GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,
SEHERDE DUAYA KALKAN ELLER
M.NİHAT MALKOÇ
Dualarla ubudiyetimiz can kazanır. Kulluğun şiarı olan namaz da bir çeşit duadır. İbadetlerin özüdür dua. Dua demek istemek değildir sadece. Aczimiz karşısında yüce Rabbimizin büyüklüğünü ve kudretini hatırlayıp idrak etmektir bir anlamda. Çalınacak kapının Hakk kapısı olduğu şuurunu diri tutmaktır zihinlerde. Dualarla arşa kanatlanırız. Mirac’ın yolları da dua taşlarıyla örülmüştür. Bizi uçuran iki kanattan biridir dua. “De ki, eğer duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? ” (Furkan, 25/77) ayeti duanın kıymetini gözler önüne sermeye yetiyor. Duanın önemiyle ilgili olarak bu Allah kelamından başka söze hacet var mı? Peki, niçin dua etmekten, Hakk’a yalvarmaktan içtinap ediyoruz? Dua etmek için ille sıkışmak, muhtaç duruma düşmek mi lazım? Kul sıkışmayınca niçin duayı ve Allah’ı hatırlamaz? Kulluğumuzun yanında dualarımız da ne yazık ki zaruret noktasında başlıyor.
Dualar besler amellerimizi, amellerimiz de dualarımızı. Secdeden gayri hiçbir şey temizlemez yürek tozunu. Dualar sabır sarmaşıklarımızı sular, yeşertir. Seherler dualarla aydınlanır, berraklaşır, güzelleşir. Şebnemlerin çiçeklere su verdiği demlerde samimiyetten beslenen dualar ruha can verir. Zikrin, fikrin ve şükrün aynı potada yoğrulmasıyla oluşan dua; mutlak güce dayanmanın ve ona güvenmenin en güzel ifadesidir. Dua kendi kendimize yetmediğimizin, Allah’ın rahman ve rahim sıfatlarının gölgesinde gönül bahçelerimizin yeşerebileceğini düşünmenin dile ve amele dökülmüş halidir. Dualar kulluğun ihyasıdır.
Dua, kulla Rabbi arasında kurulan bir rahmet köprüsüdür. Ancak bu köprüden geçilir selamet sahiline. Allah rızasını kazanmanın ve ona dayanmanın yoludur gücünü samimiyetten alan dualar… Ondan başka her neye dayanıyorsanız yıkılmaya ve çökmeye mahkûmdur. Duadır cennet yurdunun ve köşkünün altın anahtarı. Bu anahtarı daima yanınızda taşıyınız ki zor zamanlarınızda sizi selamete ulaştıracak bir güven kaynağınız ve vasıtanız olsun.
Kulun Allah’a yalvarışının en güzel zaman dilimidir seherler; karanlıkların yanında içimizi de aydınlatırlar. Yürekten dile, dilden semaya yükselen dualar; günahları yakan ateşin çırasıdır. Secdeye giderek gözyaşı döken ve aczini giryesine akıtan müminler cehennem ateşini söndürmek için gönül göklerindeki bulutlara ab-ı hayat hükmünde su taşırlar. O dualar ki rahmet ellerinin üzerimizde gezmesini, ruhumuzdaki yangınları söndürmesini sağlarlar.
Allah, kendisinden istekte bulunulanların şüphesiz ki en cömerdi ve en zenginidir. Ondan başka gidebileceğimiz kapı, ondan başka gerçek dostumuz yoktur. İçimizi karartan dünya meşakkatleri karşısında dua ikliminde soluklanırız ancak... Sevdiğim bir ilahinin “Can-ü gönülden seversen/Yalvar kul Allah’a yalvar/Maksuda ermek istersen/Yalvar kul Allah’a yalvar” dizeleri duanın kime ve nasıl yapılacağını göstermektedir. Zira O, hiçbir zaman kullar gibi, verdiğini yüzüne vurup başa kakmaz. O sabredenlerin en güzelidir; daima mühlet verir. Kulların yaptığı gibi muhataplarını sıkboğaz etmez. O’nda tolerans sınırsızdır.
Karanlık geceler içlerinde nice rahmetler ve bereketler saklarlar. Gecelerde yapılan ibadetler, dua ve niyazlar sair zamanlarda yapılanlara göre daha kıymetlidir. Kolay değildir gece uykusunu bölerek Hakk’ın divanına durmak… Şeytan bu zamanlarda kulların üzerine şer yorganını örterek onları yatağa iyice basar. Bu baskıdan güçlü iradeyle kurtulup Hakk’a dua ve niyazda bulunanların istekleri biiznillah reddolunmaz. Seherlerde üzerine güneş doğmayanlara rahmet, bereket, feyiz, lütuf ve bol rızk yağar. Günahlarına ağlayanların gözyaşları cehennemin azap ateşlerini söndürür. Ne mutlu günahına ağlayabilenlere! ...
Az yemek, az uyumak ve az konuşmak insanı meleklere yaklaştırır. Öldükten sonra zaten kabirde uyumak için yeterince zaman olacak! Fakat korkarım ki dünyada seher vakitlerinde dua ve niyazda bulunmak yerine, gaflet ve dalalet içerisinde uyuyanlar kabirde uyumaya fırsat bulamayacaklardır. Hakk âşıkları seherlerin rahmet ve bereketinden istifade etmeyi fırsat bilirler ve bu vakitleri ganimet sayarlar. Duaların Hakk’a perdesiz ulaştığı bu zamanlarda gözlerimizden akan yaşlar, ruhumuzdaki pişmanlıklar bizi selamete götürecektir.
GÖZLERİN UMUT DENİZİ
M.NİHAT MALKOÇ
Umut deniziydi gözlerin…
Gözlerinden dayandım yürek kapılarına. Yaylalardan topladığım papatyaları başına taç yapman için getirdim sana. Şair yüreğimde yoğurduğum şiirleri serenat niyetine okudum uzun gecelerde. Ay ışığı sana düşkünlüğümün tek şahidiydi. Yağmur sonrası toprak kokusu gibi doğaldı sana dair sözlerim. Aşk süvarilerini sürdüm açık denizlerine. Deniz mavisi gözlerinde kayboldum günün ortasında. Akıp giden bulutlara karıştı eylül sarısı umutlar…
Umut deniziydi gözlerin…
Mavi gökler rengini gözlerinden çaldı besbelli. O gözler ki hırpalanan benliğimin katiliydi. Gönül yamaçlarını süsleyen saçlarınla sen bir Afrodit’tin bütün güzellikleri içine hapseden. İçimdeki aydınlık, gözlerinden akan ışık demetiydi. Gözlerine değen bütün maviler hırsızdı. Seher vakitlerinin tazeliği de gözlerinin maviliğinden almıştı bahar esintisini. Gözlerin bakışların en güzeline gebeydiler… Ve bir o kadar da çırılçıplaktılar.
Umut deniziydi gözlerin…
Kirpiklerin uzaklara, hayal ufuklarına açıldığım yelkenlinin direkleriydi. Açık denizlerde fırtınalara karşı sığındığım tek limandı içinde yükselen sevgi burçları. Yılgınlığımın ilacıydı bakışlarındaki pırıltılar. Gözümün feriydi keskin bakışların. Zemheri gecelerinde içimin buzlarını eritirdi göklerinden doğan sevda güneşi. Öyle bir güneşti ki yoktu bir eşi. Karanlıklar gözlerinin aydınlığıyla dağılırdı, sabahı müjdelerdi gözlerin.
Umut deniziydi gözlerin…
Dalgalar ayaklarıma değdikçe bir annenin çocuğunu severken içinde büyüdükçe büyüyen sevgisini sende bulurdum. Nefretler kaçacak delik arardı yürek coğrafyasında. Gecelerim, gözlerinden aldığı ışıkla sabahlara ‘merhaba’ demenin hazzını duyardı bütün hücrelerinde. Yaşama dair umutlarım imkânsızlığın yalçın kayalıklarına çarparken sımsıcak bir kucak olurdun yetim düşlerime. Kanadıkça acıyan yanlarıma merhem…
Umut deniziydi gözlerin…
Bana yasaktı sevdalı bakışların. Hasta kalbimin eceliydi gözbebeklerinden çıkan zehirli oklar. Gizemler saklardın ufka dalan mahmur bakışlarında. Sevinçlerim, umutlarım ve korkularım gözlerinden neşet ederdi. Elimdi, ayağımdı, başımdı ve sımsıcak aşımdı afet gözlerin. Şiirlerim mavi gözlerinden alırdı sonsuzluk ilhamını. Sensizlik sessizliğe karışırken gönül bahçelerimde açan bembeyaz bir çiçek olurdun. Çiçekler ki kokusunu alırdı senden.
Umut deniziydi gözlerin…
Gözlerinden doğardı gün. Yirmi beşinci saatim, on üçüncü ayım, beşinci mevsimimdin sen. Çöl gecelerinde buz kesen tenime sardığım sımsıcak yorgandın. Adını yazdım bulutlara; yağmur yağdı silindi. Çöllere işledim güzelliğini; rüzgârlar kıskandı silindi. Güneşe kaldırdım eşsiz sıcaklığını, akşam oldu buz tuttu. Ay ışığına emanet ettim hatıralarını; sabah oldu çalındı. Ağlayan gözlerinde tuz tortusu olmayı ne çok isterdim; sana daha yakın olmak için.
Umut deniziydi gözlerin…
Gözlerin bütün kelimelere hükmederdi. Gözbebeklerinde beliren hüzün ateşi yüreklerimi yakardı. Bir bakışına mahkûmdu hissiyatım. Şikâyetim gül bakışına değil, zakkum bakışımaydı. Şiirdi bakışların, güzellemeydi, ağıttı en sonunda. Duygularımı tetanos edecek kadar tehlikeli paslı bir çiviydi kalbimden söküp atamadığım düne dair hatıralarım.
Umut deniziydi gözlerin…
Şimdi bana gözlerinin sürgününden özlemin yadigâr kaldı. Hatıraların gölgesinde soluklanıyorum eylülün yürek parçalayan hüznünü. Yokluğunda hayat bile kayıyor iki elimin arasından. Zamanın göklerinin karardığı bu demlerde hayalini kurmaktan başka yok gücüm. Özgürlüğüm yüreğine zincirlerle bağlı. Şimdi benden öte ‘sen’ olmuşum. Bana ya beni ya seni ver. Çöz kalbime doladığın zincirin halkalarını. Koma beni uçurumun kenarında çaresiz.
ÖMER LÜTFİ METE’NİN ZOR ZAMANLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Karadeniz’in hırçın çocuğudur gazeteci-yazar-senarist Ömer Lütfi Mete… Rizelidir kendisi. Karadeniz coğrafyasının harbiliği, hasbiliği ve hırçınlığı onun hücrelerine sinmiştir. Müslüman-Türk inancının ve örfünün ilk nüvelerini çocukluk yıllarında almıştır. Kur’an Kursu eğitiminden geçtikten sonra liseyi memleketi Rize’de bitirmiş, ardından okumak için İstanbul’a yelken açmıştır. Orada İktisat Fakültesi’nde başlayan yükseköğrenimi Eğitim Enstitüsü’nde son bulmuştur. Kısa bir süre memleketi Rize’de edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Babıâli’de Sabah, Bizim Anadolu, Tercüman, Türkiye, Yeni Haber, Ortadoğu, Yeni Şafak, Ayyıldız, Yeni Binyıl, Sabah gazetelerinde editör, yönetici ve yazar kimliğiyle basınımıza hizmet etmiştir. Kalemini Türklük, Müslümanlık ve insanlık davasına adamıştır.
Tutarlı ve onurlu bir kalem olan Ömer Lütfi Mete pek çok eser vermiştir kültür dünyamıza. Gülce (şiir) , Çığlığın Ardı Çığlık, Yerden Göğe Kadar, Asker ile Cemre, Çizme (roman) , Derin Millet Manifestosu (Köşe Yazılarından Seçmeler) , Hacıyağı ile Parfüm Arasında (Deneme) , Balonya Tüneli, İtfaiye Yanıyor (Kara Mizah) bu eserlerden bazılarıdır. Bunların yanında izleyici tarafından beğenilen “Çizme, Gülün Bittiği Yer, Bizim Yunus, T.H.E İMAM” gibi sinema filmlerinin senaryosu da onun kaleminden çıkmıştır. Herkesi ekranlara çeken Deliyürek dizisinin senaryosunu Ömer Lütfi Mete’nin yazdığını bilmeyenler az değildir. Ya Kurtlar Vadisi adlı diziye ve sinema versiyonlarına olan katkıları… Bunları pek az insan bilir. “Bizim Ev, Evlere Şenlik, Ortaklar, Avcı, Hayat Bağları, AGA, Çanakkale Destanı (Belgesel Drama) onun kaleminden çıkan diğer kıymetli dizi senaryolarıdır. “Köstekli Saat, Ayrı Dünyalar, Veysel Karanî, Ahmet Bedevi” TV filmleri de onun maharetli kaleminin değerli ürünleridir. Ya gazetelerde kaleme aldığı birbirinden kıymetli köşe yazıları…
Hayatına ayna tutmaya çalıştığım Ömer Lütfi Mete, bugünlerde hayatının en zor zamanlarını yaşıyor. Sağın yaşayan güçlü kalemlerinden Ömer Lütfi Mete, Sakarya’da geçirdiği kalp krizi sonrasında hastanelerde tedavi süreci başladı. Bugüne kadar tedavilere pek cevap vermedi. Fakat son zamanlarda kendisinde umut pırıltıları görüldüğü söyleniyor.
Bizler Ömer Lütfi Mete’nin yazılarıyla büyüdük. Onun asil ve dik duruşu bizlere örnek teşkil etti. Şeytanın mesaisini artırdığı bu zamanda O, hep meleklerin yanında Hakk’a ve hakikate omuz verdi. Yazılarında gerçeklerin nabzını tuttu. Hayata İslam’ın gözlüğüyle baktı. Dünyayı idrak etmede kullandığı ölçüler hep Kur’anî ve imanîydi. İnşallah iyileşir ve aramıza dönerse bundan sonra da öyle olacağına olan kanaatim sonsuzdur.
Ömer Lütfi Mete sermayenin yanında değil, gerçeklerin aydınlığında bulunmayı onur saydı kendine. Sermayenin düdüğünün öttüğü gazetelerde yazarken bile yağdanlık olmadı hiç… Doğru bildiği yoldan asla ayrılmadı. Geçen zaman onun düşüncelerini solduramadı. Liberalizmi özgür düşüncenin en büyük düşmanı saydı. Milliyetçi-muhafazakâr düşüncenin sözcülüğünü yapan Mete, İslamî ve insanî hassasiyetleri gelişmiş bir insandır.
Ömer Lütfi Mete’nin futbola da yakın bir alakası vardır. Futbol yorumları yerinde ve tutarlıdır. Yorumlarında taraftarlık yönünü bir kenara bırakarak ciddi analizler yaparak futbola ayrı bir pencereden bakar. Fakat bu işi becerse de ben bir edebiyatçıya futbolla bu kadar içli dışlı olmayı yakıştıramıyorum. Buna değerli hikâyeci Mustafa Kutlu’yu da dâhil ediyorum.
Son yıllarda Ömer Lütfi Mete’nin siyasetin içine daha çok girdiğini, bu alanda kalem oynattığını, hatta kitap çapında eserler kaleme aldığını görüyoruz. Onun araştırmacı-yazarlık sahasında da çok başarılı çalışmalarını görsek de ona edebî eserler daha çok yakışıyor.
Ömer Lütfi Mete, sevenlerinin dualarıyla ve Rabbimizin “Şafi” sıfatının tecellisiyle yaşayacak ve bundan sonra da şeytana ve şeytan suretlilere taş atmaya devam edecektir. Onu bu zor zamanlarında dualarımızla destekleyelim. Zira bu durumda duadan başka elimizden gelecek bir şey de yoktur. Mete; Türk basınında ve son dönem edebiyatımızda üslup sahibi bir yazardır. Ondan sağlığına kavuştuktan sonra yeni eserler bekleyeceğiz. Aramıza dön artık…
EĞİTİM, ÖĞRETMENLER VE ATATÜRK
M.NİHAT MALKOÇ
Eğitim deyince akla öncelikle öğretmen gelir. Öğretmenler eğitimin lokomotifidirler. Öğrencilere yol gösteren ve onların yarınlarının yol haritasını çizen öğretmenler, toplumun en dinamik gücüdür. Onları ne kadar güçlü kılarsak eğitim sistemi o kadar güçlü ve mukavemetli olur. Onların zayıflığı ve moral çöküntüsü, verilen eğitimin kalitesini düşürür. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin hiçbir araç öğretmenin yerini tutamayacaktır. Çünkü eğitim biraz da duygu ve isteklendirme işidir. Teknolojinin soğuk metallerinden duygu ve motivasyon sağlamasını bekleyemezsiniz. Onlar ancak seri imalat yaparlar. Oysa eğitimde farklı istek ve becerileri olan kişilerle muhatapsınız. Hepsine, ruh yapısını dikkate alarak yaklaşmak zorundasınız. Onun için öğretmen hiçbir zaman önemini ve konumunu kaybetmeyecektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, öğretmenin önemini çok iyi kavrayan liderlerden biriydi. O, Kurtuluş Savaşı’nda bu kesimden azamî derecede istifade etmiştir. Devleti kurduktan sonra da eğitim sistemini çağdaş ölçülerle donatmış, öğretmenlerin yetişmesine çok önem vermiştir. O zamana kadar kızların okullaşma oranının çok düşük olduğunu görerek bu kesime el atmış, mevcut oranı çok yukarılara çıkarmıştır. Öğretmenlerin toplumun en itibarlı kesimi olması için canla başla mücadele etmiştir. Hatta her fırsatta öğretmenlerle bir araya gelerek onlarla hasbıhal etmiştir. Bunlardan birisinde 30 Ağustos Zaferi’nden sonra Bursa’da öğretmenlere konuşmuş ve şunları söylemiştir:
“Öğretmen hanımlar, öğretmen beyler!
Bugün barış görüşmeleri için Lozan’a davet edildik.
Refet Paşa ve küçük bir birliğimiz, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ve onun gazi ordusunu temsilen İstanbul’dalar… Ve Lloyd George, Başbakanlıktan istifa etti.
Hanımlar, beyler! Bu noktaya kolay gelmedik. Öğretmenlerimiz, şairlerimiz, yazarlarımız, uğradığımız felâketin bir daha yaşanmaması için o kara günlerin sebeplerini, nasıl kan ve gözyaşı dökerek kurtulduğumuzu, en doğru, en güzel şekilde anlatacaklardır. Bu vesile ile şehitleri tazimle yâd edelim. Kurtuluşa emek vermiş asker sivil, kadın erkek, şehirli köylü, genç yaşlı herkesi minnetle selamlıyorum.
Şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Dünyanın hiç bir kadını, ‘Ben vatanımı kurtarmak için Türk kadınından daha fazla çalıştım’ diyemez. Ama bilelim ki bugün ulaştığımız nokta gerçek kurtuluş noktası değildir. Kurtuluşa ancak uygar, çağdaş, bilime, fenne ve insanlığa saygılı, istiklalin değerini ve şerefini bilen, hurafelerden arınmış, aklı ve vicdanı hür bir toplum olduğumuz zaman ulaşabiliriz.
Öğretmenler! Ordularımızın kazandığı zafer, sadece eğitim ordusunun zaferi için zemin hazırlamıştır. Gerçek zaferi, cahilliği yenerek siz kazanacak, siz koruyacaksınız. Çocuklarımızı ve geleceğimizi ellerinize teslim ediyoruz. Çünkü aklınıza ve vicdanınıza güveniyoruz.”
Unutulmamalıdır ki her insan ilgi ve sevgiyle motive edilir. İltifatın, sevgi ve hoşgörünün açamayacağı kapı yoktur. Atatürk bunu çok iyi bildiği için öğretmenleri sık sık toplamış, onlara değer verdiğini, güvendiğini hâl ve hareketleriyle göstermiştir. Günümüzde böyle yaklaşımlar görülmediği için öğretmenler kendilerini yalnız hissediyorlar. Eskisi gibi istekli ve heyecanlı olamıyorlar. Yöneticilerimizin öğretmenleri unutmadığını, onlara güvendiğini, kıymet verdiğini her fırsatta hissettirmesi şarttır. Para veremiyorsanız bari yürek verin. Çok kere paranın kazandıramayacağı isteklendirmeyi bir çift güzel söz kazandırabilir.
Öğretmenler bu toplumun can damarıdır. Öğretmene ne verirseniz ondan ancak onu alabilirsiniz. Bu kesimi üzmeyelim, sürekli onurlandıralım. Öğretmenler her türlü iltifata ve ödüle fazlasıyla lâyıktır. Onları çok seviyoruz ve onlara her zaman güveniyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin yılmaz bekçileridir öğretmenler… Cumhuriyetimiz ve geleceğimiz emin ellerdedir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Yarınlarımız daha da aydınlık olacaktır.
OSMAN YAĞMURDERELİ’NİN ARDINDAN
M.NİHAT MALKOÇ
Ebediyete uğurladığımız Osman Yağmurdereli, Türkiye’nin çok sevdiği ve değer verdiği bir şahsiyetti. O, birçok karpuzu bir koltukta taşıyabilen müstesna bir değerdi. Babasının vasiyetini yerine getirmek için geçen yıl siyasete atılmıştı. Onu en son AKP’nin Trabzon mitinginde yakından görmüştüm. Ani bir kararla siyasete girmişti. İstanbul’dan milletvekili adayı olmuştu. İstese Trabzon’dan da aday olup kazanabilirdi; fakat O, bu şehrin mevcut vekillerinin önüne geçmek istemiyordu. Kendisini Trabzon’un dokuzuncu vekili olarak görüyordu. Ondaki Trabzon ve Trabzonspor sevgisi kelimelerle ifade edilemezdi.
Osman Yağmurdereli, Trabzon’un Yenicuma Mahallesinde doğup büyümüştü. Babası Zeki Yağmurdereli siyasette uzun yıllar hizmet vermişti. Demokrat Parti’nin ve Adalet Partisi’nin Trabzon teşkilatlarını kurmuş; sonra Trabzon’dan 12. dönem milletvekili olmuştu.
Osman Yağmurdereli gerçek bir Trabzonlu’ydu. Türkiye’nin parmakla gösterilen bir ismiydi O… Şarkıcıydı, yapımcıydı, milletvekiliydi. Fakat bunlara rağmen hiç de kibirli değildi. Yüzü hep güleçti, sevgi ve hoşgörü onun hayat felsefesinin temeliydi. Sevenleri çoktu, fakat onu çekemeyenler de az değildi. Magazinciler onun kanser hastalığına reklâm dediler. Ona inanmadılar, ‘hasta değil’ dediler. “Kendini gündemde tutmak için hastayım diyor” diyenler oldu. Ama O, kişilik sahibi, mert bir insandı. Böyle şeylere ihtiyacı yoktu.
Merhum Osman Yağmurdereli, ilkokulu 3. sınıfa kadar Trabzon Kurtuluş İlkokulu’nda okumuştu. Daha sonraki öğrenimine babasının milletvekili olması sebebiyle Ankara’da devam etti. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Müzik Bölümü’nü bitiren Yağmurdereli, bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra 1975’te yorumcu sanatçı olarak sanat çalışmalarına başlamıştı. Osman Yağmurdereli müzik hayatı boyunca iki kaset yapmıştı… Biri 1990 yılında Nilâ Plak tarafından çıkarılan ‘Nişan Yüzüğü’, öteki de 1992 yılında Elenor Plak’tan çıkan “Sarışın”… Bu iki plak onu şöhrete taşımaya yetmişti.
Trabzonlu Osman Yağmurdereli 55 yıllık hayatına çok şey sığdırdı. “İz Peşinde” adlı dizide “Komiser Esat” karakteriyle oyunculuğa adım atan Yağmurdereli, 1988’de Yağmur Ajans’ı kurarak yapımcılığa başladı. Osman Yağmurdereli “Aşkım Aşkım”, “Dicle”, “Elveda Derken”, “Sessiz Gemiler”, “Karınca Yuvası”, “Sev Kardeşim”, “Köpek”, “Kınalı Kar”, “Melekler Adası”, “Hırçın Menekşe”, “Serseri”, “Baldız Geliyorum Demez”, “Yılan Hikâyesi”, “Marziye”, “Sakin Kasabanın Kadını”, “Yalan”, “Yeni Bir Yıldız”, “Ay Işığında Saklıdır”, “Bir Aşkın Bittiği Yer”, “Nefes Alamıyorum”, “Bizim Mahalle”, “Bir Kadın Düşmanı”, “Duygu Çemberi” gibi sevilen birçok dizi ve filmin yapımcılığını üstlendi.
Yakın zaman evvel aramızdan ayrılan Osman Yağmurdereli nefret etmesini bilmeyen, herkesi dost gören bir kişiydi. Dostlarının ifadeleri hep bu doğrultudadır. “Devlet Sanatçısı” unvanı da taşıyan yapımcı Osman Yağmurdereli, beş yıl üst üste “Altın Kelebek En İyi Yapımcı Ödülünü” aldı. Bir dönem Trabzonspor Basın Sözcülüğünü de yapan Yağmurdereli, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AK Parti’den İstanbul 2. Bölge milletvekili seçildi.
Çok geniş bir sanat çevresi vardı Osman Yağmurdereli’nin. Pek çok genç ve yetenekli ismi sanat dünyasına kazandırmıştı O... Parayı hep ikinci planda gördüğü için, çok çalışmasına rağmen zengin olamamıştı. Fakat O, mal zengini olamasa da gönül zenginiydi. Dostlarının sevgisini en büyük zenginlik olarak görüyordu. Geçmişine ve değerlerine bağlı medenî bir insandı. İnançlı bir kişiydi. Fakat bağnaz değildi. Her kesimden dostları vardı. Herkesle anlaşmasını, gönül almasını bilirdi. Milletvekilliğiyle hastalığı ne yazık ki çakıştı. Milletvekili olmanın hazzını doyasıya yaşayamadı. Hastalığın hüznüyle vekilliğin getirdiği mutluluğu aynı potada eritti. Yine de olabildiğince tebessümle baktı hayata.
Şişmanlığı hiç kimseye yakıştıramasam da Osman Yağmurdereli’ye yakıştırıyordum. O tontonluğuyla daha bir sevimli görülüyordu. Yağmurdereli şimdi İstanbul Boğazına bakan ebedî istirahatgâhı olan Aşiyan Mezarlığı’nda son uykusuna dalmış. Allah rahmet eylesin.
YOZLAŞMANIN NERESİNDEYİZ?
M.NİHAT MALKOÇ
Zor bir çağda yaşadığımız aşikâr… Bilmem bu fikrime katılır mısınız? Zorluğu bir değil ki yirmi birinci asrın…. Her şeyden evvel dünya yaşlı adamlar tarafından yaşlı fikirlerle yönetiliyor. Her ne kadar teknoloji çağında yaşıyorsak da kafa yapılarımız birkaç asır evvelkinden hiç de farklı değil. Zaman su gibi akmış ama belleğimiz o derecede tazelenmemiş. Fikirlerimiz hâlâ yerinde sayıyor. İki ileri bir geri gidiyoruz.
Bu zamanın en büyük hastalığı şüphe yok ki ahlâkî kayıtsızlıktır. Mantık çerçevemiz ne yazık ki her geçen gün küçülüyor. Oysa değişimin mantığı, bu çerçevenin genişlemesini öngörüyor. Kayıtsızlık almış başını gidiyor. Başını kuma gömen insanlık, kendi iç dünyasına hapsolmuş… Öyle ki gözler ışıkla yüz yüze gelmemek için kapandıkça kapanıyor.
Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak, tereddi etmek anlamlarını içeren yozlaşma kavramı, bahtımıza set çeken büyük bir engeldir. Bunu aşamadığımız sürece bugünlere hapsolmaya mahkûmuz. Böyle kaldıkça yarına ışık götürme hayalimiz de sözde kalacaktır.
İyi veya kötü, değişim sınır tanımıyor. Şimdilik insanî kimliğimiz kısmen korunsa da kültürel kimliğimiz çoktan ayaklar altına alınmıştır. Kendini reddetmeyle başlayan ve gelişen bu süreç, bozulmaları daha da hızlandırarak farklı tutumları mutlak değer kabul ediyor. Değerler anaforundaki gelgitler kimliğimizin yeni rengini ve şeklini belirliyor.
İyi niteliklerimizi her geçen gün yitiriyoruz. Bunun sınırları ve çerçevesi kişiden kişiye değişse de mutlak manada bir kaybın süregeldiği ve öylece gittiği, inkârı kabul bir durum değildir. Peki, yerlerine yenilerini koyabiliyor muyuz? Başka bir açıdan bakarsak, yeniler eskileri karşılıyor mu? Dökülen su bardağı doldurmaya muktedir mi?
Çağdaşlaşmak için bizi biz yapan asırlık kıymet hükümlerini bir celsede boşamak elzem midir? Uyuşmuyor mu dünün değer yargılarıyla bugünküler? Şayet öyle düşünülüyorsa bu mantık açmazına kim ya da kimler yol açıyor? Değer yargılarının zamanla değişmesi normal midir? Değişen dünyanın neresinde durmalıyız? Uyum problemlerinin çözümü teslimiyet midir? Sorular zihnimizi kemirdikçe meselenin bir sarmaşık misali ruhumuzu sardığını anlayabiliriz. Bu sarmaşığı çözüp sarmaldan kurtulmak bizim elimizde değil midir?
Çözümü uzaklarda aramak asırlık gafletimizdir. Bu yozlaşma düğümünü düğümü atanlar çözebilir. O zaman doktor da, hasta da aynı mı? Yaşadıklarımıza öğrenilmiş çaresizlik demek yanlış olmaz. Aslında çaresiz değiliz hiçbir zaman. Fakat bir kere çaresiz olduğumuza inandırmışız kendimizi. Hissiyatımız mahkûmiyet psikolojisi içerisinde kıvranıyor.
Bu hayatın yoz çizgilerini çizenler perde arkasından neticeyi merakla bekliyorlar. Dört koldan kuşatılmışız hayatın orta yerinde. Her türlü çıkış yolu açık olsa da ruhumuzun kavşaklarında müfrezeler nöbet tutuyor. İkna timleri geceleri bile gözlerini kırpmıyor. Kalbimizin mutmain olması için yeni stratejiler geliştiriyorlar. Kanmamak lazım hiçbirine.
Karşımıza dikilen suretler, karanlığı aydınlık göstermenin uğraşı içindeler. Ellerindeki kırmızı kalemlerle ruhumuzun güzergâhını çiziyorlar. Yüzlerinden gülücükler yayılsa da içlerindeki kin ve nefret, basiretli gözlerden kaçmıyor. Bizden biriymiş gibi karşımıza dikilerek, ilk fırsatta saflarını kaydırıyorlar. Onlarla birlikte safların safları da kayıyor. Saflar bir kez değişmeye ve dönüşmeye görsün hakikatler anında ters yüz olur; öyle de oluyor.
Dört koldan saldırılara karşı tutunmak, sağlam izanla ve kalbe değen ezanla mümkündür. İmbikten çekilen fikir kırıntıları zayıfsa, kolayca yön değiştirebilirler. Nezaketin dayanılmaz hafifliğiyle karşımıza çıkanlar, ruhumuza iliştirdikleri maymuncuklarla gönül kapılarımızı açarak, iç dünyamızı parselleyebilirler. Kapılara müfrezeler yerleştirmekten başka tedbir de yoktur. Bu müfrezeler de mazinin ayakta kalan ve canlılığını muhafaza eden kaidelerinden başka bir şey değildir. Onlara ne kadar sıkı sarılırsak kurtuluştan o derece emin oluruz. Kim ne derse desin yarınlarımız dünün güçlü ışıklarıyla aydınlanacaktır.
YURDUNU KAYBEDEN ADAM: CENGİZ DAĞCI
M.NİHAT MALKOÇ
Bugün dünyanın pek çok yerinde Türk kökenli insan yaşamaktadır. Bunların bir kısmı belli bir devlet teşkilâtına sahipken, bir kısmı da topluluk hâlindedir. Bir zamanlar kendilerine ait müstakil bir vatanı olan Kırımlılar, günümüzde ancak bir topluluk hâlinde varlıklarını sürdürebilmektedirler. Yıllardır acılar içinde adeta sürgün hayatı yaşayan bu insanlar, hâlâ Türklüklerini muhafaza etmektedirler. Kırımlılar acılarla dost yaşamaya çoktan alışmış.
Bilindiği gibi Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’na katılarak mevcut sıkıntılarına yenilerini eklemişi. Kuşkucu bir millet olan Ruslar, hiçbir zaman Türkler’e güvenmiyorlardı. Bu nedenle Türk kökenli topluluklara daima şüpheyle bakmışlardır. Ruslar, Türk kökenli insanlara daima zulüm yapmışlar. İkinci Dünya Savaşı esnasında, güvenmedikleri Türkler’i yerlerinden, yurtlarından kopararak sürgüne göndermişlerdir. Onların sözde muhtemel bir düşman ittifakı planını, akıllarınca ortadan kaldırmışlardır. Bir kısım topluluklar tekrar memleketlerine döndüler. Fakat Kırımlılar’a bu hak verilmedi. Güvendikleri Kırımlılar’ı İkinci Dünya Savaşı sırasında kendi saflarına alıp, düşmana karşı bir kalkan gibi kullandılar. Bunlar arasında Kırımlı meşhur romancı ve hikâyeci Cengiz Dağcı da vardı.
Cengiz Dağcı, İkinci Dünya Savaşı başladığında Rus ordusuna alınarak belli bir süre eğitilmiş; daha sonra teğmen rütbesiyle savaşa iştirak etmek zorunda kalmıştır. Oysa O ve onun gibi pek çok Kırımlı, savaştan evvel insan yerine bile konulmuyordu. Onun çocukluğu kıtlıklar, zelzeleler ve Rus milislerinin korkusuyla geçmiştir. Babası Emir Hüseyin, elindeki tarlayı ekip biçerek geçiniyordu. Fakat daha sonra tarlaları da ellerinden zorla alınmıştır. Bu sefer kendi toprakları üzerinde ırgat olarak çalışmak durumunda kalmışlardır. Ruslar bir gün Cengiz Dağcı’nın bütün sülâlesini alıp götürmüştür. Kendisi ve annesi yedi kardeşiyle beraber ortada kalmışlar. Açlık ve sefalet yılları başlamış onlar için… Çok şükür ki babası, bir yıl hapis tutulduktan sonra salıverilmiştir. Bundan sonrası da kıtlıklar içinde geçmiş. Karınları doymamış hiçbir zaman… Yarı aç, yarı tok, yarı çıplak yaşamışlar uzun yıllar boyunca.
Bütün yoklukları ve sefaletleri yaşamış olan Cengiz Dağcı, yıllardır zulüm gördüğü Ruslar’ın yanında Almanlar’a ve onun gibi pek çok devlete karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Bu onun iradesi dışında gerçekleşmiş bir durumdu şüphesiz… Savaş sırasında Almanlar’a esir düşmüş. Bu sefer de kendisi için Alman esir kamplarında zulüm ve işkenceler başlamıştır. Almanlar uyanık davranarak Türkler’den oluşan esirleri, Ruslar’a karşı savaştırmıştır. Almanlar 1941 yılında Kırım’ı işgal etmişlerdir. Almanlar, Kırımlılar’a, Ruslar’a nazaran daha iyi davranmışlardır. Onları, Ruslara karşı oluşturdukları orduda hazır güç olarak kullanmışlardır. Fakat Kırım 1944’te tekrar Ruslar’ın eline geçmiştir. Bu sefer Kırım Türkleri’ne karşı büyük bir soykırım başlatan Ruslar, onları hayvan katarlarına bindirerek aylar süren uzun yolculuklardan sonra yurtlarından ayırmışlardır. İşkence etmişler onlara.
Esir kamplarından sağ salim kurtulan Cengiz Dağcı, önce Polonya’ya, oradan da İngiltere’nin Londra şehrine geçmiştir. Hâlâ burada yaşamaktadır. Yaşı sekseni bulmuş bu insan, ömrü boyunca yurdundan ayrı kalmanın acısını ta iliklerinde hissetmiştir. Onlarca romanında, kendisinin de bir mensubu olduğu Kırımlılar’ın çektiği acıları anlatmıştır. Aslında romanlarındaki başkahraman hep kendisidir. Çünkü O, hadiseleri uzaktan seyretmemiş, aksine içine girerek tecrübe etmiştir. Yazdığı “Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Onlar da İnsandı, O Topraklar Bizimdi, Badem Dalına Asılı Bebekler, Ölüm ve Korku Günleri…” vb. eserlerde hep Kırımlılar’ın dramına tercüman olmuştur. Eserleri ve kendiyle ilgili olarak yaptığı şu değerlendirme, Onun bizden biri olduğunu gösteriyor: “Elhamdülillah Türk’üm, Müslümanım ve bu notlarımda(eserlerimde) yazdığımın hepsinin hakikat olduğuna yemin ederim.” Bu ifadeler de gösteriyor ki Cengiz Dağcı yaşadıklarını roman türünde yazarak okuyucusuyla paylaşan realist(gerçekçi) bir romancıdır. Onu ısrarla okumalıyız. Çünkü onu okursak bağımsızlığın kıymetini daha iyi anlar, Rusların gerçek yüzünü görürüz.
BÜYÜK TÜRK MİLLİYETÇİSİ ATATÜRK
M.NİHAT MALKOÇ
Ölmek, bedenen dünyadan ayrılmaktır. Vücudumuzun hammaddesi olan et ve kemiğin aslında pek bir değeri yoktur. Çünkü bütün varlıkların kendilerine ait vücutları vardır. Bu, bizim hayvanlarla olan ortak vasfımızdır. Oysa insanı değerli kılan ve ölümsüzleştiren ruhtur. Allah ruhumuza değer vererek bizi muhatap kabul ediyor. Düşünme, doğruyla yanlışı ayırt etme kabiliyeti olarak tanımladığımız muhakeme, bizi biz yapan değerlerin başında gelir. İnsan, muhakeme gücüne sahip olduğu için kâinatın özüdür; her şey ona nispetle anlam kazanır. Onun için bedenin dünyayla irtibatını kesmesi, maddeden ölüm olarak görülse de gerçek ölüm adımızın, sanımızın unutulmasıdır. Dünyadayken savunduğumuz fikirlerle insanların gönlünde yer edinebilmişsek bu ölümsüzlüğün kapısını açar biz fânilere…
Ölümsüzlüğe kanatlanan, Türk tarihinin ölmez kahramanlarından biridir Atatürk! …. Atatürk, maddeden aramızdan ayrılalı on yıllar oldu. Fakat O, yaşarken ne kadar gündemdeyse bugün de en az o kadar gündemdedir. Onu, vefakâr Türk milleti unutmadı. Bundan sonra da hep diri kalarak gündemden düşmeyecektir. Çünkü onun savunduğu değerler, insanlığın temel dinamikleriydi. İnsanlık var oldukça bu ilkeler hayatımıza yön verecektir. Gazi, milletinin maddî ve manevî hususiyetlerini çok iyi biliyordu. Hiçbir sosyolog onun kadar milletinin sosyal vasıflarına vakıf değildi. O nedenle kısa zamanda çok büyük yol kat etmiştir. Milletini çok seven Atatürk, halkıyla bütünleşmişti. Milletini hor ve hakir görmemişti. O, Türk halkının bütün özelliklerini şu ifadeleriyle yansıtmıştır:
“Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir... Türk milleti millî birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir… Türk milletinin tarihî bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medenî
âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır...”
“Giriştiğimiz büyük işlerde, milletimizin yüksek kabiliyet ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur.”
“Türk kuvvet ve zekâsının yenmediği ve yenemeyeceği güçlük yoktur.”
“Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir... Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
“Türk, esirlik kabul etmeyen bir millettir.”
“Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”
“Türk’ün haysiyeti, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür.”
“Türk milleti güzel her şeyi her medenî şeyi, her yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat muhakkaktır ki, her şeyin üstünde takdir ettiği bir şey varsa o da kahramanlıktır.”
“Bizim milletimiz, vatanı için, hürriyeti ve egemenliği için fedakâr bir halktır.”
“Bizim başka milletlerden hiç bir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz.”
Atatürk, gerçek Türk milliyetçisiydi. O, milliyetçiliği kafatasının şekli boyutunda basit ve ilkel bir anlayışla ele almamıştır. O, milliyetçilikte ait olma bilincini esas almıştır. Türk oluşunu en büyük övünç kaynağı olarak görmüştür. Bunu şu sözüyle dile getirmiştir:
“Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklük’ten başka bir şey değildir.”
Türk Milleti, İslâmiyet’ten evvel de, sonra da üstün bir ahlâk üzere yaşamıştır. Asalet bu milletin kanında vardır. Pek çok millet tek Tanrı inancını reddedip putlardan medet umarken Türkler tek Tanrı inancını esas alarak inandıkları yüce kudrete “Gök Tanrı” ismini veriyorlardı. Müslümanlığın kabulüyle mevcut asaletleri imanın nuruyla daha da inkişaf ederek bugünkü şeklini aldı. “Alp” idiler, “Alperen” oldular. Bu yeni durum onları daha da güçlü kıldı. Anadolu’nun fethi ve İslamlaşması bu “alperen” ruhunun üstün eseridir.
Irklar arasındaki fiziksel farklılıkların insanların yeteneklerinde değişimler oluşturduğunu ve bazı ırkların ötekilerden üstün olduğunu savunan anlayışa “ırkçılık” diyoruz. İnsanları derilerinin rengine göre beyaz, siyah, sarı, esmer ve kızıl olarak ayıran bu anlayış, nerden bakarsanız bakın, sakattır. Öte yandan inançla ırk kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Türkler Müslüman olduktan sonra milliyetlerini değiştirmediler. Zaten milliyet irsî bir kavramdır; ne sonradan elde edilebilir, ne de değiştirilebilir. Nasılsa öyle kalır. Bunun yanında insanın milletini sevmesi çok tabiîdir. Hiç kimse milletini ve milliyetini sevip kabullenmekle suçlandırılamaz. Yeter ki başka milletleri ve milliyetleri tahkir etmeyelim. Dinle milliyeti birbirine karıştırmak, yanlış sorulan bir soruya doğru cevap verilmesini beklemek kadar abestir. Din ayrı, milliyet ayrıdır. Birinin varlığı ötekine engel değildir.
Lâyık olunmayan kuru övgü ve hamaset büyük milletlerin şiarı değildir. Övünmek için de övgüye lâyık olmak gerekir. Mazide donup kalmak ve geçmişle övünüp durmak geleceğe hiçbir katkı sağlamaz. Çok şükür ki ecdadımız, arkasında büyük bir manevî miras, şan ve şeref bırakmıştır. Onun için ne kadar övünsek azdır. Lâkin maziden günümüze ulaşan bu değerleri tüketmemeliyiz. Onlara yeni başarı halkaları eklemeliyiz. Ancak o zaman milliyetimizle iftihar etme hakkına sahip oluruz. İnsanlar milliyetlerini inkâr etmemelidir. Bu bizim hüviyet cüzdanımız hükmündedir. Türklüğün esas olduğunu, milliyetimizi baş tacı etmemiz gerektiğini söyleyen Atatürk, bu mevzûyu kendi üslûbunca şöyle dile getiriyor:
“Bu memleket tarihte Türk’tü, hâlde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”
“Türklük esastır. Bu mevcudiyeti tarih içinde araştırmak, birbirini izleyen bir tarih zinciri içinde tespit edilecek Türk medeniyeti ile övünmek yerinde olur. Fakat bu övünmeye lâyık olmak için bugün çalışmak lazımdır.”
Tarihe baktığımızda liderlerin, idare ettikleri ülkelerin kaderlerini belirlediklerini görüyoruz. Yeni Türkiye’nin kurucusu, modernleşmenin öncüsü Atatürk, az zamanda çok ve büyük işler yaparak bütün dünyanın dikkatini, bir zamanlar “hasta adam” olarak nitelendirilen ve paylaşılmaya kalkışılan Türkiye üzerine çevirmiştir. Esir ve mazlum milletler de bu başarıdan esinlenmiştir. Atatürk onlara da model olmuştur. Bu harikulâde tekâmülün mimarı kendisi olmasına rağmen O, başarıyı daima milletine mal etmiştir. Hiçbir zaman bu muvaffakiyetlerden kendisine aslan payı çıkarmamıştır. “Büyük şeyleri büyük milletler yapar” diyerek milletinin azametini ön plana çıkarmıştır. Daima ekip çalışmasına inanmış ve bunu tatbikatlarıyla bizzat göstermiştir. Bu konuda söyledikleri ne kadar da manidardır:
“Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların, yaptığı siyasî ve sosyal inkılâpların gerçek sahibi kendisidir. Milletimizde bu kabiliyet ve tekâmül var olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret yeterli olamazdı.”
“Bu millet, kılı kıpırdamadan dava uğruna canını vermeye razı olmasaydı ben hiç bir şey yapamazdım.” …“Giriştiğimiz büyük işlerde, milletimizin yüksek kabiliyet ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur.”
Bugün krallar, kraliçeler, imparatorlar, dükler tarihin çöp sepetinde çırpınırken Atatürk yirmisinde bir delikanlı gibi milletinin yüreğinde ve hayallerinde yaşıyor. Çünkü O, içinden çıkmış olduğu milleti ‘koyun’, kendisini ‘çoban’ olarak görmedi. Halkıyla omuz omuza, yan yana, el ele aydınlık ufuklara yürüdü. “Ben” demedi, “Biz” dedi. Halkını ezmedi. Ne yaptıysa milleti için yaptı. O millet de bir vefakârlık örneği göstererek onun görüşlerini, manevî şahsiyetini hakkıyla yaşattı. Unutulmamalıdır ki milletinden kopuk yaşayan, halka rağmen doğru da, yanlış da olsa kendi fikirlerini tek alternatif olarak sunan despot liderler eninde sonunda yok olmaya mahkûmdur. Onun içindir ki Atatürk, cumhuriyetle daha da büyümüştür.
Atatürk gibi gerçek bir Türk milliyetçisine sahip olduğumuz için ne kadar gururlansak azdır. Fakat bizler fert ve millet olarak onun yolundan giderek ülkemizin çağdaş medeniyet seviyesine erişmesine katkıda bulunmalıyız. Atatürk’ü sevmek ve onun izinde olduğumuzu ispatlamak hamaset dolu kuru laflarla olmaz. Bugün Atatürk üzerinden politika yürütenlerin çoğunun Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü gerçek anlamda anla(ya) madıklarını görüyoruz.
GÜRCİSTAN İZLENİMLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon’dan Çıktık Yola…
Diyar diyar gezmek, farklı yerler görmek, herkes gibi benim de en büyük isteğimdir. Gezmek söz konusu olunca fırsatları muhakkak değerlendiririm. Fırsatı kaza etmem. Gürcistan’a arkadaşlar tarafından gezi düzenleneceğini duyunca ben de bu geziye dâhil olmak istedim. Geziyi düzenleyenler gönül dostlarımızdı. 23 Mayıs 2008 Cuma gününün ikindi saatlerinde Trabzon’dan bir minibüs dolusu dost insanla Batum’a gitmek üzere yola çıktık. Yola çıkarken yarısı boş olan minibüs sahil şeridindeki ilçeler bir bir geçilirken doldu.
Bir zamanlar işkenceye dönüşen yolculuklar yeni yolun hizmete açılmasıyla zevk haline dönüştü. Sahiller tahrip edildi ama neticede güzel bir yol kazanılmış oldu. Sahil boyunca akşam güneşini de yanımıza alarak masmavi denizi seyrederek Trabzon’un ilçelerini birer birer geçtik. Yomra, Sürmene, Of derken Rize’ye vardık. Rize’de akşam yemeği için mola verdik. Rize’de Özel Şahika İlköğretim Okulu’ndaki dostlarımız bizi bekliyordu. Sağ olsunlar bizler için mükellef bir akşam yemeği hazırlamışlardı. Akşam yemekleri ve tatlılar yenildi. Çayın memleketinde tavşankanı Rize çayları yudumlandı. Ardından yolcu yolunda gerek deyip yola devam edildi. Gürcistan’a giden yollar hızla tükeniyordu. Bugüne kadar Rize’den öteye geçmemiş birisi olarak buradan ötesini merak ediyordum.
Artvin’in Hopa ilçesine vardığımızda Sarp Sınır Kapısı’na çok yaklaştığımızı öğrendim. Hopa’dan Sarp’a 15 dakikalık bir mesafe var. Bizler koyu bir muhabbete dalmışken arabamız kısa zaman içerisinde Sarp Sınır Kapısı’na varmıştı. Yıllardan beri adını duyduğum Sarp Sınır Kapısı’ndaydık artık. Sınır kapısına geldiğimizi gösteren en büyük emare tır kuyruklarıydı. Bu yaşa kadar hiç bu kadar tırı bir arada görmemiştim. Bu tır kuyruğu ancak sabaha doğru Gürcistan’a geçiş yapabilirdi. Tır şoförlerinin işinin ne kadar zor olduğunu bu manzarayı görünce daha iyi anladım. Adamlar sabır küpüne dönmüşler.
Sarp Sınır Kapısı’nda pasaport işlemlerimizi yapmak üzere arabamızdan indik. Yurtdışı çıkış harcı önceden yetmiş milyon olarak tahsil ediliyordu. Şimdi herkesten 15 YTL yurtdışı çıkış harcı alıyorlar. Yurtdışı çıkış harcımızı ödedik, pasaportlarımızı kontrol ettirip Gürcistan pasaport kontrol noktasına doğru hareket ettik. Sarp Sınır Kapısı hantal bir yapıya sahip… Buranın kısa zamanda modern bir yapıya kavuşturulması itibar açısından büyük önem arz ediyor. Şahsî kanaatime göre ülkelerin aynası sınır kapıları ve havaalanlarıdır. Çünkü yabancılar bu noktalarda edindiği ilk izlenimleri kolay kolay unutamıyorlar.
Türkiye-Gürcistan sınırının uç noktalarında iki önemli sembol dikkatimi çekti. Türkiye sınırının sıfır noktasında çift şerefeli güzel bir cami inşa edilmiş. Gürcü tarafındaki hâkim bir tepede de ışıklandırılmış büyük bir haç işareti dikkatlerden kaçmıyor. Bu iki sembol, iki farklı dünyayı getirdi gözlerimin önüne: İslam âlemi ve Hıristiyan dünyası… Tabii ki bizler herkesin inancına saygılıyız. Osmanlı’nın torunları olan bizler sevgiyi Yunus Emre’den, hoşgörüyü Mevlana’da miras almışız. Fakat bu iki sembol sanki birbirlerine nispet diye duruyorlar hâkim noktalarda. İki farklı dünyayla karşı karşıya olduğunuzu hatırlatıyorlar size.
Rusya’nın dağıldığı ilk yıllarda bağımsızlığını ilan eden ülkelerde çok büyük sıkıntılar yaşanmış, fakat şimdi sular durulmuş gözüküyor. Sınır kapılarında sabahlara kadar beklemeler dünde kalmış. Gürcü pasaport kontrol noktasında hiçbir zorluk yaşamadık. İlk kez bu sınır kapısından geçenlerin bilgisayara kayıt işlemleri biraz uzuyor. Onun haricinde her şey yolunda gitti. Fakat arabanın geçişi kişilerin geçişinden daha uzun sürüyor. Bizler Gürcü tarafına geçtikten sonra epey bir süre arabamızın geçiş işlemlerinin bitmesini bekledik.
Burdan yüz metre ötede Türkiye yer alıyor. Türkiye ile Gürcistan bu noktada ayrılıyor. Burada ilgimi çeken şu oldu. Gürcistan tarafına geçer geçmez çok güzel bir sahille karşılaştık. Türkiye tarafında dalgakıranlar, Gürcistan tarafında bir uçtan öbür uca uzanan kumsal… Bizim tarafın denizinin maviliği kirden, çöpten görülmüyor, Gürcü tarafı tertemiz… Bu manzara karşısında hayretimi gizleyemedim. Gürcistan’a gıpta ettim; halimize üzüldüm.
Gürcistan Topraklarında…
Arabamızın ve kendimizin geçiş işlemleri tamamlandıktan sonra Batum’a gitmek üzere Sarp Sınır Kapısı’ndan hareket ettik. Sınırın Gürcistan tarafında da uzun bir tır kuyruğu sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu. Fakat bu gidişle belki sabahın ilk ışıklarını beklemek zorundalar. Bu tırların tamamına yakını Türk plakası taşıyor. Sarp üzerinden sadece Gürcistan’a değil, Azerbaycan’a ve diğer Kafkas ülkelerine mal sevkıyatı yapılıyor.
Sarp Sınır Kapısı’ndan başlayıp kilometrelerce uzayan Gürcistan’a ait Gonio plajları ilgimizi çekiyor. Çoruh Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü noktaya kurulan Gonio, küçük bir sahil kasabası görünümünde… Nehrin iki yakasındaki Ahalsopeli ve Adlia, uzun bir taş köprü ile birbirine bağlanmış. Bu köylerin halkı geçimlerini çiftçilikle sağlıyorlar.
Ben Giderim Batum’a Batum’un Batağına…
Batum’a giden yolun üzerinde bize bu gezide rehberlik edecek arkadaşı arabamıza alıyoruz. Gecenin karanlığı bizi biraz daha içine çekerken ayın sönük, cılız ışığı önümüzü aydınlatmaya çalışıyor. Önümüzde bizi sanki sonsuzluğa çağıran, her tarafı ağaçlarla çevrili, gösterişli ağaçların adeta tünel görünümüne büründürdüğü uzun bir yol var. Sarp Sınır Kapısı insanların hayata ve tabiata bakışını ne kadar da değiştirmiş. Bizim yolların etrafı çıplakken Gürcü tarafın yolları görkemli ve bakımlı ağaçlarla kenetlenmiş, süslenmiş… Yol güzergâhını ağaçlandırmak nedense bizim yetkililerin aklına hiç gelmemiş. Bizim yollar Gürcistan yollarına hiç benzemiyor. Arazi yapısı da şaşırtıcı bir biçimde bir anda değişiyor. Türkiye tarafındaki engebeli arazi gidiyor, yerini dümdüz bir arazi alıyor. Yollar alabildiğine düz ve geniş… Türkiye tarafındaki keskin dönemeçlere bu coğrafyada rastlamıyoruz. Yol ilerledikçe yol kenarında sıralanan elektrik direklerinin lambalarının aydınlığı iyice belirginleşiyor.
Bize yardımcı olmak için sınıra kadar gelen rehberimiz Batum’a iyice yaklaştığımızı söylüyor. Yol kenarında genelde tek katlı, bazıları da iki katlı olan evler sıralanmış. Evlerin en büyük özelliği bahçe içerisinde olmaları… Bizdeki beton yığını çok katlı binaları yol güzergâhında göremiyoruz. Evlerin geleneksel mimarisi ve sıcaklığı görenleri cezbediyor. Betonun soğuk yüzüne burada rastlamıyoruz. Sarp-Batum arası yarım saat çekiyor ancak. Göz açıp kapayıncaya kadar Batum’da buluyorsunuz kendinizi. Batum içine çekiyor sizi.
Batum’a giden insanların ilgisini çeken üç şey var: Bunlar; boylu boyunca uzanan düz arazi, uzun ve geniş plajlar ve doğanın emsalsiz yeşilliği… Benim de ilgimi bunlar çekti doğal olarak. Karadeniz aynı Karadeniz ama Samsun’dan Hopa’ya kadar göremediğimiz plajlar sınırın hemen öte yanında başlıyor ve görenleri kıskandırıyor. Demek ki bizler denizi doldura doldura, dalgakıranları sıralaya sıralaya bugünkü sevimsiz manzarayı çıkarmışız ortaya. Denizi ellerimizle katletmişiz. Bunun başka bir mantıklı açıklaması olmasa gerek.
Batum, Acara Özerk yönetim merkezidir. Batum düz bir arazi üzerine kurulmuş sevimli bir şehir… Şehrin çok geniş cadde ve sokakları var. Aslında Sovyetlerin egemenliğindeki ülkelerde bu geniş cadde ve sokakları hep görebilirsiniz. Üç yıl kaldığım Türkmenistan’da da benzer genişlikte cadde ve sokaklar vardı. Batum cetvelle çizilmiş gibi düzgün ve planlı bir şehir. Fakat Sovyet döneminden kalma kırık dökük binalar da yok değil. Estetikten yoksun, sadece barınma amaçlı bu binalar şehre yakışmıyor. Fakat bu binalar yerlerini yavaş yavaş modern binalara bırakıyor. Batum gelecekte bir turizm kenti haline getirilecek. Şehrin doğal dokusu buna çok müsait… Anlatılanlara göre Batum’da 35 tane beş yıldızlı otel inşaatı yükseliyor. Bunların bir kısmını bizzat gördük. Değişik ülkeler bu turizm şehrine yatırım yapıyor. Fakat Batum, emsalsiz plajlarının dışında farklı bir alanda turizme hizmet edecekmiş. Duyumlarımıza göre Batum bir kumar şehri haline dönüştürülecekmiş. Zengin işadamları burada gönlünce kumar oynayacaklarmış. Türkiye’deki kumar yasağından dolayı gönlünce kumar oynayamayan kumarbazlarımız bu müjdeli haberi çoktan almışlardır.
Batum çok geniş bir arazi üzerine kurulmuş. Şehrin en güzel park ve bahçelerinde Gürcistan’ın edebiyatçılarının, sanatçılarının ve devlet adamlarının heykelleri var. Gürcistanlıların sanatçılara, şair ve yazarlara çok değer verdikleri her hallerinden belli oluyor.
Gürcistan’da Hayat…
Karadeniz’in doğu kıyısında, Güney Kafkasya’da yer alan Gürcistan’ın nüfusu beş milyon civarında. Bu, nüfus yoğunluğu olmadığı anlamına da geliyor aynı zamanda. Gürcistan’da hayat Türkiye’dekinden pek farklı değil. Ülke cumhuriyetle yönetiliyor. Eski Sovyet Cumhuriyetlerinden biri olan ülkenin komşuları Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye… Ülkenin batı sınırı boyunca Karadeniz uzanıyor. Gürcistan çok eski yerleşim yerlerinden birisidir. Gürcistan tarihte İngilizler ve Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Rusya’nın en önemli isimlerinden Stalin, Gürcü asıllı devlet adamıdır. Daha sonra Stalin Gürcistan’ı işgal etmiştir. Böylece Sovyetlerin 15 cumhuriyetinden biri oldu. İlia Çavçavadze bu ülkenin edebî ve toplumsal önderlerinden biri olarak büyük saygı ve sevgi görmektedir.
Gürcistan, Sovyetlerin dağılma sürecinde bağımsızlığını ilan eden ülkelerin başında yer almıştır. Bağımsızlıktan sonra Zviad Gamsahurdiya ilk devlet başkanı olsa da daha sonra çıkan olaylar sonunda ülkeyi terk etmiş, onun yerine Sovyet dönemi siyasetçilerinden Eduard Şevardnadze devlet ve parlamento başkanı seçilmiştir. 2003’de ülkede ‘gül devrimi’ diye adlandırılan devrim olmuş, şimdiki başkan Mihail Saakaşvili halk tarafından seçilmiştir.
Gürcistan, Sovyetlerin dağılmasıyla bağımsızlığını kazansa da bu değişimden ekonomik açıdan olumsuz yönde etkilenmiştir. Enflasyon ve işsizlik artmış, ekonomi tabir caizse dengesini kaybetmiştir. Çünkü Sovyetlerin kurt siyasetçileri çıkarları gereği kendisine bağlı cumhuriyetleri birbirine bağımlı hale getirmişti. Ülkede petrol ve doğalgaz rezervleri çok düşük olduğu için kendisine bile yetmemektedir. Fakat Gürcistan’da petrol ürünleri Türkiye’deki fiyatların yarısından daha ucuz… Bunun nedeni Türkiye’deki akaryakıt vergilerinin yüksekliğidir. Gürcüler “Lari” adını verdikleri para birimini kullanıyorlar.
Gürcistan’ın İkinci Büyük Şehri: Kutaisi
Başkent Tiflis, Gürcistan’ın tartışmasız en büyük şehridir. Kutaisi Gürcistan’ın ikinci büyük şehri kabul ediliyor. Fakat Batum’un ikinci büyük şehir olduğu iddiasında olanlar da az değil. Gürcistan gezimizin ikinci ayağı Kutaisi şehri oldu. Kutaisi kentine gitmek üzere öğleye doğru Batum’dan yola çıktık. Minibüsümüz Kutaisi’ye doğru hareket etti.
Kutaisi Gürcistan’ın batı bölümünde yer alıyor. Şehrin antik adı Aeas(Aias) … Burası İmereti bölgesinin en büyük şehridir. Bu bölgenin diğer önemli kentleri, Samtredia, Çiatura, Tkibuli, Zestaponi, Honi ve Saçhere’dir. Başkent Tiflis’e Kutaisi üzerinden gidiliyor. Tiflis’e uzaklığı 221 kilometre civarında. Kutaisi’nin nüfusu 180 binin üzerinde. Oradaki Türk arkadaşların anlattıklarına göre burası Rusya zamanında ağır metal sanayiinin merkeziydi. O dönemde şehrin nüfusu altı yüz bin civarındaymış. Ruslar bu bölgeyi terk ederken fabrikaları da tahrip etmişler. Onlar gidince Kutaisi’nin nüfusu da, nüfuzu da azalmıştır.
Kutaisi Niko Nikoladze İlkokulu ve Lisesi…
Gürcistan’ın Kutaisi şehrini gezimiz sırasında buradaki Türk okullarını da ziyaret ettik. Burada bir ilkokul ve bir lise aynı binada Gürcü çocuklarına modern eğitim veriyor. Niko Nikoladze Lisesi 2004 yılında hizmete açılmıştır. Sayısal derslerin İngilizce, sözel derslerin Gürcüce verildiği okulda sınıflar 20’şer kişiden oluşmaktadır. Öğrenciler ilkokul kısmına mülakat ve imtihanla kabul edilmekte olup her yıl azami 44 öğrenci alınmaktadır. Müracaat eden öğrenciler arasından seviyesi yeterli görülmeyen veya eğitimleri sırasında başarılı olamayanlar okula kabul edilmemekte, geldikleri okula geri dönmektedirler. Okul binası önceden kiralama yöntemiyle kullanılıyordu. Daha sonra okul binasının mülkü hayırsever işadamlarının yardımlarıyla satın alındı. Okulun gelirleri giderleri karşılamadığı için Trabzonlu bazı hayırseverler okulun hamiliğini yapmaktadır.
Öğle yemeğini burada yedik. Burada Türk ve Gürcü öğretmenler dayanışma içerisinde fedakârca çalışıyorlar. Personelin çoğu Gürcülerden oluşuyor. Gürcüler özel okul kavramına pek alışık değiller. Miktarı cüzi de olsa paralı eğitime sıcak bakmıyorlar. Bu okulun öğrencilerinin en başarılıları yaz tatilinde Türkiye’ye gönderiliyor. Türkiye’de güvenilir ailelerin yanına verilip Türk gelenek ve göreneklerini, Türk dilini yaşayarak öğreniyorlar.
Bulutlarla Selamlaşan Mabed: Gelati Kilisesi
Gürcistan’ın Kutaisi şehrine gelenler Gelati kilisesi’ni görmeden geri dönmezler. Çünkü bu büyük ve önemli kilise Kutaisi ile özdeşleşmiştir. Biz de Gelati Kilisesi’ne gittik. Kilise Kutaisi şehrine epey uzak bir tepede yer alıyor. Gelati Manastırı, Kutaisi yakınlarındaki Chalcitela nehrinin aktığı vadinin üst kısmındaki ormanlık alanda kurulmuş görkemli bir yapıdır. Yüksek bir taş duvarla çevrelenmiş olan manastır, ortadaki ana kilise, çevresinde iki küçük kilise, bir çan kulesi, akademi binası ve rahiplerin ikametgâhına ayrılmış yapılardan oluşmaktadır. Edindiğimiz bilgilere göre Gelati Manastırı’nın yapımına Kral IV. David (1089–1125) tarafından 1106 yılında başlanmış; kilise 1130 yılında David’in oğlu Kral Demetrius (1125–1156) tarafından tamamlanmıştır. Gelati Manastırı aynı zamanda birçok Gürcü kralının gömü yeridir. Kral Vahtang Gorgasal’ın mezarının da bu manastırda olduğuna inanılır. Manastıra 13. yüzyılın sonu 14. yüzyılın başlarında yeni binalar eklenmiştir. 1510 yılındaki bir yangında zarar gören ana kilise, 16. yüzyılın ilk yarısında onarılmıştır. Manastır 18. yüzyıla kadar Batı Gürcistan’ın Katholikos merkezi olarak önemini korumuştur.
Manastır 1994 yılında UNESCO tarafından dünya kültür mirası listesine alınmıştır.
Gelati Kilisesi, Kutaisi şehrinin tepe noktasında yer alıyor. Buradan şehri seyretmek ayrı bir keyif doğrusu… Kiliseye girerken bizleri Gürcü dilenciler karşıladı. “Turk kardaş para…” diyenler, Türkiye’deki cami önü dilencilerini hatırlattı bize. Nereye giderseniz gidin, hangi inançtan olursanız olun insan pek çok özellikleriyle aynı insan… Her yerde garibanı ve zengini var. Tezatlar bütün dünyada mevcut. Ha Türkiye, ha Gürcistan… Bir şey değişmiyor.
Gelati Kilisesi’nde bir de ayine şahit olduk. Pek çok kişi kilisede dua ediyordu. Bir kenarda toplanan genç kızlar kilise ilahileri söylüyorlardı. Kilisenin dört bir yanında mumlar yakılmıştı. Gürcü Hıristiyanlar büyük bir saygıyla Hz. İsa’nın resminin önünde eğiliyorlar, heykeline ellerini yüzlerini sürüp ondan medet umuyorlardı. Buraya gelenler kendilerini bahtiyar hissediyorlardı. Çünkü onların inancına göre Gelati kilisesinde ibadet etmek diğer kiliselere nazaran daha değerliydi. Onun için sabah akşam buraya insanlar akın ediyor. Kilisenin etrafı ormanlarla kaplı… Her taraf yemyeşil… Çimenler ortasında kalıyor kilise…
Yollar Uzayıp Giderken…
Trabzon’da da yeşilin ve ağaçların içerisinde yaşıyor olsak da Gürcistan’ın doğasının doğallığı bizi cezbetti. Yollar uzayıp gittikçe yepyeni coğrafyalar içine çekiyordu bizi. Yol kenarları ineklerle doluydu. Burada hayvancılık yaygın… Fakat profesyonelce yapılmıyor. İnsanlar sabahtan hayvanlarını dışarıya salıp akşamdan ahırlara tıkıyor. Asfaltın ortasında inekler cirit atıyor. Burası bu özelliğiyle Hindistan’ı andırıyor. İneklerin yoldan karşıya geçtiğini gören şoförler kemal-i edeple durup bekliyorlar. İneğe bile hürmet ediliyor burada.
Batum Botanik Bahçesi’nde Yeşilin Kırk Tonu…
Batum’da gezilip görülecek yerlerin başında Botanik Bahçesi geliyor. Biz de bu eşsiz mekânı gezmek için gittik. Girişte bizim paramızla 5 YTL’ye karşılık gelen bir ücret alıyorlar. Burası Acara Özerk Cumhuriyeti’nin yönetim merkezi olan Batum’un kuzeyinde yer alıyor. Batum Botanik Bahçesi, Eski Sovyetler Birliği’nin en büyük botanik bahçesiydi. 111 hektarlık alandan oluşuyor. Botanik Bahçesi’nin kuruluşuna 1880’lerde Rus botanikçi Andrey Nikolayeviç Krasnov ve kardeşi General Pyotr Krasnov tarafından başlanmış. 3 Kasım 1912’de açılmış. Burada Kafkasya’ya özgü bitkilerin yanı sıra, Uzak Asya, Yeni Zelanda, Güney Amerika, Himalayalar, Meksika, Avustralya kökenli 2037 bitki türü bulunmaktadır. Bunların sadece 104 türü Kafkasya’ya özgüdür. Batum Botanik Bahçesi, eskiden Gürcistan Bilimler Akademisi tarafından işletiliyordu. 2006 yılından bu yana ise bağımsız bir kurumdur.
Batum Botanik Bahçesi’ni boydan boya gezdik ama ayaklarımıza karasular indi. Fakat o tertemiz havada ciğerlerimiz tam anlamıyla bayram etti. Bu kadar değişik ve görkemli ağacı başka bir yerde görmemiştim. Gözlerimiz burada yeşile doydu. Muhteşem bir yerdi.
Akşama doğru Trabzon’dan başladığımız Gürcistan yolculuğu yine bir akşama doğru Batum’dan Türkiye’ye dönüşümüzle nihayetlendi. Bu gezinin tadı damağımızda kaldı.
ALİ PÜSKÜLLÜOĞLU VE SÖZLÜK ÇALIŞMALARI
M.NİHAT MALKOÇ
Daima söylerim: “Her ölüm erkendir aslında.” Hayat bütün zorluklara ve sıkıntılara rağmen yaşanmaya değerdir. Ölümü kimse sevdiklerine yakıştırmak ve yaklaştırmak istemez. Her ölüm arkasında bir enkaz bıraksa da şair ve yazarların ölümü ayrı bir yıkımdır. Çünkü onların hayran kitleleri vardır. Böyle ölümler sadece yakın akrabaları değil, ölen kişinin sahip olduğu okur kitlesini de derinden etkiler. Ölüm, bu sefer de pek çok sözlük hazırlayarak ve özgün eser vererek Türk diline hizmet eden Ali Püsküllüoğlu’nu aramızdan ayırdı. Püsküllüoğlu, bugüne kadar yirmiden fazla Türkçe sözlük yayımlamıştı.
73 yaşında aramızdan ayrılan Ali Püsküllüoğlu, 1935 yılında Adana’nın Kadirli ilçesinde dünyaya gelmişti. Ailesi çiftçiydi. Püsküllüoğlu, ilk ve orta öğrenimini Kadirli’de tamamlamıştı. Mersin Lisesi’nde sürdürdüğü öğrenimini, hastalığı nedeniyle yarıda bırakmak zorunda kalmıştı. Çiftçilik, gazete satıcılığı, sinema biletçiliği, avukat yazmanlığı, gazetecilik ve yayımcılık işleriyle uğraşmıştı. 1959 yılında İstanbul’da Çevre Yayınevi’ni kurmuştu. Kadirli’de “Karacaoğlan” adlı haftalık bir gazete çıkarmıştı. Türk Dil Kurumu’nda Yayın ve Tanıtma Kolu Uzmanı olarak çalışmıştı. Türkiye Radyoları’nda Türk Dil Kurumu adına “Arı Dile Doğru”, “Ana Dilimiz”, “Öz Dilimiz” programlarını hazırlamıştı.
O, Dil Derneği’nin ve Edebiyatçılar Derneği’nin kurucularındandı. İlk şiiri Kadirli’de Oba gazetesinde yayımlanan Püsküllüoğlu, “Gül Sevgili Yurdum” adlı kitabıyla 1983’te Toprak Şiir Ödülü’nü, “Zamansız” dosyasıyla 2005’te Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazandı. “Öz Türkçe Sözlük” kitabı 12 Mart döneminde toplatıldı. Dilciliğinin yanında şairdi de. “Pembe Beyaz”, “Aydınlık İçinde”, “Karanfilli Saksı”, “Uzun Atlar Denizi”, “Sırtımızda Kızgın Güneş”, “Unutma Onları”, “Yaz ve Yağmur” ve “Babadat” adlı şiir kitaplarını çıkardı.
Şair Ali Püsküllüoğlu elli yıl boyunca kalemle dost yaşadı. Bu süre içerisinde şiirden araştırmaya kadar her alanda kalem oynattı. Zengin bir külliyat bıraktı arkasında. Şiirlerinde münferit duygulardan toplumsal konulara kadar her duyguya yer verdi. Onun yaşam ve ölüm konularındaki hislerini aşağıdaki dizelerde açıkça görebiliriz:
“Yaşamak süsler eklemektir sonsuz gerçeğe
Derin bir soluk almak gibi
Pencereden dışarı bakmak gibi gökyüzüne,
Bir kırlangıç uçmak gibi
Kök salmak gibi toprağa;
Ölümse, açılan bir eski zaman sandığı.”
O, şairliğiyle beraber dil ve sözlük alanındaki çalışmalarıyla da kendini kabul ettirmiştir. Sözlük çalışmalarına 1963’te başlamış ve ilk sözlüğü olan “Öz Türkçe Sözlük” ü 1966’da yayımlamıştı. Yirminin üzerinde ve çeşitli boyutta sözlükleri yayımlanmıştır. Fakat O, Osmanlıca kelimelere şiddetle karşıydı. Bununla ilgili söylediği şu sözler Arapça ve Farsça menşeli Osmanlıca kelimelere tepkisini dile getirmektedir: “İrtica, eskiyi geri getirme eylemidir. Bunu siyasal, toplumsal alandan dar bir alana, dil konusuna indirgersek Osmanlıca özlemi olarak görebiliriz. Örneğin sözlüğe kullanımdan düşmüş Arapça, Farsça sözcükleri yeniden almak da böyle bir eylem sayılmalıdır. Bir sözlük düşünün ki, daha önceki baskılarda bulunmayan Osmanlıca sözcükleri almakla yetinmemiş, buna dinsel alanda kullanılan sözcükleri de yoğun bir biçimde eklemişse, bu eyleme başka bir tanım verebilir misiniz? ”
O, kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Zira sağlık sorunları yüzünden liseyi bile bitirme imkânı bulamamıştı. Türk Dil Kurumu yöneticileriyle dil konusunda birçok söz dalaşı yapmıştır. TDK sözlüklerinde Osmanlıca kelimelerin kullanılmasını eleştirse de kendisi “Türkiye Türkçesi’nin En Büyük Sözlüğü”nde “beşuş, isaf, suziş, rağm, talavet, vefiyat” gibi Osmanlıca kökenli ölü kelimelere yer vermiş; tutarlı davranmamıştır. Yine de şiirimize ve dilimize hizmetlerinden dolayı kendisine teşekkür ediyor, Allah’tan rahmet diliyoruz.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta