şeyler de oluyor ama gözleri kör, kalpleri mühürlü olanlar bu güzellikleri görmezlikten geliyorlar. Sesi bütün dünyada yankılanan 6. Türkçe Olimpiyatlarına malum medyanın yaklaşımı körlerden ve sağırlardan farksızdı. Söz konusu yazılı ve görüntülü medya ya bu güzellikleri görmedi, ya da çarpıttı. Kimileri bu değirmenin suyunun nereden geldiğini sorguladı. Oysa su tertemiz Anadolu suyuydu. Bunlar suya değil de değirmende öğütülen una, yani neticeye baksalardı çok daha ahlakî ve vicdanî hareket etmiş olurlardı. Varsın görmezlikten gelsinler. Görmemek güzellikleri ortadan kaldırmaz. Bu organizasyon gelecek yıllarda Türk Dil Bayramıyla birleştirilebilirse daha anlamlı olacaktır.
BİR EĞİTİM ÇINARI: AHMET HİLMİ İMAMOĞLU
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüm her geçen gün biraz da azaltıyor ve yalnızlaştırıyor bizi. Aslında gidenler değil kalanlar terk ediyor. Gidenlerin ardından dünyamız biraz daha tenhalaşıyor. Huzurumuzu da peşi sıra sürükleyip götürüyor ölümler. Samimiyet kesbettiğimiz insanların ölümü dünyamızın içini boşaltıyor. Yeşeren yapraklarımız soluyor; dallarımız kırılıyor. Muhterem Hocam Ahmet Hilmi İmamoğlu’nun ölümü, içimde büyük bir boşluk bıraktı. Boşluk dolmaya meyillidir. Bu boşluğu da hüzünler ve hatıralar doldurdu. O şimdi ölümsüzler arasında yerini almış durumda.
Ahmet Hilmi İmamoğlu, zor bir sahada çalışan kıymetli bir hocaydı. Eski Türk Edebiyatı alanında söz sahibiydi. Farsçayı öğrencilerine öğretecek kadar iyi bilmekteydi. Türkiye genelinde bile Eski Türk Edebiyatı alanında söz sahibiydi. Bilindiği gibi Eski Türk Edebiyatı artık kültürel hayattan çekilmiştir. Bunun günümüzde sevdirilmesi ve ilgi uyandıracak bir duruma getirilmesi kolay olmasa gerek. Fakat o, zor olanı başarmıştı. Yüzlerce yıllık bir edebiyatın gelecek nesillere öğretilmesi için büyük bir emek sarf ederek gençlerimizin ilgisini bu alana çekmişti. Divan edebiyatını gençlere sevdirmişti.
O, canlı bir kütüphaneydi. Bugüne kadar Eski Türk Edebiyatı sahasında bilinmesi gerekenleri öğrencilerine aktarmakta, bunu bir vefa ve vazife şuuru içerisinde sevdirerek yapmaktaydı. Müzeye kaldırılmış bir edebiyatı canlı ve diri kılmanın mücadelesini vermekteydi. Eski harflerle oluşturulmuş onlarca çeşit metni öğrencilerine okutmaktaydı. Onun gibi hocalar sayesinde eski metinler korkutucu olmaktan çıkıp merak uyandıran gizemli belgelere dönüşmekteydi Bu bir bakış açısının ve anlayış kalitesinin neticesiydi.
Babacan bir öğretmendi A. H. İmamoğlu Bey… Öğrencilerini baba gibi sever, onların düşüncelerine değer verirdi. Bugün Türkiye’nin dört bir köşesinde yüzlerce öğrencisi vardır. O, hocaların hocasıydı. Onun öğrencisi olmayı bir şans olarak görenlerin sayısı hiç de az değildir. Bunlardan birisi de benim… İyi ki onu tanımış, rahle-i tedrisatında bulunmuşum.
İmamoğlu, son yıllarda hastalıklarla boğuşmasına rağmen eğitim hayatından ve öğrencilerinden hiç kop(a) mamıştı. Böbrek rahatsızlığı yüzünden dolaşmadığı doktor, gitmediği hastane kalmamıştı. Ameliyatlar oldu. Böbrek vücuda uymadı, eşinden böbrek aldı. Fakat bir türlü eski sağlığına ve zindeliğine kavuşamadı. Onlarca sıkıntıyla boğuşsa da öğretmenlikten ayrılmayı, emekli olup köşesine çekilmeyi hiç düşünmedi. Öğrencileriyle beraber olmak ona daima ilaç gibi geldi. Öğrencilerden ayrılmak onu en çok üzecek şey olsa gerek… Bugünkü öğretmenler, yani bizler ders yükünden yakınırken O, geçen yıl bir sürü hastalıkla boğuşurken gencecik bir delikanlı cesaretiyle otuz saat derse giriyordu. Fakat bu yıl sıkıntılar artarak devam etti. Artık haftada yedi saat derse girebiliyordu. Lâkin hayattan emekli olmadan okuldan ve öğretmenlikten emekli olmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu. Okul onun moral depolama alanıydı. Öğrencilerini çok seviyor, onlara değer veriyordu.
Ahmet Hilmi İmamoğlu, KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nde uzun seneler görev yaptıktan sonra bu bölümün kapanıp Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nün açılmasıyla KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçmişti. Ölümüne kadar, sözünü ettiğimiz bölümde öğretmenlik vazifesini sürdürdü. O, bütün hastalıklara ve sıkıntılara rağmen son nefesine kadar öğretmenlik kürsüsünden inmedi. Zaten o kürsüden inince tutunacağı en büyük dalı kırılmış olacaktı. Onu bizler çok seviyoruz. Tekrar eski sağlığına kavuşması için Allah’a dua ederken bu acı ölüm haberiyle sarsıldık. Fakat Rabbimizin ifade ettiği gibi “Her nefis ölümü tadacaktır”
Merhum A. Hilmi İmamoğlu için önce KTÜ’ de tören yapıldı. Mesai arkadaşları onu anlattı. Gözyaşları sel olup aktı. Sonra İskenderpaşa Camii’nde mahşeri bir kalabalık cenaze namazını kıldı. Daha sonra doğup büyüdüğü topraklarda, Köprübaşı’nda toprağa verildi. Cenaze günü yağmur hiç dinmedi. Rahmetle gitti ötelere. Cenazede kimler yoktu ki! ... Valiler, bakanlar, milletvekilleri, profesörler, müdürler ve öğrencileri… Allah rahmet eylesin.
SENİ KALBİMİZE GÖMDÜK HOCALARIN HOCASI
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüm meleği Azrail, çok sevdiğimiz ve değer verdiğimiz Ahmet Hilmi İmamoğlu Hocamızı da aramızdan aldı. Üç-dört ay önce ziyaretine gittiğim hocamın ölüm haberi beni fazlasıyla müteessir etti. Son görüşmemizde sağlıklı günlerde buluşmak üzere ayrılmıştık.
31 Mayıs 2008 Cumartesi günü ebediyete göç eden hocaların hocası Yrd. Doç. Dr. Ahmet Hilmi İmamoğlu’nu 1988 senesinde tanıma şerefine nail oldum. O yıl Köprübaşı Lisesi’ni bitirerek girdiğim üniversite sınavında KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünü kazanmıştım. Okula kaydımı yaptırırken onun varlığından haberdar oldum. Köprübaşı’ndan bir hocanın bu bölümde olması bana büyük güven vermişti. Demek ki burada yalnız değildim. Kayıttan sonra ilk fırsatta kendisini ziyaret ettim. Çok sıcak karşılamıştı beni. Odası hiç boş olmazdı. Öğrencilerinin biri gider, biri gelirdi. Çünkü öğrencileriyle diyaloğu fevkalade iyiydi. Öğrencilere asla tepeden bakmaz, onlara dostça, arkadaşça yaklaşır, öğrencileriyle ilişkisi babayla evlat ilişkisini çağrıştırırdı.
İmamoğlu bizim hem hocamız, hem de babamızdı. Bazen dertlerimizi paylaştığımız bir ağabeyimiz olurdu. Onun yüzünün asık olduğunu hiç görmemiştik. O da bizim gibi bir insandı neticede. Üzüntülü günleri olurdu elbet… Fakat hiçbir zaman asık çehreyle girmezdi derse. Bütün sıkıntılarını sınıfın veya amfinin girişinde bırakır, sevimli ve sempatik bir yüzle karşımıza çıkardı. Eski Türk Edebiyatı sahasında başlı başına bir otoriteydi. Ders anlatma tarzı çok etkileyiciydi. Dersin başından sonuna kadar ders anlatmazdı, dersin bir bölümünü öğrencilerle muhabbete, latifelere ayırırdı. Çok zor olan Eski Türk Edebiyatı dersini nasıl etmişse etmiş, sevdirmişti bize. Onun dersini hepimiz iple çeker, zevkle takip ederdik.
Okul hayatında da, günlük hayatta da çok adil bir insandı. Aynı ilçeden olmamıza rağmen ders konusunda bir kere bile kıyağını görmemiştim. Belki buna ihtiyacım da olmamıştı. Beklentim de söz konusu değildi. Lakin aynı coğrafyada doğup büyüdüğümüz için benimle olan diyaloğu diğer öğrencilere göre daha ileri boyuttaydı. Çünkü ortak değerlerimiz ve ortak dostlarımız çoktu. İlk yıllarda çok eksikliklerim vardı. Bu hususta beni yönlendirmişti. Edebiyat bölümünde başarılı olmanın acı reçetesini sunmuştu bana. Ben de dediklerine harfiyen uymuş, kısa zamanda büyük bir değişim, gelişim ve dönüşüm yaşamıştım. Bu olumlu değişimimi bütün öğrencilere örnek olarak sunardı. Beni sürekli onure ederdi. Benimle gurur duyduğunu her fırsatta dile getirir, şevkimi ve heyecanımı diri tutardı.
Aramızdan ayrılarak ebediyete intikal eden ve bizi üzüntülere boğan Ahmet Hilmi İmamoğlu mert ve cömert bir insandı. Kalender yaratılışlı bir insandı o… Dünyanın malında, mülkünde ve makamında hiçbir zaman gözü olmamıştı. A.Ü Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni bitirmişti. Bizim okuduğumuz yıllarda Öğretim Üyesiydi. Hiçbir akademik payesi yoktu. Daha sonra doktorasını Atatürk Üniversitesi’ne bağlı olarak yaptı. Aslında buna hiç de niyeti yoktu. Çevresindekilerin zorlamasıyla bunlar gerçekleşti. Önce doktor, sonra yardımcı doçent doktor oldu. Fakat bu akademik kariyer payeleri onun için bir şey ifade etmiyordu. Farsçaya ve Arapçaya hâkimdi. Farsçayı öğretecek derecede biliyordu.
Muhterem Hocam İmamoğlu’nun çalışma alanı Eski Türk Edebiyatıydı. Osmanlıcaya olan hâkimiyeti herkes tarafından bilinirdi. En zor eski yazı metinlerini bile büyük bir maharetle okurdu. İşini hakkıyla ve layıkıyla yapardı. Dersini zorlaştırıp sevimsizleştirmezdi. Fakat dersin hafife alınmasına da asla müsaade etmezdi. İşi sıkı tutar, öğrenilmesi gerekenleri fazlasıyla öğretirdi. Üniversitede Eski Türk Edebiyatı ve Farsça derslerine girerdi.1980’li yıllarda Fatih Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü yapmıştı. 1990–1994 yılları arasında da KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü Bölüm Başkanlığı görevinde bulunmuştu. 1995 senesinde ise KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevini başarıyla yerine getirmişti. Fakat onun en çok zevk aldığı iş sınıfta öğrencilerine ders vermekti. O, idareciliği hiçbir zaman istememiş, idarecilik görevleri onu bulmuştu. Allah rahmet eylesin.
BİR YEREL SİTENİN MAHARETLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
İnternetin zararlarından söz edip duranlar bu evrensel iletişim ve bilgi vasıtasının hayırlı yönlerinden de bahsetmelidir. Çünkü internet olmasaydı hayatımızda bir şeyler(hatta çok şeyler) eksik olacaktı. İnternet de bıçak gibidir. Katilin elinde ecele, mahir bir cerrahın elinde hayata kapı aralar. Bizler, iki tarafı keskin bu bıçağı hayırlı hizmetlerde kullanarak istifade yoluna gitmeliyiz. İnternetsiz bir hayat, pek çok açıdan eksik bir hayat olacaktır.
İnternet öncelikle ve özellikle iletişim duvarlarının kalkmasına vesile olmuştur. Telefonun soğuk yüzü, internetteki çok yönlü iletişimle bertaraf edilmiştir. Birbirinden uzaktaki insanlar internet platformu sayesinde doyasıya konuşup birbirleriyle yakınlaşma fırsatı bulmuştur. Dostluklar muhabbetle güçlendirilmiştir. Bundan daha güzel ne olabilir ki?
İnternetin yerel değerlerin yaşamasına katkıları da çok büyüktür. Günümüzde her ilin, her ilçenin, hatta kasaba ve köyün bir veya birden çok internet sitesi mevcuttur. Bu siteler sayesinde köylerimiz bile dünyaya açılmıştır. Dünyanın öbür ucunda Amerika kıtasındaki insan, köyündeki haberleri günü gününe almakta, hatıralarının geçtiği toprakları görebilmektedir. Bu az bir şey değildir. Bunun önemini gurbette yaşayanlar daha iyi anlar.
Trabzon’un, dört dağın arasında kalmış mağdur ilçelerinden biri de Köprübaşı’dır. Köprübaşı Türkiye’ye armağan ettiği değerleriyle tanınmaktadır. Adnan Kahveci, Recep Yazıcıoğlu bu topaklarda doğup Türkiye için hayatlarını feda etmiş, herkesçe tanınan ve sevilen simalardır. Böyle önemli bir ilçenin yeterince tanınmadığı inancındayım. Bu ilçenin tanıtımı için son zamanlarda büyük gayretler gösterilmektedir. Köprübaşı’yla ilgili internet sitelerinin sayısı her geçen gün artmaktadır. Fakat bu sitelerin en köklüsü ve altyapısı en güçlü olanı www.koprubasi.tv sitesidir. 26 Mayıs 2006 tarihinde kurulan bu site, bugüne kadar pek çok hayırlı hizmete öncülük etmiştir. Köprübaşılılara hizmet eden bu site, ikinci kuruluş yılını onurla kutluyor. Bu sitenin hizmetlerinden bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum…
Köprübaşılıların gözü, kulağı ve sesi olan Köprübaşı sitesi bu yıl boyunca 11 öğrenciye 5400 YTL öğrenim bursu verilmesine vesile oldu. İki özürlü kişiye özürlü arabası sağladılar. Arabalar Almanya’dan getirilip sahiplerine teslim edilecek. Köprübaşı sitesinde, sürekli güncellenen ve yerel haber akışı sağlayan “Manahoz Haber Ajansı” da oluşturulmuş.
Forum sitesinde insanların birbirleriyle iletişimi sağlanıyor. Yepyeni dostluklar kuruluyor, yeni dostlukların temeli atılıyor. Köprübaşı sitesi yöresel değerlere fazlasıyla önem veriyor. Gelenek ve göreneklerin yaşatılması için olağanüstü bir çaba harcıyorlar. Bilindiği gibi Trabzon için en önemli çalgı aleti kemençedir. Sitede 24 saat kemençe yayını yapılıyor.
Kan ihtiyacını karşılamak için Köprübaşı sitesinde bir de kan bankası oluşturulmuş. Bu kan bankasında pek çok kişinin kan grupları ve acil durumlarda aranabilecek ev ve cep telefonları var. Bu kan bankası aracılığıyla bugüne kadar üç kişiye acil kan sağlanmıştır.
Köprübaşı yerel sitesinde Köprübaşı’nın geçmişten bugüne kadar gelmiş geçmiş değerleri ve değerlileri tanıtılıyor. Bu ilçede önemli işler yapmış, hayırlı hizmetler gerçekleştirmiş, saygın insanlar tanıtılıyor. Böylelikle geçmişle gelecek arasında muhabbet ve saygı köprüsü kuruluyor. Bu vesileyle vefa duygusu yaşatılıyor. Vefa’nın İstanbul’da bir semt adı olmaktan öte, insanı insan yapan ulvi bir duygu olduğu somut davranışlarla kanıtlanıyor.
Köprübaşı sitesi en çok da Köprübaşı ilçesinden uzakta yaşayanların gözü, kulağı ve sesi oluyor. Bu site aracılığıyla başta İstanbul olmak üzere, Köprübaşılıların yoğun olarak ikamet ettiği Gebze gibi yerlerde yaşayan Köprübaşılılar değişik organizasyonlarla bir araya getiriliyor. Bu programlarda yemekler yeniyor, demli çaylar içiliyor, hatıralar tazeleniyor. Bence Köprübaşılıların en büyük eksikliği çabuk organize olamamalarıdır. Böyle siteler bu eksikliği başarıyla gideriyor. Köprübaşı sitesinin bu çeşit gayretlerini takdir ediyoruz.
Her gün Köprübaşı sitesine uğrarım, buraya uğramadığımda kendimi eksik hissederim. Dostların buluşma yeri olan bu sitenin emektarı Ahmet Balcı’ya teşekkür ediyorum.
BİR ŞİİR YAZ İÇİNDE “MEVLANA” OLSUN…
M.NİHAT MALKOÇ
Türk şiirinin doruk şahsiyetlerinin başında gelir Mevlana Celaleddin Rumî… Şiirlerini Farsça yazsa da bizler onu çok seviyoruz. Geçen yıl Mevlana’nın 800. doğum yılını milletçe idrak ettik. UNESCO 2007 yılını Mevlana yılı olarak ilan etmişti. Yıl içerisinde Türkiye’de ve dünyada Mevlana’yla ilgili pek çok kültürel etkinlik gerçekleştirilmişti.
Bu yıl Mevlana’yla ilgili gerçekleştirilen faaliyetlerden biri de Ümraniye Belediyesi ile Antoloji şiir ve edebiyat sitesinin yaptığı Mevlana konulu şiir yarışmasıydı. Bu yıl “Mevlana ve Hoşgörü” konusuyla dördüncüsü yapılan yarışmaya, Türkiye’nin yanı sıra Belçika, Almanya, ABD, Kazakistan gibi ülkelerden 988 şair bin 261 şiirle katıldı. Yarışma jürisi tarafından yapılan değerlendirme sonucunda, birinciliğe değer eser bulunmazken, ikinci, üçüncü ve on adet mansiyon ödülü için eserler belirlendi. Buna göre Osman Gürsoy(Trabzonlu) , “Dön Kendine” adlı şiiriyle ikinci, Yaşar Bayar da “Mevlana’da Dirilmek” adlı şiirleriyle üçüncü oldu. 29 Mayıs 2008 Perşembe günü, Ümraniye Belediyesi Kültür Merkezi’nde yapılan ödül töreninde ikinciye bin 500 YTL, üçüncüye bin, mansiyon sahiplerine 500’er YTL verildi. Türkiye ve dünya genelindeki bu şiir yarışmasında ben de 500 YTL’lik mansiyon ödülü kazandım. Büyük insan, Allah dostu Mevlana’ya dair hislerimi ifade ettiğim “Asya’nın Kandili” adlı şiirimin bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Düşer aşkın üstüne bir güvercin kanadı
Kapkara bulutların suyunu emer toprak
Kıyaslanmaz dünyayla ukbanın saltanatı
Erenler dergâhında dalından düşer yaprak
Düşer aşkın üstüne bir güvercin kanadı
İblisin pususuna yetişir süvariler
Kuytulara bırakır ışığını dolunay
Çarmıh görür düşünde yaralı havariler
Yüreklerden yüreğe açılır koca saray
İblisin pususuna yetişir süvariler
Bir vehmin gölgesinde bir vakit ben de hamdım
Cam kırığı karıştı can kırıklıklarına
Metanet kazanında hem piştim hem de yandım
Gönül nasıl dayansın aşk burukluklarına
Bir vehmin gölgesinde bir vakit ben de hamdım
Her dem açıktır kapın ya Hazreti Mevlana! ..
Seneler acı çeker, asırlar seni özler
Tevazu iksiriyle sultan oldun zamana
Göklerin yangınında yollar yolunu gözler
Her dem açıktır kapın ya Hazreti Mevlana! ..
Issız dünya çölünde yoluna revan olduk
Yağmalansın mülkümüz, savrulsun küllerimiz
Yunus Emre misali ballar balını bulduk
Mesnevi’den beyitler okusun dillerimiz
Issız dünya çölünde yoluna revan olduk…”
Bana göre Türkiye genelinde kazanılan bir mansiyon yerelde kazanılan birincilikten daha kıymetlidir. Bu gibi ödüller bizlerin heyecanını ve yazma şevkini fazlasıyla artırıyor.
ŞEHİRLER VE ŞAİRLER
M.NİHAT MALKOÇ
Günümüzde nüfusun yarıdan çoğu şehirlerde yaşamaktadır. Bu yerleşim yerlerine hızlı bir nüfus akışı söz konusudur. Köylerde yaşayanlar, bavullarını omuzlarına alır almaz kendilerini şehrin soğuk ve insafsız kucağında bulmaktadır. Köylerimiz gittikçe tenhalaşarak sıcak atmosferlerini kaybetmektedir. Hızlı nüfus artışı şehirleri yaşanmaz hale getirmektedir.
Hepimiz neticede bir şehre bağlı coğrafyada yaşamaktayız. Kimimiz şehrin göbeğinde, kimimiz de kilometrelerce ötelerinde! ... Ama sonuçta bir şehre nikâhlanmış kaderlerimiz... Bu bizlerde hemşehrilik ve mensubiyet duygularının tekâmülüne zemin hazırlamıştır.
Duygu erleri olarak vasıflandırdığım, kelimelerin hâkimi olan şairlerin de doğup büyüdükleri, görev yaptıkları, bir ömür vurgun yaşadıkları, kalpten bağlı oldukları gözde şehirleri vardır. Bu şehirler, o şairlerin adlarıyla özdeşleşerek anılagelmişlerdir. Bu şehirlerin başında hiç şüphesiz ki İstanbul gelmektedir. İstanbul baştan sona tarihtir, gizemlerle dolu masal şehridir. Şairlere ilham vermiştir bu şehir… Bu güzel şehri görüp de ondan etkilenmeyen yoktur. Her şair bu şehrin büyüsüne kapılmıştır. Bunlardan biri de Üstat Necip Fazıl Kısakürek’tir. O, İstanbul’u canından çok sevdiği sevgilisine benzeterek şöyle diyor:
“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.”
Yahya Kemal, İstanbul ‘a vurgun bir şairdir. İstanbul’a düşkünlüğüyle tanınan Yahya Kemal, bir zamanlar milletvekilliği vesilesiyle İstanbul’la Ankara arasında mekik dokumuştur. Gazeteciler bir ara, İstanbul’u çok seven şairin Ankara hakkındaki kanaatini öğrenmek isterler. “Ankara’nın nesi güzel? ” diye sorduklarında: “İstanbul’a dönüşü güzel.”cevabını verir. Bu büyük şair, İstanbul’un her semtine büyük bir tutkuyla âşıktır. Yahya Kemal, İstanbul’u bir “Hayal Şehir” olarak niteleyerek şunları söyler:
“ Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak!
Bir zaman kendini karşındaki rüyaya bırak!
Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan;
Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan; ”
Bursa da şairlerin manevî dünyasını çepeçevre kuşatmış, tarihle sımsıkı örülmüş bir şehirdir. Bir zamanlar Osmanlı’ya payitahtlık yaparak zirveye taht kuran bu şehir, tarihî değerlerin açık hava müzesi görünümüne büründüğü bir diyar olmuştur. Osmanlı sultanlarının kabirleriyle taçlandırdığı bu mübarek topraklar, kutlu vatan haritasının müstesna bir parçasıdır. Bu topraklara sevdalananların başında gelen şairlerden birisi de A. Hamdi Tanpınar’dır. Bursa’da gördüğü her zerre onu heyecanlandırarak tarihe götürür. Onun “Bursa’da Zaman” şiirindeki yakuttan mısralar altın bir çağı getirir gözlerimizin önüne:
“Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdayan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.”
BAHAR GELMİŞ MEMLEKETE… ÂH BAHAR! …
M.NİHAT MALKOÇ
Haber aldık ki bahar gelmiş memleketin dağlarına, bağlarına… Toprağa tutunmuş papatyalar, menekşeler, fesleğenler… Erik ağaçları bembeyaz çiçekleriyle arz-ı endam etmeye başlamış. Soyunuk tabiat, rengârenk elbisesiyle tafra satıyormuş görenlere. Kalpler giriftar olmuş baharın dokusuna ve doyumsuz kokusuna. Kış son nefsini verir vermez bahar nesi varsa toplayıp düşmüş yollara. Topraktaki canlılar uyanmış uzun kış uykusundan. Doğanın solgun yüzüne can gelmiş, kan gelmiş. Tebessüm ediyor somurtkan ağaçlar… Nereye baksan bir cümbüş havası esiyor dört bir yanda. Gülümsüyor tabiat ana evlatlarına.
Bahar taze bir gelin gibi gülen yüzüyle karşılıyor sevenlerini. Koluna taktığı çiçek sepetinde ne yok ki… Yaseminler, beyaz güller, karanfiller, orkideler, açelyalar, begonyalar, laleler, gelincikler, gardenyalar, şebboylar, kır çiçekleri… Daha neler neler… Çiçekler güzelliklerini olanca cömertliğiyle sunuyor güzellikten anlayan, güzeli takdir etmesini bilen gözlere. Bahar bütün yüreklere aşk ve heyecan getirmiş. Karamsar yüreklerde bile ümit çiçekleri açmış. Dünyanın yüzü gülüyor baharla birlikte. Yemyeşil yapraklar, tomurcuklanan çiçekler, cemre düşen hava, su ve toprak insanlığı selamlıyor. Gözler bayram ediyor şimdi.
Bahar neşeyi, ümidi, sevgiyi, kardeşliği; kısacası güzelliği müjdeliyor bütün canlılara. Yaşama sevincimizi artıran bahar, aydınlık yarınlara giden yolda kılavuzluk eder bizlere. Nisanlara ısmarlanan yağmurlar bulutlardan düşmek üzeredir. Yağmur damlaları toprağa can ve heyecan katar bahar mevsiminde. Gökyüzü karanlıklara inat, maviliğini gülen gözlere mertçe ve cömertçe sunar. Bülbülle gülün aşkı koyun koyuna depreşir mehtaplı gecelerde.
Her bahar bir önceki bahardan hatıralar taşır bugüne. Baharlar hazana dönüşünce, yoğunlaşan duyguları yüreklerimize serperler. Baharla birlikte arılar kurtulur hapis hayatından. Çiçeklerle böcekler buluşur kuytularda. Gülle bülbülün aşkı uyanır hatıralar yorganının altında. Sevgiler yaprak yaprak açar gönül ağacında. Umutlar yollara dökülür.
Bu, kimilerinin ilk; kimilerinin son baharıdır. Yürekleri ısıtan şiirdir bahar… Bahar başlı başına yaşam demektir. Dört mevsimin en sevimlisidir bahar… Onda güzellik dışında hiçbir şeyin aşırısını göremezsiniz. Tabiatın uyanışıdır bahar… O gelince duygularımız coşkun sular gibi serinletir içimizi. Baharın aşkına bulutlar yağmur olup yağar nisanlara. Tabiatın canlanışına cümle yaratılmışlar eşlik eder. Çağlayanların coşkun sularının yükseklerden düşmesi baharın aşkınadır. Ovalar rengini baharın muhabbetine banmıştır. Hele yaylalar, hele yüksek dağlar, baharı yüksek heyecanla karşılarlar. Çobanların mutluluklarını katmerleştirir bahar güneşi. Dökülür çayır çimenlere koyunlarla körpe kuzular.
Bahar, karlı dağların üzerindeki bembeyaz elbiseyi çıkarır, yemyeşil şalını atar tepelerin üzerine… Doğu’nun karlı yollarında toprak karası görülünce dünya yeniden kurulur. Toprak, üzerindeki ağırlığı atar atmaz rahat bir nefes alır tebessümle. Baharın heyecanlı güneşi içimizi ısıtır boylu boyunca. Her gecenin gündüzü, her kışın baharı olduğuna inanarak umutla yaşayanlar, bir kez daha haklı çıkarlar. Kışın acısını çekenler baharı bayram sayıp neşelerine neşe katarlar. Baharın güzelliğine güzellik katar tabiattaki canlılar. Bahara katkıda bulunmak için ağaçlar çiçeklenir, toprak derin uykusundan uyanıp yeşillenir. Kuşlar en güzel şarkılarını bahara ayırırlar. Güneşin gülen yüzü karşısında karlar erimeye mahkûmdur. Bulutlar yağmurunu esirgemez güleç yüzlü bahardan. Dağlardan kıvrıla kıvrıla gelen derelerin coşması bahara duyduğu derin sevginin ve muhabbetinin tezahürü değil de nedir?
Bahar, aşkların uyandığı aydır. Renklerin ve ahenklerin sarmaş dolaş olduğu, çiçeklerle böceklerin oynaştığı bu zaman diliminde hayatın nabzı diğer zamanlara göre daha belirgin atar. Bütün mevsimler baharı kıskanır aslında. Kekik kokusu toprak kokusuna karışır. Delikanlılar heyecan ve coşkularını zapt etmekte zorlanırlar. Kışın büzüşen ruhumuzu iyice azdırır bahar… Günbatımlarında güneşin sarısı düşer denizin mavi sularına. Kızgın güneş, mavi suların dudağına ateşli bir öpücük kondurur. Baharı teğet geçmeyelim dostlar…
GENÇLİK BAYRAMINDA GENÇLİĞİ ATA’YA ŞİKÂYET…
M.NİHAT MALKOÇ
Milletlerin güven kaynağı ve en dinamik gücüdür gençlik… Umutlar gençliğin yarınlarında saklıdır. Genç nüfusa sahip ülkeler bu özelliklerini gurur vesilesi saymaktadırlar. Fakat dünya nüfusuna baktığımızda genç nüfusun hızla azaldığını görüyoruz. Diğer tabirle dünya nüfusu her geçen gün yaşlanıyor. Türkiye’deki durum çok daha farklı… Türkiye nüfusu genç ve dinamik bir yapı gösteriyor. Avrupa yaşlanırken Türkiye gençleşiyor.
Ülke nüfusumuzun yarısı gençlerden oluşmaktadır. İyi yönlendirilebilirse bu aslında çok büyük bir zenginliktir. Fakat kontrol altına alınamayan başıboş bir gençlik, bir dinamitten daha yıkıcı ve tehlikelidir. Bütün mesele bu potansiyeli uygun şekilde milletin ve memleketin hayrına kullanmaktır. Bunu sağlayabilirsek bundan hem fertler, hem de toplum kazançlı çıkar.
Gençlik, çocuklukla erişkinlik arasında çelikten bir köprüdür. Çocuklukta kazanılan değerler gençlik döneminde geliştirilir ve erişkinlikte kişiliğimizin bir parçası olur. Günümüze baktığımızda gençliğin çıkmazda olduğunu görürüz. Nereye gittiğini bilmeyen, geleceğinden umutsuz bir gençlikle karşı karşıyayız. Günümüz gençliği manevî rotasını belirleyememiş, adeta rüzgârın önüne atılmış başıboş bir yaprağa dönmüştür. Bu deli rüzgârın gençliği hangi uçurumun eşiğine götüreceği, uçurumdan aşağıya atıp atmayacağı belli değildir.
Zamanımızdaki Türk gençliği kültüründen ve değerlerinden uzak yetişiyor. Ecnebi kıymet hükümleri gençliği zehirli bir yılan gibi sokuyor. Kitle iletişim araçları gençliği tuzağa düşürüyor. Genç nüfusu kıskaca almaya çalışan fitne odakları gece gündüz demeden çalışıyor. Çünkü biliyorlar ki bu ülkenin geleceği gençlerdir. Yarınların planlamasını yapan bu hain odaklar emellerine alet edebilecekleri bir gençliğin tohumlarını bugünden ekiyorlar.
Atatürk, Türk gençliğine inanan ve çok güvenen bir liderdi. Çünkü o zamanın gençliği ona bu güveni fazlasıyla veriyordu. O dönemlerde kültürel açıdan bugünkü kadar dışa açılma söz konusu değildi. Bugün Batının zararlı akımları ve düşünceleri gümrüklerden rahatça geçebiliyor. Daha doğrusu gümrüklere hiç uğramadan evlerimizin içine kadar gelebiliyorlar.
Gençlik için model insan aranıyorsa uzaklara, ecnebi memleketlere gitmeye hiç gerek yok. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Türk gençliği için emsalsiz bir modeldir. Küllerinden doğan bir milletin önderi olan Atatürk, zor bir gençlik dönemi yaşamıştır. Genç yaşta babasını ve annesini kaybeden Atatürk, kendine çizdiği aydınlık yolda engelleri bir bir aşarak ilerlemiştir. Hiçbir engel onu yolundan döndürememiştir.
Aklınıza gelen her türlü imkân günümüz gençliğinin elindedir. Fakat günümüzde laboratuarlarda sabahlaması gereken gençler internet kafelerde sabahlıyor. Aileler okulla yetinmeyip dişinden tırnağından arttırdıklarıyla çocuklarını dershanelere gönderiyorlar. Fakat okumak istemeyen yine de okumuyor. Üretme çağındaki gençler hazır yiyici olup çıkıyorlar.
Çağımızda asi ve kendini beğenmiş bir gençlik yetişiyor. Gençler anne babalarına yeterince saygı ve sevgi duymuyorlar. Kendi kararlarını kendileri almak istiyorlar; anne babalarının müdahalelerine rıza göstermiyorlar. ‘En iyisini ben bilirim’ havasındaki gençler hata yapınca bedelini hem kendileri hem de aileleri ödüyor. Öte yandan sigara alışkanlığı gençliği tehdit ediyor. Alkol ve uyuşturucuya bulaşan gençler hiç de az değil. Dinî değerlerden habersiz yaşayan gençler hak ve hukuk kavramlarına iyice yabancılaşıyor.
Gençliğin buhran anaforundan kurtarılması için onlara öncelikle arkadaşça yaklaşılıp güven telkin edilmelidir. Kişi, ancak güvendiğine inanır, onun düşüncelerini benimser. Eğer çocuklarımıza düzenli ve sağlam bir aile terbiyesi verebilseydik bugünkü olumsuzlukları yaşamazdık. Gençlerimizin arkadaş çevresini bilirsek onları kötü arkadaşlardan ve zararlı çevreden koruyabiliriz. Onun için çok fazla müdahaleci olmadan çocuklarımızın yakın çevresini tanımalıyız. Onlara onurla taşıyabilecekleri ve benimseyebilecekleri bir kimlik kazandırmalıyız. Bu kimlik, rengini yerli değerlerimizden ve Türk örfünden almalıdır. Gençlik bayramının değişime vesile olması temennisiyle gençlik bayramınızı kutluyorum.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta