GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,
EVVEL GİDEN AHBABA SELAM OLSUN ERENLER! ...
M.NİHAT MALKOÇ
…Merhum Ahmet Hilmi İmamoğlu Hocamın Aziz Hatırasına…
Anadolu çocuklarının bilindik tedirginliği ve çekingenliğiyle üniversite kapılarında bulduk kendimizi. Henüz ana kucağından ve gönül sıcağından ayrılmışken fırtınalar abandı gönül coğrafyamıza. Sevinçle keder arası bir hissiyatın hamallığını üstlenmişti yorgun bedenim. Ayaklarım bedenime, beynim duygularıma söz geçiremiyorken senin şefkat ikliminde soluklandık. Odandaki karaltılar sevgi ve dostluğun siluetini çiziyordu gönül tuvaline. Gökkuşağı gibi bütün ana ve ara renkleri içinde barındırıyordun. Sadece karanlıklara ve karalıklara kapalıydı yürek kalelerinin kapısı. Sevgi çiçekleri boy atmıştı yürek tarlalarında. Bozkırları bile yeşertmeye muktedirdi tebessüme banılmış bakışların.
Seninle göz göze geldiğimizde, fırtınalar kopmuştu benliğimde, şimşekler çakmıştı beynimde. Kırılan dallarım kımıldayarak hayat belirtisi göstermişti en umarsız zamanımda. Kanayan yarama kapı kapı dolaşarak aradığım merhemdin. ‘Doktor iyi hastanın ayağına gelir’ halk deyişini canlandırıyordu yosun kokulu, küf yeşili zaman. Bakışında bir harikuladelik vardı besbelli. Bu bir ana bakışı kadar sıcak, baba bakışı kadar otoriterdi. Cesaretin, çelikleşen iradenin, kararlılığın, Mevlana’ca hoşgörünün, Yunus’ça bakışın izleri vardı çehrende. Ait olmadığımız bir yerde bize kapılarını açmıştın ardına kadar. Bahçelerinde bin bir özenle büyüttüğün gonca güllerden koklatmıştın bize. Mecnun’un kızgın çöllerde aradığı Leyla, Ferhat’ın uğruna dağları deldiği Şirin, Kerem’in yüreklerini yakan Aslı’ydın benim için.
Irmaklar kadar akışkan, deryalar kadar engin, Karadeniz’in hırçın dalgaları gibiydi yüreğin. Nice gönüllere kazınmıştı adın. O gönüllerden biri de ben olacaktım belli ki… Ahmet’tin, adın gibi övülmeye değerdin, beğenilmiş bir kuldun, Allah’a şükredendin. Efendimizden almıştın adını. Zira o resul-i kibriyanın gökteki adı Ahmet, yerdeki adı Muhammet’ti. Hilmi’ydi ikinci adın, adın gibi yumuşak huyluydun, Eyüp’çe sabrın vardı tahammülsüzlüğün bir sarmaşık misali gönüllerimizi sardığı bu kokuşmuş zamanda. İsminle müsemmaydın. Müftü olan babandan almıştın Türk-İslam terbiyesini. İmamoğlu soyadı ne de yakışırdı sana. Birbirinden anlamlı adını ve soyadını ne kadar da güzel taşırdın benliğinde.
Karanlıkları kovmak, cehaleti boğmak, sevgi olup yağmak için doğmuştun. Kırık kalplere aşk ve sevgi götüren muhabbet katarıydı kırılgan yüreğin. Köprüydün dünü bugüne, bugünü yarınlara bağlayan. Ortaçağ karanlığını silen tılsımlı silgiydin. Mazlumların güçlü kolu, yolunu kaybetmişlerin yoluydun. Âmâlara göz, sağırlara kulaktın. İçindeki denizlerde devasa gemiler bilgi limanlarına sefer üstüne sefer eylerdi. Ücra köylerde dalgalanan şanlı bayrağın alıydın sen, peteklerimizin balıydın sen, karanlığa küfretmek yerine, çıra olanların emsaliydin sen. Aşk kokardı hecelerin, aydınlıktı gecelerin, müşterekti acıların. Bir mumdun yandıkça etrafı aydınlatan, göklerimizde Süreyya’ydın karanlık gecelerde. Alnın açıktı, başın dikti. Bir nesil geliyordu arkandan. İrfan ordusunun muzaffer komutanıydın. Senin de korku bilmez Serdengeçti’lerin, Genç Osman’ların, Ulubatlı Hasan’ların, Fatih’lerin, Sultan Süleyman’ların, söz sultanı Baki’lerin, Fuzuli’lerin vardı. Peşinde koştuğun ideallerin vardı.
Seni tanıdığım güne selam olsun. Beni sana götüren yollar güllerle dolsun. Yağmurlar yıkasın gönül bahçelerini. Bulutlar gölgelesin yürekleri yangın yerine çeviren kızgın ağustosları. Sıcakların, yerini eylül yağmurlarına bıraktığı zamanda tanıdım seni. Bütün enerjisini gül bahçeleri için seferber eyleyen bir bahçıvandın. İlgiye, bilgiye ve bakıma muhtaç gül bahçelerin vardı senin. En zor zamanlarda bile gönül heybende sakladığın bir tutam umudun vardı senin. Tipi ve boranlarda en güvenli limandın bizler için. Yarınlara ışık saçan bir meşaleydin. Ağrın Dağı’nın tepesinde bembeyaz kar, Karacaoğlan’ın kalbinde yaşattığı yârdın. Arıydın her çiçekten bal alan. Petektin bin bir sabırla ve tahammülle oluşan. Nakıştın Anadolu’yu çağrıştıran, âşıkların dillerinden düşmeyen yanık bir türküydün sen…
Bozkırlarda boy atan, yarınlara programlanmış fidanların vardı senin. Meyveye durmaya hazırlanan ağaçların vardı hazanlara ve hüzünlere rağmen. Tohumların filizlenmişti toprakta, fide olmuştu, boy vermişti, çınarın gölgesinde meyveye durmuştu bazıları. Bütün dillerin anası ve atası sayılan sevgi diliyle konuşurdun sen. Bu dilde ortaya dökerdin bütün hünerlerini. Gönül evlerinin maharetli mimarıydın, kükreyen bir aslandın cehalet karşısında.
Bir tohumda sepet sepet meyvelerin hayalini görürdün sen. Kelimelerdi en büyük silahın. Doğrusunu söylemek gerekirse usta bir silahşordun de. Karakışlarda bahar sıcaklığını yaşatırdın bizlere. Menzili aydınlık ufuklar olan apaydınlık ve düz bir yol açtın bize. Yürüdük uygun adım peşine. Bilgi okyanuslarında devasa gemiler yüzdürdük. En zor zamanlarda yine sendin kılavuz kaptanımız. Atlaslara sığmazdı gönül ülken. Tasalı günlerimizde akan gözyaşlarımızı silen bir mendil olurdun. Korkularımıza sığınaktı sevgi zırhıyla korunan gönül kalen. Başımıza taç, yolunda yürüdüğümüz amaç, yaralı gönüllerimize ilaçtın sen. Damarlarımızda kandın, vücudun motoru candın, içimizde besleyip büyüttüğümüz bir bitimsiz heyecandın. Müspet ilimlerin kapısını açan altın anahtardın sen.
‘Ben Almanya’dayken…’ diye başlardı sözlerin. Altı sene boyunca Almanya’da bir eğitim neferi olarak zamanı kıymetlendirmiştin. Oradaki Türk çocuklarının göz göre göre ellerimizden kayıp yitip gitmesine gönlün razı olmadığı için en güzel yıllarını onlara ayırmıştın. Bizim yaban ellerdeki bahçelerimizi sulamak için mesafeleri bir bir aşmıştın. Bu aydınlık yolda mesafe alabilmek için çocuklarının hasretini bile içine gömmüştün.
Hocaların hocası güzel hocam, seninle tanıdık asırları aşıp günümüze ulaşan eski edebiyatımızı. Gazelleri, kasideleri, rubaileri, senin güzel sunumunla sevdik. Hoca Dehhanî’yle başlayan Divan edebiyatını Şeyh Galip’le sonlandırdık. Eski metinleri bulmaca tadında çözdük. Aruz veznini bir hamur gibi yoğurduk günlerce. Zafer tablolarıyla dolu şanlı tarihimizi ve ciltlere sığdırmakta zorluk çektiğimiz eski kültürümüzü sen sevdirdin bizlere. Korkularımızı yendik verdiğin güvenle. Resmiyetin soğukluğu hiçbir zaman girmedi amfilerimize. Öğretmenden çok dosttun, babaydın, kol kanat geren bir hamiydin sen.
Toprak kokardı, buram buram Anadolu kokardı çatlamış ellerin. Trabzon’un Köprübaşı kazasından çıkmıştın kutlu hayat yolculuğuna. Doğup büyüdüğün topraklara âşıktın. Türkülerimizdeki millî sestin sen. Aç ruhlarımızın gıdasıydın sen. Gönül bahçemizde solmayan güldün; Hakk ve hakikatten gayri yalan yanlış yazmayan kalemimizin siyah incisi, vicdanımızın sesiydin. Düşmana şahin bakışlıydın; dostun bağında bir barış güverciniydin. Tebessümünle beslenirdi yakın dostların. Varlığın ve ağırlığın hissedilirdi hep… Sevgiye açılan el, hakikati terennüm eden dildin. Asırlık Osmanlı çınarında kırılmayan daldın; âşıkların sazında hiç kesilmeyen teldin. Gönül kitabının altın işlemeli kapağıydın.
Nice eğriler senin tezgâhında doğruldu. Sevgisizler senin aşk okyanuslarında sevgiye yelken açtı. Nice hoşgörüsüzler nezaket öğrendi senden. Seni model alan ben, öğretmen olma aşkıyla ve şevkiyle yanıp tutuşuyordum. Ecnebi değerleri boşayıp yerli değerlerle gönül izdivacı yapmaktı arzum. Yabani ağaçlara yerli aşı yapmaktı asıl hedefim. Ayrık otlarını gönül bahçelerinden koparmaya and içmiştim. Sendin hayallerimin ışığı, kutlu yolculuğumda kılavuzumdun sen. Bil ki şimdi ben de senin izinde yürüyen bir aydınlık yolcusuyum.
Saçını süpürge ettin uyuyan bir nesli ayağa kaldırmak için. Böbreklerin bile çalışma tempona ayak uyduramadı. Zor günlerin dostluk örneklerinin en güzelini eşinden gördün. Bir yastığa baş koyduğun hayat arkadaşın böbreğini bile paylaştı seninle. Hayatını borçlu olduğun insan bunu hiç getirmedi dile. Fakat sen yine hep koşturdun, pusularda gafil avlanan bir nesli kurtarmak için. Yorgun vücudun her geçen gün koptu senden. Sınıftı, öğrenciydi, dersti seni hayata bağlayan. Gücünü talebelerin tebessümlerinden aldın hep. Gülen bir yüz yetti emeğinin karşılığını almak için. Okuldan koptuğun gün bittiğin gündü besbelli. İçindeki hüzün harmanı o zaman abandı yüreğine. Fakat hiçbir zaman yalnız kalmadın; okulu eve taşıdın sen. Gayret iltifat ve vefa görmeliydi. ‘Vefalı olan vefalı bulur’ kaidesince sen de vefa gördün hep. Vefa çiçeğini suladın ömrünce. Vefa ağacının leziz meyveleri tattın. Bunu çoktan hak ettin sen.
Serencamımız toprakla vuslattır elbet. Birileri geliyorsa birileri de gidecek. Hayatın kanunu doğum-ölüm üzerine kurulmuştur. Vaktini bilmesek de hepimizin Hakk’la randevusu mutlaktır. Güzel insanlar yağız atlara binip göç ediyor her geçen gün maneviyatı kirlenen dünyamızdan. Öpülecek eller çekiliyor aramızdan. Büyük ruhların boşluğu kolay dolmuyor. Hayatta büyüyenler olduğu gibi küçülenler de oluyor. Büyükler büyüklükleriyle, küçükler küçüklükleriyle iz bırakıyorlar. Birilerine rahmet, birilerine lanet okunuyor. Dünyayı aydınlatanların kabirleri aydınlanırken, dünyayı karartanların da kabirleri kararıyor. Herkes eylemlerinin karşılığını mükâfat veya ceza olarak görüyor. Hak bir şekilde yerini buluyor.
Mehtap, ışığını biraz daha kısıyor geceden. Büyük ruhların göçüşü de büyük oluyor. Kara haber tez duyuluyor her zaman olduğu gibi. Senin Hakk’a vuslatın da büyük oldu sevgili hocam... Hayatta ilk kez üzdün bizleri sen. Hakk’ın divanına yüz sürdün, göç eyledin sen; biz can dostlarına bir elveda bile demeden. Gönül hüzünlenince kalem de coşar elbet. Duygulara kem vurulmaz bu demlerde. İşte ben sustum kalemim konuştu bu hüzün havasında. Dile geldi kelimeler. Senin güzelliğine, ölümünün ruhlarımızda bıraktığı hüzne vurgu yaptı heceler:
“Manevi erzakını doldurmuş çıkınına
Gönüllü asker olmuş ruhların akınına
Ölümüne kalemler, cümle kitap ağladı
Hüzün süvarileri yürekleri dağladı
Terk eyledi fenayı ruh kanatlanıp uçtu
Erken giden yolcuya gök kapısını açtı
Seneler akar durur, özlemin ateş olur
Sevgin büyür gönülde yıldızlara eş olur
Göç etti Ahmet Hilmi dünya denen gurbetten
Ten toprağı öpmeden beden kurtulmaz dertten
Takatin kesilmesin mukaddes seferinde
Hocaların hocası rahat uyu yerinde! ...”
Âh hocam, ölümün zamanı olmaz ama sanki biraz erken mi göçtün ne! ... Gerçi bütün ölümler erkendir aslında. Hayat her zaman kısadır. Dünya her şeye rağmen yaşanılasıdır. Ölüm ‘keşke’leri çoğaltan hazan ve hüzün mevsimidir. Fakat yine de söylüyorum bir elveda deme fırsatın olsaydı keşke… Son kez bir daha hasret giderebilseydik. Ölüm en büyük derstir biz fanilere. Son dersini böyle vermeseydin keşke… Yine ‘Ben Almanya’dayken…’ diye başlayıp Hindistan’dan çıksaydık keşke… ‘Keşke’leri çok kullandığımın farkındayım elbet. Ne olurdu bu kadar ‘keşke’leri kullandırtmasaydın bize keşke! .... Bizleri bir cami avlusunda değil de yine her zaman olduğu gibi bir amfide toplayıp son dersini verseydin keşke! ...
Âh güzel hocam âh! ... Ne büyük bir yağmurla göçüp gittin aramızdan. Gökler bile ağladı zamansız ayrılığına. Şemsiyeler bulutların giryelerini tutamadı bile. Rahmet olup taştı gök boşluğundan inen elmas yağmurları. Sana rahmet ve mağfiret dilemek için semaya yöneldi bütün eller… Çok sevdiğin baba topraklarına yol almak üzere tabutunu omuzladı can dostların. Gidişinle bir yanımız eksik kaldı elbet. Boğazlarımızda düğümlendi sözler. Başka ne diyelim ki, “Evvel giden ahbaba selam olsun erenler…” Sözün bittiği bu noktada karmaşık hissiyatıma şair Cahit Sıtkı Tarancı “Sanatkârın Ölümü” adlı şiiriyle tercüman oldu:
“Gitti gelmez bahar yeli,
Şarkılar yarıda kaldı.
Bütün bahçeler kilitli,
Anahtar Tanrı’da kaldı.
Geldi çattı en son ölmek,
Ne bir yemiş ne bir çiçek.
Yanıyor güneşte petek,
Bütün bal arıda kaldı.”
SEYYİD AHMET ARVASİ’YE DAİR
M.NİHAT MALKOÇ
Hak dostları halk dostlarıdır aynı zamanda. Bunlardan biri olan, Türk-İslam davasını hayatının mutlak çizgisi kabul eden ve bu çizgide yürüyen kâmil bir insandı Seyyid Ahmet Arvasî… O, çağımızın Ahmet Yesevî’siydi. Zamanın rengine boyanmayan, zamanı İslam rengine boyamayı gaye edinen tavizsiz bir müslümandı O... Türk-İslam ülküsünü yoğuran hamurkârların başında geliyordu. Bütün gayreti İslam’ın sesinin gür çıkmasını sağlamaktı.
İslâm’la Türklüğü ve Batı medeniyetini bağdaştıramayanların Arvasî’yi çok okumaları gerekir. Zira İslam inancıyla Türklük ülküsü et ve tırnak gibidir. Bu hususta Gökalp de “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” diyerek Arvasî’yle aynı görüştedir. Arvasî, modern çağın büyük sancılarını gideren fikir mimarlarından biriydi.
İslam, Türkler için biçilmiş bir kaftandı. Bazı kendini bilmezler, ecdadımız olan eski Türkleri, bazı varlıkları ve özellikle de bozkurdu totem olarak kabul etmekle suçlarlar. Oysa tarihe tarafsız gözle bakanlar bunun hiç de böyle olmadığını göreceklerdir. Arvasî bunu değişik ortamlarda özellikle vurgulayarak tarihî hakikati şu şekilde ifade etmiştir:
“Hiç bir zaman Türk’ün totemi olmamış olan Bozkurt, coğrafyamızın kültürümüze kazandırdığı bir motiftir. Türk milliyetçiliği politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimaî ırk gerçeğini inkâr ve ihmal etmemelidir.
İçtimaî ırk, biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur. Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun ve kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Zaten biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından bir birine yaklaştırır.”
Seyyid Ahmet Arvasî, Türk-İslâm ülküsünü hayatının esas gayesi olarak görmüş ve her anını bu uğurda harcamış, İslam’ı merkez alan bir Türk alperendir. O, sığ olan ve kökeni olmayan bir milliyetçiliği asla benimsememiştir. Düşmanlarımızın zihniyetini çok iyi tahlil ederek bu kanlı zehire adeta panzehir olmuştur. O, Türk-İslâm ülküsüne bağlılığını ve çıkar yol olarak bu görüşe bir can simidi olarak sarılışını şöyle izah etmektedir:
“Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de, ‘Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki, emperyalizm, Türk ve İslâm dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile vatan çocuklarını din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da bir birine düşürmeyi planlamaktadır.
Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ, sanki bir insan, hem dindar, hem milliyetçi, hem medeniyetçi olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan çatışan güçler meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca plânlarlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz yıl geçmesi gerekiyor.
Bu ülkede, sunî olarak güya Türkçü ve güya İslamcı cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman Türk olarak ve tarihine yaraşır biçimde çıkılmalıdır. Bunun için, Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm aşk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yok.”
Yirminci asrın son çeyreğinde ebediyete uğurladığımız büyük mütefekkir, sosyolog ve Türk-İslâm ülküsünün yılmaz savunucusu, peygamber soyunun nurlu oluklarından süzülen neslin son temsilcilerinden olan Arvasî’yi rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhu şad olsun.
GALLERIA, HİSTORIA… YETER, BIKTIK YA! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Kültürün can damarıdır dil… Zira kültür bu damardan dağılır cümle âleme. Bu damar aslında ‘şah damar’ kabilindendir. Buna verilecek zarar vücudun iflası neticesini doğurur. Geçmişten günümüze kadar çok oynadılar bu damarla. Buradan girip kanımızı zehirlediler. Böylece dili kuşa döndürülmüş bir garip millet olup çıktık. Sözlüklerimiz yabancı kelimelerle dolup taştı. Asırlık kelimeler, içlerinde İslam kültürünün izleri var diye lügatlerden kovuldu. Şimdi dedeyle torun ayrı telden çalıyor. Hatta bir tel koptu ahenk ebediyen kesildi. Maziyle olan köprülerimiz havaya uçuruldu. Şimdi kaybolan kimliğimizi arayıp duruyoruz.
Geçenlerde duyduk ki Osmanlı’nın payitahtı İstanbul’da, bu şehrin kalbi sayılan Fatih’te mehter eşliğinde bir büyük alışveriş merkezi açılmış! ... Fatih Belediyesi’nin arsası üzerine bina edilen, yarı hissesi bu belediyeye ait olan bu alışveriş merkezinin açılışında büyük kalabalıklar alkış tutmuş. Zira bu merkez İstanbul’un, özellikle de Fatih’in çehresini değiştirmiş. Açılışa gelenler kendilerini eğlenceye ve heyecana öyle bir kaptırmışlar ki başlarını kaldırıp alışveriş merkezinin adını okumayı bile düşünememişler. Bir kısmı da merkezin adını görmüş, fakat pek ilgiye değer bulmamış. Zira kanıksanmış bu gibi şeyler…
Bizim aklıevveller büyük Fatih’in medfun olduğu, görkemli Fatih mabedinin bulunduğu, sokakları baştanbaşa tarih kokan, her şeyiyle Türk-İslam rengine boyanmış bu semtteki görkemli alışveriş merkezine ‘Historia’ adını koymazlar mı? Bunu duyunca doğrusu pek inanamadım. Bir yanlışlık var dedim. Yanlışlık filan yok. Fakat haklarını da yemeyelim, ‘Historia’ adının başına İstanbul’un Farsçadaki karşılığı olan “Asitane” adını da eklemişler. Ama bu eklenti, alışveriş merkezinin görünen kısımlarında yer almıyor, tanıtıcı broşürlerde geçiyor sadece. ‘Asitane’ ön adı, tepkileri en aza indirmek için düşünülmüş olsa gerek.
Hadi diyelim ki yeni bir yerleşim merkezi olan ve Batılı tarzda mimarisiyle ön plana çıkan Ataköy’de ‘Galleria’ olur da Fatih’te ‘Historia’ olur mu hiç? Eee olmuş işte! ... Onu bunu bilmem ama ben bu merkezin adına takılıp kaldım. Bu yüzden diğer çehresine bakma ihtiyacı görmedim bile. Yeni açılan bu merkez ‘Historia’ adını taşıyor ha! ... Güler misin ağlar mısın memleketimin insanına? ... Bu ismin verildiği merkezin yarı hissesinin kamu adına sahibi Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir… Bunda ne anormallik var diyorsunuz içinizden. Fakat Mustafa Demir’in Dil ve Edebiyat Derneği’nin kurucularından olduğunu söylesem herhalde biraz olsun şaşırırsınız. Gel gör ki zaman neler de gösteriyor insana…
Dedim ya taktım bu isme… Bulamayacağımı bile bile evdeki bütün Türkçe sözlükleri raflardan indirdim ama böyle bir isme rastlayamadım. Ben bir Müslüman-Türk’üm, Türkiye’de yaşıyorum. Fatih gibi tarih kokan bir semtteki alışveriş merkezinin adının anlamını İngilizce sözlükte arayacak değilim ya! ... Ama meğerse yanılmışım. Bizim sözlüklerde olmayan ‘Historia’ ile İngilizce sözlükte karşılaşmam mı? ... Şaşırdım doğrusu… İsyan mührü taşıyan İstanbul’u Bizans’ın elinden alarak, ona İslam mührü vuran cihan padişahı Fatih Sultan Mehmet’in adını taşıyan Fatih gibi bir semtte en görkemli bir merkeze kalkıp ‘Historia’ adını vereceksin. Buna insanlar değil, kargalar bile güler, gülmekle kalmaz ayıplar da… Türkçe kelimelerin suyu mu çıktı be birader? İnsan bu kadar da mı yabancılaşır özüne, kültürüne? İnsan bu kadar mı aşağılanır şehit kanlarıyla sulanan kendi topraklarında?
‘Historia’ tarihi çağrıştıran bir kelimeymiş… Felsefe profesörü Teoman Duralı “Tarihin Dayanılmaz Ağırlığı” adlı yazısında bu ecnebi kelimeye açıklık getiriyor: “Historia, ‘soruşturmak’ demek olan ‘historein’ mastarının isim hâlidir. Aristoteles (384–322) , ‘Historia’yı belli toplum-kültür bağlamında olup bitmiş yahut gelip geçmiş olaylar ile kişilerin neden - etki bağlantıları dikkate alınarak araştırılması biçiminde anlayıp açıklamıştır.”
Oh be rahatladım! ... Meğerse kötü bir şey değilmiş ‘Historia’! .. Peki, ‘Tarih’ desek olmaz mı? Şahsen kıl oldum bu kelimeye. Fatih gibi İslam ve tarih kokan bir semtte bana Londra’da, Newyork’ta olduğum hissini verecek bir kelimeyi görmek istemiyorum.
NEFESİ GÜL KOKAR ÇOCUKLARIN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
O yumuk ellerinle selamla kutlu geleceği çocuk! ... Sonsuzluğa sen de bir çengel at. Dantel dantel işle yarınların düş yorganını. Sevinç gözyaşların sulasın bahçemizdeki gonca gülleri. Yüreğindeki aydınlığın ışıltısını göklerimize ver. Dağılsın başımızın üstündeki kara bulutlar. Sen tohumlarında ve tomurcuklarında nice çınarlar saklarsın! ... Sevgi merdiveninle bulutlara değer başın. Kâinatı kuşatan düşlerinde ve gecelere sığmayan rüyalarında ışığını dünden alıp yarınlara taşıyan koca bir gelecek saklıdır. Senin uçurtmalarındır bizi çocukluğumuzun gizlerine taşıyan. Uçurtma değil, sanki hatıralardır gök boşluğunda nazlı nazlı sallanan… Onlar şimdi sevgiyi, hoşgörüyü ve umutları taşıyor masmavi göklerimize. Eksik kalan yanlarımızı tamamlıyorsun güzel çocuk! ... Düş yırtıklarımızı yamalıyorsun.
Senin, kelimelerle bir derdin olmaz ki güzel çocuk! Lügatinde sevgi, saygı ve hoşgörü başköşede yer bulur kendisine. Aynalarla dosttur süt kokulu yaşın ve gökleri delen o mağrur başın. Sevmelerin ve gönül vermelerin karşılıksızdır senin… Coşkun akar içinde büyüttüğün sevgi ve muhabbet ırmakların. Suskunlukların bile en büyük çığlıktır duyarlı kulaklarda. Senin yürek yankılarında gizlidir yarınların gölgesi. Bugünü kavrayabildiğince, hayatın sırlarını anlayabildiğince mutlu olacaksın. Yarının dünyasında ‘keşke’lerin olmayacak senin.
Senin gül kokulu dünyanda barut kokularına yer yok besbelli. Kan kırmızı ırmakların suyunu ta tepeden kesmek için doğdun. Dünyaya demokrasi dersi verdiğini sanan fakat bunda ikmale kalanlara, demokrasi renginde zulüm getirenlere en büyük dersi vermek için teşrif ettin dünyamıza. O gül kokulu nefesin bastırdı iğrenç barut kokularını. Gelişin milat olacak içimizdeki altın kaideli putların devrilmesi için. Gerçekler süslü kelimelerin ardına saklanamayacak bundan sonra. Sen haykıracaksın mazlumların yüreklerine gömdüğü münzevi çığlıkları. Mazinin deriliklerinden bulup çıkaracaksın yaşamın el değmemiş güzelliklerini.
Aklın tutsaklığından Hakk’ın nuruna sığınacaksın zaman bahçelerinde dolaşırken. Senin küçük dünyanda nice galaksiler saklıdır. Siz büyüdükçe bizim de hayallerimiz, yarınlara dair umutlarımız büyüyor, güven bir sarmaşık misali sarıyor gönül ağacımızı. Sizler büyüdükçe bizler küçülüyor, zamanın çarklarında iyice ufalıyoruz. Sırtında altın bir gelecek, kurşundan ağır bir dünya taşıyorsun sen. İzin verme dünyanı kirletenlere. Başlarında patlasın bombaları, barutları. Yüreğinde gül yüzlü isyanlar büyüt suni dünyalarına teslim olmamak için… Seni açlığa ve yoksulluğa mahkûm etmek isteyenlerin önüne dikil o pörsümez çelik iradenle. Dününe, gününe ve önüne sahip çık, balık hafızası taşıma ne olur… Diri ve iri ol lokma lokma yutulmamak için… Demir gibi ol ki seni yutmak isteyenlerin azı dişleri kırılsın.
Aslında kimliği de, devleti de yoktur çocukların. Kimlikleri, sevgi ve hoşgörüsünü kaybetmemiş insanlıktır; devletleriyse bütün dünyadır. Dünyayı paylaşma, kapitale konma gibi bir dertleri de yoktur sevgi tomurcuklarının. Zira sevginin adresidir onlar. Masumiyettir onların posta kodu. Ne sırlar saklıdır donuk bakışlarında. Çocuk renkli bir dünyadır ruhun aynasında. O aynaya bakan, geçmişini görür orada. Kanat çırpar yarınlara, umuda.
Elleri toprak kokar çocukların. Güneşedir karanlıktan kaçan, aydınlığa varan yolculukları. Gönlünde keder barınmaz çocukların. Rüzgâra verirler bütün tasalarını. Eğilmezler, bükülmezler, kırılmazlar, dik dururlar zamana karşı. Yoksulluklarının bile farkına varmazlar çok kere. Her biri bir yıldızdır uçsuz bucaksız göklerde. Nefretleri ve kırgınlıkları camdaki buğu kadardır. Her mevsimde açarlar, baharı beklemezler çiçeklerini açtırmak için.
Sen koptun ya dünyamdan ey çocuk, büyük bir boşluktu bıraktığın… Mutluluklar pazara düşeli beri kalmadı deliksiz uykularım. Rüyalarıma sığmayacak kadar büyüdün sonraları. Beton binalar senin hissiyatını da kalıba koydu ne yazık ki! ... Işığın kaynağı sandın kendini, güneşe döndün sırtını. Dünyalık senin de bürüdü gözlerini, gökyüzündeki rengârenk uçurtmaları bile görmez oldun. Sırların deşifre oldu aynalarda. Aynalar cam kırıklarına, cam kırıkları can kırıklıklarına dönüştü. Ben senin o yumuk yumuk ellerini, çocuk halini sevdim.
DUMANSIZ HAVA SAHASI
M.NİHAT MALKOÇ
Sigara, sağlığımızı tehdit eden düşmanların başında geliyor. Fakat pek çok insan bu azılı düşmanı dost sıcaklığında hâlâ cebinde taşıyor; parasını bu zehirli dumana verirken gelecekte yaşayacağı sağlık sorunlarını hiç düşünmüyor. Tiryakiler sadece kendilerini değil, çevresindekileri de zehirliyor. 19 Mayıs 2008 Pazartesi günü sigarasız bir Türkiye’ye ilk adım atıldı. Tütün Ürünlerinin Zararlarının Önlenmesi ve Kontrolü Hakkında Kanun’un 19 Mayıs 2008 tarihinde kabul edilmesiyle sigara içenler iyice köşeye sıkıştırıldı. Böylece özlemini duyduğumuz sağlıklı bir yaşam için “Dumansız Hava Sahası Hareketi” başlamış oldu.
Bu tarihten itibaren kamu hizmet binalarında, her türlü eğitim, sağlık, ticaret, spor ve eğlence yerlerinin, sosyal ve kültürel yerlerin kapalı alanlarında; taksi hizmeti verenler dâhil olmak üzere, kara, demir, deniz ve hava yolu taşıma araçlarında; çadır ve güneşlik dâhil kapatılmış alanlar ile tavan veya çatısı bulunan ama yan yüzeylerinin yarısından fazlası kapalı yerlerde; okul öncesi eğitim kurumları, dershaneler, ilk ve orta öğrenim kurumlarının kültür ve sosyal hizmet binalarının kapalı ve açık alanlarında sigara içenlere 62 YTL ceza kesilecek.
Yürürlüğe giren “Dumansız Hava Sahası” gelecek nesilleri emniyet altına alıyor. Tıbbi ve bilimsel araştırmalar, tütün dumanının akciğer kanseri, kalp hastalıkları, astım krizleri, çocuklardaki solunum yolları hastalıkları ve akciğer yetmezliği gibi ciddi hastalıklara yakalanma tehlikesini arttırdığını ve ani bebek ölümlerine neden olduğunu göstermektedir.
Sigarayı bırakmak bir irade işidir aslında. Sanıldığı kadar da kolay değildir. Onun için sonradan çözüm aramaktansa bu alışkanlığa kapılmamak en köklü çözümdür. Çocuklarımızı sigaradan, sigaraya özenti oluşturacak ortamlardan uzak tutmalıyız. Nice insan sigarayı bıraktığını söyler ama bir de bakarsınız ki sigara elinde diyar diyar dolaşıyor. Bu bırakma- başlama denemeleri defalarca devam eder, bir noktaya gelir ve pes eder. Sayıları az da olsa bazı iradeli kişiler bu sağlık düşmanıyla yollarını ayırabilmektedir. Bırakmak için öncelikle bu işe inanmak ve her ortamda sigaradan ve onu hatırlatan her şeyden uzak durmak gerekir.
Vücut bizlere Allah’ın emanetidir. Bu emaneti yerinde kullanmalı, ona zarar verecek davranışlardan şiddetle kaçınmalıyız. Sigara da vücudumuzun dengesini ve işleyişini bozan bir maddedir. Onun zararlı bir nesne olduğunu, insanları adım adım hastalığa ve ölüme götürdüğünü bilmeyen yoktur. Eskiden sigara paketlerinin üzerinde küçük puntolarla “Sigara Sağlığa Zararlıdır” diye yazardı. Bu sanki görülmesin, farkına varılmasın, satışları azaltmasın diye böyle küçük puntolarla yazılırdı. Son yıllarda paketlerin üzerinde dikkat çekici bir biçimde, büyük puntolarla “Sigara Öldürür” yazıyor. Fakat bu yazı yine de insanları sigara içmekten uzak tutamıyor. Demek ki bu iş uyarı yazılarıyla olmuyor. İş, kişinin aklına ve iradesine kalıyor. Aileler teyakkuzda olmalı… Bu işe küçük yaşlarda başlamamak gerekiyor.
Sigarayla ilgili çıkan yeni yasayı gönülden destekliyorum. Bu işin yasaklarla tam anlamıyla önlenemeyeceğine inansam da, sigara içmeyenlerin havasının korunması adına bu yeni kanunun çok anlamlı, önemli ve yerinde olduğuna inanıyorum. Eskiden Türkiye’de sigara içenlerin sınırsız özgürlüğü vardı. Bu özgürlük, içmeyenlerin özgürlüğünü kısıtlıyordu. Sigara içmeyen kişiler duman altı oluyordu. Hiç kimsenin başkalarının sağlığıyla oynama hakkı yoktur. Malumdur ki bütün haklar başkalarının haklarının ihlal edildiği noktada biter.
Bir zamanlar aklınıza gelebilecek her yerde sigara içmek serbestti. Hatta şehirlerarası otobüslerde bile sigara içilirdi. Bundan en çok da çocuklar ve kadınlar rahatsız olurdu. Sigara içenler kral gibiydi. Onlara yalvarmak da fayda vermezdi çok kere… İçenler hâkim, içmeyenler mahkûmdu. Yeni düzenlemelerle bir hayli yol alınıp bu günlere gelinebildi.
“Dumansız Hava Sahası” diye sloganlaşan sigarayla ilgili bu düzenleme aslında sigara içenler için de bulunmaz bir fırsattır. Tiryakiler de bu sayede sigarayı azaltsınlar, bırakma yolunda adım adım ilerlesinler. Böylece kendileri de bu illetten kurtulmuş olacaklardır. Bu yasanın elbirliğiyle, saygı ve sevgi çerçevesinde uygulanabileceğine yürekten inanıyorum.
APARTMAN HAYATI VE MAHREMİYET
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya nüfusu hızla artıyor. Köylerden şehirlere göç durmak bilmiyor. Göç ve nüfus artışı, şehirlerde bir sürü sorunu da beraberinde getiriyor. Köyler boşalırken, kentler kaldıramayacakları ağır bir yükün altına sokuluyor. Durum böyle olunca şehirler köyleşiyor her geçen gün. Şehirlerin kalabalıklaşması hayat kalitesini ve iş verimi düşürüyor. Son yıllarda şehirlere olan talep önceki zamanlarla kıyaslanamayacak kadar arttı. Bu durum hiç de hayra alamet değil. Köylüler şehre akın edince oralardaki verimli topraklar işlenmiyor. Böylece üretim toplumundan tüketim toplumuna geçişin sancılarını yaşamak durumunda kalıyoruz. Şehir hayatı tüketim çılgınlığını körüklüyor. Aile fertleri bir kişinin eline bakıyor.
Apartman hayatı insanoğlunun doğasına aykırı bir yaşam tarzıdır. Apartmanlarda dört duvar arasına sıkıştırılan ruhlarımız kafese kapatılan kuşlar gibi özgürlük rüyaları görüyor. Apartman hayatı, nerden bakarsanız bakın, sağlıklı bir yaşam tarzı değildir. Zira böyle bir hayat, sürekli gerilimlere kapı aralayarak ruh sağlığımızı bozuyor. Bu da anlaşmazlıklara ve kavgalara zemin hazırlıyor. Oysa tek katlı evlerde oturmak bu sorunları kökten halledecektir. Türkler göçebe hayattan anakent hayatına geçişte çok yaralar aldı, almaya da devam ediyor. Sözde modern hayatın nimetlerinden yararlanıyoruz ama gerçekler hiç de öyle değil. Her geçen gün kalabalıklar içerisinde yalnızlaşıyoruz. İnsanlar bir arada yaşıyorlar ama nerdeyse hiçbir şeyi paylaşmıyorlar. Apartmanlarda çoğu kimse birbirini tanımıyor, hal hatır sormuyor.
İnsanlar dertlerini paylaştıkça eritir, güzellikleri de paylaştıkça yeşertir. Lakin günümüzde dertler kurşun gibi içimize çöküyor, güzellikler de çölleşen gönül bahçelerinde kuruyup gidiyor. Onları bir sevgi sözcüğüyle, bir selamla yeşertmekten imtina ediyoruz. Önce kimliğimizi, sonra soluduğumuz havayı, en sonunda da asırlar evvelinden taşıyıp getirdiğimiz kültürümüzü gömdük apartman mezarlıklarına. Beton duvarlar arasında gönüllü mahkûm olduk. Anlaşılan o ki bu mahkûmiyetimiz ancak tenin toprağa değmesiyle son bulacak.
Apartman kültürü veya kültürsüzlüğü her geçen gün baş döndürücü hızla gelişerek yerleşiyor. Şehirlerde müstakil evler bulmak pek mümkün değil. Herkes üst üste yaşıyor. Fakat birbirinden habersiz, birbirini tanımadan ve anlamadan… Kimse kimseyle selamlaşmıyor. Selamlaşsa da dudak ucuyla… Bayramlarda kimse kimseye gitmiyor. Herkes bayramını hane içine hapsediyor. Kalabalıklar içinde yalnızlık çekmek sanırım buna denir. Mahalle kültürünün yerini apartman kültürü aldığından beri insanlar dert küpü... Her gün kavgayla geçiyor hayat... Yok bilmem halı silkeledin, yok çamaşır astın, yok ses çıkararak yürüdün, yok televizyonun sesini çok açtın, yok bilmem pişirdiğin balığın kokusu rahatsız etti… Dert çok, huzur yok. Kavga etmek, birbirimizi korkutup yıldırmak için sebep arıyoruz.
Apartman hayatı mahremiyetleri de ortaya döktü. Gizlimiz saklımız kalmadı bu ortak mekânlarda. Komşumuzun ishal olduğunu tuvalete gidip gelmelerinden, çocuğunun hasta olduğunu öksürmelerinden, aile arasında kavga ve kırgınlıkların olduğunu bağırmalarından, eğlendiklerini de vur patlasın çal oynasın tarzı koşuşturmalarından ve kahkahalarından rahatlıkla anlayabiliyoruz. Özellikle ses izolasyonu olmayan evlerde herkes birbirinin konuşmalarını duyabiliyor. Karyolamızda başımızı yasladığımız duvarın hemen arkasında başkaları yaşıyor. En küçük bir ses bile duyuluyor. Üst katta oturanlar karşıdaki apartmanın yatak odasını rahatlıkla görebiliyor. Serbest kıyafetle evde dolaşmak ne mümkün… Ne zaman, hangi apartman dairesinden gözetlendiğin belli değil. Mahremiyet sadece ince bir duvarla birbirinden ayrılıyor. Duygu ve düşüncelerimizi komşularımızla paylaşmasak da yaşadıklarımızdan haberdar olabiliyoruz. Özel hayatlar ortaya dökülüyor bir anlamda.
Apartmanlarda üzerimize güneş doğmuyor. Yağmur sonrası toprak kokusunu hissedemiyoruz. Kentlerin de bir ruhu vardı eskiden. Zamanımızda ruhsuz şehirlerde yaşıyoruz. Artık kadın erkek herkes çalışıyor. Sabah çıkıp akşam dönerek evleri otel gibi kullanıyoruz. Böyle bir hayat çok para getirse de asla beklenen huzuru getirmeyecektir.
BAYRAMLARDA HÜZÜN VAR
M.NİHAT MALKOÇ
Zaman boşluğunda akıp giden zerreler misaliyiz. Tutunacak bir dalımız da yok bu akışta. Bir koşturmacadır sürüp gidiyor. Nice hakikatleri ıskalayarak basiretten uzak yaşayıp gidiyoruz. Günler günleri, geceler geceleri kovalayıp duruyor peşi sıra. Ne çabuk geçti bir aylık ramazan günleri… Şimdi elveda ya şehr-i ramazan demenin burukluğunu yaşıyoruz. Rahmet ve bağışlanma ayı olan ramazanı geride bıraktığımız için üzülsek de Hakk’a karşı kulluk vazifemizi yerine getirdiğimiz için seviniyoruz. Hüzünle sevinç arasında farklı duygular yaşıyoruz bugünlerde. Rabbimiz oruç ibadetini ifa ettiğimiz için bizi bayramla ödüllendiriyor. Ömrü olanlar için nice ramazanlar gelip geçecektir zaman içerisinde. Fakat gelecek seneki ramazanda ve bayramda bir kısım insanlar ömür sermayesini tamamlayacakları için aramızda ol(a) mayacaklar. Onlar hoş bir seda bırakacaklar geride… Zaman değirmeni bir gün, onlar gibi bizleri de çarklarında un ufak edip öğütecektir. Ahiret saadeti için hayata bu bilinçle bakmalı ve kulluk vazifelerimizi ona göre yeniden tanzim etmeliyiz. Altın kâsede bizlere sunulan vakti hayırlı eylemlerimizle sevaba döndürmeliyiz.
Gönüllerin İslam’la aydınlandığı ülkemizde bütün bayramlar bir başka kutlanır. Fakat dinî bayramların yeri apayrıdır hayatımızda. Halk uzun asırlardan beri ramazan ve kurban bayramlarını benimsemiş ve sevmiştir. Gerçi millî bayramlar da milliyetçilik duygularımızın zirveye çıktığı zaman dilimleridir. Fakat bunlar dinî bayramlarımız kadar halk katında benimsenmemiştir. Dinî ve millî bayramları milletçe kenetlenmeye vesile kılmalıyız. Dört tarafı şer güçlerle çevrili olan ülkemizin birlik ve beraberliğe her zaman çok ihtiyacı vardır.
Ramazan ve kurban bayramlarında herkeste bir telaş ve heyecan gözlenir. Çocuklar ve büyükler sabahın ilk ışıklarıyla yataklarından kalkarak bayram namazını kılmak üzere evden ayrılıp caminin yolunu tutarlar. Herkesin yüreği büyük bir sevgiyle ve heyecanla atar. Bayram sabahlarında hemen herkes erkence kalkar sımsıcak yatağından… Büyükler bayram namazından döndüğünde bayramlaşma faslı başlar uzun süre… El öpenler bir yandan da bayram harçlığını indirirler ceplerine. Bunu bir karşılık değil, gönülden kopmuş bir hediye olarak düşünmeliyiz. Bu gelenek uzun yılların kültürel birikiminin bugüne yansımasıdır.
Bayramlar sadece dirilerin değil, ölülerin de hatırlandığı, yâd edildiği müstesna zaman dilimleridir. Sabahleyin camilere koşan müminler bayram namazını huşu ve huzur içerisinde kıldıktan sonra birbirleriyle bayramlaşırlar. Yüreklerden yüreklere dostluk köprüleri kurulur. Bayramlaşmaya gelenlere tatlılar, şekerler, türlü taamlar ikram edilir. Ailece kahvaltı yapılır. Ölüler de unutulmaz. Dirilerden sonra ölüler ziyaret edilir. Mezarlıklar vefalı insanlarla dolup taşar. Kur’an’ın nidası uhrevî bir atmosfer oluşturur mezarlıklarda. Bazılarının gözünden hâlâ oluk oluk gözyaşları süzülür. Onlar şehit aileleridir. Ciğerpareleri olan evlatları hain kurşunlara hedef olmuştur. Onlar hayatlarını vererek bu güzel toprakları bizlere kazandırmışlardır. Büyük şair Mehmet Akif’in deyimiyle onlara aguşunu açmış peygamber. Aileler hem hüzünlü hem de gururludur bu yüzden. Fakat yaralı yüreğe söz kâr etmez ki! ...
Aslında bayramlar zenginlerden çok, fakirlerin ve garibanların hakkıdır. Zenginler için zaten diğer günler de bayram sevinciyle geçer. Bayramlar ekseriyetle neşeli günlerdir. Fakat buna rağmen gizli bir hüzün var bayramlarda. Hele dostlarından uzaklarda bayram geçirenler için bu hüzün ikiye, üçe katlanır. Kaybettiklerimiz geçer gözlerimizin önünden. Boş kalan koltuklar acımızı katmerleştirir. Gözlerimiz birilerini arar da beyhude yorulur. Ufuklarda bir gölge arar dalıp giden ıslak gözlerimiz. Ufuklar da ketum davranır, saçıp dökmez sırlarını. Giden gitmiştir ardına bakma fırsatı bile bulamadan. Şimdi çok uzaklarda Kerem’ dönüşür ayrılığın çarklarında ezilen yürekler… Âh ne zordur gurbette bayramlar… Sahi dünya da bir gurbet değil mi ya! ... Sözlerimi Alvarlı Muhammed Lütfi Efe Hazretleri’nin bir dizesiyle tamamlıyorum: “Mevla bizi affede / Bayram o bayram olur / Cürm-ü hatalar gide / Gör ne güzel ıyd olur...” Türk-İslam âleminin bayramı mübarek olsun. Nice bayramlara sağlıkla! ...
BİN AYDAN HAYIRLI GECE
M.NİHAT MALKOÇ
Geceler vardır gecelere ve zamana sığmayan, uhrevî hissiyatın kanatlandığı geceler… Geceler vardır kıymetini Hakk’ın takdir ettiği ve sevapların ucunu açık bıraktığı geceler… O gecelerde kul, Rabbine daha yakın olmak için zamanla yarışır adeta. Gözyaşları seccadeleri ıslatır o mübarek gecelerde. Bu kutlu vakitlerde kulun yalvarışları akissiz kalmaz. Zamanın iyice genişlediği bu gecelerde dualar yerle gök arasında dolaşır ve hedefi on ikiden vurur. Her şeyi gören, bilen ve duyan Rabbimiz bu müstesna zamanların hürmetine bizleri af kapısından eli boş göndermez. İşte bu gecelerin başta gelenidir mübarek ve muazzez Kadir Gecesi… O, içinde Kadir gecesi olmayan bin aydan daha hayırlı görülen mübarek bir gecedir.
Kadir gecesinin ne zaman olduğu kesin olarak bilinmiyor. Fakat ramazanın son on gecesinde olma ihtimali ağır basıyor. Bu gecenin gizlenmesinde pek çok sırlar vardır. Öncelikle her gecenin Kadir gecesi gibi değerlendirilmesi gerektiği düşüncesi hâkimdir. Yüce Rabbimiz Kadir Suresi’nin 1-5. ayetlerinde bu geceyle ilgili şöyle buyurmaktadır:
“Biz o Kur’a’’i Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin niteliğini sana gösteren nedir? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle o gecede her iş için iner de iner. Bir esenlik ve huzur vardır; sürüp gider o, tan yeri ağarıncaya kadar.”
Ayların sultanı olan ramazana kadir kıymet kazandıran, Kur’ân’dır. Rivayetlere göre Kur’an bu ayda bir bütün olarak dünya semasına inmiştir. Daha sonra yine ramazan ayı içerisinde parça parça Resulullah’a gönderilmeye başlanmıştır. Bir kısım ayetler belli olaylara cevap olarak gelmiştir. Bu mübarek ayetler zor zamanlarda muhataplara cevap olsun diye Resulullah’ın imdadına yetişmiştir. Kur’an, Kadir gecesini muteber bir zaman kılmıştır.
Kadir gecesine erişen Müslüman bu mübarek geceyi büyük bir bahtiyarlık ve kazanç olarak addetmelidir. Geceden sehere kadar ibadet ve dua etmeliyiz. Bu gecede özellikle inanarak ve samimiyetle yapılan dualar asla geri çevrilmez. Bu dualarla Allah arasında perde yoktur. Nefeslerimiz direkt Allah’a ulaşır. Her Müslüman dilinin döndüğünce bu vakitler içerisinde ümmetin saadeti ve barışı için dua edip yalvarmalıdır. Bu hususta nasıl dua edeceğimize dair Hz. Ayşe anamızın şu sözlerini dikkatinize sunuyorum:
“Dedim ki, ‘Ya Resulullah, Kadir Gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim? ’
Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam “Allahümme inneke afüvvün tuhibbü’l-afve fa’fu annî (Allah’ım, Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle) dersin’ buyurdu”
Kadir gecesi manevî bakımdan çok kârlı bir gecedir. Fakat bu geceye güvenip diğer günlerde ibadetleri askıya almak akıllı müslümanın yapacağı iş değildir. Resulullah Efendimiz: “Kim inanarak, sevabını ancak Allah’tan bekleyerek Kadir gecesinde kıyam üzere olursa (uyanık kalıp ihya ederse) geçmiş günahları affedilir.” buyurmaktadır. Bu hadiste ifade edildiği üzere bu gece uykumuzdan feragat edelim. Bol bol Allah’ı zikredelim; tövbe istiğfar edelim. Ruhlarımızı manevî kirlerden arındıralım. Şafak söktükten sonra günah yükünü üzerinden atmış bir şekilde yeni güne tertemiz bir surette doğalım; hafifleyelim.
Kadir gecesinde ruhlar sükûn bulur. Bu gecede Hakk’ın ve hakikatin sesi yerle gök arasında yankılanır. Kadir gecesinin maneviyatı hürmetine huzursuzluklarımız huzura, endişelerimiz sükûna, savaşlar barışa, nefretler sevgiye, hıçkırıklar tebessümlere dönsün inşallah… Dünyamızın üzerindeki kara bulutlar dağılsın, doğsun beklenen güneş… Sözlerimi ilahiyatçı-yazar Hayrettin Karaman’ın bu geceye dair bir dörtlüğüyle bitirmek istiyorum:
“Bizi rahmetine daldır ilâhî
Kur’an’ından nasip aldır ilâhî
Aradan perdeyi kaldır ilâhî
Nasipsiz inmesin kollar bu gece”
Bütün Müslümanların Kadir gecesini kutluyor, bu gecenin Müslüman âleminin uyanışına vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
RAMAZAN’A DAİR DÜŞÜNCELER
M.NİHAT MALKOÇ
Ramazan, hayatımıza zenginlikler katan mübarek bir atmosferin yürekleri kuşatmasıdır. İftar ve sahur sofraları, sohbetler, teravihler, mahyalar, davulcular, maniler, pideler, tatlılar hep bu ayı çağrıştırır bize. Ne mutlu bize ki böyle güzelliklere sahibiz.
Ramazanın feyiz ve bereketinden azamî derecede yararlanabilmek için adeta maneviyat seferberliği ilan etmeliyiz. Çünkü ramazan sayılı günlerden ibarettir. Bu günlerin içini hakkıyla doldurmalıyız. Zira gelecek ramazana kavuşacağımıza dair hiçbirimizin elinde herhangi bir senet yoktur. Akıllı insan, her türlü ihtimali göz önünde bulundurarak idrak ettiği ramazanı son ramazan olarak bilir ve gereğini yapar. Zira zaman hızla akıp gidiyor. Her geçen gün ölüme biraz daha yaklaşıyoruz besbelli... Ramazan gibi bereketli ve feyizli günleri layıkıyla değerlendiremezsek sevap-günah dengesi bozulur. Geçen günler fayda değil, zarar hanemize yazılır. Ne mutlu sayılı ramazan günlerini layıkıyla dolduranlara! ...
Ramazanın gelişiyle beraber İslam coğrafyası birlik ve beraberlik ruhuyla yeniden hayat kazandı. Tabir caizse hayata hayat geldi. İslam değerleri bir kez daha dünya gündemine oturdu. Müslümanlar kış uykusundan uyandı. Nadasa bırakılan ruhlar, ekime hazır hâle getirildi. Oysa bir aylık ibadet bizi Cennete ulaştırmak, Cehennem ateşinden korumak için kâfi değildir. Müslüman yılın 365 günü Allah’la beraber olmalıdır. İbadetleri ramazana sıkıştırmak kendimizi aldatmanın bir başka sinsi yoludur. Müslüman’ın bir gününün nasıl geçeceği Kur’an’da ve hadislerde belirtilmiştir. Hayatımızı bu doğrultuda şekillendirmeliyiz.
Ramazan ayı yardımlaşmanın gözle görülür biçimde arttığı rahmet, mağfiret ve bereket ayıdır. Fitre ve zekâtlar yanında, durumu iyi olan Müslümanlar fakirlere gıda yardımı yaparak onları sevindirirler. Fakat müslümanın yardım yapmasının da bir usulü vardır. Öncelikle bir elin verdiğini öbür el bilmemelidir. Yardım ederken garibanlar incitilmemelidir. Türkiye’de yardım manzaralarını görünce üzülüyoruz. Hiçbir ciddi organizasyon yapılmadan yardımlar itiş kakış bir vaziyette dağıtılıyor. Ortalık savaş alanı gibi karmakarışık bir durum arz ediyor. Böyle yardım yapmak dayanışmanın ve İslam’ın ruhuna aykırıdır.
Allah rızası için yardım edenler, en çok sevdiklerinden verirler; verirken de hiç mi hiç huzursuz olmazlar. İşe yaramaz şeyleri vermek muteber değildir. Kıymetsizi verip kıymetli sevaba erişmek mümkün mü? Fedakârlık etmeyen sevdiğini elde edemez. Bununla beraber yardımsever kişinin gözü, verdiği şeyin peşinde kalmaz. O, verdikçe haz alır. En iyisinden, işe yarayanından verir. Yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iyilik ve hayra nail olamazsınız. Ne infak ederseniz, Allahü teâlâ, onu hakkıyla bilir ve mükâfatını verir.”(Al-i İmran 92) Bu ayetin iyi okunması ve manasının hakkıyla idrak edilmesi gerekir. Yoksa verdiklerimiz bize fazla bir getiri sağlamayabilir.
Günümüz şehir yaşantısında merhamet ve yardımlaşma duyguları bir hayli azalmıştır. Modern yaşam tarzında bencillik almış başını gidiyor. Zamanımızda keserler hep kendine yontuyor. İnfak etmekle fakir olunacağı zannediliyor. Bugün çok mal ve para kazanılmasına rağmen, kazanılanların zekâtı miktarınca verilmediği için, fakirler sevindirilmediği için elimizdekilerin bereketi olmuyor, kazancımızın çoğu elimizden uçup gidiyor.
Dikkat edin muhterem Müslümanlar! ... Ramazan boyunca kapanan cehennem kapıları ramazanın gidişiyle beraber tekrar açılıyor. Zincire vurulan şeytanın eli ayağı çözülüyor. Müslümanın işi daha da zorlaşıyor. Unutmayınız ki kulların zorlu imtihanı, son nefese kadar soluksuz devam ediyor. Sakın ola ramazanda kazandığınız güzel davranışları bir kenara bırakmayın; kahve ve meyhane köşelerine dönmeyin. Bu ramazan, hayatı anlamlı kılmanız için adeta bir milat olsun size… Bir aylık ibadetle cennete gidilebileceğini sanmayın, aldanmayın, yanmayın. Allah hepimizi gelecek mübarek ramazana eriştirsin. Kıldığınız namazlar, tuttuğunuz oruçlar, verdiğiniz zekât ve fireler kabul ve makbul olsun. Gelecek ramazan bayramınız şimdiden kutlu olsun. Allah inananların yâr ve yardımcısı olsun.
RAMAZAN’A DAİR MÜLAHAZALAR
M.NİHAT MALKOÇ
Müslümanlar için rahmet ve bereket ayları olan üç aylar adeta sevapların hasat mevsimidir. Recep, Şaban ve Ramazan diye peş peşe sıralanan bu aylarda çok mübarek geceler de mevcuttur. Bu aylar içerisinde bulunan Regaip, Miraç, Berat ve Kadir geceleri maneviyat ikliminde alabildiğine soluklandığımız mukaddes zaman dilimleridir. Regaip gecesi, Recep ayının ilk cuma gecesine, Miraç gecesi, Recep ayının yirmi yedinci gecesine, Berat gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesine, Kadir gecesi ise Ramazan ayının yirmi yedinci gecesine rastlar. Fakat Kadir gecesinin tam vakti ihtilaflıdır. Sevgili Peygamberimiz, bu aylarda her zamankinden daha çok ibadet eder ve “Allah’ım! Recep ve Şaban ayını hakkımızda hayırlı kıl, bizi Ramazan ayına kavuştur.” diye dua ederdi.
Ramazan on bir ayın sultanı sıfatıyla her yıl kapımızı çalar, hayatımıza bambaşka bir renk ve ahenk katar. Bu ayın mübarek atmosferi manevî dünyamızı çepeçevre kuşatır. Ağzımız kötü sözlerden, midemiz ise abur cubur yiyeceklerden uzak durur. İç dünyamız manevî bereketle hayat bulur. Gerçek huzurun ikliminde soluklanırız. Hayat bulur hayat…
Ramazanlarda evlerimizde bambaşka bir heyecan ve telaş yaşanır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen herkes bu tatlı heyecana iştirak eder. Ramazanın iftarı ve sahuru huzurun ve manevî lezzetin doruğa ulaştığı demlerdir. Ya teravihlere ne demeli, küçük büyük camilere doluştuğumuz, bin bir hatıramızın yaşandığı mübarek teravihler! ... Ramazanla birlikte uzun süre camilerden uzak kalan ayaklarımız, ilahî huzurun ikliminde rahat ederler. Cumalık gidişler her akşam kılınan teravih namazlarıyla taçlanır; ruh huzura kavuşur.
Ramazan insanı munisleştirir. Oruçlu insan kötülük yapmaz, başkalarına bulaşmaz. Mevlana gibi hoşgörülü, Yunus gibi sevgi dolu olur. Kendisine bulaşmak isteyenlere Peygamber Efendimizin yaptığı gibi oruçlu olduğunu hatırlatır ve susar. O büyük insan, ramazanda Müslüman’ın tavrını şöyle özetler: “ Şayet birisi kendisiyle itişmeye veya kendisine karşı ağız bozmağa kalkışırsa ‘ben oruçluyum’ diye mukabelede bulunsun”
Bu hadiste de belirtildiği gibi gelecekte pişman olmamak için hayatımıza çekidüzen vermeliyiz. Allah’ın çizdiği yolda yürümeliyiz. Anne babalarımıza sağ iken yetiştiğimizde onlara ‘öf’ bile dedirtmemeliyiz, rızalarını kazanmalıyız. Resulullah’ın adı geçtiğinde ona selatü selam getirmeliyiz. Ramazan geldiğinde onu ibadetlerle geçirip Hakk’ın razı olacağı kullar içerisinde yer almalıyız. Sayılı günlerimizde basiret gözümüzü dört açmalıyız.
Ramazanın bereketi hayatın her yanına siner. Cadde ve sokaklar daha bir renkli olur. Açılan kitap fuarları, verilen konferanslar gönül çağlayanımızı daha da coşturur. Akşamleyin alınan o güzelim susamlı pideler neşemizi ve iştahımızı doruğa çıkarır. Hele verilen toplu iftarlar! ... Eşimizi, dostumuzu buralarda görür, sohbetleri derinleştiririz. Hayatın yoğunluğunda ihmal edilen gidip gelmelere vesile olur Ramazan, dost buluşmaları için bulunmaz bir nimettir. Kısacası ramazan hayata hayat katan müstesna bir zaman dilimidir.
Ramazanla birlikte yaşlı dünyada taze başlangıçlar yaşanır. Ramazan şenlik ayıdır aynı zamanda… Gönüllerimiz, camilerimiz ve şehirlerimiz bu ayda şenlenir. İftarda ve sahurda sofraya oturunca bayram sevinci yaşarız. İftardan önce şöyle bir dua okunması çok uygundur: “Allah’ım senin için oruç tuttum, sana iman ettim, sana güvendim ve dayandım, senin lütfettiğin rızık ile orucumu açıyorum, geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışla Rabbim! ”
Bu ayda kandiller ve mahyalar içimizi aydınlatır. Anne ve babalar oruç tutan yavrularına şefkat gösterme, ikramda bulunma ve merhamet etme konularında yarışırlar. Eller Allah’a kalkar, mülkün gerçek sahibinden af ve mağfiret dilenir. İşlenen günahlardan dolayı pişmanlık duyulur. Bu kıymetli süreçte gökten rahmet ve bereket sağnak sağnak yağar. Kısacası ramazan, sıradanlaşan hayatı anlamlı kılmanın yoludur. Ne mutlu bizlere! Şükrolsun ki bir kez daha bu güzel duyguları yaşamak nasip oldu bize. Bizi bu günlere eriştiren Allah’a binlerce şükürler olsun. Ramazanınız mübarek, iftar ve sahurunuz bereketli olsun.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta