GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,
ÖMER GÜNER’İN “DÜŞLER VE DÜŞÜNCELER”İ
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon’un en köklü ve donanımlı gazeteci ve yazarlarından biridir Ömer Güner… Güner’in Trabzon basın tarihindeki yeri ve önemi herkes tarafından takdir edilir. 1925 yılında Trabzon’da doğan Güner, 83 yıldan beri Trabzon’un meselelerine tercümanlık ediyor. 1976 yılından beri emekli hayatı yaşayan Güner, hiçbir zaman dünyadan elini ayağını çekmemiştir; daima hayatın içinde olmuştur. Trabzon’un son yarım yüzyılını onun kaleminden okuduk. Gazeteciliğe 1961 yılında Trabzon’da yayımlanan “Ses” gazetesinde başlayan Ömer Güner, 1962’den sonra aralıksız olarak Cumhuriyet gazetesinin Trabzon muhabirliğini yaptı. Bu görevinin yanında Trabzon’da yayınlanan pek çok dergi ve gazetede kalem oynattı. Uzun zamandan beri hasta olmasına rağmen Karadeniz gazetesindeki yazılarına devam etmektedir.
Trabzon basınının kıdemlilerinden olan Ömer Güner iki dönem Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı yapmıştır. Bu arada Basın Konseyi temsilciliğinde de bulunmuştur. Kendisi sarı basın kartı sahibidir. Trabzon basınına hizmetlerinden dolayı Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Özel Ödülüne layık görülmüştür. Onun yazdığı yazıların bir kısmı gazetelerin nisyan bulutları arasından kurtarılıp kitap haline getirilmiştir. İlk kitabı “Gök Renginde Trabzon”, ikinci kitabı “Düşler ve Düşünceler” bu tarz eserleri arasında sayılır.
Trabzon’un usta gazetecilerinden Ömer Güner’in “Düşler ve Düşünceler” adlı kitabını okudum geçenlerde. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Yayınları arasında Haziran 1997’de yayınlanan bu değerli kitabı Ahmet Özer basıma hazırlamıştır. 240 sayfadan meydana gelen bu kitap “Düşler”, “Düşünceler” adları altında iki ana bölüme ayrılmıştır. Kitabın “Düşler” kısmında “Trabzon’dan Sydney’e Bir Uzun Serüven”, “Basında Trabzon Esintisi” adlarıyla iki ana başlık açılmıştır. Bu ilk bölümde özellikle Ümran Baran’la ilgili bilgi ve hatıralara yer veriliyor, mektuplardan alıntılar sergileniyor. Bu mektuplar bir anlamda geçmişe şahitlik ediyor. “Basında Trabzon Esintisi” adlı alt bölümde Trabzon kökenli basın ve kültür adamlarından Cemal Rıza Osmanpaşaoğlu, Ömer Akbulut, Şevket Çulha, Muzaffer Korlu, Arslan Pulathaneli, Ahmet Selim Teymür, Kemal Aydar, Ömer Turan Eyüboğlu, İbrahim Örs, Ziyad Nemli, Örsan Öymen gibi köşe taşı isimlere dair bilgi ve anılara yer veriliyor.
Ömer Güner’in “Düşler ve Düşünceler” adlı eserinin ikinci bölümü “Düşünceler”e ayrılmış. Bu ana bölüm “Kent ve İnsan”, “Trabzon: Bitmeyen Sevda”, “Oy Yaylalar Yaylalar”, “Aydın Olmanın Anlamı”, “Yaşayıp Giderken” adlı alt bölümlere ayrılmıştır. “Kent ve İnsan”da İdil Biret’ten Şinasi Özdenoğlu’ya, Temel Şükrü Doğru’dan Faik Ahmet Barutçu’ya, Ahmet Şener’den Haluk Ongan’a, Gündoğdu Sanımer’den Ahmet Özer’e kadar çeşitli simalar hatıraların ışığında gözler önüne seriliyor. Böylece tarihe tanıklık ediliyor. İkinci alt bölüm olan “Trabzon: Bitmeyen Sevda” da Trabzon’a ve bu şehrin kurumlarına dair görüşlere yer veriliyor. “Oy Yaylalar Yaylalar” adlı kısımda Trabzon’un yaylalarının eşsiz güzellikleri ve yayla şenlikleri konu ediniliyor. “Aydın Olmanın Anlamı” adını taşıyan kısımda Atatürk ve eğitim konuları irdeleniyor, çıkarımlarda bulunuluyor. Kitabın “Yaşayıp Giderken “ adını taşıyan son kısmında Güner’in Batum, İstanbul ve Ankara gezilerine dair intibalara yer veriliyor. Trabzon’un değerleri ve değerlileri kitapta vitrine çıkarılıyor.
Bu kitapta Trabzon’un dünüyle bugünü arasında köprü kuruluyor. İyi ki gazete köşelerindeki bu kıymetli yazılar iki kapak arasına alınmış, unutulmaktan kurtarılmıştır. Bu yazılar geçmişten bugüne Trabzon’da kendi çapında çalışan kültür ve sanat adamlarına ve yaşanmış hadiselere ışık tutuyor. Böyle kitapların ulusal değeri tartışılsa da yerel değeri tartışılamaz. Yerel düzeyde değer ifade eden bu tarz kitapları çok önemsiyorum.
Ömer Güner uzun yıllardan beri bu şehrin kültürüne, sanatına, birbirinden kıymetli portrelerine ayna tutuyor. Trabzon’u çok seven ve ömrünu bu şehirde geçiren Ömer Güner’in güçlü kaleminden bu şehrin hayatını okumak herkese doyumsuz hazlar verecektir. O, gazetecilikteki ilk günkü heyecanını devam ettirmektedir. Kendisine Allah’tan şifa diliyorum.
“ÜRYAN VE İSYAN” ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzonlu genç şairlerden Ömer Turan’ın ilk kitabı “Üryan ve İsyan” elimde… Kitap, Kıyı Dergisi Yayınları arasında çıkmış. Kitabın kapağındaki üç serçe, şiir sofrasına buyur ediyor sizi. Bembeyaz bir zemin üzerindeki bu üç serçe sanki şiir tarlasında imge avcılığına soyunmuş izlenimi veriyor bize. Kitap sanki şairin Trabzonlu oluşuna işaret edercesine 61 sayfadan meydana geliyor. 1971 yılında Yomra’da doğan Ömer Turan’ın arka sayfadaki kısa biyografisini okuyunca doğrusu şaşırıyorum. Çünkü şair ilk şiirini 2006 senesinde Hayal dergisinde yayınlamış. Yani 35 yaşında şiir dünyasında ‘ben de varım’ demiş. İlk şiirini yayınladıktan iki yıl sonra da bu ilk kitabını okuyucularıyla buluşturmuş. Kitaptaki özgün ve birbirinden güzel şiirleri okuyunca insan içinden “Bugüne kadar neredeydin be birader! ...” diyesi geliyor. Bir şair okuyucusuyla buluşmak için niçin bu kadar uzun süre bekler?
Trabzonlu şair Ömer Turan’ın ilk şiiri 2006 yılında Hayal dergisinde yayınlandıktan sonra diğer şiirleri Mortaka, Maviada, Çalı, Cümle, Ada dergileriyle Taka gazetesinde görülür olmuş. Yani geç kalmışlığını bir anlamda telafi etmeye çalışmış. Şahsen tanıdığım ve dostluk kurduğum bir duygu işçisi Ömer Turan… Duygularını şiire ustaca yansıtan Turan’ın bu ilk kitabındaki şiirlerinin belli bir seviyenin üstünde olduğunu görünce şairin gelecekte yazacaklarına dair beklentilerimiz ve umutlarımız artıyor. “Üryan ve İsyan” kitabı “Kent Fazlası” ve “Ömer Hayyam’a Mektuplar” adlarıyla iki bölüme ayrılmış. Kitaba adını veren “Üryan ve İsyan” ifadesi “kınına veda eden hançer” şiirinde geçiyor. Üryan’ın kelime anlamı ‘çıplak’ demektir. Şair isyanla üryanı aynı potada eriterek farklı bir yaklaşım getirmiş şiirine.
Ömer Turan’ın şiirlerine bakınca hemen hepsinin yepyeni imgelerle kurulduğunu görüyoruz. Şiir deneyimi çok eskilere dayanmasa da şair kendine bir imge şatosu kurmuştur. Şiirde açık ifadeyi tercih etmemiştir. Okuyucuya hazır mesajlar vermemiştir. Bu şiirleri okuyanlar verilmek istenen duygu derinliğini anlamak için kendilerini yormak mecburiyetindedirler. Onun imge avcılığını Trabzonlu şairlerden Zekeriya Saka şöyle ifade ediyor: İmge atına binmiş bir şair Ömer Turan. O, imge atını, mitolojilerin alev atlasında, karda, boranda, fırtınada delice sürüyor ve tökezlemeden hedefine ulaşıyor.” Bu düşüncelere ben de aynen katılıyorum. Zira günümüz şiiri ferdiyetçi bir anlayışı beraberinde getiriyor. Şairler kendilerine müstakil şiir kozaları örüyorlar. O kozadan içeri girenler hiç görmedikleri, alışık olmadıkları bir şiir dekoruyla karşılaşıyorlar. Ömer Turan’ın şiirlerinde de bu farklı imge dokusunu görebiliyoruz. Bu farklılık ve özgünlük insana umut ve heyecan aşılıyor.
Ömer Turan’ın şiirlerinde bilindik kalıplar zorlanıyor. Bu şiirlerde yeni dünyalara yelken açılıyor. Şair kendi sesiyle kendi şiir dokusunu inşa ediyor. Şiirlerin çoğu ferdiyetçi bir ruh halinin tezahürleri olsa da bu şiirlerde biraz da bu kitaba ismini veren isyanın izlerini görebiliyoruz. Kitaptaki her dize alışılmışın dışında küçük harflerle başlıyor. Şairin özgün form arayışı içerisinde olduğu buradan da belli oluyor. Kitapta okuduğum şiirlerde altını çizdiğim dizelerden bir kısmını dikkatinize sunmak istiyorum: “nal seslerinde yarıldı bozkır… hokkasından korku yağan tarih… içerken şarabı/dudakta/kanadığını gördüm üzümün… ipini çektim bu kentin… ninniler uyutuldu… sürgünler bir hüznü ikiye bölüyordu… deniz çekildi gökyüzüne… gece sessizce söküldüm sokaktan… bu şiiri suya iğneliyorum… gizli bir şehvete soyundu kent… aşk heybemizde kutsanmış yolluk… ölecek zamanımız yoktu… boşluğu kaşıyıp duruyor telaş… sesini bahçe duvarında unutan serçeyiz… bulutlar uyaksız döker öfkesini…” Bu ve benzeri dizeler ilk bakışta özgün ifadeler olarak dikkat çekiyor.
Trabzonlu genç şair Ömer Turan, şiirlerinde sade bir dil kullanıyor; soyutlamalara ağırlıklı olarak yer veriyor. Onun dizelerinde edebî sanatların hemen hepsine rastlıyoruz. “avluda/ konuşur bizimle sardunya”, “atın yasını tutuyor han” dizelerinde teşhis(kişileştirme) , “susuyor, susuyor, susuyor” dizelerinde tekrir, “çarşılar gününe göre giyiniyor” dizesinde mecaz-ı mürsel(ad aktarması) sanatı yapılıyor. Şair Turan’ı tebrik ediyor, başarılar diliyorum.
ŞAİR H. MUSTAFA TOMAÇ’IN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüm bir güzel insanı daha aramızdan ayırdı. 21 Haziran 2008 tarihinde Trabzon’un önemli söz üstatlarından biri olan Hüsnü Mustafa Tomaç’ı kaybettik. Mustafa Tomaç Ağabeyin 1934 senesinde Trabzon’un Beştaş(Kanliga) köyünde başlayan hayat yolculuğu 21 Haziran 2008 tarihinde son buldu. O da her nefis gibi ölümü tattı. Bizler de günü gelince ölümü tadacağız. Ne mutlu bu dünyadan hoş bir seda bırakarak göç edenlere…
74 yıllık hayatına pek çok güzellik sığdıran Tomaç, Trabzon’un sevilen simalarından biriydi. Trabzon Gazipaşa İlkokulu’ndan sonra Trabzon Sanat Enstitüsü’nü ve 1965’te de Tekniker Okulu’nu bitirmişti. 1952-53 yıllarında TBMM inşaatlarında, 1955’te Trabzon’da Karayolları 10. Bölge Müdürlüğü’nde çalışmıştı. 1958’de askerlik görevini Erzurum’da yedek subay olarak yapmıştı. 1959 yılında Sağlık Müdürlüğü bünyesinde memur olarak çeşitli görevlerde bulunmuştu. 1968’de Zonguldak Bayındırlık Müdürlüğü’nde, 1970’de KTÜ Fen Heyeti Müdürlüğü’nde kontrolörlük yapmıştı. 1972 yılında Trabzon Bayındırlık Müdürlüğü’ne naklen geçmişti. Bu kurumda uzun yıllar inşaat kontrolörlüğü görevini yapmış, 1981 yılında emekli olmuştu. O, 27 yıldan beri kendi halinde bir emeklilik hayatı sürdürüyordu. Gündüzleri bağ bahçe işleriyle uğraşıyor, geceleri de şiirle meşgul oluyordu.
Ebediyete uğurladığımız Hüsnü Mustafa Tomaç’ı yıllardan beri tanırım. Girdiği ortamlarda farkı fark edilirdi. Ağırbaşlı, beyefendi bir kişilik sahibiydi. Az ve yerinde konuşan bir insandı. Malayani sözlerden kaçınırdı. Sohbetinden zevk alınırdı. Hüsnü Mustafa Tomaç, şiirlerini 1950’li yıllardan itibaren yazmaya başladı. Yani ilk şiirini kaleme aldığında 16 yaşında bir delikanlıydı. O günden, son nefesini verdiği 2008’li yıllara kadar 58 yıl boyunca her fırsatta şiirler yazdı. Bu süre içerisinde “Rüzgârı Yükselen Ses, Bir Güneşten Bir Güneşe, Cudi mi - Ararat (Ağrı) mı, Kapaksız Kitap” adlı kitaplara imza attı.
Mustafa Ağabey’in elimizdeki son kitabı “Kapaksız Kitap” adını taşıyor. 146 şiiri iki kapak arasına alan bu kitaptaki şiirler hecenin en güzel örnekleri olarak arz-ı endam ediyorlar. Hayat tecrübelerini mısralara döken Tomaç’ın bu son kitabında didaktik unsurlar ağır basmaktadır. Bu kitaptaki şiirlerde övgüden yergiye kadar yediden yetmişe her mevzu ustaca işleniyor. O, şiire geniş bir açıdan bakmıştır. Onun şiirlerinde toplumsal hiciv ağırlıktadır. Tomaç, yerli kültürün bütün motiflerini şiirlerinde nakış nakış işliyor. Onun şiire ve şairliğine dair görüşlerini kendi ifadelerinden öğreniyoruz. Şiire ve şairliğine dair şunları söylüyor:
“Ahlak sınırlarını zorlamadan, insanlar arasındaki ilişkilerden doğan şiirsel tavırları açık ifadelerle, fakat doğru ve dobra olarak dile getirdim. Bunu yaparken; öğretici ve eğitici olduğum kadar, yerici de oldum. Bazen bir ayet, bir hadis, bir atasözü ve bir deyim şiirime tema oldu. Kendime özgü bir üslupla her türlü şiiri denedim. Heceye ağırlık vererek rubai, muhammes, beyit tarzlarına yer verdiğim gibi serbest şiiri de işledim. Buna ilave olarak lirik ahengiyle monolog-diyalog şekillerle şiirlerimi biçimlendirmeyi ihmal etmedim.”
Tomaç’ın ölümü Trabzon için önemli bir kayıptır. Onun gibi beyefendi, sevgi dolu ve hoşgörülü insan pek azdır. O bu güzel hasletleriyle anılacaktır. O, eşinin ölümünden sonra iyice hassaslaşmış, yalnızlığını içine gömmüştü. O şimdi belli ki eşinin yanında pek mutludur.
İnsanlar doğar, büyür ve ölürler. Mühim olan çok yaşamak değil, doğru yaşamaktır. Mustafa Tomaç Ağabey inanan bir insandı. Onun içindir ki ölümden korkmuyordu. Hak dostlarının gözüyle bakıyordu ölüm hadisesine. Mevlana ölümü düğün gecesi olarak görüyordu. Tomaç da ölümü dosta kavuşma olarak tanımlıyordu. Bunu aşağıdaki dörtlükte açıkça görebiliriz. Sözlerimi bu dörtlükle bitirirken kendisine Allah’tan rahmet diliyorum:
“Hayat bahçesinde güldü
Açtı, soldu ve döküldü
Âlem sandı Tomaç öldü
Bilmezler aslına döndü.”
DOĞUMUNUN 63. YILINDA AHMET HİLMİ İMAMOĞLU
M.NİHAT MALKOÇ
Köprübaşı’mızın değerli simalarından biri olan Ahmet Hilmi İmamoğlu’nu 31 Mayıs günü kaybetmiştik. Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden olan ve uzun yıllardan beri eğitim camiasına hizmet eden İmamoğlu’nun çok geniş bir dost çevresi vardı. Buna cenazesinde bizzat şahit olmuştuk. Şiddetli bir yağmurda ebedî istirahatgâhına gönderdiğimiz Ahmet Hilmi Hocamızı binlerce insan son yolculuğuna uğurlamıştı. Bu insanların çoğu onun öğrencisiydi. Duyan herkes son vazifeye koşmuştu.
Merhum Ahmet Hilmi İmamoğlu’nun ölümünden bugüne kadar 22 gün geçti. Şayet yaşasaydı 22 Haziran’da 63. doğum gününü dostlarıyla kutlayacaktı. 63 yaş aynı zamanda ‘peygamber yaşı’ olarak da adlandırılır. Bilindiği gibi Resulullah Efendimiz 63 yaşında ebedî âleme göç etmişti. O, bugün hayatta olsaydı peygamber yaşına erişecekti. Ama ömrü buna yetmedi. 22 Haziran 2008 Pazar günü KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi amfisinde öğretmen arkadaşları, mesai dostları ve özenle yetiştiği öğrencileri amfiyi doldurmuştu. Hepsinin çehresinde bir burukluğun esintisi vardı. Henüz alışamamıştılar hocalarının yokluğuna.
Merhum Ahmet Hilmi İmamoğlu’nun 63. doğum günü programı İmamoğlu ailesinin hazırlamış olduğu “Ahmet Hilmi İmamoğlu’nun Yaşam Öyküsü” slâydıyla başladı. Özenle hazırlanan ve doğumundan ölümüne kadar geçen 62 yıllık süreci anlatan slâyt gösterisi buruk bir havada izlendi. Çocukluğu, ilk gençlik yılları, askerliği, ilk öğretmenlik yılları, Trabzon İmam-Hatip Lisesi’nde geçen günler, Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü dönemleri, Almanya’da öğretmen olarak geçirdiği altı yıl, Fatih Eğitim Fakültesi seneleri, Fen Edebiyat Fakültesi’nde devam eden öğretmenlik zamanları ve hastalığının iyice müzminleştiği talihsiz seneler… Bunların hepsi kare kare fotoğraflarla salondaki mahzun dinleyicilere sunuldu.
Hayat serüvenini özetleyen gösteriden sonra Almanya’da ve Trabzon’da yanı başında olan kıymetli mesai arkadaşı Prof. Dr. Ali Çelik, merhum İmamoğlu’na dair hatıralarını ıslak gözlerle aktardı. Onun ardından Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu, değerli mesai arkadaşı Ahmet Hilmi Bey’le ilgili duygularını olanca güzelliğiyle ve şiirsel bir üslupla kaleme aldığı yazısından salondaki haziruna okudu. Bu soyut ve şiirsel ifadeler bir dostun bir dosta vefasını yansıtıyordu aynı zamanda. Bu tesirli konuşmadan sonra yine merhumun mesai arkadaşlarından Enver Okur, arkadaşı İmamoğlu’yla ilgili ortak anılarına yer verdi. Titrek bir sesle, ağlamaklı gözlerle anlatılan hatıralar salondaki hüznü iyice artırdı. Onun ardından yine çalışma arkadaşlarından Mehmet Okutan söz alıp merhumu anlatmaya çalıştı.
Ebediyete göçen Ahmet Hilmi İmamoğlu’nun değer verdiği kurumların başında aile geliyordu. O, ailesine çok düşkündü. Çok iyi bir aile babasıydı. İnanıyorum ki yetiştirdiği beş çocuk onun adını unutturmayacaktır. Anma programında aileyi temsilen ilk olarak kızı Elif söz aldı. Babasının yokluğunda ona dair hislerini bir mektup şeklinde bir araya getirmişti. Babasına duyduğu hasreti kelimelere döken Elif’in mektubu herkesi derinden etkiledi. Onun ardından İmamoğlu’nun büyük kızı Elvan söz aldı. Üzüntüsü sesine yansıyan Elvan Hanım, babasının Almanya’da olduğu yıllarda kendisine gönderdiği sevgi dolu bir mektubu salondakilerle paylaştı. İmamoğlu Almanya’da iken Ender adlı oğlunu ve Elvan adlı kızını, tahsilleri devam ettiği için Türkiye’de bırakmıştı. Bu mektuplar hasreti ilmek ilmek işlemişti.
Mevzu Ahmet İmamoğlu olunca herkesin söyleyeceği birkaç söz vardı. Nitekim bu anma programında da öyle oldu. Kadim dostlarından Şükrü Öztürk, A. Zafer Özdemir, Trabzon İmam-Hatip Lisesi Müdürü öğrencisi Zekeriya Taşan, akrabası Prof. Dr. H. İbrahim İmamoğlu ve KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kenan İnan; hocaların hocası merhum Ahmet Hilmi İmamoğlu’na dair duygu ve hatıralarını dinleyicilerle paylaştılar.
Ahmet Hoca’nın 63. doğum yıldönümünün sonunda büyük oğlu Ender İmamoğlu söz aldı. Babasına duyduğu sevgiyi hatıralarla besleyerek aktardı. Böylece merhum, ölümünden 22 gün sonra hatırlandı. Bu program vefa duygusunun ölmediğini açıkça gösterdi.
SÜRMENE’M! … SÜRMENE’M! … ÂH SÜRMENE’M! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Her gece yarısı girersin rüyalarıma… Tam orta yerinden ikiye bölersin uykularımı. Aydınlatırsın gecenin zifiri karanlığını. Umutlarımın çıkınında en muteber azık olursun. Hasretin aklımı çevirir yangın yerine. Annemsin, babamsın, kavgam ve de sevdamsın. Şimdi senin o berrak hatıralarının aydınlığında gecelere tafra satarım. Çay toplayan kınalı eller çaya değil, sanki umuda uzanır. “Fındık dalda tekleme/Kız saçların ekleme/ Ayrıldık Sürmene’den/Gelir diye bekleme” türküsü kulaklarıma değince hasretin közü yakar yüreğimi.
Gecenin sessizliğinde “Oy benum sevduceğum, olur mi boyle keder? / Of-Sürmene yaylası on beş doktora bedel” türküsü gramofondan yüreklere dağılır. Âh yaylalarımız, hele yaylalarımız, onları tarif etmede aciz kalır en zengin lügatler bile. Bahçelerinde bin bir çeşit çiçek yetişir. Bir eczaneyi çağrıştırır şifa dağıtan çiçekler… Çiçek deyince Nazım Bilgin gelir aklıma. Sürmene yaylalarının buz gibi pınarlarından su değil, sanki sağlık akar zamana. Yücelerde hâlâ karı erimemiştir Madur dağının… Heybetli heybetli bakar önünde sıralanan yaylalara… Göç zamanı yaşlısı genci, kızı kızanı düşer yollara. Türküler eşliğinde yollar menzile varır. Yollar ki hepsinde hatıralar saklıdır. Bu yollar nice insanı hayat değirmeninde öğüttü. Yollar yılları da yürütür peşi sıra… Ta ki hayatın çıkış kapısına kadar…
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Evlatların bir somun ekmeğin peşine düştü yâd ellere… Şimdi hepsinin yüreğinde hasretin izi var. Büyük şehirlerin yalnızlığında apartmanlar arasında toprak kokusuna hasret büyüyen denizin çocukları seni ancak yazdan yaza görebiliyor. Yıllar geçmiş olduğu halde henüz mübarek toprağına basma şerefini yaşayamayanlar az değil. Onların gönülleri çoraklaşmış bahçelerden farksızdır. Hepsinde de acının nasırlı ellerinin tırnak izleri var. Yazdan yaza memlekete turist olarak gitmek yüreğe düşen acıların en ağırı olsa gerek. Doğduğumuz topraklar doyduğumuz topraklar olamayınca doyduğumuz toprakları doğduğumuz eşsiz topraklara tercih eder olduk. Bu kurşundan sıkleti taşıyamaz her gönül… Memleket insanı geçinme hesabı yapa yapa matematikçiye dönse de soluğu gurbette almaya mahkûmdur. Zonguldak’tan İstanbul’a, Bursa’dan Gebze’ye kadar uzanır hasret köprüleri. Yarısı sılada, yarısı gurbette kalan yürekler tam orta yerinden ikiye bölünür. Özlemin fitili yanar ayrılıkların şafağında. İşte o zaman şu dizeler dökülür mahzun dudaklardan:
“Hasret beni cayır cayır yakarken
Bedenimde buzdan bir el yürüyor.
Hayaline çılgın çılgın bakarken
Kapanası gözümü kan bürüyor.”
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Nasıl unuturum nenemlan bizum derelerde yıkadığımız çamaşırları. Makine vardı da biz mi yıkamamıştık. Karadere’de tuttuğumuz balıkları övüne övüne birbirimize anlatırken işin içine yalan karışır, balıklar da yılan kadar uzardı. Karacehennem’de sulara bırakırdık hayallerimizi. Arkamıza bakmadan uzaklaşırdık enginlere. Utangaç olanlar dizliklerle, perdeyi yırtan küçüklerse anadan doğma, üryan üryan yüzerdi mavi sularda. Mayo mu vardı Allah aşkına? Vardı da biz mi kullanmazdık? Kaybolur diye kara lastiklerini beline bağlayıp yüzenler bile olurdu. O günlere dair hatıralar hafızamda yeşerince hüzün bulutları gözbebeklerimde yuvalanır. Bu demlerde kirpiklerim ıslansa da yüreğimdeki irade biraz daha çelikleşir, daha da güçlenirim. Paramız yoktu ama gençliğimiz, harbi delikanlılığımız vardı.
Şimdi bulutlu gözlerle albümlerin tozlu sayfalarında seyrediyorum seni. Şirin bir köy evinin sofasına bırakıyorum bakir düşlerimi. Ruhumu kanatıyor iki tarafı keskin bir bıçağı andıran gurbetin kahrı. ‘Ya tahammül ya sefer’ diyor içimden bir ses. ‘Ne tahammül mümkün ne sefer…’ diye bir fısıltıyla karşılık buluyor içimi kemiren sualler. Seni çok özlüyorum…
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Şimdi senden çok uzaklarda sıla hasretiyle tutuşuyor bütün uzuvlarım… Hücrelerime kadar değiyor katmerleşen özlemin. Sana kavuşmayı en büyük hedef tayin ettim kendime. Senden uzakta ölmek herhalde ölümlerin en kötüsü olur benim için. Ninemin dizinin dibinde dinlediğim masallar, annemin ninnileri, âşıkların uzaktan uzağa yaktığı hasret türküleri ruhumun derinliklerinde yankılanıyor. Rüyama giriyor yemyeşil çay bahçelerin, fındık dalların, mısır tarlaların… Evimizin önündeki armut ağacında toplanan kuşların cıvıltıları aklımdan ve kulaklarımdan gitmiyor. Burada ne armut ağacı var, ne de kuş cıvıltıları… Baharın o doyumsuz kokusunu özlüyor ciğerlerim.
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Karlı dağlarındaki beyazlığı burada ancak bir gelinin duvağında görebiliyorum. Gözelerinden akan sular, hayallerimi süslüyor. Burada musluklardan akana, her ne kadar su dense de, bildiğimiz berrak su değil. Aynı gök kubbenin altında olsak da, memleket havasını arasanız da bulamazsınız bu kör beldede… Size sunulanla yetinmek mecburiyetindesiniz. Buralarda Sürmene’mdeki doğallığı ve saflığı arayanlar beyhude uğraşır.
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Yüce dağ başlarında kurulan kekik kokulu yaylalarını özledim. Bulutlarla sarmaş dolaş olan dağlarını gözümde büyüttükçe büyütüyorum, öyle ki hayallerimi aşıyorlar. Pırıl pırıl ve şırıl şırıl akan derelerin sesi kulaklarımdan gitmiyor. O derelerde avladığımız balıklar hiç unutulur mu? Ya suların önünü taşlarla, kum ve çakıllarda keserek yaptığımız derme çatma göller… Yüzmek için mayo ne gezer bizde… Ya pijamayla, ya da donla girerdik suya… Yaşı çok küçük olanlar anadan doğma girerdi göllere. Yoksulluk bükerdi belimizi… Fakat mutluyduk, gururluyduk yine de… Onurumuzu taşımasını bilirdik. Ayağımızda kara lastiklerle dere boyu balıkları gözlerdik. Kayaların altına elimizi sokar, kendimiz koymuş gibi çıkarır alırdık akşamları rızkımız olacak balıkları. Değmeyin ondan sonraki keyfimize…
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Yemyeşil tabiatın, masmavi denizin ve gökyüzünle emsalsizsin. Boy boy ağaçların, buz gibi suların, capcanlı insanların; muhteşem dekorunun ayrılmaz parçalarıdır. Benim Sürmene’min insanı küçük şeylerden mutlu olmasını bilir, gülümsemek, hatta kahkaha atmak için çok büyük sebepleri aracı etmeyi beklemez. Kıpır kıpırdır güzel beldemin güzel insanları… Kadınlarımız taşıdıkları yükün altında görülmezler. Zira yükün kabalığı ve ağırlığı kadını görünmez kılar. Yine de yaşadığı hayattan zevk almaya, beyine güler yüzlü görünmeye çalışır. Zor şartlarda, alın terini su gibi akıtarak adeta taştan çıkarırlar ekmeğini. Bütün ezilmişliğine, unutulmuşluğuna, göz ardı edilmişliğine rağmen vatanını, milletini ve başındakileri sever yine de… Saygı ve hürmette kusur etmez hiçbir zaman…
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Burada ekmeğimiz, aşımız gurbet kokar. Her fotoğraf karesi bizi yıllar evveline götürür. İster istemez kirpiklerimiz ıslanır. Çok uzaklardan peştamallı, keşanlı fotoğraflarla bize gülümseyen annelerimiz, bacılarımız ve vefakâr eşlerimiz; içimizdeki hasret yükünü iyice ağırlaştırır, adeta kurşundan bir yük biner gövdemize. Sevdalar da seviyeli yaşanır benim güzel Sürmene’mde. Aşkların da bir asaleti, gizliliği ve seviyesi vardır. Bir kere âşık olundu mu evliliğe varır işin sonu. Gönül eğlendirme, her çiçekten bal alma hoş görülmez.
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Türkülerin, horonların, ağıtların, düğünlerin, kına gecelerin, imecelerin unutulur mu hiç? ...Fındık ve çay bahçeleri panayır yerine dönerdi. Çalışmak eğlenceye dönüşürdü. Hepimiz gül gibi geçinir giderdik. Ya karayemişlerin, incirlerin, kirazların unutulur mu? Ne diyeyim, evlatların gurbet ellerde senin kucağında son nefeslerini vermek için can atıyorlar.
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Gençliğimizin fırtınalarını sende bıraktık. Deli dolu yanlarımızı toprağına gömdük. Sen ki içimize altın harflerle yazdığımız bir sevdasın. Baba ocağımsın, ana kucağımsın sen… Yağmurlarında ıslandığım günlerin hatırası suluyor ruhumun goncalarını. Köy kahvesinde sabahlayan dostlar şimdi çil yavrusu gibi dağılmış, yurdun dört bir yanında rızık telaşındadır. O masum gençlik aşklarının üzeri henüz küllenmiştir. Dağlara, taşlara ve ağaçlara çizdiğimiz kalpler ancak silinmiştir. Fakat hiçbiri gönüllerden silinmemiştir. Seneler geçse de nabızlarımız ‘Sürmene’ diye atar. Sürmene’nin taşı, toprağı şairlerimizin ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Bu şehir dünüyle, bugünüyle ve yarınıyla içimizde yaşıyor. Sazımız sözümüz sıladan izler taşıyor. Türkülerimizin nağmeleri bizi bu topraklara bağlıyor. Yeşille mavinin kucaklaştığı Sürmene’m dosta güven, düşmana korku salmaya devam ediyor.
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Gurbette mesken tutan haramiler sana dair hislerimizi çaldı. Masallarımızı uzun kış gecelerinde bıraktık. Bir yabancıyım soğuk bir şehir dekorunda. Sürgün duygularım iltica edecek dost yürekler arıyor. Ne olur beni çocukluğuma, Sürmene’me, ninemin anlattığı masallara götürün. Sıladan çok uzaklarda mukavvadan inşa edilmiş şehirlerde üşüyor pejmürde duygularım. Bahar kokusunu, kuş seslerini, evimizi saran sarmaşıkları özledim. Sıla özlemi her geçen gün depreşiyor içimde. Salı pazarından aldığımız mısır ekmeğini, köy yumurtasını, sofralarımızın baş tacı kurutları, süzme yoğurtları, altın sarısı tereyağını, yayık ayranını nasıl unuturum? Ruhum sığmıyor sıcaklığını kaybetmiş metal siluetli şehirlere. Gurbetin kasvetli havasında ruhum daraldığında çocukluğumun masallarında alıyorum soluğu. Bu beton saltanatında ahşap evlerin sıcaklığını ne çok özlüyorum. Güne kuş cıvıltılarıyla, horoz sesleriyle başlamayı ne çok istiyorum. Şairin dediği gibi ‘Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar / Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.’ Bu buzlar ancak senin sevginin sıcaklığında erir. Sonsuzluğa akan gençlik yıllarım senin berrak sularında durulur.
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Seninle hüznü, en çok da sevinci paylaştık. Sabır çiçekleri büyüttük metanet bahçelerinde. Daralan ruhlarımız tertemiz dudaklardan dökülen dualarla inşirah buldu. Geçmişin anılarını geleceğin umut teknesinde yoğurduk. Güneşin tam tepede olduğu saatlerde rızkını çıkarmak için yollara düşen, çarşı pazar dolaşan ‘Vereyim mi maden suyu buz’ diyen çocukların sesleri zamanı aşıp kulaklarımda yankılanır. İçtiğimiz maden sularının tadı damağımızdadır hâlâ. Çocukça düşlerle yaptığımız tahtadan arabalar, çevirdiğimiz çemberler geçer aklımdan… Ya kuşların korkulu rüyası olan kuş lastiklerimiz… Köprübaşı durağındaki dükkânında herkesin maskotu olan Kuş Dursun’u unutmak ne mümkün… Onun dükkânına girip de şeker yemeden dönen kaç kişi vardır acaba? Daha nice unutulmaz simalar! ...
Sürmene’m! … Sürmene’m! … Âh Sürmene’m! ...
Senin içinde doğup büyüyenlerin sadece bıçağı değil, basireti de, zekâsı da keskindir. Bu topraklar hain beslemedi hiç… Milliyetçiliğiyle, vatanseverliğiyle, paylaşımcılığıyla, liderliğiyle, buluşçuluğuyla anıldı bu toprakların insanları. Karadeniz gibi hırçınlaşıp çabuk kızsalar da hiç adam satmadılar bugüne kadar... Burada yetişen maharetli insanlar devasa gemiler yapıp onları azgın dalgalara saldılar. Haram yemediler, ekmeklerini taştan çıkardılar. Kadınlar hep erkeğin yanında oldu. Hatta erkeklerden bir adım önde… Keşanlı ve peştemallı kızlarımız, bacılarımız, analarımız erkeklerine destek olup hayatın yükünü hafiflettiler.
Bir başkadır benim Sürmene’min düğünleri, kına geceleri. Eş dost toplanır kemençe eşliğinde horonlar oynanır. Sürmene deyince hamsiyi ve karalâhanayı da unutmamak lazım. Onlardır sofraların kralı. Mısır ekmeğinin olmadığı bir sofra nerden baksanız eksiktir. Çocukluğumuzda yediğimiz incirler, karayemişler hatıralarımızı süslüyor. Doyum olur mu Zarha dağından Sürmene’nin manzarasına. Sürmene anlatılmaz, yaşanır tek kelimeyle! ... Sözlerimi Sürmene’ye dair duygularımı terennüm ettiğim bir dörtlükle bitirmek istiyorum:
“Zarha dağından baktım sana aziz Sürmene
Gözümüzde canlandı masallardan bir şehir
Bekle bizi ey şehir yaza geliriz yine
Vuslatı yarınlara eylemeyelim tehir…”
CAMİLERİN GÖREVİ VE AHMET YÜTER ÖRNEĞİ
M.NİHAT MALKOÇ
Arapça bir kelime olan caminin sözlük anlamı “toplayan”dır. Müslümanların ibadet mekânı olan camiler kulluk görevlerimizi ifa ettiğimiz yerlerdir. Camiler Müslümanlığın şiarıdır. Camiler Müslümanların toplu halde veya tek başına namaz kılıp, ibadet ettikleri umuma açık mübarek mekânlardır. Türkiye’de 80 bin civarında cami bulunmaktadır. Bu camilerin tamamına yakını halkın hayırlarıyla yapılmıştır. Devlet bu camilerin çoğuna imam atıyor ama camilerin elektrik, su, bakım ve onarım giderleri hayırseverler tarafından karşılanıyor. Türkiye’de camiler bir türlü dolmuyor, insanları camilere bir türlü çekemiyoruz.
İnsanları toplayan ve aynı kutsal değerler etrafında bir araya getiren camiler günümüzde verimli olarak kullanılmıyor. Bakıyorum da camilerimiz gün boyu bomboş… Vakit namazlarında küçük camilerin ilk safları bile dolmuyor. Bizde sanırım yanlış anlaşılan bir şey var. Camilere haftada bir uğruyor Müslümanlar… İnsanlar camileri cumadan cumaya kullanıyor. Oysa camiler Müslümanların huzur bulduğu, her zaman gelip gittiği yerler olmalıdır. Camiler zenginle fakiri aynı çatı altında birleştiriyor. Birlik ve beraberliğin en güzel provası camilerde gerçekleştiriliyor. Yanlış yerlerde huzur arayanların bir an evvel bu yanlıştan dönüp cemaat şuurunu ve kulluk huzurunu camilerde yaşaması ve yaşatması gerekir.
Günümüzde camiler yeterince verimli kullanılmıyor. Camilerin sadece ibadet mekânı olarak değil, eğitim yuvası olarak da kullanılması gerekir. Cumadan cumaya verilen belirli gün ve haftalara dair vaazlarla insanların vicdanlarını besleyemezsiniz. Bazılarının dediği gibi Türkiye’de cami israfı yok, camilerin verimli kullanılamaması meselesi vardır. Türkiye’de yeni camiler yapmaktan daha önemli iş, bu mekânları hakkıyla ve layıkıyla kullanmaktır.
Türkiye’de camilerle halkı istenilen düzeyde kucaklaştıramadık. Beş vakit namazını kılanlar da camilere yeterli ilgi göstermiyor. Demek ki cemaatle namaz kılmanın kendi başına namaz kılmaktan 27 kat daha sevaplı olduğu gerçeğini insanlara anlatamadık, bu düşünceyi aşılayamadık. Camilerle cemaati aynı paydada birleştirmedik. Camileri sadece ibadet yeri olarak algıladık. Camileri cumalık ibadet mekânlarına dönüştürdük. Sadece cuma namazını kılmak için bu kadar masrafa gerek var mıydı? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verilerine göre, toplam 76 bin 922 caminin 6 bini atıl durumda, 2 bin 919’u sadece Ramazan aylarında ibadete açılıyor, bin 424 cami ise mevsimlik olarak kullanılıyor. Bin 494 cami kapalı, 9 bin 981 camide ise hiç kadro yok. Bu da gösteriyor ki camiler yeterince ve gereğince kullanılmıyor.
İnsanları cem eden(toplayan) camiler Peygamberimiz zamanında meşveret yeri olarak da kullanılırdı. Osmanlı devleti zamanında camiler birer kültür merkezi konumundaydı. Oysa günümüzde camiler sadece ibadet amaçlı kullanılıyor. Toplamda milyonlarca metrekare kapalı alana sahip camileri kendi içine hapsetmek doğru değildir. Günümüzde özellikle merkezi camiler eğitim amaçlı kullanılabilir. Camilerde zengin kütüphaneler oluşturulabilir. Bu kütüphaneler halkın istifadesine sunulabilir. Bu mekânlar elden geçirilip yeniden yapılandırılarak buralarda hat, tezhip, ebru gibi İslam sanatları kursları verilebilir. Camilerde sadece imamlar vaaz verecek diye bir şart yoktur. Alanlarında uzman kişiler, cami ortamına uygun düşen konularda cemaati bilgilendirebilirler. Böylelikle cemaatin ufkunu genişletebiliriz. Her hafta aynı konuları tekrar tekrar dinlemekten bıkan cemaat camiye daha pozitif bir gözle bakmaya başlar. Farklı simalar cemaat üzerinde daha büyük etki bırakabilir.
İstanbul’da görev yaptığı camiyi eğitime ve sosyal hayata açan Ahmet Yüter adlı değerli aydın bir imam var. Yüter, Topkapı Teknik Oto Sanayi Sitesi Çinili Camii’nde her cuma günü, namazdan sonra yaklaşık üç bin kişiyi bilim dünyasının önde gelen isimleriyle buluşturuyor. Bugüne değin Mim Kemal Öke’den Yavuz Bülent Bakiler’e kadar onlarca isim cemaate bilgi ve tecrübelerini aktarmış. Ahmet Yüter daha sonra bu konferansları yazıya dökerek kitaplaştırmış. Yüter’in bu faaliyetlerini duyanlar cumaları bu camiye koşuyor. Aslında diğer imamlarımız da camileri ilim, irfan ve kültür akademilerine çevirebilirler.
ŞİMDİ BESTELER SUSKUN… GÖÇ ETTİ AVNİ ANIL…
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüm meleği Azrail, kıymetli kıymetsiz ayrımı yapmadan “Her canlı ölümü tadacaktır” ayeti gereğince canları ötelere taşıyarak ölümsüzleştiriyor. Gün geçmiyor ki sala sesleriyle uyanmayalım. Gerçi son yıllarda şehirlerde sala seslerini pek duymuyoruz. Zira ölümü çağrıştıran bu sesler, insanların moralini bozuyor diye artık şehirlerde yankılanmıyor. Oysa gerçeklerin üstünü örterek onları bertaraf edemeyiz. Ölüm de hayatın vazgeçilmez bir gerçeğidir. O hepimizin tadacağı, bazı kişilere göre acı, bazı kişilere göre tatlı olabilecek bir duygudur. Bu, kişinin sürdüğü ömrün içeriğine göre değişiyor. Kişi cenneti de, cehennemi de dünyadan götürüyor. Kimseyi suçlamaya, boşu boşuna yakınmaya hakkımız yoktur.
Ölüm bu sefer de bestelerin gür sesi olan Avni Anıl’ı susturdu. Türk musikisinin gelmiş geçmiş mühim şahsiyetleri arasında çok önemli bir yere sahip olan Avni Anıl, arkasında birbirinden kıymetli besteler bırakarak aramızdan ayrıldı. O, bundan sonra duygularımızı coşturan besteleriyle yaşayacak. 23 Nisan’da doğmuştu Avni Anıl… Çocukların bayram ettiği bir günde dünyaya gelmişti. 23 Nisan 1928 tarihinde İstanbul’da doğan Anıl, seksen yıllık uzun ve verimli bir hayat sürdükten sonra 14 Haziran 2008 tarihinde çok sevdiği güzel İzmir’de hayatını kaybetti. Anıl’ın 120’nin üzerinde bestesi vardı. Kültür Bakanlığı 1998 yılında yerinde bir kararla kendisine Devlet Sanatçısı unvanını vermişti.
Polislikten gelme bir bestekârdı O… Askerliği sonrası Polis Enstitüsü’ne giren Avni Anıl, 1955 yılında polislikten ayrılmış ve gazeteciliğe başlamıştı. Üç yıl Akşam gazetesinin sanat sayfasını yönetmişti. 1955-1967 yılları arasında İstanbul Radyosu’nun haber servisinde çalışmıştı. 1967’de ‘Anıl Yayın Ajansı’nı kurmuş, Dünya gazetesinin sanat sayfasını yönetmişti. ‘Musiki ve Nota’ dergisini çıkarmıştı. İki kızı bulunan ve hayatını İzmir’de sürdüren Avni Anıl, beynindeki bir rahatsızlık nedeniyle iki defa hastanede tedavi görmüştü.
Türk sanat müziği denince akla gelen ilk isimlerdendi Avni Anıl… İlk bestesini 1951 yılında yapan Anıl, 57 yılda pek çok unutulmaz besteye imza atmıştı. Müzik eğitimine Üsküdar Halkevi’nde 1943 yılında başlayan ünlü bestekâr, ilk derslerini Emin Ongan’dan almıştı. “Musiki Sözlüğü” adlı dört ciltlik eserinde musiki tarihi için önemli hatıralar yayımlamıştı. Şarkılarından birçoğu, son elli yılın en sevilen şarkıları arasında sayılıyordu. Avni Anıl’ın dillerden düşmeyen, gönül telimizi oynatan ve unutulmayan bestelerinden bazıları şunlardır: “Biraz Kül Biraz Duman, Ağla Gitar, Aşk Bu Değil Yapma Güzel, Akşamın Olduğu Yerde Bekle Diyorsun, Gözlerin Bir Aşk Bilmecesi Sorar Gibi, Mihrabım Diyerek Sana Yüz Vurdum, Kaderimde Hep Güzeli Aradım, Öyle Dudak Büküp Hor Gözle Bakma, Dilşâd Olacak Diye Kaç Yıl Avuttu Felek, Bir Peri Masalı Kulaklarına, Gün Be Gün Yaşanan O Hatırayı Unutup Bir Yana Atmak Olmaz ki...” Hiç unutulur mu bu şarkılar? ...
Türk müziğinin yaşayan en büyük isimlerinden biri olan bestekâr Avni Anıl, göçüp giderken arkasında hoş bir seda bıraktı. O, bestelere bir ömür adayarak, Türk müziğine büyük katkılarda bulunmuştu. Türk müziğinin tartışmasız duayenlerinden biriydi Avni Anıl… Sağlığında adına beste yarışmaları düzenlenmişti. Yaşarken kıymeti bilinen ender şahsiyetlerden biriydi. Rast makamından hicaz makamına kadar her makamda beste yapan Anıl, gençlerimize Türk müziğini sevdirmişti. Anıl’ın TRT repertuarında pek çok eseri vardır.
Türk sanat musikisine ölümsüz eserler kazandıran Anıl, hicaz makamındaki “Dil Şad Olacak” adlı bestesiyle tanınmıştı. Arkasından nihavent makamındaki “Biraz Kül Biraz Duman” adlı bestesi şöhret basamaklarını tırmanmasına zemin hazırlamıştı. Onun, beste yapmanın dışında ülkeyi baştanbaşa gezme sevdası vardı. Ülkemizi gezmek için vesile arardı.
Müzikte kaliteye çok önem verirdi Avni Anıl... Onun eserlerinin geniş kitleler tarafından çok sevilmesi ve kalıcı olması, sanırım bestelerini bir kuyumcu titizliğiyle yapmasındandır. Kanaatimce, onun bıraktığı boşluk kolay dolmayacak. Avni Anıl dünyadan göç eylese de birbirinden değerli şarkıları gönüllerde yankılanacak. Allah rahmet eylesin.
BİR BEYEFENDİ ŞAİR: HALİT MACİT
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon’un değerleri ve değerlileri saymakla bitmez. Bu değerlerden ve değerlilerden biri de İnşaat Mühendisi-Şair Halit Macit Beyefendi’dir. Bu ‘beyefendi’ ifadesini özellikle kullanıyorum. Çünkü onun en belirgin vasıflarından biri de beyefendiliğidir. Onunla tanışıp konuşanların ilk izlenimi bu özelliğine dairdir. Halit Macit Ağabeyi 18 yıldan beri tanırım. Karadeniz Yazarlar Birliği’nin kuruluş aşamalarında kendisiyle tanışmıştım. Tabii ki ben o zamanlar yirmisinde bir delikanlıydım. O da ellilerindeydi. Halit Macit, Trabzon’da doğmuş ve bu şehirde yetişmiş bir hizmet eri, bir idareci ve bir söz üstadıdır. 1939 yılında Trabzon Merkez Yeşilova Köyü’nde doğan Macit, 1959-60’da Erkek Sanat Enstitüsü’nü, 1964-65’de Tekniker Okulu’nu, 1969-70’de Yüksek Tekniker Okulu’nu ve 1991–92 döneminde de Cumhuriyet Üniversitesi İnşaat Fakültesi’ni bitirmiştir. O zamanlar imkânlar bugünkü gibi geniş değildi. O, okumanın erdemine inanmış, çok zor şartlarda tahsil hayatını sürdürmüştür.
Çalışmayı ve insanlara faydalı olmayı hayatının gayesi olarak gören Halit Macit, hiçbir zaman boş durmamış, daima bir şeyler üretmiştir. 1960-1964 yılları arasında İstanbul Sultanahmet Erkek Sanat Enstitüsü’nde öğretmenlik, 1964- 1966 yılları arasında Yedek Subay öğretmenlik, 1966-1968 yılları arasında Trabzon Belediye Fen İşleri Müdürlüğü, 1968-1989 yılları arasında İmar ve İskân Bakanlığı Trabzon İl ve Bölge Müdürlüklerinde şef, müdür yardımcılığı, son on yılda da kesintisiz İmar Müdürlüğü görevlerinde bulunmuştur.
Halit Macit, 1980’de mesleki incelemeler için Kıbrıs’a gitti. 1989’da da emekliye ayrıldı. 1989-1994 yılları arasında Trabzon Belediye Meclis Üyeliğinde bulundu, çeşitli mesleki komisyonlarda görevler aldı. O boş durmayı hiç sevmez. Maddî açıdan hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı halde halen Trabzon’da serbest inşaat mühendisi olarak çalışmaktadır.
Onun, bizi daha çok ilgilendiren yönü şairliği ve yazarlığıdır. Onca iş arasına yazmayı da sığdıran Macit, bugüne kadar pek çok dergi ve gazetede yazı ve şiirler yayınlamıştır. Halit Macit’in yazıları ve şiirleri Trabzon’da yayın yapan Türksesi, Karadeniz ve Karadeniz Olay gazeteleri ile Birlik, Yunus, Türk Ocağı dergileri ve İnşaat Mühendisleri Bülteni’nde okuyucuyla buluşmuştur. Fakat eserlerini yerel yayın organlarının dışında yayınlamayı düşünmemiştir. Oysa yazı ve şiirlerinin önemli bir kısmı Türkiye genelinde yayın yapan gazete ve dergilerde yayınlanabilecek derecede sağlam bir yapı ve içeriğe sahiptir.
Halit Macit, sanatın hemen her alanına ilgi duyan, sanatı bizzat yaşayan bir sanat dostudur. O bunu lafta bırakmadı, daima sanatın ve edebiyatın içinde olmaya gayret gösterdi. 1959-1960 yıllarında “Tarih Utandı” adlı tiyatro oyununda rol aldı ve bu oyun için kendisine ödül verildi. Atatürk’ün 100. Doğum yılında TRT’nin açmış olduğu şiir yarışmasında Karadeniz Bölge Birincisi oldu. 1988 yılında İstanbul-Gülhane Etkinliklerinde açılan şiir yarışmasında başarı ödülü kazandı. 1992’de Kemalist Atılım Birliği’nden başarı ödülü aldı.
Yazdıklarını ödüllerle taçlandıran Halit Macit, 18 Mart 1997’de Trabzon Belediyesi tarafından düzenlenen Hamsi Festivali’nde “Hamsiye Hasret” şiiri ile Belediye Kültür Müdürlüğü’nden birincilik ödülü kazandı. Okullara kitaplar hediye ederek kütüphaneler yaptırdığı için Trabzon Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ödüllendirildi. Trabzon Belediyesine hizmetlerinden dolayı Belediye Meclisi’nce plaketle onurlandırıldı. Modern cami projeleri dolayısıyla Trabzon Müftülüğü tarafından ödüle layık görüldü. 4 Nisan 1997’de Karadeniz Yazarlar Birliği’nden onurluk aldı. Bu ödüller onun var olan çalışma azmini ve gayretini daha da artırdı. Hâlâ ilk günkü gibi çalışma gayreti içerisindedir.
İnşaat Mühendisleri Odası, Karadeniz Yazarlar Birliği ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan Halit Macit, şiirlerini “Bir Ömür Bir Şiir”, “Bir Ömür İki Şiir”, “Bir Ömür Üç Şiir” adlarıyla üç ayrı kitapta bir araya getirmiştir. Halit Macit Ağabey yazı ve şiir çalışmalarını devam ettirmektedir. Trabzon’daki kültür-sanat etkinliklerini düzenli olarak takip etmektedir. Onun sanat ve edebiyat aşkını takdir ediyor, kendisine uzun ve bereketli bir ömür diliyorum.
ÇINGIZ ATA GÖÇTÜ BEKA YURDUNA! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Türk dünyası edebiyatı deyince akla gelen birkaç isimden biriydi Cengiz Aytmatov… O sadece Kırgızistan’ın değil, bütün Türk dünyasının yazarıydı. Onun aramızdan ayrılması sadece Türk dünyası için değil, bütün dünya için bir kayıptır. Aytmatov, Türk dünyasının yaşayan en büyük çınarıydı. O, Kırgızların günümüzdeki Manas’ıydı. Bundan öte Türk dünyasının Dede Korkut’uydu. O bir barış ve kültür elçisiydi. Türk kültürünün tanıtılmasındaki hizmetleri takdire şayandır. Kırgızlar onu çok seviyor, çağın atası kabul ediyorlardı. Kırgızistan’ın adını dünya ölçeğinde duyuran bir yazardı Kırgızların yerel deyimiyle Çıngız Ata… Onu Kırgızlar kadar biz de okuduk ve çok sevdik. Onun kitapları kütüphanelerimizi süsledi. Başımız sıkıştığında, hissiyatımız çıkmaza girdiğinde onun satırlarında soluklandık. O bizim için sırtımızı yasladığımız koca bir dağdı.
SSCB döneminde Türk kökenli olup da huzur bulan bir aydın gösteremezsiniz. Çünkü komünist sistem bu aydınları komünizmin paslı çarklarında ezmiş, kendilerine kimliklerini ve benliklerini yaşama imkânı vermemiştir. Mevcut sistem tehditlerle, gözdağıyla, korkutmalarla onları farklı kimliklere büründürmüştür. Ebedî âleme göç eyleyen Cengiz Aytmatov da bu zorlukları yaşayan aydınlarımızdandı. Üstelik onun babasını komünist Ruslar öldürmüştü. Acıların en büyüğünü henüz dokuz yaşındayken yaşamıştı Aytmatov… Stalin denen zalim, sırf kula kul olmadığı için masum bir insanın yaşama hakkını elinden almıştı. Onlara göre sistemin yaşaması için her şey mubahtı; karşı görüşte olanların topyekûn ölmesi gerekiyordu.
Onun her eseri şaheser kıymetindedir. Son romanı da benzerlerinden çok farklıydı. “Dağlar Devrildiğinde” adlı bu romanını Belçika’da Kırgızistan Büyükelçiliği görevini yaparken Rusça olarak kaleme almıştı. Dağlar Devrildiğinde’de, arka planda iki hikâye ve iki kahraman anlatılıyor. Biri efsane kahramanı olan ‘Ebedi Nişanlı’, diğeri bavul ticareti yapan Elsa… Bu kitabını küreselleşen dünyada, insanlığın kapitalizmle mücadelesinden yola çıkarak kişilerin sorunlarına çözüm üretmek amacıyla yazmıştı. Bu roman Türkiye Türkçesi haricinde, Japonca, İngilizce, Kırgız Türkçesi, Almanca gibi birçok dünya dilinde de yayınlandı. Ne yazık ki bu eserin devamı gelmedi. Yaşasaydı nice güzellikleri paylaşacaktı bizlerle. Bizlere bıraktığı eserler ölümüyle daha bir önem kazanmış bulunmaktadır. Çünkü bu eserlerin devamı yoktur. Yazar söyleyeceği son sözleri söylemiş ve göçüp gitmiştir.
Türk dünyasının medar-ı iftiharı merhum Aytmatov çocukluk ve gençlik yıllarını yoksulluk içerisinde geçirmişti. Son kitabı “Dağlar Devrildiğinde” adlı romanının imza gününde okuyucularıyla paylaştığı bir hatıra yaşadığı zorlukları anlatmaya yeterdi. İmza töreninde yokluklar içerisinde büyüdüğünü dile getiren Aytmatov, kız kardeşiyle ilgili ilginç bir anısını salondaki okurlarıyla paylaşarak şunları söylemişti: “O zamanlar ülke savaş içerisinde olduğu için halk yoksuldu. Ben ve kardeşim ilkokula gidiyorduk. İkimize ait bir çift çarık vardı. Bu çarığı kız kardeşim Roza ile sırayla giyerdik. Bir keresinde çarığı giyme sırası bende olduğu halde kız kardeşimin çarığı giydiğini gördüm ve neden yalın ayak gezmiyorsun diye kendisine kızmıştım...” Aytmatov çocukluk ve gençlik yıllarına ait bu gibi acı hatıralarını romanlarında işlemiştir. Onun romanları hayatından derin izler taşır.
Türk dünyasının son dönemlerde yetiştirdiği büyük yazarlardan biri olan Aytmatov, Rusya’nın yaşadığı ve yaşattığı nice karışıklıklara ve savaşlara şahit olmuştu. Bunların acı izlerini “Yüzyüze” “Cemile” “Toprak Ana” gibi eserlerde görebiliyoruz. Onun romanlarında İkinci Dünya Savaşı’nın izleri daha belirgindir. O, romanlarında hayata ayna tutmuştur.
Aytmatov aile kurumuna çok önem veren bir insandı. Çocukluğunun aile ortamını hiç unutmamıştır. Babaannesinin anlattığı masal ve hikâyelerle yerli kültürün ilk motiflerini yüreğine nakşetmiştir. Kırgızistan’ın yemyeşil tabiatı ve yaylaları onun eserlerine yansımıştır. O yaşadıkça dolmuş, duygularını paylaştıkça, yazdıkça boşalmış, rahatlamıştır. İyi ki yazmış, yazmasaydı hayatımızdaki güzelliklerin bir kısmı eksik kalacaktı. Güle güle büyük usta…
NOBEL’İ GÖREMEDEN ÖLEN DUAYEN YAZAR: CENGİZ AYTMATOV
M.NİHAT MALKOÇ
Bizler onu gündemde tutmak istemesek de ölüm hayatımızın bir parçasıdır. Bizler onu unutsak da o bizleri hiç unutmuyor; vakit gelince kapımızı çalıyor. Ölümü korkutucu görmek ve göstermek amel eksikliğinin bir işaretidir. İnsanca ve Müslümanca yaşamışsanız ölüm hiç de ürkütücü ve korkutucu bir gerçek değildir. Necip Fazıl bu konuda ne de güzel söylemiş:
“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber? ”
Peygamber Efendimiz öldüyse ölüm güzel demektir. O, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. İnsanlar biraz da ölüm ve ölüm sonrası hayatın mahiyetini bilmediği için hayatın bu dönüm noktasını soğuk ve itici buluyor. Ruh, ölümsüzlüğü arzuluyor. Bu arzunun gerçekleşmesi de fani dünya hayatının tamamlanmasıyla mümkündür. Aslında ölümle ölümsüzlüğe kanatlanıyoruz. Yüce Allah “Her nefis ölümü tadacaktır” (Al-i İmran, 3/185) buyurarak, doğan her canlının öleceğini açıkça bildirmektedir. Rabbimizin bu ayeti yine tecelli etti. Türk dünyasının yaşayan en büyük yazarı Cengiz Aytmatov da ölümü tadarak aramızdan ayrıldı. O şimdi dünyadan göçen efsaneler arasındaki yerini almış durumdadır.
Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” romanının film çekimleri için gittiği Rusya’nın Tataristan Cumhuriyeti’nin başkenti Kazan’da 16 Mayıs günü rahatsızlanarak tedavi için Almanya’ya getirilmişti. Böbrek yetmezliği teşhisiyle hastaneye kaldırılan yazar, bu alanda dünyanın en iyi hastanelerinden olan Almanya'nın Nürnberg kentindeki Klinikum Nord hastanesinde tedavi görüyordu. Fakat vakti gelen ölüm, bir dakika bile tehir edilemiyor. Aytmatov, Kırgızistan’ın Talas eyaletinin Şeker köyünde 12 Aralık 1928 yılında dünyaya gelmişti. Kırgızistan’da 2008 yılı, Cengiz Aytmatov yılı ilan edilmişti.
Anlaşılan o ki edebiyat göklerinden bir yıldız daha kaydı. Namı dünyaya yayılan, yazdığı eserlerle adını dünyaya duyuran, dünyanın en büyük yazarları arasında gösterilen Kırgız kökenli Türk yazar Cengiz Aytmatov bu ölümlü dünyadan bir elveda bile diyemeden göçtü. Şüphe yok ki Aytmatov daha düne kadar yaşayan en büyük Türk romancısıydı. Onun romanlarında sadece Kırgız kültüründen değil, eski Türk kültüründen de yansımalar yaygın olarak görülürdü. Eserlerinde folklorik unsurları başarıyla kullanırdı. Yerel değerler onun sayesinde evrensel ortama taşınmıştır. Böylelikle yerelden evrensele ulaşmıştır.
Cengiz Aytmatov’un eserlerinde Kırgız kültürünün ve Kırgız sözlü geleneğinin temel taşı olan Manas destanından izler vardır. Aytmatov, Manas’ı defalarca okuyup özünü bilinçaltına yerleştirmiştir. Rusların kültürel ablukası onu Kırgız kültür ve medeniyetinden uzaklaştıracak yerde bu kültüre daha da bağlamıştır. Romanlarında yerli motifleri özellikle kullanma gayreti içerisinde olmuştur. Millet ve fert olarak yaşadığı acı tecrübeleri gerçekçi bir üslupla romanlarında ifade etmiştir. Yeni nesillere millî benlik ve tarih şuuru kazandırmıştır.
Türk dünyasının en büyük yazarlarından biri olan Aytmatov’un eserleri yüzlerce dile çevrilip milyonlarca kişi tarafından okunduğu hâlde kendisi Nobel ödülü alamamıştı. Cengiz Aytmatov’un, yazdıklarıyla ilgili yapmış olduğu şu değerlendirme dikkate değerdir: “Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi millî gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın millî hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu millî olanın ötesine doğru genişletmek ve ‘evrensel’ olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar ‘tipik insan’ ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.”
Kitapları 157 dile çevrilen ve altmış milyon baskıyla dünyanın en çok okunan yazarı olan Aytmatov’un eserleri arasında: Zorlu Geçit, Yüzyüze, Cemile, İlk Öğretmenim, Elveda, Gülsarı, Beyaz Gemi, Selvi Boylum Al Yazmalım, Gün Olur Asra Bedel, Dişi Kurdun Rüyaları, Toprak Ana, Dağlar Devrildiğinde” sayılabilir. Allah rahmet eylesin.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta