Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1598

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.01.2009 - 08:31

    SERPİL KARAOSMANOĞLU’NUN ARDINDAN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ölüm bayram seyran dinlemiyor. Ömrü bitenin defteri dürülüyor. ‘Daha yapacak çok işlerim var, ne olur ölüm vaktini biraz tehir eyle’ diyemiyorsunuz Azrail’e. Geçtiğimiz günlerde herkes bayram yaparken bir ruh daha fena âleminden beka âlemine göç eyledi. Ölüm bir yüreği daha susturdu. Trabzon’da uzun yıllardan beri yazma çalışmalarını sürdüren, kaleme ve kâğıda adeta sevdalı olan bir bayan yazarımızı kaybettik. Bayramın ikinci günü dostlarına bir elveda bile diyemeden sessizce aramızdan ayrılan Serpil Karaosmanoğlu’ndan söz ediyorum. Bayram sevincine gölge düşüren, bir evi hüzne boğan bu acı, ölüm gerçeğini bir kez daha önümüze dikti. Onu tanıyanlar acılara boğuldu, tanımayanlar da üzüldü şüphesiz.

    Genç denebilecek bir yaşta(62 yaşında) , yazma aşkıyla doluyken aramızdan ayrılan merhum Serpil Hanım’la aynı gazetede, Hizmet gazetesinde yazıyorduk uzun yıllardan beri. Onun daha çok hikâye ve romanları bölüm bölüm yayınlanıyordu Hizmet gazetesinde. Daha sonra bu öyküler “Yemen Güneşi” adı altında iki kapak arasına alındı. “Yemen Güneşi” benim de kütüphanemi süsleyen kitaplardan biriydi. Üç kızı vardı Serpil Hanım’ın. “Yemen Güneşi” kitabını bu evlatlarına ithaf etmişti. Evlatlarından sonra kitapları geliyordu. Kitaplarına, bir evlat kadar olmasa da, çok değer veriyordu. “Yemen Güneşi” adlı kitabı aslında iki farklı eseri ihtiva ediyordu. Yani “Yemen Güneşi” ve “ O Yeşil Tepeler” adıyla iki kitap bir arada yayınlanmıştı. Demek ki mevcut imkânlar ancak buna elvermişti. Kitabının arka sayfasındaki ‘Hasret’ adlı şiirinde Trabzon’a duyduğu derin sevgiyi satırlara dökmüştü:

    “Serin sularından kana kana içtiğim
    Uzun sokağından yıllarca geçtiğim
    Dünyada seni birinci il seçtiğim
    Benim zümrüt yeşili can Trabzon’um”

    Merhum Serpil Karaosmanoğlu “Yemen Güneşi” adlı kitabının Önsöz’ünde hayatına dair notlara da yer veriyordu. İşte bu notlardan bazıları şunlar: “Trabzon’da sırtını Boztepe’ye dayamış, eski adıyla Arafilboyu(Esentepe) Mahallesi’nde etrafı yüksek taş duvarlarla çevrili, iki katlı, beyaz boyalı, dört bir yanı çiçek ve meyve ağaçlarıyla dolu bir evde doğdum. O güzel bahçemizde neler yoktu ki? ... Çiçeğinden meyvesine, çeşit çeşit hayvanlara dek… Sokak kapı üstü, hanımeliyle sarılı olan bahçemizde, mis gibi kokan leylaklar, sümbüller,, şebboylar, kasımpatılar ve de bahar dalları, kapımızın iki yanını süsleyen, etrafa harika kokular veren beyaz zambaklar, limon çiçekleri ve o muhteşem laleler…”

    Serpil Hanım yazmayı çok seven, adeta hayat tarzı olarak gören kalem dostu bir insandı. O yazmayı bir terapi olarak görüyordu. Sorunlarını yazarak, okurlarıyla paylaşarak azaltıyordu. Gördüklerini, duyduklarını, duygu ve düşüncelerini paylaşmaktan zevk alıyordu. Bir şeyler ortaya koymak, üretmek ona ayrı bir haz veriyordu. Sürekli okuyup yenileniyordu.

    Uzun yıllar ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra lisans tamamlama programına katılarak Sosyal Bilgiler Öğretmeni olan Serpil Karaosmanoğlu, toplumsal eğitime çok önem vermiş, fırsat buldukça insanlara bir şeyler öğretme gayreti içerisinde olmuştur. Onun ilk eseri ‘Kır Çiçeklerim’ adını taşıyan şiir kitabıdır. ‘Gerçek Yaşam Öyküleri’ edebiyat alanında verdiği ürünlerin ikincisidir. Bu kitaptaki altı öykü kurgu değil, hepsi gerçek hayatta da yaşanmıştır. “Ganita’dan Zigana’ya” adlı kitabı 2002 yılında basılmıştır. Bu eserde 1900–1960 yılları arasında yaşanmış gerçek yaşam öyküleri vardır. Bu öykülerin dördü yazarın başından geçmiş olaylardan esinlenerek kaleme alınmıştır. Hizmet gazetesinde de yayınlanan ‘Yemen Güneşi’, Yemen Harbinde yaşananları kapsamaktadır. “O Yeşil Tepeler” de Cumhuriyetin ilk yıllarında annesini ve babasını kaybeden üç yetim çocuğun öyküsü anlatılmaktadır. Yine Hizmet gazetesinde tefrika edilen, henüz kitap halinde yayınlanamayan “Haminne’min Osman’ı” 1925’li yıllarda yaşayan toy bir delikanlının hayatını anlatmaktadır.

    Ebediyete göçen Serpil Hanım’a Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.01.2009 - 08:30

    ÖNCE ÖZÜR BEKLİYORUZ…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türkiye’de birileri düzenli olarak her yıl Ermenilerle ilgili iddiaları dile getirir durur. Bunda amaç Ermeni meselesini sürekli sıcak tutmaktır. Birileri zamanı gelince bu konuyu Türkiye’nin gündemine oturtuyor. Son zamanlarda da bir özür kampanyası ortalarda dolaşıyor. Neymiş efendim, bir kısım aydınlar bir araya gelerek sanal ortamda Ermenilerden özür dileme platformu oluşturmuşlar. Bizler yaratılanı Yaratan’dan ötürü seven ve hoş gören bir inancın şerefli mensuplarıyız. Onun içindir ki bölücülerin ve hainlerin dışında herkesi severiz. Bize Ahmet Yeseviler, Yunus Emreler, Mevlanalar, Hacı Bektaş Veliler bunu öğretti. Hiçbir zaman nefret bizim güzelliklerimizi gölgeleyemedi, gölgeleyemez de…

    Bu ülkede kendini aydınlatmaktan bile aciz bazı sözde aydınlar sürekli 1915’te Ermenilerin yaşadıkları sıkıntıları gündeme getirip Türkiye’yi ve Türk insanını mahkûm etmek istiyorlar. Fakat bu kişiler bir kez olsun Ermenilerin Türklere ve Türkiye’ye yönelik çirkin saldırılarından söz etmiyorlar. Bu ülkede Ermeniler acı çekti de Türkler çekmedi mi? Birçok insanımızı kadın, çocuk, yaşlı demeden öldüren, köyleri basan, evleri ateşe veren, diplomatlarımızı hunharca öldüren Ermeniler niçin bu kadar masum, sütten çıkmış ak kaşık olarak gösteriliyor? Ermeni çetelerinin bu ülkede yaptıkları zulmü hiç mi okumadılar tarih kitaplarından? Bir internet sitesi kurarak Ermenilerden özür dileyen, tarihî gerçeklerden habersiz bu aydınlar Ermenilerin yaptığı zulümlerden dolayı Ermenilerden hiç mi özür beklemiyorlar? Yoksa onların dedeleri, nineleri, körpe çocukları Ermenilerin ‘Mosin’ marka tüfeklerinden çıkan kurşunlara hedef olmadı mı? 1914’te Sarıkamış’taki, 1915’te Van’daki Ermeni isyanlarında Rus yapımı ‘Mosin’ tüfekler nice masum müslümanın canını almıştı.

    Bu ülke Ermeni isyanlarından ve baskınlarından çok çekti. Hınçak, Ramgavar, Armenakan ve diğer Ermeni çeteleri çok kan döktüler bu topraklarda. Yıllarca Türklere ve Kürtlere kan kusturdular. En zor zamanlarımızda ortaya çıkıp gücümüzü böldüler, yıprattılar. Artık o kadar çekilmez ve dayanılmaz bir hale geldiler ki Osmanlı onları örgütlendikleri yerlerden ayırarak tehcire tabi tuttu. Tehcir sırasında istenmeyen şeyler de yaşandı şüphesiz. Fakat bunlar orana vurulunca Ermenilerin yaptıkları yanında devede kulak ölçüsündeydi. Bizler tehcir sırasında yaşanılanları tasvip etmiyoruz. Ama bunları değerlendirirken bizlere yapılanların da hesaba katılmasını istiyoruz. ‘Bizler zalim, onlar mazlum’ oyununu oynamaya kimsenin hakkı yoktur. Ermenilerin öldürdüğü vatandaşlarımızın toplu mezarları her şeyi ortaya koyuyor. Ülkemizde Ermeni mağduru olmayan aile sayısı azdır. Çoğumuzun ailesinde Ermenilerce şehit edilen, sakat bırakılan birileri vardır. Bu acı gerçeği göz ardı etmemeliyiz.

    Özürcülerin girişimi ilk bakışta masum görünse de bu olay Türkiye’yi ilerde büyük sıkıntılara düşürebilir. Ermenilerden özür dilemek sözde Ermeni soykırımını kabul etmektir. Bu da Türkiye’yi ağır tazminatlar ödemeye mahkûm edecektir. Tazminat verseniz de bu iş burada bitmeyecektir. Bu sefer Ermeniler Türkiye’den toprak talep edecektir. Kanla ve canla alınan bu mübarek toprakların bir karışını bile kimseye hibe edemeyiz. Ermenilerin entrikaları tarih boyunca hiç bitmedi, bundan sonra da bitmeyecektir. Tarihte başka milletler tarafından hep bir maşa olarak kullanılan Ermeniler, ülkemizin insanlarına büyük acılar yaşattılar.

    Irkçılığı ve şovenizmi tasvip etmiyoruz. Ermenilerle dostluk ilişkilerinin kurulmasından yanayız. Fakat tek taraflı değil, taviz vererek değil. Geçmişteki kin ve nefret geçmişte bırakılmalıdır. İnsanlar geçmişteki hataları kurcalamaktansa gelecekte bu hataları yapmama gayreti içerisinde olmalıdır. Hata aramak için yola çıkanlar barışa hizmet edemezler. Onlar kin ve nefret tohumlarını ekerek yeni meselelerin boy vermesini sağlarlar.

    Bu ülkedeki Ermeniler hiçbir zaman ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmedi. Aksine çoğu kez ayrıcalıklı oldular. Bizler bu ülke için çalışan, bu bayrağa, bu topraklara ihanet etmeyen Ermenileri bizden sayıyor ve seviyoruz. Gelin tek taraflı düşünmekten ve bakmaktan vazgeçelim. Dostluk, kardeşlik fidanları dikelim gönül bahçelerine. Nefretin zincirini kıralım.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 25.12.2008 - 08:05

    ESKİ TÜRKLERDE ARICILIK VE BAL KÜLTÜRÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türkler uzun yıllar göçebe bir hayat yaşadıktan sonra yerleşik medeniyete geçmişlerdir. Savaşçı bir millet olan Türkler, cihan imparatorluğunun peşindeydiler. Uzun ve zor mücadelelerden sonra bu hayalleri hakikate dönüşmüştür. Bu arada geçen süre içerisinde mevcut şartlar gereği konargöçer bir hayat tarzını benimsemişlerdir. Köklü bir devlet kurulunca toprağa bağımlı hale gelmişlerdir. Artık yerleşik medeniyet başlamıştır Türklerde.

    Türklerin yerleşik hayata geçmesi, toprağa bağımlı bir yaşam sürmeleri sonucunu doğurmuştur. Ziraat ve hayvancılık yaparak geçinen bu millet, toprakla iç içe bir medeniyet kurmuştur. Türkler toprağı hep dost görmüşler ve ondan azamî derecede faydalanmışlardır.

    Milletimiz hayvancılıkla da yakından ilgilenmiştir. Zira bu milletin yapısı ve coğrafyası buna çok elverişliydi. Özellikle arıcılık Türkler’in sevdiği uğraşların başında geliyordu. Arı gibi çalışan Türkler arıyla ayrı bir sevgi ve dostluk köprüsü kurmuşlardır.

    Bal her milletin severek tükettiği bir gıda maddesidir. İçinde, vücudun ihtiyaç duyduğu vitamin ve mineraller bolca bulunur. Balın yerini hiçbir besin tutamaz. Bal olmasaydı hayatımız ne kadar da eksik ve zevksiz olurdu. Ecdadımız sağlığına azamî ehemmiyet verdiği için çokça bal tüketirlerdi. Bal çok yerde ilaç niyetine de kullanılırdı.

    Türklerin çok köklü bir arıcılık ve bal kültürü mevcuttur. Türkler arıcılığa çok önceleri başlamışlardır. Büyük araştırmacı rahmetli Bahaeddin Ögel’e göre Türkler, kanatlı kanatsız bütün böceklere “kurt” derlerdi. Bu nedenle bal arısına da “bal kurdu” demişlerdir. Öte yandan Çuvaşlar arıya sadece “hort” diyorlardı. Derleme Sözlüğü’nden elde ettiğimiz bilgilere göre eski Türkler arı beyine “beyarı”, kaliteli bal yapan arıya “boğa”,bal vermeyen arıya “göde” çalışkan arıya “köstengi”, deli ve tembel arıya “börenek”, erkek arıya “saka arı”, iğnesiz büyük arıya “dongulca”, yabancı arıya da “ilinti” ismini veriyorlardı. Yani Türk milletinde arıyla ilgili zengin bir kelime dağarcığı ve arı kültürü mevcuttur.

    Orta Asya Türkleri bala “arı yağı” diyorlardı.Yine Türkler bal için “arı boku”, “arı sütü” ifadelerini kullanıyorlardı.Yine Altay Türkleri bala “pal” demekteydiler.Uygurlar bu değerli gıda maddesine “mır” ismini vermekteydiler. Demek ki Türklerin hemen her kolunda arı büyük bir öneme sahiptir. Bunu zengin bir arı terminolojisinin varlığından çıkarabiliyoruz.

    Türkler vaktiyle çok kaliteli ballar üretiyorlardı. Bu ballar namı duyulmuş ballardı. ‘Koyu bal, ak bal, gömeç balı ve deli bal’ diye adlandırılan bal çeşitleri mevcuttu. Bunun yanında balmumu ve eğir mumu değişik alanlarda kullanılmaktaydı. Bulgar Türkleri balmumuna “avus” diyorlardı. Bunlar gece aydınlatmada ve tıp sahasında kullanılıyordu.

    Kırgız kültüründe de arı önemli bir hayvandır. Kırgız Türkleri bal arısı besleyen insanlara “bal çelekçi” namını veriyorlardı. Anadolu’da arıların barındığı kovanlara “arı evi” denilmekteydi. Bu ifade geniş kitlelerce sevilerek ve de benimsenerek kullanılmaktaydı.

    Eski Türkler bal sağmak için çeşitli aletler kullanmışlardır. Kovandan bal sağanlar meşinden dikilmiş cübbeler giyerlerdi. Yine bal sağmak için “gözene” adı verilen maskeler kullanırlardı. Kovanlardan bal almak amacıyla “eğiş” isimli ucu eğri demirler kullanılırdı.

    Türkler, arıları hastalık ve salgınlardan korumak gayesiyle kovan tütsüsü yaparlardı. Bu şekilde arıların sağlıklı ve uzun ömürlü olması sağlanırdı. Önceleri tatlıların çoğu balla yapılırdı. İçki ve şerbetlerin tatlandırılmasında bal kullanılırdı. Türkler geçmişten günümüze kadar arıcılık ve bal üretimi konusunda bir hayli mesafe almışlardır.

    Arıcılık aslında bambaşka bir zevktir, tiryakiliktir. Buna bulaşanlar kendilerini bu işten kolay kolay kurtaramazlar. Hem zevkli, hem de zor bir iş olan arıcılık ticarî kaygılarla yapılacak bir iş değildir. Ülkemizde arıcılık genelde amatörce yapılan bir iş, bir uğraştır. Oysa arıdan gerekli ve yeterli verim alabilmek için bu işin profesyonelce yapılması şarttır. Bunun için de arıların dilini bilmek lazımdır. Bu konuyla ilgili seminerlere ve kurslara giderek işin püf noktalarını öğrenmekte verim ve fayda açısından sayısız yararlar vardır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 12.12.2008 - 22:13

    SERPİL KARAOSMANOĞLU’NUN ARDINDAN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ölüm bayram seyran dinlemiyor. Ömrü bitenin defteri dürülüyor. ‘Daha yapacak çok işlerim var, ne olur ölüm vaktini biraz tehir eyle’ diyemiyorsunuz Azrail’e. Geçtiğimiz günlerde herkes bayram yaparken bir ruh daha fena âleminden beka âlemine göç eyledi. Ölüm bir yüreği daha susturdu. Trabzon’da uzun yıllardan beri yazma çalışmalarını sürdüren, kaleme ve kâğıda adeta sevdalı olan bir bayan yazarımızı kaybettik. Bayramın ikinci günü dostlarına bir elveda bile diyemeden sessizce aramızdan ayrılan Serpil Karaosmanoğlu’ndan söz ediyorum. Bayram sevincine gölge düşüren, bir evi hüzne boğan bu acı, ölüm gerçeğini bir kez daha önümüze dikti. Onu tanıyanlar acılara boğuldu, tanımayanlar da üzüldü şüphesiz.

    Genç denebilecek bir yaşta(62 yaşında) , yazma aşkıyla doluyken aramızdan ayrılan merhum Serpil Hanım’la aynı gazetede, Hizmet gazetesinde yazıyorduk uzun yıllardan beri. Onun daha çok hikâye ve romanları bölüm bölüm yayınlanıyordu Hizmet gazetesinde. Daha sonra bu öyküler “Yemen Güneşi” adı altında iki kapak arasına alındı. “Yemen Güneşi” benim de kütüphanemi süsleyen kitaplardan biriydi. Üç kızı vardı Serpil Hanım’ın. “Yemen Güneşi” kitabını bu evlatlarına ithaf etmişti. Evlatlarından sonra kitapları geliyordu. Kitaplarına, bir evlat kadar olmasa da, çok değer veriyordu. “Yemen Güneşi” adlı kitabı aslında iki farklı eseri ihtiva ediyordu. Yani “Yemen Güneşi” ve “ O Yeşil Tepeler” adıyla iki kitap bir arada yayınlanmıştı. Demek ki mevcut imkânlar ancak buna elvermişti. Kitabının arka sayfasındaki ‘Hasret’ adlı şiirinde Trabzon’a duyduğu derin sevgiyi satırlara dökmüştü:

    “Serin sularından kana kana içtiğim
    Uzun sokağından yıllarca geçtiğim
    Dünyada seni birinci il seçtiğim
    Benim zümrüt yeşili can Trabzon’um”

    Merhum Serpil Karaosmanoğlu “Yemen Güneşi” adlı kitabının Önsöz’ünde hayatına dair notlara da yer veriyordu. İşte bu notlardan bazıları şunlar: “Trabzon’da sırtını Boztepe’ye dayamış, eski adıyla Arafilboyu(Esentepe) Mahallesi’nde etrafı yüksek taş duvarlarla çevrili, iki katlı, beyaz boyalı, dört bir yanı çiçek ve meyve ağaçlarıyla dolu bir evde doğdum. O güzel bahçemizde neler yoktu ki? ... Çiçeğinden meyvesine, çeşit çeşit hayvanlara dek… Sokak kapı üstü, hanımeliyle sarılı olan bahçemizde, mis gibi kokan leylaklar, sümbüller,, şebboylar, kasımpatılar ve de bahar dalları, kapımızın iki yanını süsleyen, etrafa harika kokular veren beyaz zambaklar, limon çiçekleri ve o muhteşem laleler…”

    Serpil Hanım yazmayı çok seven, adeta hayat tarzı olarak gören kalem dostu bir insandı. O yazmayı bir terapi olarak görüyordu. Sorunlarını yazarak, okurlarıyla paylaşarak azaltıyordu. Gördüklerini, duyduklarını, duygu ve düşüncelerini paylaşmaktan zevk alıyordu. Bir şeyler ortaya koymak, üretmek ona ayrı bir haz veriyordu. Sürekli okuyup yenileniyordu.

    Uzun yıllar ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra lisans tamamlama programına katılarak Sosyal Bilgiler Öğretmeni olan Serpil Karaosmanoğlu, toplumsal eğitime çok önem vermiş, fırsat buldukça insanlara bir şeyler öğretme gayreti içerisinde olmuştur. Onun ilk eseri ‘Kır Çiçeklerim’ adını taşıyan şiir kitabıdır. ‘Gerçek Yaşam Öyküleri’ edebiyat alanında verdiği ürünlerin ikincisidir. Bu kitaptaki altı öykü kurgu değil, hepsi gerçek hayatta da yaşanmıştır. “Ganita’dan Zigana’ya” adlı kitabı 2002 yılında basılmıştır. Bu eserde 1900–1960 yılları arasında yaşanmış gerçek yaşam öyküleri vardır. Bu öykülerin dördü yazarın başından geçmiş olaylardan esinlenerek kaleme alınmıştır. Hizmet gazetesinde de yayınlanan ‘Yemen Güneşi’, Yemen Harbinde yaşananları kapsamaktadır. “O Yeşil Tepeler” de Cumhuriyetin ilk yıllarında annesini ve babasını kaybeden üç yetim çocuğun öyküsü anlatılmaktadır. Yine Hizmet gazetesinde tefrika edilen, henüz kitap halinde yayınlanamayan “Haminne’min Osman’ı” 1925’li yıllarda yaşayan toy bir delikanlının hayatını anlatmaktadır.

    Ebediyete göçen Serpil Hanım’a Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.12.2008 - 08:10

    KURBAN VAHŞET DEĞİL, SELÂMETTİR…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Zaman sular seller misali akıyor, mecrasını buluyor en sonunda. Zaman yine gönül değirmenlerimizde öğütüldü ve gelinen noktada çok şükür ki bir başka bayrama ulaştırdı bizi. Bayramlar asırlardır dört gözle beklenir milletimiz tarafından. Beklenen misafir kapımızı çalıyor yine. Şimdi bütün gönüllerde sevgi panayırları kurulmuş, yüreğimiz bayram yerine dönmüş. Bayramlar milletleri kenetleyen müstesna zaman dilimleridir şüphesiz. Yıl boyunca değişik sebeplerle dağınıklaşan insanlar, bayramlarla birlikte toplanırlar. Böylece insanlar arasında kaynaşma ve yakınlaşma gerçekleşir; dostluklar pekişir, kin ve haset ortadan kalkar.

    Kurban; kim ne derse desin, İslam’ın en büyük şiarlarından biridir. Kelime anlamı ‘yaklaşmak’ olan kurban, kulu Allah’a yaklaştırır. Kurban şükür, teslimiyet ve fedakârlık ekseninde gerçekleştirilen bir ibadettir. Allah’a teslimiyetin zirvesidir kurban… Hz. İbrahim’in can parçası İsmail’i Hakk için feda edebileceğinin, herkesin de can parçalarını feda edebilecek bir imanî ruh zenginliğine sahip olması gerektiğinin hatırlatılmasıdır bu ibadet. Kurban bir anlamda da Hz. İbrahim’in güzel hatırasıdır. Onun fedakârlığının nişanesidir.

    Son yıllarda sözde hayvan sevgisini insan sevgisinin önüne koymak isteyen bir kısım güruh, her şeyi olduğu gibi kurbanı da sulandırma eğilimindedir. Onlara göre kurban (hâşâ) vahşice bir ibadetmiş; bir çeşit hayvan katliamıymış. O kişiler kurban kesmek yerine fakirlere sadaka vermeyi önermektedirler. Hatta bunu organize etmektedirler. Görünürde yardımseverlik renginde olan bu davranış, aslında Allah’ın dinini değiştirmeye yönelik bir eylemdir. Müslümanlar bu çirkin tezgâha gelmemelidir. Kurban başkadır, zekât ve sadaka başka… Sapla samanı birbirine karıştıranlar insanların zihnini bulanıklaştırarak merhamet avcılığı yapmaktadır. Bu sahte yüzlere itibar edilmemeli, Allah’ın emri dikkate alınmalıdır.

    Kurban Kur’an’da Allah’ın emirleri arasında geçen önemli bir kulluk emaresidir. Kurbanın yeri hiçbir şeyle doldurulamaz. “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes”(Kevser S. 2. Ayet) ifadesi bize başka yorum hakkı bırakmamaktadır. Kurbanı hayvan hakkı ihlali olarak görenlerin belli ki gizli niyetleri vardır. Sizin bir adım ilerisini görmekten aciz olan aklınızı sevsinler! Yıl boyunca kesilen hayvanları görmez misiniz mezbahalarda. Hem bütün varlıklar insanın hizmetine sunulmamış mıdır? Siz hiç et yemez misiz? Allah’ın helal kıldığını haramlaştırma ve kerih gösterme salahiyetiniz var mı sizin? Siz de kim oluyorsunuz ki?

    Kâinatı yaratan ve donatan Allah’ın emri her şeyin önünde gelir. O Rab ki, çocuklarını bile kurban edebilecek sadakatte elçiler göndermiştir Hakk ve hakikati yaymak için. Dünyada Allah’a şartsız teslim olan İbrahimler’in ve ona her halükârda tabi olan İsmailler’in sayısı arttıkça dünya huzura kavuşacaktır. Dünya, o huzuru yakalayınca esenlik beldesi olacaktır. Sizler de Nemrutlar’a karşı bir İsmail teslimiyetinde olun ki kurtulasınız.

    Kurban yüce Kur’an’da zikredilen önemli bir ibadettir. O, vahşet değil, aksine selamettir. Hac Suresi’nde bununla ilgili pek çok ayet mevcuttur. Bunlardan birisi de şudur: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. İyilik edenleri müjdele.” (Hac S. 37. Ayet)

    Biz insanlar aralıksız imtihan ediliyoruz. Bu bazen mallarımızla, bazen musibetlere karşı sabrımızla, bazen de fedakârlığımızla gerçekleştiriliyor. Kurban malla yapılan ibadetler arasında sayılır. Kurban’ın içinde fedakârlık da vardır. Rabbimizin yukarıdaki ayette de belirttiği gibi kurbanların etleri ve kanları kendisine ulaşmıyor. Kurban vesile kılınarak bizlerin takvası ölçülüyor. Kimlerin Allah için vermeye muktedir olduğu tespit ediliyor.

    “İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın” diyor Sevgili Peygamberimiz… Bu sözden sonra başka ne denir ki? ... Kurbanlarınız hayırlı ve bereketli olsun. Kurban bayramı milletimize huzur ve esenlik getirsin. Buhranlarla cenk yerine dönüştürülen ruhlarımız felah bulsun. Bayramlar bayram olsun, kalpler huzurla dolsun.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 22.11.2008 - 07:30

    ANADOLU KAPILARINDA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk milleti şanlı ve şerefli bir maziye sahiptir. Tarih, Türk milletini nice kereler zorlu imtihanlardan geçirdi. Bu imtihanlardan hep alnının akıyla çıktı milletimiz. Bu yüce millet, dünya tarihine şanıyla, şerefiyle mal olmuştur. Sultan Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Savaşı’nı kazanarak Anadolu kapılarını Türkler’e açmıştır. O zamana kadar süren Bizans hâkimiyeti bu mukaddes cihatla son bulmuştur. Ondan sonra Anadolu’ya gönül seferleri yapılmaya başlanmıştır. Şefkat ve merhamet elçileri, gönülleri fethetmeyi öncelikli vazife saymıştır. Zira gönülleri fethetmek coğrafyaları fethetmekten daha önemli görülmüştür. İnsan âlemin özüdür. Özü bırakıp kabuk kabilinden şeylerle uğraşmak abestir.

    Ecdadımızın hoşgörü ve sevgisi Anadolu’nun dört bir yanına sinmiştir. Bu içtenliği ve sıcak muhabbeti her lâhza hissedebiliriz Anadolu’nun bağrında. Anadolu’nun güzelliğini şairlerimiz de mısralarında bir gergef misali dokumuştur. Güzellikler açmıştır mısralarda. Söz konusu şairlerden Ahmedî, bu güzel diyara duyduğu hayranlığı bakın nasıl dile getiriyor:

    “Tutan dizim, gören gözüm
    Sensin güzel Anadolu’m
    Aşkın dolu sinem, özüm
    Cansın güzel Anadolu’m.

    Hürmet sana, minnet sana
    Seni sevmek gerek bana
    Bu dünyada cennet bana
    Sensin güzel Anadolu’m.”

    Türkiye Anadolu; Anadolu Türkiye demektir. Taşında, toprağında şehit kanı bulunan bu topraklar, Türk’ün altın mührünü taşımaktadır. Bizans’ın çirkin yüzü kaybolmuştur artık.

    Ben vaktiyle Anadolu’nun pek çok yerini gezme imkânı buldum. Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Van, Bitlis, Adıyaman, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya, Sivas, İsparta, Afyon, Tokat, Amasya, Çorum, Samsun, Giresun, Rize… gibi yerleri gezip görme şansını yakaladım. Hatta Bitlis ve Van gibi şehirlerde birer gün konakladım. Anadolu’daki insanların ilgisi ve samimiyeti beni mest etti. Bu yörelerin insanı fakir olmasına rağmen çok misafirperverdir. Onlar gönül zengini aslında. Paylaşmayı biliyorlar. Herkesin bu yörelerin sıcaklığını yerinde yaşayarak görmesini isterim. Sözü yine şair Ahmedî’ye verelim:

    “Edirne’den Ardahan’a
    Değişmem seni cihana
    Mukaddes emanet bana
    Sensin güzel Anadolu’m

    Velilerin ordu ordu
    Kesilmesin Rabbim ardı
    Şehitler, gaziler yurdu
    Sensin güzel Anadolu’m

    Canım, tenim, ağzım, dilim
    Baş çiçeğim, gonca gülüm
    Ahmedî der has sevgilim
    Sensin güzel Anadolu’m”

    Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle ve Türk’üyle Anadolu bir bütündür. Bu birliği bozmak isteyenlere asla müsaade etmeyeceğiz. Aksine şer güçlere inat, daha çok kenetleneceğiz. Çapulcular bu ülkeden bir çivi bile sökemeyecek. Bu topraklar bizim kalacak.

    Cevap Yaz
  • Şükran Dönmez
    Şükran Dönmez 17.11.2008 - 13:20

    bu yazı çok güzel ama bazı yerleri sıkıcı

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 16.11.2008 - 21:57

    KESİŞEN ACI KADERLER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Üç fidan kurudu gönül bahçelerinde. Üçü de çok sevildi. Arkalarından sular seller gibi gözyaşları döküldü. Tabutları on binlerin omuzlarında yükseldi. Halk akın akın cenazelerine koştu. Üçü de Karadenizliydi, üçü de müzik yapıyordu. Üçü de taze bedenleriyle girdiler kara toprağa. Hiçbirinin yüzünün buruşmasına, saçlarının ağarmasına, gözlerinin altında mor halkalar oluşmasına fırsat vermedi zaman. Toprak onları bir anne şefkatiyle kucağına aldı. Geride anneler, babalar, acılı eşler, hayranlar, yetim ve öksüz evlatlar bıraktılar. Üçünün de sazları ve sözleri yetim kaldı. Karadeniz onların acısıyla iyice hırçınlaştı. Gökler toprağa boşaldı ağlarcasına. Üçünün de ölüm sebebi aynıydı: Kanser, kanser, kanser! .... Bunlardan biri Kazım Koyuncu, öteki Osman Yağmurdereli ve sonuncusu da Erkan Ocaklı’ydı.

    “Hey gidi Karadeniz/Doldu da taşamadı/ Etmiyelum sevdaluk/ Edenler yaşamadı” deyip çekip gitti Kazım Koyuncu… Kendisi daha çok Laz müziği yapıyordu. Artvinli bir aileden geliyordu. “Zuğaşi Berepe” grubunun kurucusu ve beyniydi Kazım Koyuncu… Lazca-rock yapıyorlardı. Daha sonra Gülbeyaz ve Sultan Makamı dizilerine yaptığı özgün müzikler çok beğenildi. Karadeniz ezgileri bestelerinde bütün ihtişamıyla yerini aldı. “Beni radyasyon değil, Türkiye’deki sistem kanser etti” sözü aslında çok derin anlamlar içeriyordu. O, toplum adamı idi. Sosyal meselelere duyarlıydı. İyi bir çevreciydi aynı zamanda. Trabzonspor’a gönül veren bir insandı. Hırslı ve mücadeleci bir karaktere sahipti.

    2005 Haziran’ının 27’sinde uğurlamıştık Kazım Koyuncu’yu… 33 yaşında ayrılmıştı aramızdan. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinde sözünü ettiği ömrün yarısı bile değil. O, üç yılı aşkın bir zamandan beri aramızda yok. Onun eksikliğini çok hissediyoruz. Bir türküsünde “Koyverdun gittun beni” diyordu. Fakat aslında o bizi koyverdi gitti bu fani dünyadan. Ölümsüzlüğe uğurlandı sevenleri tarafından. Doğduğu topraklar bağrına bastı onu.

    Çernobil nerde bir Karadeniz sanatçısı varsa koparıp aldı aramızdan. Yıllarını müziğe ve genel anlamda sanata adayan bir başka Karadenizli, Trabzonlu sanatçıyı da kanser illeti aldı aramızdan. Osman Yağmurdereli’den söz ediyorum. Yağmurdereli hoşgörülüydü, güler yüzlüydü, sabırlıydı, çalışkandı, alçakgönüllüydü, hayırseverdi, yüreği insan sevgisiyle doluydu. Mütebessim bir yüzü vardı. Tombul görüntüsü onu halk nezdinde daha sempatik kılıyordu. İnsan ilişkileri çok iyiydi. Gülmesini ve insanları güldürmesini çok severdi. Babası siyasetle uğraşmıştı yıllarca. Parti başkanlığından milletvekilliğine kadar yükselmişti. O da babasının yolundan gitmeyi yeğledi. AKP’den aday oldu ve kazandı. Fakat işler hep düz gitmiyor hayatta. Milletvekili koltuğunu ısıtmadan, o heyecanı doya doya yaşayamadan henüz 55 yaşında aramızdan ayrıldı. O şimdi Aşiyan Mezarlığı’nda kıyamet sabahını beklemektedir.

    Karadeniz’in müzik tahtını ellerinde tutan bu iki ismin acısı henüz dinmemişken Erkan Ocaklı’nın kanser olduğu haberini aldık. Bir anda yağ gibi erimişti Ocaklı. Kanser kolunu kanadını kırmıştı. Her geçen gün dünyadan biraz daha uzaklaşıyordu. Ve sonunda film koptu.

    Karadeniz müziği bir duayenini daha kaybetti. “Oy Emine, Almanya Acı Vatan, Hapishane İçinde, Armut Dalda Asilsun, Nataşa, Rize Güzel Memleket, Ula Ula Niyazi, Mısırı Kuruttun mi, Maçka Yolları Taşlı” türküleri yetim kaldı şimdi. Beylik laf olsun diye söylemiyorum ama şu bir gerçek ki böyle sanatçılar çok az geliyor dünyaya. Kolay yetişmiyor Erkan Ocaklılar… O, 38. sanat yılında aramızdan ayrıldı. Ölene kadar müziğe devam etme konusunda kararlıydı. Öyle de oldu. Müziği hiç bırakmadı, sazı ve sözü hayatının ayrılmaz bir parçası oldu. O, yüzlerce parça bıraktı arkasında. Müziğin efendileri ona bir klip çekmeyi bile çok gördü. Orasını burasını açıp karga sesiyle arz-ı endam edenlerin peşinde koştu kameralar. Fakat Ocaklı gibi gerçek sanatçılar hep nisyan bulutları arasında günlerce vefa beklediler.

    Karadeniz’in güzel insanları, Çernobil kurbanları Kazım Koyuncu, Osman Yağmurdereli ve Erkan Ocaklı yok artık aramızda. Kim bilir belki orada buluşup bundan sonraki kanser kurbanını bekliyorlardır. Allah hepsine rahmet eylesin. Nur içinde yatsınlar.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 16.11.2008 - 10:28

    “HAKKINI HELAL EYLE DAHA DÖNMEYECEĞUM”

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bir büyük ses daha boşluğa düştü, zaman değirmeni onu da öğüttü. Türkülerini gönül heybesine doldurup genç denebilecek bir yaşta(59) bilinen meçhule yol aldı. Karadeniz’in müzik üstadı, Karadenizlinin yürek sesi, gençliğimizi türküleriyle geçirdiğimiz Erkan Ocaklı’dan bahsediyorum.“Ağla gozlerum ağla/Ben da ağlayacağum/Senun acilaruna nasil dayanacağum” diyordu bir güzel türküsünde. Bizler onun bıraktığı boşluğu nasıl dolduracağız şimdi? Hüzünlüyüz bu yüzden, çok hüzünlüyüz. Bu yazıyı yazarken hüzün mürekkebim oldu.

    O, büyük bir sesti. Karadeniz’in gelmiş geçmiş en büyük türkücüsüydü. Biz onu yaşarken anlayamadık, kıymetini bilemedik. O; sesiyle, sözüyle, beyefendi kişiliğiyle yaşadığı zamana mührünü vurdu. Onu ekrana çıkarmayanlar, sesini görmezden gelenler kına yaksın.

    Onun türkülerinde hep bir hüzün vardı. Ölüm, Ocaklı’nın türkülerinin vazgeçilmez temasıydı. Pek çok türküsünde ölüm acısını sözlere ve bestelere dökmüştü. “Bu kara topraklarda ah sen yatacak mıydın? /Gönlüme doğan güneş ah sen batacak mıydın? /Ezanlar bizim için okunuyor sevgilim/Gözyaşım mezarına dökülüyor sevgilim” diyordu bir türküsünde. Türküyü söylerken o duyguları yaşıyordu adeta. Öyle ki acıdan iç çekiyordu.

    Bir sonbahar hüznüyle aramızdan ayrıldı Erkan Ocaklı. Arkasında büyük bir türkü arşivi, beste mirası bırakarak… Şimdi gönlümüze düşen albümlerde solgun bir resim olarak kaldı silueti. Onun gür sesini, duyması gerekenler ne sağlığında ne de hastalığında duydu. Bir zamanlar müzik tekelini elinde tutanlar onu görmezden geldiler. Önüne engeller koydular.

    Yetmişli yıllarda müzik hayatına atılan Ocaklı ‘Misiri Kuruttun mi? , Ula Ula Niyazi, Maçka Yollari Taşli’ gibi Karadeniz klasiklerine imza atmıştı. Bu türküler her yerde, her sanatçı tarafından söylenir olmuştu. O dönemlerde Trabzonspor futbolda, Erkan Ocaklı ise müzikte Anadolu ihtilalini yapmıştı. Kem gözler bunları kıskandı, görmezden geldi.

    Aslen Arhavili olan, çocukluğu Maçka’da geçen Ocaklı çok gayretli ve üretken bir sanatçıydı. Ormancı bir babanın çocuğuydu. En büyük ideali doktor olmaktı. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ni bitirmişti. Müziği çok sevdiği için o alana kaydı. Çocukluğundan beri bağlama çalardı. Karadeniz müziğine bağlamayı sokan kişidir o… Hatta bu yüzden çok da eleştirilmiştir. Yaptığı plak ve albümlerin sayısını kendisi bile bilmezdi. Albümlerinin sayısı kırkın üzerindedir. 300’ün üzerinde birbirinden güzel bestesi vardır. Bunlarla birlikte altı tane filmde de oynamıştı. İki kere evlenmişti. İki çocuğu vardı.

    O, türkülerinde evrensel barış mesajları vermiştir hep. Dostluk, kardeşlik ve sevgiden yana olmuştur daima. İnsanı, sevginin en ileri derecesi olan aşkın yaşattığına inanan bir kişiydi kendisi. Ondan sonraki yıllarda yeni yetme sanatçılar müziğe pek bir şey ver(e) mediler. Üstelik ses kirliliği oluşturdular. Köklü değerler sisler altında görülmez, duyulmaz oldu. Değerlerimizi kısa zamanda tükettik. Erkan Ocaklı da unutturuldu bizlere.

    Çağın kâbusu kanser değerlerimizi ve değerlilerimizi koparıyor hayattan. Kazım Koyuncu’dan sonra Erkan Ocaklı da ayrıldı aramızdan. Acaba bundan sonra sırada kimler var? Olanlara kader mi diyelim bilmem. Kanser Karadeniz’in ve Karadenizlinin yakasını ne zaman bırakacak? Çernobil sonrası Karadeniz ölüm tarlasına döndü. Ölüm sebebi tek: Kanser.

    Uzun süren hastalığının ardından 59 yaşında aramızdan ayrılan Ocaklı, geçen sene 40. sanat yılını, muhteşem bir geceyle kutlamıştı. Gecenin sunuculuğunu, bir süre önce vefat eden sanatçı Osman Yağmurdereli yapmıştı. Şimdi ikisi de yok aramızda. Onların yokluğu hep hissedilecek. Trabzonlular Ocaklı’nın mirasına sahip çıkacak; adını sonsuza dek yaşatacak.

    “Senun acilarunlan daha gulmeyeceğum/Hakkını helal eyle daha dönmeyeceğum” diyordu bir türküsünde. Sanki helallik alıyordu. Şimdi bizler bu nakaratın ilk dizesini terennüm ediyoruz. Ocaklı’nın o güleç yüzünü çok özleyeceğiz. O, Karacaahmet’te servilerin altında sonsuz uykusuna dalacak. Trabzon hasretini yudum yudum çekecek içine. O ölse de geride bıraktığı eşsiz besteler onun adını yaşatacak. Allah rahmet eylesin. Güle güle git! …

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.11.2008 - 09:27

    CUMHURİYET FAZİLETTİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Cumhuriyet insanca bir yaşama biçimidir. Millî bayramlarımız içerisinde apayrı bir yeri ve anlamı vardır bu güzel bayramın. Çünkü cumhuriyetle beraber yeni Türk devletinin adı konmuş ve bu güzel hadise bütün dünyaya ilan edilmiştir. Osmanlı’nın çöküşüne sevinen düşman devletler yeni bir Türk devletinin kurulmasıyla sevinçlerini içlerine gömmek zorunda kalmışlardır. Türklerin devletsiz ve teşkilatsız yaşayamayacaklarını görmüşlerdir.

    Türkler devlet kurup yıkmada dünyada emsalsizdir. Türklerin tarih boyunca 113 devlet kurduklarını söylersem bu kanaatime iştirak edersiniz herhalde. İşte bu devletlerin sonuncusu ve 113.sü şanlı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bugünkü devletimizin en büyük özelliklerinden birisi de “Türk” adıyla kurulan ikinci devlet oluşudur. Daha evvel Göktürkler kurdukları devlette Türk ibaresini kullanmışlardı. 29 Ekim sadece Cumhuriyetin değil, son kez kurulan ve ebedî olan Türkiye’nin de kuruluş tarihidir. Yani bizler bu tarihte devletimizin kuruluş yıldönümünü de kutluyoruz. Bir yanda cumhuriyet, öbür yanda Türkiye… Onların terkibiyle oluşan Türkiye Cumhuriyeti… Nasıl da yakışmışlar birbirine, öyle değil mi?

    Bağımsız bir ülkede, ayyıldızlı bayrağın gölgesinde ve marşların en güzeli olan İstiklal Marşı’nın o anlamlı haykırışının yankılarının duyulduğu bir ortamda yaşamak bir lütuf bizlere… Bu güzelliklerin filizlenmesinde katkısı olanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Dünyadaki pek çok ülkenin adına kuyruk olan cumhuriyet, ancak demokrasiye ve insan haklarına inanmış kadroların elinde anlamını bulabilir. Yoksa adına cumhuriyet demekle bir ülke cumhuriyet olmaz. Bu, halkın gözünü boyamaktan öteye gitmeyen bir kandırmacadır.

    Ne yazık ki birçok diktatörlükte rejim sözde cumhuriyettir. Fakat bizdeki cumhuriyetin banisi Atatürk, amacına ve anlamına uygun bir cumhuriyet idaresi bina etmiştir. Bunun da takipçisi olmuş, uygulamalardaki aksaklıkları iyi niyetle ortadan kaldırmıştır. O, cumhuriyetin oluşturduğu özgürlük ortamını kaosa dönüştürmemek için büyük gayretle çalışmıştır. İnsanların düşüncelerine saygıda kusur etmemiş, bütün düşüncelerin yeşerebileceği bir fikir bahçesi kurmuş ve onu sulamıştır. O, özgürlüklerin bayrağını gönderden indirmemiştir. Onun bu husustaki sözleri dikkate şayandır: “Cumhuriyet düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî ve meşru olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir. Yalnız muarızlarımızın insaflı olması lâzımdır.” (Atatürk’ün S.D. III)

    Bizim halkımız cumhuriyet idare şeklini ta başından beri benimsemiştir. Çünkü bu milletin yapısında cumhuriyet yönetim şeklinin ahkâmı karakter olarak vardır. Balık için su neyse bizler için de hürriyet odur. Bizler ancak özgürlük ortamında kendimizi bulur ve büyük atılımlar gerçekleştirebiliriz. Türkiye’de siyasetin zemini de cumhuriyetle sağlamlaşmıştır. Kardeşlik, eşitlik ve özgürlük tohumları cumhuriyet bahçesinde yeşermiş ve boy atmıştır.

    Cumhuriyetin dinle, dinin de cumhuriyetle hiçbir meselesi yoktur. Bazı satılmış kafaların anlamsız taşkınlıklarını bu kapsamda düşünmemek gerekir elbette. Zira bu ülkenin mabetlerinde bile cumhuriyetin arifesinde bu kavrama övgüler dizen hutbeler okunur. Zaten cumhuriyet varsa fikir özgürlüğü vardır, fikir özgürlüğü varsa inanç özgürlüğünden bahsedilebilir. Bunlar bir zincirin halkaları misali birbirine bağlıdır. Durum bu iken İslam’la cumhuriyeti birbiriyle bağdaştıramayanların kuru akıllarına şaşarım. Onlar İslam’daki icma kurumunu hiç mi görmezler? Zira icmanın cumhuriyetle örtüşen yanları çoktur.

    Cumhuriyet hoşgörünün de birinci adresidir. Bu rejimde çatışmalar ve anlamsız kavgalar yerini sevgi ortamına bırakır. Müslimlerle gayrimüslimler aynı gayeler için devletinin yanında olur ve onun yükselmesi için gecesini gündüzüne katar. Zira bu devlet ve bu topraklar sadece bir kesimin malı değildir. Cumhuriyet gayrimüslimlere de özgür bir ortamda refah içinde yaşayabilme zemini hazırlar. İnsanlar güçlerini kavgada değil, ülkenin refahının ve imarının tesis edilmesinde harcarlar. Bilirler ki pasta ne kadar büyütülürse insanların ondan alacakları pay da o derece büyür. Cumhuriyet bunun için fazilettir.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta