Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1598

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 31.08.2008 - 16:12

    GURBETTE RAMAZAN HÜZNÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bütün dünyada bir ay boyunca ramazanın doyumsuz atmosferi gönüllerimizi şenlik yerine döndürecek. Diğer zamanlara göre hayata can ve heyecan gelecek. Yürekler maneviyatla dolup taşacak. Zaman nehirlerinden akıp giden her gün, hüzün tortusunu da geride bırakacak. Gönlümüzdeki hatıralar kalacak geriye. Yaşanmışlıklar bu hatıra sarmalı içinde yarınlara aktarılacak. O unutulmaz iftar sofraları, teravih öncesinde ve sonrasında demli çaylar eşliğinde edilen sohbetler gönül köprülerimizi daha da sağlamlaştıracak. Böylece zaman akacak, bizler de zamanın akışına uyup onun bıraktığı derin izleri takip edeceğiz.

    Ramazan bütün dünyada aynı heyecan atmosferiyle evlerimizi şenlendirebilecek mi acaba? Gurbetteki dostlarımız ramazanı sıladakiler kadar coşkulu yaşayabilecek mi? Bizler iftara doğru mübarek ezanı ve iftar topunu beklerken yurtdışında yaşayan insanlarımız bu saatlerde ezanın boşluğunda hüzünlenmeyecekler mi? Gurbette yaşanan ramazanlarla sılada yaşanan ramazanlar bir mi? Ülke içerisinde gurbet hayatı yaşıyorsanız buna bir yere kadar katlanılabilir? Ya kiliselerin gölgesinde, ezandan ve izandan mahrum yaşıyorsanız bu içinize hüznün kurşundan gölgesini düşürmez mi? Efkârlanıp bir köşede öylece kalakalırsınız.

    Sevgi ve muhabbet iklimini gönüllere taşıyan ramazan, gurbetçilerimizi de bambaşka dünyalara götürüyor. Gurbette ramazanı doyasıya yaşamak zor olsa da bu toprağın insanları bunu sağlamak ve çocuklarına ramazan heyecanını doyasıya yaşatmak için canla başla çalışıyorlar. Çünkü çocukların zihnine nakşedilen ramazan motifleri onların gelecekteki hayatlarının şekillenmesinde öncü rol oynayacak. Zor şartlarda olsak da çocuklarımız bu manevî havayı teneffüs etmelidir. Şimdi Avrupa’da da büyük camilerimiz ve mescitlerimiz var. İftardan sonra bu camiler ağzına kadar doluyor. Avrupa’daki Müslümanlar yitiklerinin kıymetini biliyor artık. Gurbetin zorluklarına rağmen inançlarına dört elle sarılıyorlar. Avrupa’daki diğer milletlerden Müslümanlar da aynı caminin kubbesi altında huzura yelken açıyorlar. Buralardaki camilerde her milletten insana rastlayabiliyorsunuz. Hepsinin kalbi Allah, Kur’an, peygamber aşkıyla atıyor. Hepsinin payları farklı olsa da paydaları İslam…

    Ramazanın gelişi hayata apayrı bir dinamizm getirir. İftar çadırları kurulur. Kitap fuarları düzenlenir. İftar neşesinden sonra teravih namazlarına gidilerek dinî ve sosyal bağlar güçlendirilir. Özellikle iftar çadırları insanların aynı amaç ve ideal uğrunda bir çatı altında olmasını sağlar. Bunları Avrupa’da doyasıya yaşamak mümkün değildir. Fakat son zamanlarda bazı gayretli vatandaşlarımız sayesinde Avrupa’nın değişik ülkelerinde iftar çadırları kuruluyor. Burada sadece Müslümanlar değil, ramazana ilgi duyan yabancılar da ağırlanıyor. Hatta yabancılar da Müslümanlarla birlikte bu işe el atıp hoşgörünün en güzel örneklerini gösteriyorlar. Sevgi ve hoşgörü iftarlarında farklı inançlardan insanlar aynı mekânları paylaşıp aynı manevî havayı teneffüs ediyorlar. Bazı gayrimüslimler bu uhrevî havadan etkilenerek Müslümanlığı seçip hayatlarında köklü değişiklikler yapıyorlar.

    Eskiden daha zordu gurbette ramazanı yaşamak... Şimdiki imkânlar ramazanları biraz daha kolaylaştırsa da gurbetteki ramazanlarda yetim çocukların hüznü var. Çünkü bu coğrafya size orucun havasını, hazzını ve manevî mertebesini yaşatamıyor. Sokaklardaki insanlar yiyip içerken, sigaralarını tüttürürken, birahaneler dolup taşarken ramazan biraz da lafta kalıyor. Yalnız ve çaresiz hissediyorsunuz kendinizi. Ramazanı üç yıl yurtdışında yaşamış bir insan olarak bunu tecrübe ettim. Ülkemin ramazanlarının ne kadar eşsiz olduğu kanaatine vardım.

    Gurbette ramazanlar da, bayramlar da buruk geçmeye namzettir. Bu gurbetten kastedilen yurtdışıysa işiniz daha da zor demektir. Fakat ailenizle birlikte yaşıyorsanız onlardan aldığınız güçle zorlukları omuzlayabilirsiniz. Ramazanın heyecanını ve telaşını gurbet sokaklarında göremezsiniz. Oysa benim güzel ülkemde, Türkiye’mde iftara yakın saatlerde sokaklar karınca yuvası gibi canlıdır. Gurbette imsakiyeye bakarak oruç tutmak ayrı bir sorundur. Varsın olsun, dünya gurbetine bir de bu eklensin. Sabır her derdin ilacıdır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 31.08.2008 - 01:29

    HİLAL GÖRÜNDÜ… HAYDİ BİSMİLLAH

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hilal göründü… Haydi bismillah! ...
    Zaman döndü dolaştı ve bir kez daha ramazanda karar kıldı. Müminler gözlerini göklere çevirip hilali gözetlemeye koyuldu. Nihayet hilal de o aydınlık yüzünü gösterdi müminlere. Şimdi ramazana erişme bahtiyarlığını yaşıyor müminler. Evlerde bir telaş, bir heyecan… Herkes gelecek misafiri en iyi şekilde ağırlamanın gayreti içerisinde canla başla çalışıyor. Kalplerde huzurun nabzı atıyor. Evlerimiz, caddelerimiz, sokaklarımız, cami ve minarelerimiz ışıklarla bezenmiş. Herkes insanî ilişkilerde daha dikkatli davranıyor artık. Kalpler arasında sevgi ve muhabbet köprüleri kuruluyor. Müslüman kardeşliği her yerde bütün haşmetiyle tezahür ediyor. İnsanlar birbirlerinin elinden tutuyor, hayırda yarışıyor. Haset, öfke ve nefret dağlarına kar yağmış şimdi. İyilik melekleri fazla mesai yapıyor.

    Hilal göründü… Haydi bismillah! ...
    Ramazanla birlikte özlenen tablo canlanıyor gözlerimizin önünde. Nefis atı dizginlenip kontrol altına alınıyor. İnsanlar eksik ve kusurlu yanlarını tekmil ediyor. Nefis terbiyesinden geçen gönüller, bakan gözleri kamaştırıyor. Aslında nefsin sanıldığı kadar güçlü olmadığı, iradesiz kimselerin ona koltuk değneği olduğu gerçeği ayan beyan ortaya çıkıyor. Allah’a yaklaşma ve Kur’an’a tabi olma yolunda kulluk yarışı sürüyor. En fakirinden en zenginine kadar bütün insanların kulluk derecesiyle mertebe kazanacağı hakikati kabul görüyor. Açlıkla terbiye edilen insanlar nimetlerin kadrini bilmeye başlıyor. Yaratanın ve yaşatanın Allah olduğu gerçeği diğer günlere göre daha da öne çıkıyor, her kesimden kabul görüyor.

    Hilal göründü… Haydi bismillah! ...
    Ramazanla birlikte dostluklar daha da pekişiyor. Sofralar zengin fakir ayrımı yapılmadan bütün insanlara açılıyor. Yemeğe uzanan eller sofraları bereketlendiriyor. Neşe ve huzur bu mübarek günlerde tavan yapıyor. Evlerde sahura kadar demli çaylar eşliğinde sohbetler devam ediyor. Ramazanın gelişiyle Müslümanlar sevinçlerine sevinç katıyor. Fakat bütün Müslümanlar mı? Ne yazık ki hayır! ... Irak’ta, Filistin’de, Çeçenistan’da, Lübnan’da, Afganistan’da, Doğu Türkistan’da, Keşmir’de ve daha nice yerlerde Müslümanlar ramazan neşesini yaşayamıyor. Onların sofralarına iftarda hurma değil, bomba düşüyor. Zulmedenler ve zulme rıza gösterenler huzurun kökünü kazımaya kararlılıkla devam ediyorlar.

    Hilal göründü… Haydi bismillah! ...
    Güzel ülkemin iri gazeteleri ve renkli televizyonları da bukalemunlaşmaya başladı bile. Hepsi modaya uyup yeşile boyadılar kepenklerini. Her gazete ramazan ilavesi veriyor. Her kanalda iftar ve sahur programları birbirleriyle yarışıyor. Herkes bir ilahiyatçıdan medet umuyor. Reyting toplamak için ayrıntı kabilinden konular büyütülerek önümüze konuluyor. Çok değil, bir ay sürer onların boyama devri. Sonra yine aslına rücü ederler. Fakat bizler onların bu samimiyetsizliğini bir türlü algılayamayız. Hatta onlara sevgi ve sempati duymaya başlarız. Oysa bu bir nöbettir, bir aylık nöbet… Bir ay sonra herkes kendi mecrasına çekilecek, hayat kaldığı yerden devam edecek. Herkes tıynetinin gereğini yerine getirecek.

    Hilal göründü… Haydi bismillah! ...
    Hayata bambaşka bir can ve heyecan geliyor. Gündüzlere gecelerden pay ayrılıyor. Geceler gece olmaktan çıkıp güne karışıyor. Belediyeler iftar çadırları kurup yolculara ve gariplere amme hizmeti veriyor. Paylaşmanın en güzel örnekleri sergileniyor. Komşusu aç olanlar bir ay için olsa da insafa geliyor. Mabetlerden ezan sesleri daha bir coşkulu yükseliyor masmavi göklere. Çoluk çocuk demeden aileler camilere akın ediyor. İnsanlar gözyaşlarını önlerine akıtıp tövbekâr oluyorlar. Gözyaşları günahın ayrık otlarını kurutup sevap güllerini yeşertiyor. Müslümanların başları her zamankinden daha dik şimdi. İşgal altındaki ruhların zincirleri tamamen koparılamasa da gevşetiliyor. Bu bile teselli olmaya yetiyor. Ramazanın bereketi fakir gönülleri kuşatıyor. Keşke on iki ay ramazan olsa, hayatımızdan çekilmese…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.08.2008 - 17:00

    KÜRESEL ISINMA VE GELECEĞİMİZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Son yıllarda en çok duyduğumuz kelimelerin başında geliyor küresel ısınma… Küresel ısınma aşağı, küresel ısınma yukarı… Herkes bu konuda ahkâm kesip duruyor. Fakat işin içyüzünü tam anlamıyla bilen yok. Öyleyse dilimin döndüğünce ifade etmeye çalışayım.

    Dilimize adeta pelesenk ettiğimiz küresel ısınma, dünya atmosferi ve okyanuslarının ortalama sıcaklıklarında belirlenen artış için kullanılan bir terimdir. Bu konu yaygın olarak son yıllarda konuşulmaya başlansa da küresel ısınmanın emareleri çok daha öncesine gidiyor. Bu olay son elli yıldır iyice saptanabilir duruma gelmiş ve önem kazanmıştır. Artık çevre kirliliği ve aşırı silahlanmanın getirdiği olumsuzluklar hayatımızı kuşatmaya başladı. Bununla ilgili olarak son zamanlarda geniş çaplı bir anket yapılmış, bundan ilginç sonuçlar alınmıştır.

    BBC televizyonunun 21 ülkede 14 bin kişinin katılımıyla yaptığı araştırmada, katılımcıların çoğu, artan hava sıcaklıklarından ABD’yi herhangi bir ülkeden daha çok sorumlu tuttuklarını belirtti. Araştırmada, insanların yüzde 68’inin küresel ısınmadan endişe duyduğu, bu konuda en fazla endişelenenlerin yüzde 82 ile Güney Afrikalılar ve yüzde 87 ile Brezilyalılar olduğu görüldü. En az endişelenenler ise yüzde 57 ile ABD’liler oldu. ABD’lileri yüzde 59 ile Hindistanlılar izledi. Araştırma her 5 ABD’liden yaklaşık dördünün küresel ısınma konusunda herhangi bir ülkenin suçlanamayacağını düşündüğünü ortaya koydu. Dünyada atmosfere salınan sera etkisi yaratan gazların dörtte birinden sorumlu olan ABD’yi, Çin, Rusya ve Hindistan izliyor. İnsanlar mevcut durumdan endişeleniyor. Fakat bunu engellemek, tesirini azaltmak için ciddi girişimlerde de bulunulmuyor.

    Son yıllarda üretilen küresel ısınma senaryoları, insanların huzurunu iyice kaçırmaya başladı. Bilim adamları ve araştırmacılar hemen her gün yeni ve bir öncekinden daha feci bir senaryo koyuyorlar önümüze. Televizyonlar ve gazeteler sürekli bu konuyu işliyor. Havaların mevsim normallerinin üzerinde olması, bu kişilerin senaryolarını daha gerçekçi kılarken, vatandaşların korkularını iyice artırıyor. Herkes panik içerisinde ‘olacakları’ bekliyor.

    Bu felaket tellalları ne demiyorlar ki? ... Bilim adamları atmosferdeki karbondioksit miktarının çok yüksek düzeye çıktığını söylüyorlar. Pek çok yerde iklim değişikliklerinin yaşandığından bahsediyorlar. Neymiş efendim, yakın zaman içerisinde dünya hızla çölleşecek, insanlar içecek bir damla su bulamayacak, canlı türlerinin önemli bir kısmı yok olacak, buzul çağı yaşanacak, her tarafı okyanus suları basacak, büyük göçler yaşanacak, dünyanın seyri değişecek, bunlara bağlı ölümler ardı sıra gelecek… Bu felaketlerin toplamına kıyamet desek yeridir. Yeni bir Nuh tufanına doğru mu gidiyoruz acaba?

    Trabzonlu emekli Jeoloji mühendisi ve araştırmacı-yazar, kıymetli dostum, abim Ahmet Musaoğlu küresel ısınma haberlerinin kelimenin tam anlamıyla yaygara ve çirkin bir oyun olduğunu söylüyor. Bunu da yazılarında hem sosyolojik, hem de bilimsel açılardan ispatlıyor. Sayın Musaoğlu “Küresel Isınma Tuzağı-Yeni Malthusçuluk” adlı makalesinde konuya değinerek bilimsel yaklaşımlarda bulunuyor. Son olarak da sözünü şöyle tamamlıyor:

    “İklimlerde değişiklik olsa da ya da deniz seviyelerinde aşağı yukarı oynamalar olsa da yeryüzünde Kıyamet ölçeğinde felaket hiçbir zaman yaşanmayacaktır. ‘Küresel Isınma’ iddiası, ‘Ozon’un delindiği’ iddiaları gibi ‘laf salatası’ olarak kalacaktır. Son kez insanoğlunun yeryüzüne ayak bastığı yaklaşık tarih olan M.Ö.10.000 civarı yaşanan ‘Küresel Isınma’, bir daha ancak, karbondioksitin (atmosferin) de yokoluşu olacak olan Kıyamet (Big Crunch) hadisesi sırasında yaşanacaktır.”(Küresel Isınma Tuzağı-Yeni Malthusçuluk)

    Şahsen Batı’nın ve ABD’nin söylem ve eylemlerine hep mesafeli dururum. Çünkü bütün söylemlerinin altından kirli bir oyun çıkmıştır. Bu işin içinde de bir bit yeniği vardır. Bizler; yüce Allah’ın insanları, özellikle de Müslümanları koruyacağına inanıyoruz. Bu konuda Ahmet Musaoğlu’yla aynı düşünüyorum. Bence küremiz değil ama ABD’nin suyu ısınıyor. Bu oyunla milletin dikkatini başka yönlere çekip dünyayı sömürmek istiyorlar

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.08.2008 - 16:34

    YAZMAK YAŞATMAKTIR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Sözlerin, nefes olmaktan çıkıp kalıba dökülmesidir yazmak… Bu anlamda yazı, sözlerin geleceğe taşınmasını sağlar. Eğer yazı olmasaydı hayat ne kadar da eksik olurdu. Bir düşünün… Orhun Abideleri olmasaydı Göktürklerin yaşayışları ve savaşları hakkında bu denli geniş bilgilere sahip olabilir miydik? Çinlilerle olan ilişkiler bu kadar teferruatlı bilinebilir miydi? Taşa işlenen bu kıymetli yazılar Türk dilinin ilk yazılı metinleri olarak tarihe geçmiştir. Oysa onlardan evvelki Türk topluluklarının yaşantıları rivayetlerden ibarettir. Söz konusu abideler, sözün bengü taşlarda ebedileşmesini sağlamıştır.

    İnsan yaşadıkça, nefes aldıkça yazmalıdır. Yazmak nefesle birlikte, yaşamanın en esaslı belirtisidir. Yaşadıklarını içine atanların, yazıya dökmeyenlerin günleri ziyan olmuş demektir. O günler, süzgeçte tutunamayan su misalidir. Su süzgeçten nasıl akıp giderse o günler de ömürden öylece akıp gider, yok olur. Yazılmayan hayatlardan iz kalmaz geriye... Yazan insanlar geçen günlerini sözcük kalıplarına koyup dondururlar. Kitap şeklini alan bu buzdan kalıplar okundukça sökülür, gözlerimizde ve gönüllerimizde canlanırlar.

    Yunus’un dediği gibi “Söz uçar yazı kalır.” Sözün harflerle sabitleşmesi günlerin kalıcılığını sağlar. Sözden abideler okuyucuların zihninde yükseldikçe yükselir. Her gün yüzlerce cümle kurar, derdimizi muhataplarımıza anlatırız. Söz tarlası her gün ekilir, biçilir. Fakat hasat ürünü olarak nitelendirebileceğimiz söz yığınları, kitap sayfalarında endam göstermedikçe kalıcılık sağlayamazlar. Kumdan dağlar gibi şiddetli rüzgârlarla başka tepelere taşınırlar. Her biri bir tepeciğe savrularak bütünlükleri bozulur. Havayla beraber atmosfere yükselen sözler belli bir zamandan sonra izini kaybettirir. Aslında onlar da yok olmazlar. Onlar da gök boşluğunun bizler tarafından bilinmeyen bir yerinde saklanırlar. Bu, bilimin konusu olsa da sözün bir madde olarak da kalıcılığını ispat için dillendirilmesi gereken bir hakikattir. Zira hiçbir şey kaybolmaz bu sonsuz kâinatta… Yokluk yoktur, şekil ve mekân değiştirmek vardır. Sözleri de bu kapsam dâhilinde sayabiliriz.

    Arkalarında yüzlerce eser bırakan yazarların hiç yazmadığını bir düşünün… Böyle bir durumda kültür, sanat ve edebiyat hayatımızda ne büyük boşluklar olurdu. Bununla birlikte her biri birer şöhret abidesi olan o söz ustaları sıradan bir insan olmanın ötesine geçemezlerdi. Adları dudaktan dudağa gezmez, sanları kulaktan kulağa duyulmazdı. Onların adlarını baki kılan hayat dairesi içerisinde yaşadıkları değil, yazdıklarıdır. Yazmak hem yaşamak, hem de yaşatmaktır. Bembeyaz kâğıtlara kalem çalmak, hayatta diri kalmak ve hayatı diri kılmaktır. Ebedî hayatla kıyaslandığında an mesabesinde olan kısacık ömrünüzün asırlara hükmetmesini ve fani bedeninizin ruh kalıbında ebedileşmesini istiyorsanız kalemi ve kâğıdı yanınızdan ve yakınınızdan eksik etmeyin. Yanınızda suyla beraber inci hükmünde bir hokka mürekkep de olsun. O siyah nurla bembeyaz hayalleri bir nakkaş titizliğiyle işleyin.

    Amatör olsun, profesyonel olsun bütün yazıcılar, hayata imzasını atmış kişilerdir. Onların bedenleri bu fani dünyayı terk etse de adları asırlara hükmeder. Yunus Emreler, Ahmet Yeseviler, Mevlanalar, Karacaoğlanlar yazdıklarıyla geçmişten bugüne gelerek çağları aşıyorlar, gönülleri mekân ediyorlar. Kapkaranlık ruhlara kandil oluyorlar. Onların et hükmündeki bedenlerinin aramızdan ayrılması gerçek manada kayıp sayılmaz. Çünkü o asil ruhlar, yaşadıkları süre içerisinde söz adına vereceklerini verip tertemiz ruhlarla dünya denen bu güzergâhtan ukba denen ebedî bir güzergâha meyletmişlerdir. Onları sıradan insanlardan ayıran, baki ve diri kılan; yedikleri, içtikleri ve dünyada edindikleri malları değil, Allah için kurdukları dostlukları, infakları ve asırları aşıp günümüze gelen birbirinden kıymetli anıt eserleridir. Ne mutlu fanilikten baki bir unvan ve örnek bir hayat çıkarabilenlere! ...

    Yazın dostlar, çalakalem de olsa yazın. Yazdıkça hayatınız renge ve ahenge bürünecektir. Yazdıklarınızdan nice zihinler ve yürekler faydalanacaktır. Yazdıkça yaşamanın manasını idrak edeceksiniz. Yazdıkça yaşayacak, yazdıkça yaşatacaksınız.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.08.2008 - 15:27

    EN BÜYÜK MÜREBBİDİR RAMAZAN

    M.NİHAT MALKOÇ

    En büyük mürebbidir Ramazan…
    Gün dolanır, aylar geçer, vakitlerden ramazan düşer payımıza. İçimizdeki buzları söker ramazan güneşi. Rumuzun karanlıkları ışığın gücü karşısında silinir gider. Ruhumuzu okşar ramazan esintileri. Gönlümüzün kıyılarına vurur esrik düşünceler. Hayatta her şeyin yeniden başlamasına, ömür defterinden tertemiz bir sayfa açılmasına zemin hazırlar bu zaman dilimi. Yemeden içmeden kesildiğimiz bu mübarek günlerde ruhumuz tıka basa doyar manevî lezzetlerle. On bir ay boyunca uykuda olanlar bile bir aylık uyanıklık devresine girerler. Ramazanın bitişiyle yine gaflet uykusuna dalarlar. Bu kıymetli misafiri kusursuz karşılamak için aylar öncesinden hazırlıklara girişiriz. Herkes kendince hazırlanır ramazana. Bu sayılı günlerin kadrini bilmek ve bu zaman dilimini dolu dolu yaşamak için iç dünyamıza çekidüzen veririz. On bir ayın başıboşluğu oruç günlerinde yerini düzene bırakır.

    En büyük mürebbidir Ramazan…
    Ramazan aslında iyi bir vaiz, güçlü bir hatiptir. Onun kulağımıza fısıldadıklarına kalbimizi açmalıyız. O ki bir ay boyunca bizi dağınıklıktan, başıboşluktan, hedefsizlikten koparıp manevî rotada yürümeye çağırır. Yıl boyunca kıt kanaat geçinmeye çalışanların hallerinden anlamak için ramazandan iyi bir hoca bulunabilir mi? Yaşadığımız çarpık düzende birileri alabildiğine saltanat sürerken, birileri bir somun ekmeğin acı kavgasını veriyor. Bazı kesimler şatoları beğenmezken bu ülkenin, bu gök kubbenin mazlumları akşamleyin başını koyacağı yumuşak bir yastığın, sıcak bir yorganın özlemiyle yanıp tutuşuyorlar. Sürekli araba değiştirenler, her gün ayrı bir elbise ve ayakkabı giyenler, marka seçenler; yürümekten ayakları şişen, üstüne giyecek elbise bulmaktan aciz insanların derdine ortak olmuyorlar. Sonra da ramazanı idrak ettiklerini sanıyorlar. Aldanıyorlar, çok aldanıyorlar! ...

    En büyük mürebbidir Ramazan…
    Emin olun ki ramazan nefislerimizi imar ve ıslah etmeye geliyor. İçimizdeki şeytanları kalın zincirlerle bağlamak için gönül kapılarımızdan giriyor. Buyur etmeyecek misiniz? Yüreğinizin en mutena köşesini bu kıymetli misafire tahsis etmeyecek misiniz? Onun iksiriyle hasta gönüllerinizi tedavi etmeyecek misiniz? Gönülleri fethetmeye gelen bu şerefli komutana gönül burçlarınızı teslim etmeyecek misiniz? Kokuşmuş zihinleri arındırmasına, rayihasıyla içinizi ferahlatmasına izin vermeyecek misiniz? Asırlardan gelen kutlu ve alabildiğine lâhutî bestesiyle kulaklarınızın pasını silmesine müsaade etmeyecek misiniz? Zamanın boş telaşlarıyla ve korkularıyla yaşlanan ruhunuzu tazelemesine imkân tanımayacak mısınız? Gönül yaralarınıza merhem olmasına engel mi olacaksınız? Tavır ve davranışlarınızın hakikat üzere dizginlenmesine, İslam boyasıyla boyanmasına karşı mı çıkacaksınız?

    En büyük mürebbidir Ramazan…
    Ramazan sıkıntılarımızı gidermeye, bize iç huzuru kazandırmaya geliyor. Ramazanın rahmet ve mağfiret ikliminde, kurumaya yüz tutan gönül bahçelerimiz rahmet göklerinden inecek damlalarla yeşerecek, her şey yeniden hayat bulacak. Bu ayın gülen yüzü nefislerimizin şerrinden kurtaracak bizi. Allah’a ve onun son elçisi Hz. Muhammed(sav) ’e tabi olanlar sağdan alacaklar kurtuluş beratlarını. Hidayet kapıları seherlerde ardına kadar açılacak. Allah’tan hakkıyla korkanlar ve onu layıkıyla sevenler bu kapılardan geçip cennet köşküne adım atacaklar biiznillah. Zaman nehirlerinin kabre aktığı hayatımızda kurtuluş ancak manevî dinamiklere sarılmakla gerçekleşecek. Ramazan da bir fırsat olarak kapımızı çalacak, onu iyi değerlendirenler felaha erecekler. Sonra yine çıkıp gidecek hayatımızdan. Bu devran öylece sürüp gidecek. Bazılarının amel heybesi tıka basa dolacak. Ne mutlu kulluk heybesini hayırlı amellerle doldurabilenlere! Ne mutlu fani ömürle baki olan hayatı satın alabilenlere! .. Onlar hiçbir zaman pişman olmayacaklardır. Ne mutlu ramazanı nefse vaiz bilenlere ve onun verdiği hayatî dersleri alıp yaşamında hakkıyla tatbik edebilenlere!

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.08.2008 - 00:09

    RAMAZAN DÜŞÜNCELERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bazılarına göre çok çabuk geldi, bazılarına göre de bir türlü gelmedi ramazan. Öyle veya böyle; işte geldi dayandı kapımıza yine. On bir ayın güneşi bulutların arasından gösterdi gülen aydınlık yüzünü. Gönüllerimizin yamacına tutuna tutuna kalbimizin burçlarına dikti şerefli bayrağını. O bayrak bir ay boyunca dalgalanacak çelik kapılı yürek hisarlarımızda. Duygular ve düşünceler derinleşecek ramazan gecelerinde. Kur’an’ın ışığı aydınlatacak karanlık geceleri. İftarlar ve sahurlar apayrı bir hava katacak zamanın durağanlığına. Teravihlerde çoluk çocuk anne-baba, nine-dede, kız-kızan bir kuşak bütünleşecek camilerin uhrevî havasında. Kandillerin ışığı, alınlardaki nurlarla bütünleşip ışık yağmurları yağdıracak gök kubbeden. Bu ışık huzmeleri altında tamamlanacak eksik ve kusurlu yanlarımız.

    İftara doğru büyük küçük herkes pencereye koşup ezanı ve iftar topunu bekleyecek. Ezanın ve topun sesini duyanlar müjdeyi iletecekler oruçlulara. Midelerin gülümsemesi yansıyacak nurlu alınlara. Oruç tutanlar kadar çocuklar da sevinecek iftar müjdesiyle. Mübarek eller uzanacak bereketli sofralara. Aile olmanın ve aile içerisinde yaşamanın hazzı hissedilecek gönüllerde. Saygı, sevgiyle birleşip yumak yumak olacak imanlı gönüllerde.

    Sahurlara kadar evler şenlik yerine dönüşecek. Anneler iftardaki zenginliği sahurlara taşımak için daha fazla mesai yapacaklar mutfaklarda. Eşine, çocuğuna ve misafirlerine türlü lezzetler sunmanın keyfini yaşayan anneler ve onların yardımcıları genç kızlar yorulmak nedir bilmeyecek. Bu heyecan bir ay boyunca yaşanacak bütün evlerde. Bu süre içerisinde birçok alışkanlığımız değişme noktasına gelecek. Tam alışkanlıklar değişecekken bir de bakacaksınız ki Şevval ayı kapınızı çalıyor. Ramazanı hakkıyla ihya edebildiyseniz ne mutlu size…

    Bu ayda ergenlik çağına ayak basanlar ilk oruçlarını tutacak büyük bir heyecanla ve keyifle. Akşamı edince de tafra satacaklar anne babalarına. Büyüdüklerini bundan daha iyi nasıl izah edebilirler ki? Oruç tutmak bir anlamda da büyümenin, adam yerine konulmanın işaretidir. Hele bir akşam olsun sofralar dolup taşacak. İlk günler yemekten çok, suya gidecek eller. Suyu birbirinden güzel yemekler ve hamur işleri takip edecek. Kompostolar, meşrubatlar tüketilecek sıra sıra. Mideniz kolay alışamayacak bu yeni ve olağanüstü duruma.

    Kur’an ayı olan ramazanda evlerimiz ve mabetlerimiz Kur’an sesiyle yeniden hayat bulacak. Hatimler indirilecek ramazan gecelerinde. Bazı camilerde hatimle kılınacak teravih namazları. Gecenin karanlık yüzü bir ay boyunca ağaracak seherden evvel. Eller semaya kalkıp rahmet devşirecek yüce Yaradan’ın katından. Gözlerden pişmanlık yaşları döküldükçe Cehennemin ateşi sönmeye yüz tutacak. Tövbe kapıları ardına kadar açılacak. Allah’ın mübarek isimleri zikir niyetine dökülecek tertemiz dudaklardan. Cümle âlem bu zikre tempo tutacak. Tabiat dile gelecek seherlere kadar… Eşya, kendi dilinden Hakk’ı zikredecek.

    Ramazan davulları gecenin sessizliğine tokmak vuracaklar. Manilerle dile gelecek zamanın eskimeyen yüzü. Mahyalar içimizdeki heyecanı bir adım ileriye götürecekler. Işıklarla örülecek hakikatler. Pideler, fırınların önünde kuyruklar oluşmasına sebep olacak. Pide kokuları oruçlu müminlerin sabrını zorlayacak. Fakat sabır ve tahammül imtihanını kazanacak inananlar. Müminlerin ruh güzelliği yüzlerine aksedecek iftara yakın saatlerde.

    Ramazanı diğer on bir aya galebe çaldıran, onun içinde sakladığı engin maneviyattır. Bu ayda zaman sanki iyice yoğunlaşır ve her geçen gün yelpaze misali açıldıkça açılır. Zamanın bereketi bir ay içinde imanlı gönüllere pay edilir. Bu emsalsiz bir aylık döneme zamanın altın dilimi demek de mümkündür. Yüce Rabbimizin kullarına “Yok mu isteyen istediğini vereyim. Yok mu tövbe eden tövbesini kabul edeyim” (Kudsi Hadis) hitabı bu ayda göklerden yankılanır. Müminler bu hitaba duyarsız kal(a) mazlar. Ellerini kaldırarak Hakk’tan af ve mağfiret talep ederler. Ey müminler! Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem azabından kurtuluş olan bu ayda dileyin Allah’tan iki cihan saadetiniz için ne gerekiyorsa…

    Yine kapımıza dayandın ramazan. Gönüller bayram yeri. İyi ki geldin, hoş geldin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 26.08.2008 - 12:21

    DÜŞÜNCENİN YÜZAKI: ÖMER ÖZTÜRKMEN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Düşüncelerimiz okuduğumuz yazarların fikir kırıntılarının zihnimizde kalan gölgeleridir. İnsan zihni, doğduğunda bembeyaz bir kâğıt gibidir. Bu temiz ve beyaz kâğıt zamanla yaşadığımız hadiselerin, okuduğumuz kitapların rengine bürünür. Gün gelir ki bizler de bir fikir sahibi oluruz. Yollardan yol beğeniriz kendimize. Bunda kişinin mizacının tesiri olsa da, özellikle gençlik yıllarında okuduklarının etkisi de çoktur. Bizler de gençlik yıllarımızda çok okuduk. Boş bir levha olan zihnimiz zamanla renklendi ve şekillendi. Önce bilgi sahibi, sonra da fikir sahibi olduk. Fikir sahibi olmamızda tesiri olan yazarlar çoktur. Bunlardan birisi de hayata Müslümanca bakan ve her satırında bu bakışın izleri hissedilen Ömer Öztürkmen’dir. Onun kitapları ve gazete yazıları dağarcığımızı beslemiştir.

    Kerküklü şair Mehmet Rasih Bey’in oğlu olan Ömer Öztürkmen 1929 senesinde İstanbul’da doğmuş bir büyüğümüzdür. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olan gazeteci, yazar ve düşünce adamı Öztürkmen, Türkiye’nin nerdeyse bir asrına şahit olmuştur. Yeni İstanbul ve Tercüman gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü yapmıştır. Ortadoğu gazetesinin de kurucularındandır kendisi. Anadolu Ajansı’nın Beyrut muhabirliğini yapmıştır. 1965 yılında Adalet Partisi’nden Bursa milletvekili olarak Millet Meclisine girmiştir.

    Ömer Öztürkmen, bir yanı Kerkük’te kalan, Türk kültürüne ve edebiyatına âşıklık derecesinde bağlı olan bir düşünce adamıdır. Yazı hayatına çok erken, henüz lise yıllarında başlamıştır. Şiirlerinde, yüreğini bıraktığı Kerkük’ün doyumsuz sevgisini dile getirmiştir. İlk şiirlerini “Kerkük” adını verdiği kitapta toplamıştır. 1975 yılında bastırdığı; “Taşkent’te Sabah Namazı” adlı kitabındaki şiirler onun yetişkinlik çağı, diğer tabirle ustalık dönemi şiirleridir. 1950’de “Tanrıdağı” dergisini çıkarmıştır. “Karakedi” mizah dergisinin, “İnsan ve Kâinat” adlı bilim dergisinin editörlüğünü yapmıştır. Geçmiş yıllarda basın suçundan iki ay hapishanede yatmıştır. 1982’de ilk adımını attığı Türkiye gazetesinde 26 yıldan beri kalem oynatmaktadır. Güncel ve siyasî meselelere özgün bakış açılarıyla kendine özgü yorumlar getirmektedir. Yılların getirdiği tecrübelerini okuyucularıyla paylaşmaktadır.

    Gazeteci, şair ve yazar Ömer Öztürkmen’in denemeleri de çok kıymetlidir. “Gözyaşı Medeniyeti”, “Zihniyet İnkılâbı”, “Bilimden Damlalar”, “Karıncalardan Özür Dilerim”, “Geleceğin Eşiğinde” deneme kitaplarından bazılarıdır. Onun kaleme aldığı “Malazgirt Marşı” şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan sonra bu alanda yazılmış dikkate değer şiirlerden biridir. Ondan bir dörtlüğü dikkatinize sunmak istiyorum:

    “Bir Cuma sabahı, Allah’a karşı
    Malazgirt’te elli dört bin er
    Söylemişler en güzel marşı
    Allahu ekber, Allahu ekber...”

    Gazeteci-Yazar Ömer Öztürkmen, bu topraklarda yetişen, bu ülkenin ekmeğini yiyen ve berrak suyunu içen bir insan olarak daima yerli(millî) düşüncenin savunuculuğunu yapmıştır. Bu milletin değerlerine ters düşen açıklamalar yapmamıştır. İnananların sesi olmuştur. Önceki sözlerini daha sonra inkâr edip çark etmemiştir. Onun içindir ki daima güvenilen, sevilen bir insan olarak mevcut itibarına itibar katmıştır. Onun, hep güncel kalan bir mesele olan başörtüsüyle ilgili nefis bir değerlendirmesini sizlere sunarak sözlerimi tamamlamak istiyorum. Allah bu güzel kaleme uzun yıllar daha yazma imkânı nasip eylesin:

    “Eğer bir toplum otuz yıldır bir başörtüsü, bir türban konusunu durmadan tartışıyor, tartışıyor, tartışıyor ve bir sonuca varamıyorsa, üstelik konuyu toplum katlarında bir kavgaya, hadi kavga demeyelim, bir ihtilafa dönüştürüyor da bir çözüm bulamıyorsa o toplumun aydın kesiminde psikolojik bir problem var demektir. Koca koca insanlar, iri yarı, bilim ve sanat adamları işi gücü bırakmış, milletin türbanıyla, başörtüsüyle, ölüm kalım savaşı verir hale gelmişse vahim bir durum var demektir. (Türkiye Gazetesi–18 Ocak 2008 Cuma)

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 25.08.2008 - 21:10

    İSLAM’IN NERESİNDEYİZ? NERESİNDE OLMALIYIZ?

    M.NİHAT MALKOÇ

    Din, insanın hayatını, ruhunu tanzim ve tamir eden manevî ilaç hükmünde bir sistemdir. Bu buhranlı çağda din yükselen değer olmuştur. İnsanlar saadeti maddiyatta arasalar da neticede bulamamışlardır. Bütün arayışlar iç huzurun sigortasının dinî inanç olduğunu göstermiştir. Geçen zaman, bütün değerleri bir değirmen misali öğüttü ve de öğütmeye devam ediyor. İnsanlar aradıkları huzuru bir türlü bulamıyorlar. Çünkü huzuru yanlış adreste arıyorlar. Adres yanlış olunca aramalar beyhudedir. Zira gerçek ve kalıcı huzur sadece İslam’dadır. Bunu ne kadar gizleseler de parça zamanla bütünü bulacaktır. Materyalizmin uşakları maneviyata giden yollara dinsizlik mayınları döşeseler de, her bir uzvumuzu kaybetsek de bizi huzura kavuşturacak menzile biiznillah varacağız.

    ‘Dünyada en büyük nimet nedir? ’ diye sorsalar hiç tereddüt etmeden ‘Müslümanlık’ derim. Gerçekten de öyle değil midir? İslam, iki cihan saadetini sağlayan bozulmamış tek inanç sistemidir? Onun içindir ki İslam’ın alternatifi yoktur. İslam’ın alternatifi yine İslam’dır. Bizler bu nimeti hazır bulduğumuz için kıymetini bilmiyoruz. Bu inanç yolunda çilelere katlanmayı, fedakârlık göstermeyi denemediğimiz için onu yeterince önemsemiyoruz.

    Dünyada yaşayan Müslümanların sayısı bir milyarın üzerinde olsa da bu rakam ne yazık ki Müslümanlığın etki sahasına yansımamaktadır. Dünyada Müslüman çok ama dinini dert edinen ve derdini seven güçlü Müslüman yok. Günümüzde Müslümanlık geriliği, fakirliği, üçüncü dünya ülkelerini çağrıştırıyorsa bunun suçlusu bu inanç sistemini hücrelerine sindiremeyen, gereğini yapamayan Müslümanlardır. Suçluyu Avrupa’da ya da Amerika’da aramaya gerek yok. Bizler gönüllü sömürge olduk dünyanın sözde efendilerine. Özgürlüğümüzü ellerimizle teslim ettik. Paryalığı sultanlığı tercih ettik.

    Dünya Müslümanları Kur’an hakikatleri etrafında birleşebilseler, tek yumruk olabilseler, kalpler uhuvvetle atabilse bizi kimse esaret zincirleriyle bağlayamaz. Aslında bizi bize bağlayan o kadar güçlü bağlar vardır ki hepsi de çelik kuvvetindedir. Dinimiz bir, kitabımız bir, peygamberimiz bir… Bu kadar birin olduğu yerde niçin ikilik olsun ki? ...

    Müslümanların manifestosu şüphesiz ki Kur’an’dır; onu hadisler takip eder. Ötesi de icma ve kıyastır. Kur’an ve hadis dünyevî ve uhrevî pek çok meselemizi izaha muktedirdir. Ayrıntılardaki sis perdelerini kaldırmak ulemanın işidir. Durum bu iken sırat-ı müstakimden ayrılanların durumunu nasıl izah edebilirsiniz? Müslüman adetince az çok birbirinden değişik algılarla ve kavrayışlarla beslenen anlayışlar bizi bizden koparıyor. Emirler ve yasaklar(farzlar ve haramlar) şahsileştirilmeye çalışılıyor. Oysa Müslümanlıkta hangi konumda olursa olsun hiç kimseye farklı ahkâm uygulanmaz. İslam’da ahkâm umumidir.

    Bazı kesimler İslam’ı ayrıntılara boğarak puslu hava oluşturup hakikatleri perdelemektedir. Bu kişilere baktığınızda nafileleri farzların önüne getirip gereksiz ayrıntılarla laf ebeliği yaptıkları, zihinleri bulandırdıkları görülür. Bu durum dinin esasını zedelemekte, insanların zamanını çalmakta ve inançlarını sis perdesi altında bırakmaktadır.

    Önceliklerini yanlış belirleyen kişilerin akıbetinin hüsran olacağı açıktır. Bu durum Müslümanların inanç akideleri için de geçerlidir. Perişanlığımızın, dağınıklığımızın, uyuşukluğumuzun temel nedeni önceliklerin yanlış belirlenmesi ve ayrıntıların esas hükümleri gölgede bırakmasıdır. Bu kişilerarası ilişkilere de yansımakta zeminin kaymasına yol açmaktadır. Bizi aynı paydada birleştiren dinî hakikatlere sarılarak bu ayrılık uçurumundan uzaklaşıp selamete koşabiliriz. Aksi takdirde ancak uçurumun dibinde buluşabiliriz.

    Türkiye başta olmak üzere bütün Müslüman ülkelerin en büyük meselesi inanç akideleriyle gelenekleri birbirine karıştırmasıdır. Dini, gelenekle bütünleştirme çabaları geleneğin kutsallaştırılması sonucunu doğurmuştur. Bu durum dinin doğru anlaşılmasını engellemiş, geleneksel kanaatler ayet ve hadislerin önüne geçmiştir.

    Türkiye’de gelenek ve görenekler, töre kanunları Müslümanlığın akidelerinin önüne geçmiştir. Müslümanlık dinî hüviyetini kaybederek töreye ve geleneğe büründürülmüştür. Daha doğrusu gelenek ve görenekler Müslümanlık boyasına boyanmış, öylece özden uzak farklı bir Müslümanlık sentezi oluşturulmuştur. Bunun biraz daha ötesine geçilerek İslam dinine hurafeler sokulmuş, tertemiz İslam pınarı bulandırılmaya başlanmıştır. Gelenekler bazı çevrelerin zorlamalarıyla Müslümanlık sayılmıştır. Böylece kafalar iyice karıştırılmıştır.

    Müslümanlık saf, arı, duru bir dindir. Daha doğrusu yozlaşmamış Kur’an Müslümanlığı böyledir. Bazı çevreler bu dini ifsat etmek için içine çerçöp kabilinden bir sürü lüzumsuz, hatta zararlı düşünceler sokmuşlardır. Son yıllarda İslam denince akla şiddet, işkence, kadını eve hapseden ve sosyal hayattan soyutlayan bir anlayış geliyor. Benim Peygamberim Hz. Muhammed(sav) ’in getirdiği İslam’da böyle bir düşünce yoktur. İslam şiddeti şiddetle yasaklamıştır. Sadece insanlara değil, diğer canlılara bile işkence yapmak İslam’ın günah saydığı eylemlerdendir. İslam; kadını eve hapsetmemiş, aksine uygun zeminlerde sosyal hayatta ona yükümlülükler vermiş, tebliğ vazifesini ona da yüklemiştir.

    İslam’ı gerçek kaynağından değil de onu yanlış tatbik eden sözde Müslümanlardan öğrenenler çelişkiler yumağı içerisinde gidecekleri gerçek yolu, sırat-ı müstakimi bulamıyorlar. İslam’ın kadına yaklaşımı konusunda da kendini Müslüman zanneden fakat bu dini anlamaktan ve yaşamaktan uzak kişilerin bazı yanlış uygulamaları esas alınıyor. Resulullah’ın Veda Hutbesi’nde kadın haklarıyla ilgili ifadelerini bir okuyun da hükmünüzü ondan sonra verin. Kâinatın medar-ı iftiharı Efendimiz, kadınlarla ilgili şöyle buyuruyor: “Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim.” Durum bu iken Batılıların zihnindeki yanlış İslam imajını silmek, doğrusunu zihinlere yerleştirmek biz Müslümanların en büyük vazifesizidir. Bunu lafla değil, tavır ve davranışlarımızla yapacağız. Zira ‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’ demiş şair Ziya Paşa…

    Müslüman ‘güzel ahlaklı insan’ demektir. Güzel ahlakı elde etmek için iyi bir dinî eğitim almak gerekir. Buna ‘nefis terbiyesi’ de diyebiliriz. Zira nefsinin yolunda gidenin iyi ahlak sahibi olması beklenemez. Çünkü nefis daha çok şeytanın sözcülüğünü yaptığı için insana hakikat yolunu göstermez. Müslüman, nefis frenine basmak için daima teyakkuzda olmalıdır. Bizler nefsin fısıltılarına kulaklarımızı tıkayıp iki cihan serveri ay yüzlü Resule tabi olmalıyız. Dini esas kaynağından öğrenenlerin şeytana tabi olması, yoldan çıkması söz konusu değildir. Onlar, İslam’ın zırhıyla zırhlanmış, salih kullar zümresine ilhak olmuş kimselerdir. Bu kimseler kısa ömürleriyle ebedî saadet hayatını satın alan akıllı tüccarlardır. Faniden bakiye sermaye aktarmak... Bundan daha kârlı bir ticaret düşünülebilir mi?

    Dünya ve ahiret saadeti ancak güzel ahlakla elde edilir. Müslümanlığı hakkıyla yaşayan ve yaşatan kişiler iki cihan saadetini yakalamış insanlardır. Onlar dünyada da ahrette de huzurludurlar. Bu demek değildir ki dünyada onların başına bela ve musibetler gelmez. Elbette onlar da imtihana tabi oldukları için bela ve musibetlerle denenirler. Demirin sağlam olabilmesi için yüksek ateşte yeterinde kalması gerekir. İnsanları güçlü kılan da zorluklardır. Zaten kolay elde edilen şeylerin ömrü kısa olur, onlar kişiye mutluluk da getirmezler.

    “Din güzel ahlaktır” diyen Peygamberimiz yeryüzüne gönderilmiş bir ahlak abidesidir. O’nda bizim için güzel ahlak adına emsalsiz numuneler vardır. Saf ve duru Müslümanlığın en güzel örnekleri ondadır. O Resul ki bir hadisinde “Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır.” diyor. Yine o büyük insan güzel ahlak için gönderildiğini söyleyerek tabi olunacak ve örnek alınacak insan modelinin kendisi olduğunu söylüyor. Onun şu duası da güzel ahlakın değerine işaret ediyor: “Ya Rabbi senden, sıhhat, afiyet ve güzel ahlak dilerim.” Bizler de Rabbimizden mal mülk, evlat değil de öncelikle ve özellikle güzel ahlak dilemeliyiz.

    Günümüzde Müslümanların tavır ve davranışlarını yeniden gözden geçirip İslam’ın ilkelerine göre tanzim etmesi gerekir. Bu hâlimizle hem Müslümanlığı eksik yaşıyoruz, hem de yanlış bir Müslüman modeli oluşturuyoruz. Bizim davranışlarımıza bakanlar bizi değil, Müslümanlığı eleştiriyorlar. Hiçbirimizin Müslümanlığı zedeleme salahiyeti yoktur.

    Günümüzde insanların zihinleri gereksiz malumat çöplüğüne dönmüştür. Beynimize o kadar gereksiz şeyleri depoluyoruz ki gerekli şeylere yer kalmıyor. Çocuklarımız çok şey biliyor diye seviniyoruz. Fakat bildikleri şeyleri elekten geçirdiğimizde bunların hayatta hiç de kullanmayacakları şeyler olduğunu anlıyoruz. Bu kişilerin çoğunun gerekli dinî bilgileri bilmediklerini, bunları öğrenme sırasına bile almadıklarını görüyoruz. Bu, öncelikle ailelerin hatasıdır. Aile belli bir yaşa kadar çocuğuna kılavuz olmalıdır. Siz çocuğunuza kılavuz olmazsanız çocuğunuzun kılavuzu kargalar olur. Kılavuzu karga olanın sonu da malumdur.

    Müslüman kimliğini onurla taşıyan ve gereğini hakkıyla yapan sorumluluk sahibi aileler çocuklarına ergenlik çağına girmeden evvel gerekli dinî bilgileri doğru kaynakları esas alarak verirler. Şayet kendileri yeterince bilmiyorlarsa bilenlerden yardım alırlar. Bizler çocuklarımızı sağlam bilgilerle donatmazsak ilerde kulaktan dolma bilgilerle yanlış itikatlara sapabilirler. Günümüzde bunun acı örneklerini kitle iletişim araçlarından takip ediyoruz. Unutulmamalıdır ki Müslüman olduğunu iddia eden kişinin dininin kurallarını bilmesi ve bildiklerini hayatta tatbik etmesi esas vazifelerindendir. Bu aslında zor bir şey de değildir.

    Öte yandan günümüzde bazı çevreler ‘Kur’an Müslümanlığı’ kavramını ileri sürerek peygambersiz bir Müslümanlığın tohumlarını ekmeye çalışıyorlar. Bilinmelidir ki Müslümanlığın kitabı Kur’an, peygamberi Hz. Muhammed(sav) ’dır. Son Peygamber Hz. Muhammed(sav) Allah’tan aldıklarını ümmetine taşımış, anlaşılmayan yerlerde izah etmiştir. Bu izahlar hadis adı altında bugüne ulaşmıştır. Fakat Peygamberimiz Allah’ın bildirdiklerinin dışında, onlara uzak ve muhalif hiçbir şey söylememiştir. On dört asırdan beri Kur’an, tabir caizse Müslümanlığın anayasası olmuştur. Bundan sonra da olmaya devam edecektir.

    Peygamber Efendimiz hadislerinde bir anlamda Kur’an’ın yorumunu, tefsirini; sünnet-i seniyyesinde de tatbikini yapmıştır. Bu aslında Müslümanlar için büyük bir kolaylık ve nimettir. Hadisleri yok farz ederek her şeyi Kur’an içerisinde aramak hem anlamsız, hem gereksiz, hem de yanlış bir tutumdur. Çünkü Kur’an’da ayrıntılar yoktur. İslam’ın emir ve yasaklarına dair ayrıntıları Resulullah’ın hayatından edindiğimiz örneklerle öğrenip tatbik ediyoruz. Hiçbir Müslümanın sünneti dışlamak gibi bir densizliğe girmesi düşünülemez. Zira gelen vahiyleri en iyi açıklayan ve hayatına tatbik eden Resulullah’tır. Kur’anı ve Müslümanlığı meal ve tefsirlerden değil, Resulullah’ın söz ve uygulamalarından anlayabiliriz.

    Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kıyamet gününe, hayır ve şerrin Allahû Teâlâ’dan olduğuna inananlara Müslüman desek de Müslümanın bunun ötesinde bütün güzellikleri hâl ve hareketlerine yansıtan örnek bir karakteri vardır. Mümin ayna gibidir.

    Sadece Müslüman’ım demekle Müslüman olunmuyor. Daha doğrusu Hakk katında Müslümanın takip etmesi gereken bir yol haritası vardır. Müslümanlığın getirdiği sorumluluklar ve vazifeler çoktur. Müslüman bunları bilmeli ve hayatında uygulamalıdır. Öncelikle Müslümanlar birbirleriyle kardeş oldukları bilincinde olmalı, dayanışma içerisinde hareket etmelidirler. Müslüman aynı inancın mensubu olan kardeşini sevmeli ve kayırmalıdır. Peygamberimiz bu konuda şöyle diyor: “Müminlerin birbirlerini sevmede, merhamette ve şefkatte misali, tıpkı bir vücut gibidir. Vücuttan bir organ rahatsız olduğunda, vücudun diğer organları da, uykusuzluk ve ateşle ona katılır.” (Buhârî, “Edeb”, 27; Müslim, “Birr”, 66) .

    İyi Müslüman, başkalarının kendisinden emin olduğu kimsedir. Mütekâmil Müslüman hak yemez; zulmetmez; haksızlık karşısında asla susmaz. Başkalarının gizli hallerini araştıran, zan bataklığında çırpınan ve gıybet eden kişilerin derhal tövbe ederek iman tazelemesi tavsiye edilir. Zira bu gibi eylemler insanı sırat-ı müstakimden çıkararak manevî uçurumlara sürükler. Aşağıdaki ayet Müslümanları bu gibi davranışlardan uzak durmaya davet etmektedir:

    “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur) .” (Hucurât, 49/12)

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 24.08.2008 - 21:47

    PEKİN OLİMPİYATLARI VE TÜRKİYE’NİN AĞLANACAK HÂLİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türkiye, yetmiş milyonu aşkın nüfusuyla ve coğrafî üstünlüğünün getirdiği nüfuzuyla tartışmasız büyük bir ülkedir. Fakat bu nüfus ve nüfuz üstünlüğümüzü Çin’in başkenti Pekin’de düzenlenen olimpiyatlarda gösteremedik. 08–24 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirilen olimpiyatlarda birinci olarak ipi göğüsleyen Çin Halk Cumhuriyeti 51 altın, 21 gümüş, 28 bronz madalya kazanarak oyunlara ağırlığını koydu. Çin toplamda yüz madalyanın sahibi oldu. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin gerek ekonomide, gerekse sporda dünyada söz sahibi olmaya devam ediyor. Çin’in ardından ABD ikinci, Rusya üçüncü oldu. Onları İngiltere, Almanya, Avustralya, Güney Kore, Japonya, İtalya ve Fransa takip etti.

    2008 Pekin Yaz Olimpiyatları, Türkiye için tam anlamıyla hezimetin başlangıcı oldu. Türkiye, Pekin Yaz Olimpiyatları’nda bir altın, dört gümüş, üç bronz olmak üzere toplam sekiz madalya kazanarak ancak 37. olabildi. Moğolistan, Yeni Zelanda, Kazakistan, Jamaika, Kenya, Belarus, Etiyopya, Küba, Tayland, K.Kore ve savaştaki Gürcistan bile bizden önde bitirdi olimpiyatları. Böyle rezalet görülmedi. Bu derece Türkiye’ye hiç yakışmıyor. Keşke olimpiyatlara katılmasaydık. Bu hezimeti bu kahraman milletin evlatlarına yakıştıramıyorum.

    Devşirme sporcularla bundan fazlası beklenemezdi. Gerçi devşirme sporcu sadece Türkiye’de yok. Türkiye dışındaki pek çok ülkede de devşirme sporcu var. Üzücü olan şu ki devşirme sporcularımız yine bir şekilde başarılı oluyor da bizim sporcularımız bir türlü bekleneni veremiyorlar. Devşirmeler de olmasa sıfır çekecektik olimpiyatlarda. Zira atletizmde iki gümüş madalya kazanan Etiyopya’dan devşirilen Elvan Abeylegesse, güreşte tek altın madalyamızı kazandıran Çeçenistanlı Ramazan Şahin(Ramazan İbrayhanov) olmasa avucumuzu yalayacaktık. Fakat Türkiye sporda bu kadar küçük başarılarla avunmamalıdır.

    Türkiye gibi genç nüfusa sahip bir ülkede böyle bir başarısızlığın olması akılla izah edilemez. Şunu dürüstçe söylemek gerekir ki Türkiye olimpiyatlara hazırlanarak gitmedi. İlk 10’daki ülkelere baktığımızda hepsinin sıkı bir hazırlık dönemi geçirdiğini görürüz. Ülkemizin olimpiyatlara tüm dallarda sadece 68 sporcuyla gitmesi hezimetin habercisiydi.

    Bu olimpiyatlarda Rusya, Almanya ve Japonya gibi sporun önde gelen ülkeleri, Atina-2004’e göre düşüşler gösterdi. ABD, en büyük düş kırıklıklarını atletizmde ve yalnızca bir bronz madalya kazandığı boksta yaşadı. Ancak ABD’de, yüzücü Michael Phelps, sekiz altın madalya kazanıp, bir olimpiyatta en fazla madalya kazanan sporcu unvanına erişirken, ayrıca bu başarısını yedi dünya rekoruyla taçlandırarak tarihe geçti. Böyle büyük bir başarı olimpiyatların hafızalarda kalmasını da sağlayacak şüphesiz.... Bizde böyle büyük bir sporcu acaba ne zaman yetişecek? Bizim topraklarda niçin böyle değerler yetişmiyor? Bize ne oldu?

    Türkiye’nin spordaki başarısızlıklarının sebebi hedefsizlik, plansızlık ve sistemsizliktir. İlk üç dereceyi elde eden Çin, ABD ve Rusya gibi ülkelerin spor stratejilerine baktığımızda bizden farklı olduklarını görürüz. Bir kere o ülkelerde spora çok küçük yaşlarda başlanıyor. Spor bir hobi olarak değil, esas iş olarak görülüyor. Spor okulları bu ülkelerde çok yaygın. Bunun yanında spor devlet tarafından teşvik ediliyor. Fakat spor politikacıların insafına ve tekeline bırakılmıyor. O ülkelerde sporu yönlendiren teşkilatlar özerk statülere sahiptir. Devlet memuru mantığıyla yürütülmüyor işler. Ya bizdeki durum nasıl?

    Türkiye’de sporla ilgilenen kurumlar, gelen hükümetlerin politik bakış açılarıyla işleri yürütüyorlar. Türkiye’nin belli başlı ve uzun vadeli bir spor planlaması yok. Sporun okullaşma oranı çok aşağılarda, hatta yok gibi… Sporla ilgilenenler yeterli ve gerekli teşviki devletten ve ilgili kurumlardan göremiyorlar. Sporu yönetenlerin kaderi siyasetçilerin iki dudağı arasından çıkacak bir kelama bağlı… Durum böyle olunca böylesi hezimetler kader oluyor. Bu böyle gitmez. Türkiye bu hezimetlerin ezikliğini, yaşamak zorunda değildir.

    Türkiye, spor alanında da diğer alanlarda da tez elden titreyip kendine dönmelidir. Büyük ülkeler büyük oynarlar. Türkiye için başarı en azından ilk 10’a girmektir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 24.08.2008 - 18:37

    OSMANLI TÜRKÇESİ YAHUT OSMANLICA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Cihan devleti olan Osmanlı 624 yıl boyunca dünyaya emsali görülmemiş bir adaletle hükmetti. Fakat hiçbir zaman tahakküm etmedi. Eli ve emri altındaki milletleri parya olarak değil, parça olarak gördü. Onun içindir ki Batılıların kışkırtmaları sonucu Osmanlı’ya isyan ederek bu köklü devletin bölünmesine sebep olan devletler Osmanlı’ya yaptıkları ihanetin vicdan azabını daima yüreklerinde hissetmişlerdir. Çünkü bağımsız olacaklarını sanan bu devletler sömürge heveslisi Batılı devletlerin kucağına oturmak zorunda kalmışlardır.

    Osmanlı Devleti çok milliyetli bir yapıya sahipti. Devlet içerisinde farklı dillerden, farklı dinlerden ve farklı kültürlerden insanlar vardı. Osmanlı bu farklılıkları ortak insanlık potasında eriterek, mensuplarına huzur temin etmiştir. Bunu yaparken de bugünkü ABD gibi salyalı sömürgeci kılığında mazlum milletlere azı dişlerini gösterip ellerindeki bir somun ekmeği gasbetmemiştir. Açlığı da, tokluğu da, huzuru da, huzursuzluğu da paylaşmışlardır.

    Osmanlı Devleti’nin değişik kaynaklardan beslenen zengin bir kültür hazinesi mevcuttu. Bu, maddî ve manevî kültürün bir araya gelmesinden oluşmuş zengin, canlı ve insanî bir birikimdi. Osmanlı değişik dil, din ve milliyetten oluşmuşsa da onun dili Osmanlı Türkçesiydi. Altı yüz yıllık kültürel birikim bu dille yoğrulmuş, adeta nakış nakış işlenmiştir. Osmanlı Devleti’nin bu köklü birikimi Cumhuriyetten sonra bir anlamda müzelik olmuştur. Harf devrimiyle beraber Arapça, Farsça ve Türkçenin bir araya gelmesinden oluşan Osmanlı Türkçesi veya yaygın söyleyişiyle Osmanlıca kültürel hayatımızdan çekilmiştir. Osmanlı Türkçesinin doğal akışının sekteye uğratılmasıyla milyarlarca sayfalık kültür hazineleri kütüphanelerin tozlu raflarında meraklılarının insafına bırakılmıştır. Dünle bugünü birbirine bağlayan ip keskin bir bıçakla kesilmiş, dedeyle torun arasındaki iletişim bir anda kopmuştur.

    Osmanlıcanın kültür hayatımızdan bir anda çekilişinin sancıları yıllarca yaşanmıştır. Bu sancılar bugün de yaşanıyor, belli ki yarın da yaşanacaktır. Fakat olan olmuştur, geçen geçmiştir. Bugün bunun tartışmasını yapmak beyhudedir. Geçmişe, Osmanlıcaya dönelim demiyorum. Aksine şunu iddia ediyorum: Bugün Osmanlıcaya, Arap menşeli harflere dönmek tıpkı Osmanlıcadan Latin harflerine geçişteki sancıların yaşanmasına sebep olacaktır. Artık tercih yapılmıştır. Fakat bu demek değildir ki Osmanlı Türkçesini hayatımızdan silip atalım. Biz istesek de kütüphanelerimizde bizleri bekleyen milyonlarca ciltlik eser buna müsaade etmez. Demek ki Osmanlıca da bizim bir parçamız olarak ebediyen kalacaktır.

    ‘Osmanlıca’ ifadesini ben doğru bulmuyorum. ‘Osmanlı Türkçesi’ demek daha doğru olacaktır. Çünkü Osmanlıca deyince sanki Türkçeden farklı bir dil algılanıyor. Oysa Osmanlıca, Türkçenin bir parçasıdır. Alfabeyle dili birbirine karıştıranlar Osmanlıcayla Türkçe arasında kalın duvarlar örmüşler, bu bütünlüğü bozmaya çalışmışlardır. Onun içindir ki ben ‘Osmanlıca’ yerine ‘Osmanlı Türkçesi’ ifadesini kullanmayı yeğliyorum.

    Osmanlı Türkçesi çok zengin bir dildi. Milyonlarca kelimeyi içinde barındırıyordu. Arapça ve Farsçadan beslenen bu dil, söz konusu dillerdeki kelimeleri hiçbir zaman olduğu gibi almamıştır. Arapça ve Farsça kelimeler üzerlerindeki elbiseleri çıkarıp yeni renklerle, yeni libaslarla dilimize girmişlerdir. Bunu görmezlikten gelip zihinleri bulandıranlar az değildir. Gelin dünle bugün arasında köprü kuralım. Bugünkü Türkçeyi de dünkü Osmanlıcayı da yaşatalım. Bu ifadeleri saptırıp da öküz altında buzağı aramayalım.

    Geçmişimizi çepeçevre kuşatan Osmanlı kültürünün izlerini takip edebilmek için Osmanlı Türkçesini bilmek zorundayız. Çocuklarımıza muhakkak bu dili öğretmeliyiz. Bunun yolu da lise seviyesindeki okullarımızda ‘Osmanlı Türkçesi’ dersini seçmeli dersler arasına koymaktır. Bunu yap(a) madığımız takdirde geçmişinden kopuk ve kültüründen habersiz bir nesil yetiştirmiş olacağız. Batılılar olsa bunu çoktan yapardı. Fakat bizler böyle bir şeyi telaffuz ettiğimizde ‘geriye dönüş’ anlamına gelen ‘irtica’ yaygaraları koparılmaya başlanır.

    Netice olarak mezar taşlarını okuyamayan bir nesil bizi utandırmaya yeter herhalde…

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta