Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1598

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.07.2008 - 16:34

    DOĞUMUNUN 800. YILINDA NASREDDİN HOCA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk mizahının tartışmasız en büyük ismi olarak kabul edilen Nasreddin Hoca, insanları gülmekten kırıp geçiren fıkralarıyla özdeşleşmiştir. Onunla kıyaslanabilecek başka bir mizah ustası ne Türkiye’de ne de dünyada vardır. Hoca güldürürken çok kere de düşündürür insanları. Bu açıdan bakınca ona nüktedanlığının yanında filozof da diyebiliriz.

    800. doğum yıldönümünü idrak ettiğimiz Nasreddin Hoca’yı yıllar eskitememiştir. Onun mizah yönünü ön plana çıkaranlar İslamî ilimlerdeki birikimini göz ardı ediyor. Oysa O dinî bilgisi ve birikimi temayüz etmiş bir kişidir. Onun içindir ki “hoca” sıfatına layık görülmüştür. İlk gençlik yıllarında Seyyid Mahmud Hayranî ve Seyyid Hacı İbrahim’den dersler almıştır. Daha sonra, aldığı bilgileri “hoca” sıfatıyla öğrencilerine aktardığı söylenir. Kadılık yaptığı da ileri sürülen görüşler arasındadır. Kendisiyle ilgili bilgiler son derece azdır.

    Nasreddin Hoca’nın hayatı daha çok söylentilerden ibarettir. Bu rivayetler zaman zaman olağanüstülüklere bürünmektedir. Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlâna Celâleddin ile dostluk kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yasayan Timur’la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü söylenir. Bazı fıkralar ona mal edilmiştir. Timur’la ilgili pek çok uydurma fıkrası vardır. Uydurma diyorum; çünkü O, Timur’la aynı asırda yaşamamıştır. Timur’dan nefret eden, onun zulmünden bıkan halk Nasreddin Hoca aracılığıyla ondan intikam almıştır. Bu fıkralardan birini dikkatinize sunmak istiyorum: “Hoca ile Timur bir gün hamamda yıkanırken, Timur: -Hoca söyle bakalım, ben bir köle olup satılacak olsam değerim ne olur? Hoca Timur’u göz ucuyla süzdükten sonra cevap verir: -Kanaatimce elli akçedir senin değerin. Timur, bu cevap üzerine öfkelenir: -İnsaf et yahu! Sadece üzerimdeki peştamal elli akçe eder. Hoca istifini bozmadan cevap verir: -Tamam işte...! ”

    Türk mizahının gelmiş geçmiş en büyük ismi olarak kabul edilen Nasreddin Hoca halkın içinde yaşayan, halktan bir adamdı. Onun yüksek zümre insanlarıyla ilişkisi yok denecek kadar azdır. Sanırım halkımız da kendisinden olan, kendi duygu ve düşüncelerini savunan bu bilge insanı, ortak noktalarının çokluğu nedeniyle baş tacı etmiştir. Hoca kendini halkın üzerinde gören mağrur idarecilerden uzak durmuş, onları eleştirmiştir.

    Nasreddin Hoca’nın fıkralarında eşeği ayrı bir yer tutar. Onun fıkralarının dekorunda eşek birinci sırada yer alır. Hoca’yı eşeğinden ayrı düşünemezsiniz. Eşek o zamanlar vazgeçilmez bir ulaşım ve taşıma vasıtasıydı. Tabir caizse Hoca’nın eşeği Hoca kadar şöhretlidir. Aslında Hoca’nın fıkralarında eşek yergi ve alay unsuru olarak da kullanılmaktadır. Bu hayvan; ezilmişliğin, horlanmışlığın simgesidir aynı zamanda. Eşek küçük yapılıdır, görüntüsü bile insanı güldürebilecek bir hayvandır. Eşeklerin inatçılığı, ayak diremesi meşhurdur. Fakat at öyle değildir. At asaletin, yiğitliğin sembolüdür. Onun içindir ki Hoca’nın atla ilgili fıkrası yoktur. Onun eşeğini fıkralarının her yerinde görmek mümkündür.

    Hoca’nın dinî altyapısı sağlamdır. İyi bir din eğitimi almıştır. Anadolu’da herkes dinî terbiyeye önem verir. Fakat bazı kişiler kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle ahkâm kesmeye kalkınca Hoca onlara haddini bildirir. Kaba softalara indirici darbeyi vurmakta tereddüt etmez. Dinî duyguları hiçbir zaman hafife ve alaya almaz. Müslümanlığı ön planda tutar.

    Nasreddin Hoca’nın fıkralarında hazırcevaplık ayrı bir yer tutar. Onun mantıksız gibi görünen bazı fıkralarının ve düşüncelerinin, dikkat edildiğinde hiç de öyle olmadıkları görülür. “Ya Tutarsa” fıkrasına gülenler; piyangolardan, toto ve lotolardan medet umanlara niçin gülmezler? Onların ikramiye hususundaki düşük ihtimallerini niçin makul görürler?

    Hoca Nasreddin bizim gülen ve güldüren yüzümüzdür. Çağımızda ona ve onun gibi güldüren akıl hocalarına ne kadar da ihtiyacımız vardır. Fakat onu basit komedyen kılığına düşürmemeliyiz. Çünkü O bizim inançlarımızı, medeniyetimizi ve insanî diyalektiğimizi yansıtıyor. Hoca’yı bütün dünya tanıyor. Onu daha donanımlı olarak dünya mizah pazarına taşımalıyız. Onun şöhretinden yararlanarak ülkemizin tanıtımına katkıda bulunmalıyız.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.07.2008 - 03:00

    ERDEM BAYAZIT’IN VEDAI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ömrün hasat zamanı gelince Azrail geride kalanları hüzne boğarak vazifesini ifa ediyor. “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran S. 185) hakikati muhakkak tecelli ediyor. Ölüm bir kere yaşanıyor ama tam yaşanıyor. Allah’ın en sevgili kulu Hz. Muhammed(sav) bile ölüm yolundan geçerek ölümsüzlük makamına kavuştu. Günümüz insanı ölümü soğuk ve sevimsiz buluyor. Oysa hiç de öyle değil. Ölüm aslında Mevlana’nın nitelediği gibi bir şeb-i arus(düğün gecesi) tur. Ölümü itici bulanlar; onu zihinlerden silmek, hatırdan çıkarmak için bin bir türlü yola başvuruyorlar. Fakat bu boş gayretler ölüm gerçeğini örtbas etmiyor. Ölümü başımızdan savamıyoruz. “Şimdi yapacak çok işim var, biraz eğlen sonra gelirsin” diyemiyoruz. Her gün birileri hayattan kopuyor. Bunları görmemek neyi halleder ki! ...

    Ölümsüz bir hayata giden yol ölümden geçiyor. Ölümsüzlük varken kim tercih eder faniliği? ... İşin gerçeği bu olsa da bizler peşin hazları tercih ediyoruz. Dostlarımız elimizden kayıyor da buna müdahil olamıyoruz. İşte o dostlardan birinin ölümüne daha şahit olduk. Uzun zamandan beri kanser tedavisi gören son dönem Türk şiirinin yaşayan en büyük simalarından biri olan Erdem Bayazıt’ı âlem-i hakikiye uğurladık. Onun ölümüyle şiirimiz çok büyük bir değerini kaybetti; biraz daha eksildi bence. Şair, yazar, düşünce adamı ve eski milletvekili Erdem Bayazıt son dönem Türk şiirine damgasını vurmuş ender şahsiyetlerdendi.

    Sanat hayatının 50. yılında kendisi için görkemli vefa programları yapıyorlardı. Fakat bu mutluluğu çok sürmedi. Kanser hastalığının pençesine yakalandığını o zaman içerisinde öğrendi. Bundan sonra bir daha da düzelip kendine gelemedi. Kader onu en mutlu anında acı gerçeklerle tanıştırdı. Şöhretin ve vefanın hazzını doyasıya yaşayamadan amansız hastalıkla boğuştu. Hayatında hep zorluklara göğüs germişti ve başarmıştı. Ama bu sefer ilk kez yenildi.

    Erdem Bayazıt, 1970’li yıllarda yazar Rasim Özdenören, merhum Cahit Zarifoğlu ve Akif İnan gibi şair ve yazarlarla “Mavera” dergisini çıkarmıştı. Yine o yıllarda “Büyük Doğu”, “Diriliş'” ve “Edebiyat” gibi dergilerde yazılar kaleme almıştı. O her dönemde mazlum milletlerin sesi olmuştu. Modern Türk şiirine geleneksel açılımlar getirmişti. Şiirlerinde yerelle evrenseli birleştirme başarısını göstermişti. İnsanî değerleri anlatmıştı.

    Şair, yazar ve eski milletvekili Erdem Beyazıt, Eyüp Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından, Eyüp Sultan Mezarlığı’nda toprağa verildi. Tabutunu sağ yanından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, sol yanından da Başbakan Recep Tayip Erdoğan omuzlamıştı. Bu hazin ve bir o kadar da mağrur görüntü beni çok duygulandırdı. Büyük şair Erdem Bayazıt şanına layık bir törenle, devletin zirvesinin de yer aldığı bir cenaze merasimiyle ebediyete uğurlandı. Bu büyük şeref her faniye nasip olur cinsten değil. O bunu hak etti; Hakk da ona nasip etti. Merhum Erdem Bayazıt’ın cenazesinde vefa en yüksek düzeyde hayatiyet buldu.

    Merhum Erdem Bayazıt müteşair değil, hakiki şairdi. Son dönem Türk şiirine adını altın harflerle yazdırmıştı. Onun şiirlerinde iğreti ifadelere rastlayamazsınız. Azıcık da olsa mürekkep yalamış, aydın kişiler merhum Erdem Ağabey’i bilirler. Onun şiirlerinden en az biri pek çok kişinin hafızasında mevcuttur. Umutlarımız, özlemlerimiz, aşklarımız ve sancılarımız Bayazıt’ın mısralarında ebedileşmiştir. Duyup da ifade edemediklerimizi onun dizelerinde bulabiliyoruz. O yedi güzel adamdan(Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Hasan Seyithanoğlu, Ersin Gürdoğan) biriydi.

    Erdem Bayazıt, inanmış bir adamdı. Onun içindir ki ölümü metanetle karşılıyordu. Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı. Çünkü ölüm dostların vuslatına vesileydi. O, ölümle, ruhun tenden ayrılışıyla ölümsüzlüğe kavuşulacağının idrakindeydi. Bu bakış açısını şiirlerine de yansıtmıştı. İyi ki yaşadı ve bizlere kıymetli şiirlerini miras bıraktı. Sözlerimi onun ölüme dair dizeleriyle sonlandırırken kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun.

    “Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
    Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 07.07.2008 - 13:48

    NECLA PEKOLCAY DA GEÇTİ DÜNYA ÜZERİNDEN! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Güzel insanlar bizleri dünya gurbetinde yalnız koyup birer birer göçüyor. Doğumlar da devam ediyor bir yandan ama gidenlerin yerleri kolay kolay dolmuyor. Yaşlı dünyamız her geçen gün asaletinden bir şeyler kaybediyor. Yıldızlar güneşini yitirince karanlığa gömülüyor mekân… Dünyamızın yıldızları mesabesinde olan ilim ehlinin göçü, değerlerin de göçünü hızlandırıyor. Onun içindir ki âlimin göçü âlemin göçü olarak görülüyor.

    Ülkemizde kadınlar yakın zamana kadar ilim sahasında çok etkin değildi. Kadınlarımız genellikle işin içinde bizzat olmak yerine erkeklerin arkasında dağ gibi duran insanlardı. Geçmişte mevcut şartları zorlayıp bir yerlere gelen kadınlara ayrı bir saygı ve hayranlık duyuyorum. Geçmişle bugün arasında köprü kuran bu güçlü kadınların sayısı çok fazla değildir. Bu kadınlardan biri de Necla Pekolcay’dı. Geçmiş zaman kipini kullanıyorum çünkü bu güçlü akademisyen kadını ne yazık ki kaybettik. O, Türk-İslam edebiyatında başlı başına bir otoriteydi. Hocaların hocasıydı kendisi… İlahiyat fakültelerindeki Türk-İslam edebiyatı kürsüsünün kurucusuydu. Kendine has metotları olan sıra dışı bir hocaydı.

    Necla Pekolcay, hoş bir seda bıraktı dünyada. Bir kadının ne kadar güçlü olabileceğini, erkeklerle başa baş yarışabileceğini gösterdi. Şahsına münhasır özelliklerini saydığımız ilk kadın akademisyenlerden Doç. Dr. Necla Pekolcay 3 Temmuz 2008 tarihinde vefat etti. 83 yaşında ebediyete göçen Necla Pekolcay, ardında şanlı bir kişisel mazi bıraktı. Nice öğrenci onun rahle-i tedrisatından geçmişti. Talebeleri arasında ülkemizde önemli hizmetler gören bakanlar, milletvekilleri ve akademisyenler mevcuttur. Hatta bugünkü Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da onun öğrencisiydi. Onun öğrencileri, üniversitelerde hocalarından aldıkları bilgi ve becerileri kendi öğrencilerine aktardı. Üniversitelere yüzlerce hoca kazandırdı Pekolcay…. Kadın akdemiysen olarak da pek çok ‘ilk’e imza attı. İstanbul Üniversitesi’nden mezun olan ilk kadın filolog Necla Pekolcay’dı. Yüksek İslam Enstitüsü’nün ilk bayan hocalarından biriydi kendisi. Bu şeref de ona aitti.

    1925’te İstanbul’da doğan Pekolcay, MEB İslâm Ansiklopedisi’nde musahhih ve yazar olarak çalışmıştı. Çeşitli ortaöğretim kurumlarında Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yapmıştı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden emekli olduğu 1992 yılına kadar Türk İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak çalışmıştı. Süleyman Çelebi ve Mevlid’i üzerine yaptığı çalışmalarla dikkat çeken Necla Pekolcay’ın 300’ü aşkın makalesi, 80’e yakın tebliği ve 10 kitabı bulunuyordu. Verimli olmak ve yaşadıkça üretmek buna denir.

    Merhum Pekolcay, dolu dolu yaşamış, yaşadıkça ülkesi ve milleti için en güzel hizmetler sunmuş ender şahsiyetlerden biriydi. Onun hayatında boşluk kavramı yoktu. Ancak boş insanların boş zamanı olabilirdi. Uzun ömründe hiç boş zamanı olmadı onun. Zamanı en güzel işlerle ve hizmetlerle doldurdu. Ne yaptıysa kamu yararına yaptı. Yaptıklarını ve yaşadıklarını ölmeden evvel kaleme almayı çok istiyordu. Çünkü bu örnek hayat gençlere model olacak kadar dolu geçmişti. Onun içindir ki anılarını yazmayı çok istedi ve yazdı. Hatıralarını “Geçtim Dünya Üzerinden” adlı kitabında bir araya getirerek yok olmaktan kurtardı. O aramızdan ayrılsa da yaptıklarıyla ve yazdıklarıyla gönlümüzde hep olacak.

    Pekolcay’ın hatıraları, bir kişinin hayatını anlatmaktan öte bir devrin acı tatlı hikâyelerine tanıklık ediyor. Necla Pekolcay hanımefendi bir röportajında hatıralarını kaleme alış sebebini şöyle izah ediyordu: “Naçiz kanaatime göre hasbelkader bazı önemli görevlere gelmiş, mühim işler yapmış veya bizim için hayatî derecede kıymetli bir kısım olaylara şahitlik etmiş insanların, hatta sıradan kişilerin hatıratları; onların şahsî hatıraları olmaktan öte kamu malı addedilmesi ve bu sebeple de mutlaka yazılı-kayıtlı olarak topluma aktarılması gereken malumat mesabesindedir. Çünkü herkesin hayatı bizden bir parçadır ve herkesteki bize ait parçayı bilmek yani kendimizi daha iyi ve sıhhatli tanımak hakkımızdır.”

    Bu büyük hocanın adı, ilklerin kadınının hatırası yaşatılmalıdır. Allah rahmet eylesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 06.07.2008 - 01:41

    DÜĞÜN EVİNDE CENAZE HÜZNÜ YAHUT HASAN DOĞAN’IN ÖLÜMÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ölüm genç bir spor adamını aramızdan ayırdı. Türkiye Futbol Federasyonu’nun çiçeği burnunda başkanı Hasan Doğan 05 Temmuz Cumartesi günü geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Oysa bir hafta evvel Türk millî takımı Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Avrupa’nın ve dünyanın sayılı takımlarını diz getirerek Avrupa üçüncüsü olmuştu. Önce gruptan çıkmışlar, ardından yarı finale kadar yükselmişlerdi. Yer gök kırmızı beyaza boyanmıştı. Büyük küçük sokaklara dökülmüştük; içimiz içimize sığmıyordu. Bu başarının mimarları Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan, Teknik Direktör Fatih Terim ve yüreklerini ortaya koyan futbolculardı. Şimdi bu başarı sacayağının bir ayağını maalesef kaybettik. Avrupa’yı titreten ve adından sıkça söz ettiren takımın başkanı artık yok aramızda.

    Genç yaşta ebediyete uğurladığımız Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’ın Millî Takımın her gol atışında sevincini eşine sarılarak paylaştığı kareler gözlerimin önüne geliyor. O ne büyük sevinçti, o ne büyük coşkuydu yüreğinde yaşattığı, büyüttüğü? ... Türkiye’nin bu turnuvada bir şey yapamayacağı, sıfır çekeceği, hatta gol atmaya bile muvaffak olamayacağı çokbilmiş spor yazarları arasında konuşuluyordu. Fakat Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan böyle düşünmüyordu. O, kırmızı beyaz formayı giyen aslan yürekli futbolcularımıza güveniyordu. Başarının geleceğine yürekten inanıyordu. Nitekim düşündüğü ve inandığı gibi oldu her şey… Türkiye bir destan yazdı Avrupa’da…

    Kim derdi bu sevinç karelerinin yerini bir hafta sonra hüzün kareleri alacak. Hayat ne kadar garip değil mi? ‘Gülmenin kardeşi ağlamaktır’ diyenler ne de doğru söylemişler. Bir saat sonrasını hiç kimsenin kestiremediği bir dünyada yaşıyoruz. 52 yaşındaki bir insan hiçbir hastalığı yokken ve de en popüler olduğu bir zamanda Azrail’e teslim ediyor canını.

    Merhum Hasan Doğan çok büyük heyecanlar yaşadı Avrupa Şampiyonası sırasında. Türkiye’nin başarısının hazzını bütün hücrelerinde hissetti. Fakat o heyecanların yaşandığı demlerde gelmeyen kalp krizinin, her şeyin durulduğu, sükûnete erdiği bir zamanda çıkıp gelmesi enteresan değil mi? Artık her şey bitmiş. Türkiye Avrupa üçüncülüğü koltuğuna oturmuş, her yerde düğün bayram var. Bu düğün en çok da Hasan Doğan’ın evinde yaşanıyordu. Böyle bir zamanda düğün havası dağılıyor, onun boşluğunu cenaze hüznü alıyor.

    Hasan Doğan, 1956 yılında Kastamonu’nun Abana ilçesinde doğmuştu. İlk, orta ve lise tahsilini İstanbul’da yapan Doğan, 1979 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümünü bitirdikten sonra 1979-1980’de İngiltere’de lisan eğitimi almıştı. 1981-1988 yılları arasında Koç Holding bünyesindeki ‘Beldesan’ firmasında Pazarlama Koordinatörü olarak görev yapan Doğan, 1988 yılında kurucusu olduğu Ramsey’in genel müdürlüğü görevini üstlendi. Merhum Hasan Doğan evliydi ve iki çocuk babasıydı.

    Hasan Doğan, Levent Bıçakçı’nın Futbol Federasyonu başkanı olduğu dönemde federasyonda başkan vekili olarak görev almıştı. Hasan Doğan’ın bu görevleri dışında, İstanbul Sanayi Odası Meclisi, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Sanayi Konseyi, Boks Federasyonu Yönetim Kurulu üyelikleri bulunuyordu. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan, bunların yanında Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi üyesi ve Beşiktaş Kulübü kongre üyesi olarak sporun içinde yer almıştı. Toplam 143 gün başkanlık yapan Doğan, genel kurula katılıp oy kullanan 231 delegenin 222’sinin oyunu alarak başkanlığa seçilmişti.

    Hasan Doğan’ın Futbol Federasyonu Başkanı olmasından sonra futboldaki kargaşa ortamı yerini dostluk ve huzura bırakmıştı. Kısa zamanda futboldaki hizipleşmenin önüne geçmişti Herkese gül dalı uzatmıştı. Bütün kulüplere aynı mesafede durmuştu. Meydan okuma, korkutma yerine sevgi ve hoşgörüyü ön planda tutmuştu. Ülke idaresinin başındaki Başbakan Recep Tayip Erdoğan’la çok iyi dost olmalarına rağmen futbolla siyaset arasına mesafe koymuştu. Futbolun politize olmasına izin vermemişti. Türk Futbolu’nun gelişmesi için eğitim hamlesi başlatmıştı. O, kısa zamanda çok şey yapmıştı. Allah rahmet eylesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 04.07.2008 - 18:12

    AKŞAM OLDU HÜZÜNLENDİM BEN YİNE! …

    M.NİHAT MALKOÇ

    “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısını her dinlediğimde, geçen zamanın bizlerden ne çok şey kopardığını düşünürüm. Her geçen gün taze başlangıçlara zemin hazırlarken öte yandan, yaşanan an’ın da tarih olmasına yol açıyor. Geçen günler muhayyilemizde izler bırakarak zaman ötesine taşınıyor. Geçen zaman yılların harmanladığı kıymetlerimizi de koparıyor bizden. Gün geçmiyor ki bir yaprak kopmasın dalından.

    Ömrün mevsimleri kişiden kişiye değişiyor. Birileri baharı yaşarken birileri kışı yaşıyor. Durum böyle olunca mevsimler de, hisler de birbirine karışıyor. Ömrünün kışını yaşayan ilk kadın bestekârımız Semahat Özdenses’in uzun bir ömrün ardından gerçek dünyasına göçü bana bu hissiyatı yaşattı. O da bütün canlıların yaşayacağı mukadderatı yaşayarak aramızdan ayrıldı. Fakat kadife sesini eski plaklarda ebedileştirerek gerçek anlamda hoş bir seda bıraktı dünyada. Onun güzel bestelerini bundan sonra da severek dinleyeceğiz.

    Özdenses’in adı “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısıyla özdeşleşmişti adeta. Zaten her şairin, genel anlamda her sanatçının özellikle bir eseri kendi adıyla özdeşleşir. Lemi Atlı, Refik Fersan, Fahire Fersan gibi usta sanatçılardan ders alan Semahat Özdenses uzun bir ömrün ardından ebediyete göç etti. 4 Temmuz 2008’de ölen Özdenses 95 yaşındaydı.

    “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısının bestecisi Özdenses, 1913 yılında Üsküdar’da doğmuştu. Üsküdar Kız Sanat Okulu’ndaki öğrenimini müzik aşkından dolayı yarıda bırakmıştı. Uzun yıllar Ankara Radyosu’nda ses sanatçısı olarak görev yapan Özdenses’in ilk plağı “Beklerim Her Gün” adıyla 1941’de çıkmıştı. 1940 yılında bestekârlığa başlayan Özdenses, uşşak makamında “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” ve “Her mevsim içimden gelir geçersin”; hüzzam makamındaki “Dün gece mehtaba daldım” adlı şarkılarıyla adını müzikseverlere duyurmuştu. Semahat Özdenses’in babası Yüzbaşı İshak Efendi, Çanakkale’de şehit olmuştu. Özdenses 1939 yılında Yüzbaşı Faruk Ergökmen’le evlenmişti.

    Özdenses’in besteleri zamana nakış nakış işlendi. Çok sevilen “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısının sözlerini Ahmet Cengizoğlu yazmıştı. Bir Semahat Özdenses bestesi olan uşşak makamındaki bu şarkıyı Bülent Ersoy, Ahmet Özhan, Müzeyyen Senar gibi sanatçılar da albümlerine almıştı. Fakat bu şarkıyı bestecisinin sesinden dinlemek ayrı bir keyif veriyor insana. Şarkının sözlerinden bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum:

    “Akşam oldu hüzünlendim ben yine
    Hasret kaldım gözlerinin rengine
    Gel mehtabım gel sevgilim gel yine
    Hasret kaldım gözlerinin rengine”

    Toplam 35 bestesi TRT repertuarında bulunan Semahat Özdenses’in besteleri arasında şunları sayabiliriz: “Zaman içinde ömür bir gün gibi çok kısa”, “Bitmeyen bir gecenin sabahında uyandım”, “Sensiz doğar gün batar”, “Öyle bir âh eylerim ki âh elimden âh çeker”, “Dile yâdın gelir bakınca ay’a”, “Dün gece mehtâba dalıp hep seni andım”, “Kader ayırsa bile hayâlimden gitmedin”, “Mahzûn kalbim günden güne aşkınla eriyor”, “Mızrabından dökülen nağmede kaldı bu gönlüm”, “Öyle bakma güzel gözlüm”, “Hastayım zevk u safâdan uzak”, “Gönül hasretle giryandır”, “Son hâtıranın üstüne ben hicranla eğildim”, “Uyutmaz kimseyi sensiz benim feryâd ü efgânım”.... Klasikleri içeren bu listeyi daha da uzatabiliriz.

    Semahat Özdenses üç yıldan beri huzur evinde kalıyordu. Benim anladığım o ki son yıllarda vefa duygusu gelişiyor bizde. Zira geçtiğimiz yıllarda Semahat Özdenses’in adı Kadıköy Belediye Başkanlığınca Kadıköy Kültür Merkezine verilmişti. Öte yandan sanatçının Üsküdar’da ikamet ettiği sokağın adı da “Semahat Özdenses Sokağı” olarak adlandırılmıştı. Geçtiğimiz yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığı da Semahat Özdenses’e ve sanatta elli yılını geride bırakanlara “Kültür Sanat Hizmet Ödülleri” vermişti. Bu, iyiye gidişin bir işareti olarak görülebilir. İlk kadın bestekârımız Semahat Özdenses’e Allah’tan rahmet diliyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 04.07.2008 - 01:59

    ANADOLU BASINI SUSTURULMASIN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Basın milletin gözü, kulağı ve dilidir. Halkın göremediklerini görür, duyamadıklarını duyar, söyleyemediklerini de söyler. Bugün Türkiye’de bin 300 radyo kanalı, 360’ın üzerinde televizyon kanalı ve iki binin üzerinde de süreli yayın vardır. Bunlar çok sesliliğe zemin hazırlayarak demokrasiye hizmet ediyorlar. Fakat son zamanlarda Anadolu’da çıkan gazeteler tedirgin… Çünkü “Kamu İhale Kanunu ile Kamu İhale Sözleşmeleri Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” nın yasalaşması halinde, Anadolu basınının ilan gelirleri yok olacak. Bu sektörde çalışan binlerce insan var. Bunların çoğu zor şartlar altında çalışarak yaşam mücadelesi veriyorlar. Yeni kanun şüphesiz ki onların işini iyice zorlaştıracaktır.

    Yeni yasa tasarısı “elektronik kamu alımları platformu” oluşturularak basın ilanlarının kaldırılmasını öngörüyor. Bundan sonra ilanlar gazetelerde yayınlanmayacak, internet ortamında ilgililere duyurulacak. Bu AB uyum yasalarıyla bağlantılı bir yenilik olarak gösteriliyor. Fakat bu, mağduriyetleri de beraberinde getirecek. Yeni kanun tasarısı görünürde çok doğal ve çağdaş bir uygulama gibi görülse de yerel gazeteler için ölüm demektir. Tasarının yasalaşması ile birlikte, kamu yatırımlarındaki basın ilanları zorunluluğu kalkacak ve yerel gazeteler en önemli gelir kaynağını kaybedecek. Anadolu’daki yaklaşık 1.300 yerel gazete kapanacak veya kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Zira yerel gazeteler Basın İlan Kurumu’ndan alınan ilanlarla ayakta durmaya çalışıyor. Ya bundan sonra ne olacak? Gazetelerin giderleri hangi kaynaklardan karşılanacak? Hiç düşündünüz mü?

    Yerel basını asla küçümsememeliyiz. Ulusal basının ulaşamadığı meseleleri yerel basından öğreniyoruz. Şahsen yerel gazetelere ulusal gazetelerden daha çok güveniyorum. Çünkü ulusal gazetelerdeki tekelleşme yerel gazetelerde yok. Onun için suya sabuna dokunuyorlar. Birilerinin emir ve direktifleriyle hareket etmiyorlar. Yerel basın çok sesliliği yaşatıyor. Bundan da halk ve demokrasi kazanıyor. Bundan daha güzel ne olabilir ki! ...

    Tükiye’nin dört bir yanında zor şartlarda ayakta kalma savaşı veren yerel gazeteler yeni yasa tasarısına haklı olarak sert tepki gösteriyorlar. Yerel gazeteler bu yeni düzenlemeye karşı gazetelerinin ilk sayfalarını kararttılar. Bütün yerel gazeteler siyahlara büründü. Gazetelerin ilk sayfasında “Gazetemi Kapatma Anadolu’yu Karartma” ifadesi büyük puntolarla yazıldı. Bu protestolara halk ve sivil toplum kuruluşları da çok destek verdi. Değişik şehirlerdeki belediyeler ve STK’lar gazeteleri toptan satın alıp halka bedava dağıttı.

    Aslında Anadolu basınının susması Anadolu’nun susması anlamına geliyor. Anadolu basınını susturmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu işi bir sevda ve ideal olarak gören fedakâr gazetecilerin şevkinin kırılmaması gerekir. Şayet Anadolu basını etkisizleşirse bu millet kartel basınının insafına terkedilmiş olur. Kartelden tarafsızlık, insaf ve merhamet beklemek de ne kadar doğru bir harekettir, bu tartışılır. Bu ülkede temiz kalabilmiş basın tartışmasız Anadolu basınıdır. Yerel medyada ayak oyunlarına itibar edilmez, edilse de milletten destek görmez.

    Hiç kimse Anadolu insanını yerel haberlerden mahrum bırakamaz. O gazeteleri millet sahiplendi ve büyüttü. Küçük yerlerde yaşayanlar o gazetelerin aydınlığında hayata baktılar. Kartel uydurma haberlerle geçekleri tersyüz ederken yerel gazeteler sorumlu gazeteciliğin en güzel örneklerini verdiler. İçlerinden yanlış yapanlar da çıktı ama onlar da yok olup gitti.

    Devlet yerel basını susturmamalı, aksine teşvik etmelidir. Yerel basına Türkiye genelinde verilen pay, yıl itibarıyla 80 trilyondur. Yerel gazetelerin işlevini dikkate aldığımızda bunun aslında büyük bir rakam olmadığı görülür. Bu gideri kısmakla, Anadolu basınını susturmakla tasarruf edilemez. Buna hiçbir siyaset erbabı cesaret edemez. Çünkü basınla uğraşanlar hiçbir zaman iflah olmamıştır. Netice olarak Anadolu basını yetkilileri resmi ilanların kesilme tehlikesi karşısında tek vücut olmasını bilerek ilgili çevrelere sert tepkiler verdiler. Herkes aynı noktada birleşti. Bu kararlılık Anadolu basınının sesinin daha gür çıkmasını sağlayacaktır. Anadolu basını susturul(a) mayacak… Her şey düzelecek…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 03.07.2008 - 14:54

    İNFAK EN HAYIRLI YATIRIMDIR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hepimiz biliyoruz ki dünya bir imtihan salonudur. Bu salonda her gün sınanıyoruz. Fakat sınanma süresi ve sınanma şekli herkes için aynı değil. Allah herkesi aynı şartlarda imtihan etmiyor. Bazılarını yoksullukla, bazılarını hastalıklarla, bazılarını felaketlerle imtihan ediyor. Yoksulluk da bir çeşit imtihandır. Kişi sadece çalışmakla zengin olamaz. Özünde çalışmak ve gayret olsa da zenginlik bir nasip işidir. Bazıları fakirlikle imtihan edilirken bazıları da zenginlikle imtihan ediliyor. Bu anlayışla hayatımıza çekidüzen vermeliyiz.

    “İnfak” nafaka verip bir kimsenin geçimini sağlamak demektir. Kişinin ailesine harcadığı da, muhtaçlara verdiği sadaka ve zekâtlar da infak kapsamına girer. Bizler dünyaya mal ve para biriktirmeye gelmedik. Müslümanlar tabii ki para kazanacak, ele güne muhtaç olmayacak. Rızkını arayıp bulmak, zelil ve rezil olmamak onurlu müslümanın şiarıdır. Zengin olmak için kulluk vazifelerimizi ihmal etmemeliyiz. Fakirlik Allah katında suç değil ama kulluk görevlerini yerine getirmemek suçtur. Herkes yaptığının hesabını yüce Allah’a verecektir. Onun içindir ki dünya ve ahiret dengesini sağlayamadan dünyada mal ve servet peşinde koşanlar ziyandadır. Hayra harcanmayan malın Hakk katında bir ehemmiyeti yoktur.

    Çağımızda hayatlar iyice dünyevî zemine kaymış durumdadır. Oysa insan maddî ve manevi yönü olan bir varlıktır. Bunları, uçmak için gerekli olan iki kanada benzetebiliriz. Maddiyat bir kanadımız, maneviyat ise öbür kanadımızdır. Tek kanatla uçmak mümkün olmadığına göre bunların birini öbürüne tercih edemeyiz. Her ikisi de elzemdir.

    İsraf ne kadar kötüyse cimrilik de o kadar kötü bir haslettir. Günümüzde bazı zenginlerin israfla cimrilik arasında sıkışıp kaldıklarını görüyoruz. Yani bazıları servetlerini gösteriş ve şöhret peşinde savururken bazıları da kimseye zırnık koklatmıyor. Bu iki davranış da yanlıştır. Servet öncelikle helal dairesinde kazanılmalıdır. Elde edilen zenginlikler, ihtiyacı olanlara da yansıtılmalıdır. Bu, Müslümanlığın ve insanlığın bir gereğidir. Yüce Rabbimiz bir ayet-i kerimede “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.”(Âl-i İmran 92) buyuruyor. Durum bundan ibaretken bizler ne yapıyoruz? İşimize yaramayan şeyleri verip evimizi bir anlamda temizliyoruz.

    Nefis vermeye değil, almaya meyillidir. Atalarımız “Veren el alan elden üstündür” demişlerdir. Fakat veren eller, alan elleri ima ile olsa da tahkir etmemelidir. Yüce Rabbimiz infak edenleri yüce Kur’an-ı Kerim’de değişik ayet-i kerimelerde defalarca övmüştür. “Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka verin) ! ” (el-Bakara 2/267)

    Mülkün gerçek sahibi Allah’tır. Bizler emanetçiyiz bu dünyada. Emanetçinin yapması gereken şey, verilen emirlere uygun hareket etmektir. Ölçü üzere hareket etmek en doğru olandır. Vermenin de belli bir adabı vardır. Hayır hasenatta bulunurken insanları incitmemek gerekir. Aksi takdirde verdiğimizin bir anlamı ve önemi kalmaz. Halk arasında sıkça kullanılan “Sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek” anlayışı düstur edinilmelidir. Buna infakta ihsan da diyebiliriz. Bunun yanında infakın gösteriş için değil, Allah rızası için yapılması gerekir. Veren kişinin, infak ettiği kişiden hiçbir beklentisinin olmaması lazım. İnfaka riyanın karışması sirkenin balı bozmasından daha beterdir. Bunun manevi sorumluluğu büyüktür.

    İyiliği başa kakanların, fakirler üzerinde otorite ve baskı kurmaya çalışanların verdiklerinin hiçbir kıymeti yoktur. Fakat günümüz toplumlarında bu gibi davranışlara sıkça rastlıyoruz. Servetini şöhrete dönüştürmek ve egosunu tatmin etmek isteyenler vardır. Bu hususta Rabbimiz bizleri şöyle uyarıyor: “Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, incitmek suretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Allah’a da Âhiret’e de inanmadığı hâlde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kişinin durumuna düşmeyin. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kaypak bir kayaya benzer ki, şiddetli bir yağmur olur olmaz toprağı kayıverir, cascavlak kalır.” (Bakara Suresi, 2/264)

    Günümüzde İslam’ı hayatın dışına itip vicdanlara hapsetmek isteyenler az değildir. Oysa İslam hayatın merkezindedir ve öyle de olmalıdır. Aslında İslam’ın hüküm vermediği mesele yoktur. Bu demek değildir ki her şey Kur’an’da ayrıntılı bir biçimde anlatılmaktadır. Şayet böyle olsaydı mübarek kitabımız yüzlerce ciltten ibaret olurdu. Kur’an’ın tafsilata girmediği mevzularda hadis, icma ve kıyas devreye girmektedir. İslam, sosyal hayatın nizamı için ilkeler koymuştur. Hiç kimse başına buyruk hareket edemez. Bunun manevi sorumlulukları vardır. Sosyal hayatın düzenli yürümesi için zekât müessesesi kurulmuştur. Herkes zekâtını hakkıyla verse kimse mağdur olmaz. Üstelik verenlerle alanlar arasında sevgi ve muhabbet köprüsü oluşur. Zenginler fakirleri gözetir. Bu yüzden fakirler zenginlerin daha çok kazanması için onlara duacı olur. Zenginlerse zekât borçlarını üzerlerinden atmaya vesile olan fakirleri velinimet olarak görürler. Böylece sosyal dayanışmayla saadet hâsıl olur.

    İnfak edenin aslında övünme hakkı yoktur. Dünyada gördüğümüz her şey Rabbimizin mülkü değil midir? Bir parça kefenden başka götüreceğimiz ne var ki! ... Aslında verenler, Allah’ın mülkünden vermektedir. Bu demektir ki verenler aracıdır sadece. Fakat bu aracılığın mükâfatı büyüktür. Vermek almanın anahtarıdır aslında. Sen kullara vereceksin ki Allah da sana versin. Fakat öncelikle kendine layık gördüklerini, en iyilerini vereceksin. Böylece nefsini de bir şekilde incitip hizaya getireceksin. Sevdiklerinden infak edemeyenlerin halet-i ruhiyelerinde bir kısım arızalar var demektir. Hiçbir şey Allah’ın rızasından daha önemli değildir. Hayatın gayesi rıza-yı ilahiyi kazanmaktır. Rabbimiz bu hususta da bizlere en doğru yolu gösteriyor: “Ey İman edenler! Kazandığınız şeylerin ve yerden sizin faydanız için bitirdiğimiz ürünlerin temiz ve güzel olanlarından Allah yolunda harcayın. Siz göz yummadan, içinize yatmaksızın almayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkmayın. İyi bilin ki Allah, her şeyden müstağnidir, asıl hamda lâyık olan O’dur.” (Bakara Suresi, 2/267)

    İnfak sadece maddî mallarla sınırlı değildir. İlim de bir zenginliktir. Âlimler ilimlerinin zekâtını bilgilerini geniş kitlelerle paylaşarak öderler. Bildiğini başkalarına öğretmek bir anlamda ilmin zekâtıdır. Rabbimiz buna da çok değer vermiştir. Böyle olduğu için İslam âlimleri bildiklerini öğretmek için birbirleriyle yarışmışlardır. Fakat günümüzde bildiklerini içine hapseden, tek otorite olmak için onları paylaşmayan insanlar çoktur.

    İnfakla savurganlığı birbirinden ayırmak gerekir. İnfakta da ölçü gözetilmelidir. Har vurup harman savurmak, israfa kaçmak infaktan beklenen hayırlı neticeyi getirmez. Günümüzde bazı zenginler dini altyapılarının eksikliğinden dolayı infakı bir tatmin aracı olarak görüyorlar. Özellikle mübarek günlerde yardım dağıtan bazı varlıklı kişiler, işi gösteriye dönüştürüyorlar. Onların bir kısmı belli ki kirli paralarını aklama telaşındadır.

    Ülkemizde sözde yardım ve hayır adına yaşanan rezaletleri üzülerek seyrediyoruz. Adamlar reklâmın amacına ulaşması ve ses getirmesi için yardım dağıtmadan evvel televizyoncuları ve muhabirleri çağırıyorlar. Hiçbir düzenleme yapmadan, insanları aşağılarcasına ihtiyaç maddelerini savuruyorlar. İnsanlar da birbirini eziyor. Yere düşenler, birbirinin üstüne basanlar, dağıtılan yardımları çekiştirenler kameralara takılıyor. Buna yardım değil, ancak rezalet denir. Böyle bir yardımın Hakk katında kıymeti yoktur. Yardımın ulu orta dağıtılması, insanların rencide edilmesi doğru bir davranış değildir. Allah rızasını gözetenler yardımı gizli yaparlar. Hatta ihtiyaç sahiplerinin ayağına kadar götürürler.

    İnfakta taassup da ayrı bir meseledir. Kişi öncelikle yakın çevresindekilerin ihtiyaçlarını görmelidir. İmkânları arttıkça daireyi genişletmelidir. Bir kişiyi zengin etmek yerine, bütün ihtiyaç sahiplerine temel ihtiyaçlarını görecek miktarda verilmelidir. Bu konuda ayrımcılık yapılmamalıdır. Günümüzde kendi cemaati dışındaki muhtaçları görmeyen zenginlerin durumları da ayrı bir garabettir. Oysa bu insanlar bizim insanlarımız. Onları İslama ısındırmak için ihtiyaçlarını görmeli, ellerinden tutup selamet sahiline çıkarmalıyız.

    Malını infak etmede cimri davrananlar Allah’ın kullarına infakını görmezler mi? Allah bizlere bu kadar verirken bizler niçin vermede cimri davranırız? Malını ve parasını infak etmeyenler bir parça kefenden başka ne götüreceklerini sanıyorlar? Aldanıyorlar, aldanıyorlar.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 03.07.2008 - 00:37

    İLK ATOM MÜHENDİSİMİZ AHMET YÜKSEL ÖZEMRE’NİN ARDINDAN…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Sayıları çok az olan, çağımızın alperenlerinden biri daha göçtü dünyamızdan… Türkiye’nin ilk atom mühendisi Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’den bahsediyorum. “Âlimin ölümü âlemin ölümüdür” demişti Resulullah Efendimiz… Bu söz ne kadar da doğrudur. Gerçekten de âlimler âleme ışık saçıyorlar. Onlar göç edince âlem karanlıkta kalıyor. Rahmet-i Rahman’a göç eyleyen Ahmet Yüksel Özemre, Türkiye’nin medar-ı iftiharıydı. 34 yaşında profesör olma başarısını göstermişti. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun eski başkanlarındandı. Tam bir görev adamıydı. Fizik alanında otorite sayılırdı. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca dillerini bilirdi. İlmi açıdan Türkiye’nin değil, dünyanın da sayılı bilim adamlarından biriydi kendisi… Bir o kadar da mütevazıydi.

    Özemre, irfanıyla temayüz etmiş, ilmiyle amil, bilgi ve görgüyle dopdolu, Osmanlı terbiyesi almış bir İstanbul Beyefendisiydi. Üsküdar’da doğmuş, hayatının son nefesini de çok sevdiği bu yerde vermişti. O bir Üsküdar aşığıydı. Türk İstanbul’un ilk ayağı olan Üsküdar, onun kişiliğini şekillendirmişti. Kimliğini bu şehrin kimliğiyle özdeşleştirmiş, ezanların sesinde bulmuştu huzuru. 35’i telif olmak üzere 45 esere imza atmıştı. Fizik alanının dışında, tasavvufa da ilgi duyardı. Bu sahada derinleşmiş, aldığı tasavvuf terbiyesiyle nefsine en büyük tokadı vurmuştu. O, Yunus Emre misali gönüllere girmeyi önemsiyordu. Gönlündeki ışığı Üsküdar’dan Türkiye’ye ve dünyaya gönderiyordu. Sevgiler büyütüyordu yüreğinde.

    Merhum Ahmet Yüksel Özemre, hocaların hocasıydı. Onun rahle-i tedrisatından geçen yüzlerce öğrenci şimdi Türkiye’nin önemli yerlerinde vazife görmektedir. Öğrencilerinden 61’i bugün profesör unvanıyla ülkemize hizmet etmektedir. Bence kişinin en büyük eseri çocukları, eğittiği kişiler ve arkasında bıraktığı faydalı kitaplardır. O bunların hepsini yaparak gönül huzuruyla öylece Rabbine göçtü. İnançlı ve köklü bir ailedendi. O, anne babasından gördüklerini bir adım daha ileri götürdü. Zira babası Kur’ân tilâvet ekolünün en son şahsiyetlerinden Hafız Mehmet Nurullah Bey’di. Özemre önce Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne girdi. Dört yıllık bu okulu iki buçuk yılda bitirdi. Çernobil olayı olduğu sırada Atom Enerjisi Kurumu Başkanıydı. Çernobil’in günah keçisi ve istenmeyen adam ilan ettiler onu. Çok sıkıntılar çekti o dönemlerde. Mahkemelerde hakkında yüzlerce dava açıldı. Sonunda hak yerini buldu ve beraat etti. Fakat zor günler geçirdi.

    Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre bilim adamlığının yanında kültür adamıydı da… Hayatı boyunca inançlarından asla taviz vermedi. Onun içindir ki bazı dünyevî nimetlerden mahrum kaldı. Çok güçlü bir hafızası vardı. Boş zamanı hiç yoktu. Çalışkan ve gayretli bir insandı. Fizikle beraber metafizik de onun ilgi alanına giriyordu. Akademik etikete değil, yürek temizliğine ve kişiliğe değer veriyordu. Onun ölçüleri Kur’an’ın ölçüleriydi.

    O, maddi ilimlerle manevî ilimleri aynı potada eritme başarısı göstermişti. İslamiyeti hakkıyla yaşayan ve yaşatan bir gönül eriydi. “Kadere iman eden, kederden emin olur.” sözü beni etkileyen ifadelerin başında gelir. Hayatını inancına adayan ve hayırda yarışan örnek bir müslümandı Özemre… Mal mülk biriktirmeyi hiçbir zaman düşünmedi ve sevmedi. Elindekini ihtiyaç sahipleriyle paylaştı. Türkçenin bilim dili olamayacağını söyleyenlere Türk diliyle yazdığı, içerik ve üslup açısından mükemmel ders kitaplarıyla cevap vermiştir.

    Özemre, hayatının son dönemlerinde büyük sağlık sorunları yaşadı. Öyle ki ömrü boyunca 23 ameliyat geçirdi. İki ayda gözünden 13 kez ameliyat oldu. Üç kez kansere ve hepatite yakalandı. Fakat inançlı bir insan olduğu için hep sabretti. Hayata sımsıkı sarıldı. Tevekkülü hayatının kılavuzu olarak gördü ve onun rehberliğinde ilerledi. En zor zamanlarda da sabır ve teslimiyetin en güzel örneğini verdi. Tek gözle üç kitap yazdı. Bedeni tükendikçe ruhu yüceldi. Hayata dört elle sarıldı. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, 25 Haziran 2008 Çarşamba günü aramızdan ayrıldı. 73 yıllık ömrüne nice hayırlı hizmetler sığdırdı. Bu fani dünyada hoş bir seda bıraktı. Onu rahmet ve minnetle anacağız. Allah rahmet eylesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2008 - 19:22

    GÜMÜŞHANE ÜNİVERSİTESİ HAYIRLI OLSUN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Gümüşhane Üniversitesi nihayet kuruldu. Bu üniversite şehrin sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmasına büyük faydalar sağlayacaktır. Gümüşhane’de hızlı bir göç dalgası görülmektedir. Geçimini bu topraklardan temin edemeyenler bu şehri terk etmektedir. Bu şehre üniversitenin kurulmuş olması göçü önleyecektir. Belki de tersine göç başlayacaktır. Yani iş ve aş imkânı bulan Gümüşhanelilerin bir kısmı şehirlerine geri döneceklerdir.

    Gümüşhane’ye üniversite kurulması önemli ve tarihî bir hamledir. Fakat keşke bu şehre bundan daha evvel üniversite kurulabilseydi. Üniversite şayet daha erken kurulsaydı bugünkü hâli çok daha gelişmiş olurdu. “Her ile bir üniversite” kurulunca Gümüşhane de il olduğu için bundan faydalandı. Yani Gümüşhane için özel ve ayrıcalıklı bir şey yapılmadı. Bundan sonra Gümüşhane’ye özel bir önem verildiğini göstermek için mevcut üniversite altyapısının geliştirilmesi gerekir. Sadece bir mühendislik fakültesiyle ve meslek yüksekokuluyla üniversite olmaz. Gümüşhane Üniversitesi’nin gerçek anlamda üniversite olabilmesi için kısa zamanda bu üniversiteye bağlı Eğitim Fakültesi ve Tıp Fakültesi kurulmalıdır. Üniversitelerin can damarı bence bu iki fakültedir. Bunları mevcut bünyeye katabilirsek üniversitenin itibarı hızla artar. Bundan sonra bunun mücadelesi verilmelidir.

    Tabela asmakla üniversite olmaz. Üniversiteleri yücelten öğretmen kadrolarıdır. Gümüşhane’de nicelik ve nitelik olarak yeterli öğretim üyesi kadrosu mevcut değildir. Şehir küçük olduğu için, sosyal imkânları yetersiz olduğu için her öğretim üyesi bu kente gelmeyi tercih etmez. Devlet bu gibi yerlerde görev yapan kişilerin şartlarını maddî ve sosyal açıdan iyileştirmelidir. Bir anlamda buralarda görev yapmak teşvik edilmelidir. Gümüşhaneliler üniversitelerine dört elle sarılmalıdır. Devlet yeni kurduğu üniversiteleri geliştirmelidir.

    Bugün “Gümüşhane Üniversitesi” olarak adlandırılan üniversitenin yakın zamanda şehrin değerlerine uygun bir isimle taçlandırılması gerekmektedir. Bununla ilgili değişik alternatifler var. Hatta www.gumushane.gen.tr adlı bir internet sitesi üniversitenin adıyla ilgili bir anket başlatmış. Ankette başta “Gümüşhane Üniversitesi” adı olmak üzere Süleymaniye Üniversitesi, Ahmet Ziyaüddin Üniversitesi, Aydın Doğan Üniversitesi, Orhan Yüce Üniversitesi, Halit Zarbun Üniversitesi, Gümüşvadi Üniversitesi, Harşit Üniversitesi, Kuşakkaya Üniversitesi, Zigana Üniversitesi, Doğu Karadeniz Üniversitesi, Gümüş Kent Üniversitesi, 15 Şubat Üniversitesi, Gümüşhane Maden Üniversitesi adları sıralanmıştır.

    Bu isimlerin hepsinin Gümüşhane için ayrı ayrı anlam ve önemi olsa da bence Gümüşhane’nin en önemli değerlerinin başında Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevî gelmektedir. Onun içindir ki üniversiteye yakışan en güzel ad “Gümüşhane Ahmet Ziyaüddin Üniversitesi” olacaktır. Bundan on yıl evvel bununla ilgili bir de yazı kaleme almıştım. Ta o zamanlar Gümüşhane Üniversitesi’nin bir an evvel açılması gerektiğini, isim olarak da “Gümüşhane Ahmet Ziyaüddin Üniversitesi” ifadesinin uygun düşeceğini dile getirmiştim. Söz konusu ankette de “Gümüşhane Üniversitesi” ifadesi en yüksek oyu almış, onu “Ahmet Ziyaüddin Üniversitesi” ifadesi takip etmiş. Demek ki Gümüşhaneliler de bu ismi benimsiyorlar.

    Gümüşhane Üniversitesi için az mücadele verilmedi. Bu şehre üniversite kazandırmak için şehrin ileri gelenleri, sivil toplum kuruluşları canla başla çalıştılar. Fakat yine de “her ile bir üniversite kurma” projesinden evvel Gümüşhane Üniversitesi’nin kurulmasını sağlayamadılar. Mühim olan neticedir. Artık Gümüşhane’nin de bir üniversitesi var. Bu üniversite Gümüşhane Mühendislik Fakültesi, Gümüşhane İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Gümüşhane Meslek Yüksekokulu, Şiran Meslek Yüksekokulu, Gümüşhane Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, Kelkit Aydın Doğan Meslek Yüksekokulu bölümlerinden oluşuyor. Bunların yanında ilk planda İletişim Fakültesi de kurulacak. İnşallah bu üniversite kısa zamanda çok büyüyecek. Üniversitenin kurulmasında emeği geçenlere şükranlarımızı sunuyoruz. Gümüşhane Üniversitesi, Gümüşhane’ye ve Gümüşhanelilere hayırlı olsun.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 01.07.2008 - 02:13

    2008 AVRUPA FUTBOL ŞAMPİYONASI’NIN ARDINDAN…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Günümüzde futbol bir heyecan ve göz zevki olmaktan öte bir endüstriye dönüştü. Futbol artık sadece futbol değil. Bu piyasada büyük paralar dönüyor. Dünyanın gözü kulağı futbolda artık… Futbolla yatıp futbolla kalkıyoruz. Dünyanın büyük takımları büyük şirketler kadar kazanıyor. Günümüzde futbol kulüpleri de borsaya açılıyor. Özellikle transfer dönemlerinde futbol piyasasında 200 milyar dolarlık para akışı gerçekleşiyor. Bazı ülkelerin bütçesinden daha büyük bütçeye sahip dünya kulüpleri var. Dünyanın en zengin futbol takımı olan İngilizlerin efsanevi Manchester United’ının bugünkü değeri bir milyar sterlin, yani yaklaşık 982 trilyon TL’yi buluyor. Fabrikalar gibi, onların da çalışanları, tesisleri, ihracat ve ithalat işleri var. Büyük rakamlar dönüyor futbol piyasasında. Futbol bulunduğu yeri kalkındırıyor. Büyük paralarla yapılamayacak reklâmlar futbol aracılığıyla çok daha etkili olarak yapılabiliyor. Dünya Kupası ve Avrupa Kupası organizasyonlarında büyük paralar dönüyor. Reklâm gelirleri, bilet satış paraları, televizyon yayın ücretleri toplanınca futbolun büyük şirketlerden daha fazla kazandırdığı açıkça görülüyor. Futbol bacasız fabrika gibi…

    İlki 1960’ta düzenlenen Avrupa Futbol Şampiyonası’na o zamanlar ilgi pek yoktu. Bu yıl Avusturya ve İsviçre’nin ev sahipliği yaptığı Avrupa Futbol Şampiyonası’nı geride bıraktık. Finallerde oynanan 31 karşılaşmada, toplam 77 gol atılırken, maç başına 2.48 gol ortalamasına ulaşıldı. 12 golle ilk sırada yer alan İspanya’nın ardından Hollanda ve Almanya 10’ar, Türkiye ise 8 golle şampiyonayı tamamladı. Turnuvaya katılan 16 takım da gol atarken, Avusturya, Fransa, Yunanistan, Polonya ve Romanya birer gol kaydedebildi. İspanya’dan David Villa dört golle turnuvanın gol krallığını elde etti. Villa, şampiyonada bir maçta üç gol atan tek oyuncu unvanını da kazanırken, Rusya karşısındaki dört golden üçüne imza atmayı başardı. İspanyol oyuncu diğer golünü ise grup maçında İsveç’i 2-1 yendikleri mücadelede kaydetti. Gol kralı David Villa’nın ardından üçer golle Semih Şentürk (Türkiye) , Hakan Yakın (İsviçre) , Roman Pavlyuchenko (Rusya) ve Lukas Podolski (Almanya) sıralandı.

    Bu yıl yapılan Avrupa Futbol Şampiyonası’na Türkiye damgasını vurdu. Otoritelerin pek şans tanımadığı Türkiye ilk maçta Portekiz’e yenilince yenilgilerin devam edeceği kanaati pekişti. Fakat sonraki maçlar puslu havanın dağılmasına, güneşin doğmasına vesile oldu.

    Türk futbol takımının mevcut teknik direktörü Fatih Terim iddialı, sinirli ve gururlu bir insan olarak bilinir. Biraz da başına buyruk bir kişidir. Bu özelliklerini beğenmeyenlerin sayısı az değildir. Avrupa Futbol Şampiyonası’nda mücadele edecek milli takım kadrosu açıklandığında herkes Terim’i eleştirdi. Seçilen kadrodaki futbolcuları beğenmediler. Terim bu kadroyu seçmekle büyük bir risk almıştı. Başarısız olsaydı bedelini ödeyecekti. Türk milli takımını daha maçlar başlamadan eleştirenler mahcup oldu. Portekiz mağlubiyeti sonrası Fatih Terim’i darağacının dibine kadar götürdüler. Fakat sonraki maçlarda milli takım önce İsviçre’yi, sonra Çek Cumhuriyeti’ni, ardından Hırvatistan’ı yenerek yarı finallere kadar geldi. Yarı finalde de çok iyi bir futbol sergilememize rağmen Almanya’nın son dakika golüne engel olamayıp turnuvadan acı bir biçimde elendik. Fakat Türkiye, Avrupa’nın en iyi dört takımından biri oldu. Avrupa’nın futbol devlerinden Fransa, İtalya, Hollanda ve Portekiz Türkiye’nin ardında kalarak yarı final heyecanını bile yaşayamadı. Türkiye’ninki az bir başarı değildir. Durum böyle olunca Terim’i darağacının dibine kadar götürenler, müspet neticeyi görünce onu omuzlara alıp döndüler. Hem o Terim, turnuvanın en iyi teknik direktörü seçildi.

    Bu yılki Avrupa Futbol Şampiyonası’nı kolay kolay unutamayacağız. Kahraman futbolcularımız bize ilkleri yaşattılar. Son dakikalarda gelen goller yüzümüzü güldürdü. Futbolun beşiği sayılan Avrupa’ya futbol resitali verdik. Dünya mazlumlarının ve dünya Müslümanlarının medar-ı iftiharı olduk. Türkiye yarı finalde elense de gönüllerin şampiyonu oldu. Bizlere bu güzellikleri yaşatan futbolculara ve teknik kadroya şükranlarımızı sunuyoruz.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta