Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1596

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.07.2019 - 22:10

    OSMANLI'NIN İKİNCİ KURUCUSU: SULTAN ÇELEBİ MEHMED

    M. NİHAT MALKOÇ

    Bir cihan devleti olarak dünyaya merhametin ve adaletin ne olduğunu öğreten Osmanlı Devleti'nde 36 padişah tahta oturmuştur. Bunlardan birisi de Sultan Çelebi Mehmed'dir. Osmanlı Devletinin ikinci kurucusu kabul edilen Sultan I. Mehmed(Çelebi) 1389 senesinde Osmanlı'nın ilk başkenti olan Edirne’de dünyaya gelmiştir. Babası Yıldırım Bayezid, annesi ise Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı Devlet Hatun'dur. Osmanlı'nın beşinci padişahı olarak tarihî kayıtlara geçen Çelebi Mehmed'in çocukluğu Bursa'da geçmiştir. 1413-1421 yılları arasında sekiz yıl Osmanlı tahtında kalmıştır. Çelebi Mehmed'in erkek çocukları Mustafa Çelebi, İkinci Murad, Ahmed Çelebi, Yusuf Çelebi, Mahmud Çelebi, Kasım Çelebi, Orhan Çelebi'dir. 12 tane olduğu söylenen kız çocuklarından bazıları İnci Hatun, Selçuk Hatun, Sultan Hatun, Hatice Hatun, Fatma Hatun, Hafsa Hatun, İlaldı Hatun, Ayşe Hatun'dur.

    Sultan I. Mehmed(Çelebi) eğitimini Bursa ve Edirne Saraylarında tamamlamıştır. Amasyalı Sofi Bayezid ile Tokatlı Bicaroğlu Hamza'dan eğitim almıştır. İsminde yer alan “Çelebi” kelimesi, okuma yazma bilen, medrese veya dengi bir kurumda eğitim görmüş kişiler için kullanılan bir ifadedir.

    Tarihçilerin ifadelerine göre Çelebi Sultan Mehmed, orta boylu, yuvarlak yüzlü, çatık kaşlı, beyaz tenli, kırmızı yanaklı ve geniş göğüslüydü. Kuvvetli bir vücuda sahipti. Gayet hareketli ve cesurdu. Güreş yapar ve çok kuvvetli yay kirişlerini de çekerdi. Padişahlığı müddetince bizzat 24 muharebede bulunmuş ve savaşlar sırasında kırka yakın yara almıştı. Sık sık güreştiği için halk kendisine "Pehlivan Çelebi" ismini vermişti.

    Mehmed Çelebi tek padişah olarak önce, Musa Çelebi tarafından etrafına büyük duvarlar inşa ettirilmiş olan, Edirne Sarayı'nda kaldı. Burada kendini kutlamaya gelen yabancı elçileri kabul etti ve devletin üst kademelerine kendi görüşüne uygun atamalarda bulundu. Şeyh Bedreddin şeyhülislamlıktan atılıp ailesiyle İznik'e sürüldü ve yerine Sünni ulemanın seçtiği bir kişi getirildi. Mihaloğlu Mehmet Bey de Anadolu'ya sürgüne gönderildi. Musa Çelebi tarafından Bizans'dan alınan Selanikve Konstantinopolis yakınlarındaki bölgeler tekrar Bizans'a geri verildi.

    Şair Ruhlu Bir Padişah....
    Osmanlı Devleti'nde padişahların önemli bir kısmı aynı zamanda şairdir. Yani onlar devletin yanında, sözlerin de sultanıdırlar. Bunlar arasında "Muhibbî" mahlasıyla bir divan oluşturacak kadar şiir yazan Kanunî Sultan Süleyman'ı, "Avnî" mahlaslı Fatih Sultan Mehmed'i," Muradî" mahlaslı II. Murad'ı, "Adlî" mahlaslı II. Bayezid'i, "Selimî" mahlaslı II. Selim'i, "Cihangir" mahlaslı III. Mustafa'yı, "İlhamî" mahlaslı III. Selim'i sayabiliriz. Bunların yanında Sultan Çelebi Mehmed de bazen şiir söylemiştir. Tezkirelerde rastlanan şu şiiri onun üstün takvasını, Cenab-ı Hakk’a karşı güçlü imanını göstermektedir: "Cihân hasm olsa, Hakk’dan nusret iste!/Erenlerden duâ vü himmet iste!/Çalup dîn aşkına udvâne şimşir,/Anuban çâr-ı yârı hidmet iste!/Eğer leb-teşne isen ey bed-endîş;//Bu deşne çeşmesinden şerbet iste!/Geçenden geç, demür taşdan sakınma,/Demüri mahv idenden kuvvet iste!/Çevürme yüz muhalifden Mehemmed,/Adûyı arsadan sür vüs’at iste!"

    Fetret Devrinin Karanlığından Aydınlığa Çıkış

    Fetret devri, Yıldırım Beyazıt'ın 1402 yılında Ankara Savaşı'nda Timur'a esir düşmesiyle, altı oğlundan dördünün yaptığı taht kavgalarıyla geçen 1402-1413 yılları arasındaki döneme verilen addır. Bu döneme "Bunalım Devri" ya da "Fasıla-i Saltanat" adı da verilmektedir. Yıldırım Beyazıt'ın oğulları İsa Çelebi, Çelebi Mehmet, Musa Çelebi ve Emir Süleyman arasında geçen taht kavgaları sonucunda dağılmış olan Osmanlı birliği Çelebi Mehmet (1. Mehmet) tarafından tekrar sağlanmıştır. Böylece 5 Temmuz 1413 yılında 11 yıl süren fetret devri; yani bunalım devri kapanmış oldu. Çelebi Mehmet Osmanlıların tek padişahı olarak kaldı. Dört kardeşin taht için yaptıkları ölüm kalım savaşlarının sonunda, olgun kişiliği ile Çelebi Mehmet galip gelmiştir. Bunun sebebi Anadolu kültürü ile yetişmesi ve çok yönlü bir kişi olmasıdır. Ankara Savaşı'ndan sonra parçalanmış, çökmüş ve morali kaybolmuş devletin toparlanması Çelebi Mehmet sayesinde mümkün olmuştur.

    Çelebi Mehmet, Ankara Savaşı'ndan sonra parçalanan Osmanlı topraklarını yeniden bir idare altında birleştirmek için fetret devrinde (1402-1413) kardeşleri Süleyman, İsa ve Musa Çelebiler ile mücadele etti. En son 1413'te Çamurlu mevkiinde Musa Çelebi kuvvetlerini bozguna uğrattıktan sonra Edirne’de tahta çıktı. Böylece Osmanlı Devleti’ni karşılaştığı bu büyük bunalımdan kurtararak devletin birliğini sağlayan Çelebi Sultan Mehmed, ilk olarak elden çıkan toprakları geri almaya çalıştı.

    Çelebi Mehmed 1414'te Anadolu üzerine yürüyerek Aydınoğlu Cüneyd Bey'in elinden Kayacık, Nif ve İzmir’i aldı. Karamanoğulları’na ait Konya’yı muhasara etti ise de İkinci Mehmet’in af dilemesi ve tabiiyetini arz etmesi üzerine barış yapıldı. Ancak Karamanoğlu’nun sözünde durmaması üzerine Sultan Mehmed, bu şehri ikinci defa kuşatarak zapt etti (1415). Daha sonra yapılan antlaşmayla Konya’yı Karamanoğulları’na bırakan Sultan, Beypazarı, Sivrihisar, Akşehir, Yalvaç ve Beyşehir kalelerini ülkesine kattı.

    Bundan sonra, evvelce Musa Çelebi ile birleşerek kendisine karşı hareket eden ve vergisini de göndermeyen Eflak Beyi Mirça üzerine yürüyen Sultan, onu Yer-Göğü’nde mağlup etti. Mirça, üç yıllık vergisini ödediği gibi, oğlunu da rehin olarak bıraktı. Rumeli’den dönüşünde Candaroğulları üzerine yürüdü. Tosya, Çankırı ve Kalecik’i ele geçirdi. 1416 ve 1420'de ilk defa Tuna ırmağının kuzeyine geçerek Basarabya’ya girdi.

    Çelebi Mehmed Hakkında Söylenenler...

    "Birinci Mehmed’i, tavırlarına, hareketlerinde sü¬rate, vakarına ait övgülerin hepsinin fevkine yükselten şeyi, Os¬manlı müverrihleri gibi Bizans müverrihleri tarafından da adaleti, şefkati, civanmertliği, dostluğunda sebatı, gerek Türkler gerek Rumlar için hayırhahlığı hakkında herkesin birleştiği şahadettir"(Halkondil)
    "Çelebi Mehmed yalnız Türkler değil Hıristiyanlara da iyilikle muamele etmiş ve can-ı gönülden hisleriyle fikrinin geniş¬liği ve ahlâkının güzelliği birbirine uygun düşmüştür"(Dukas)
    "Bütün hayatı müddetince Bizans imparatorunun sadık müttefiki, Türkmen asilerinin korkunç düşmanı, Osmanlı saltanatı tahtının şanlı dayanağı, Osmanlı müverrihlerinin tabirince, Tatar tufanının tehlikeye düşürdüğü devlet gemisini kurtaran Nuh idi"(Hammer)
    "Padişahlık süresi sekiz yıldan beş gün eksik idi. Güzel huyu ve şefkatli tutumuyla her yanda şöhret yapmıştı. Adet edindiği şekilde dileyenlere nafakalar dağıtır, her Cuma günü fukarayı doyurur, ihtiyaç sahiplerine gereken yardı¬mı yapar, hesapsız hediyelerle kırık gönülleri sevindirirdi. Allahü teâlâ şanlarını yüce etsin Haremeyn (Mekke ve Medine)’de konuklayanlara her yıl sayıya gelmeyecek ölçüde mal gönderirdi"(Hoca Sadeddin Efendi)
    İlim ve Kültür Sevdalısı Bir Padişah....
    Osmanlı'yı Fetret döneminden çıkaran, bu yüzden de Osmanlı'nın ikinci kurucusu olarak anılan Çelebi Mehmed imar faaliyetlerine de çok önem vermiştir. Birçok eserin inşasında çok önemli rolü olmuştur. O, aynı zamanda kültüre ve ilme de çok değer vermiştir. Tarihçi Ahmet Şimşirgil bu konuda şunları söylemektedir:
    "Çelebi Mehmed siyasi başarılarının yanı sıra imar ve kültür fa¬aliyetlerine de büyük önem vermiştir. Bursa, Edirne ve Amas¬ya’da pek çok eser yaptırmıştır. Bursa’da Yeşil Camii adıyla ta¬nınan mabedi gerek inşaatında kullanılan mermerlerin nadirliği gerekse onu süsleyen oymaların zarafeti itibariyle şehrin başlıca şaheserlerinden biridir. Bu caminin karşısına yüksekçe bir mev¬kide kendi türbesini yaptırdı. Türbenin karşısına düşen medrese¬si bugün müze haline getirilmiştir. Bunlardan başka Edirne’de Emir Süleyman tarafından inşası¬na başlanan ve Musa Çelebi tarafından devam ettirilen Ulu Cami’nin tamamlanması ona nasip oldu. Bu Camiye vakıf olmak üzere Edirne’de ki bedesteni yaptırdı. Oğlu Şehzade Kasım bu caminin bahçesinde medfundur.
    Çelebi Mehmed ilim adamlarını himaye ve teşvik ederdi. On¬lara karşı hürmetkar ve cömertti. Bu itibarla kısa süren hükümdar¬lığı döneminde namına muhtelif mevzularda eserler yazılmıştır. Devrin en güzide ilim adamları arasında İbni Arabşah, Abdurrah¬man Merzifoni, Molla Sarı Yakup, Molla Kara Yakup, Kafiyeci Muhyiddin, Kadı Feyzullah ve Rükneddin Ahmed sayılabilir."

    Şeyh Bedreddin İsyanının Bastırılması

    Çelebi Mehmed devrinin en önemli iç hadisesi hiç şüphesiz ki Şeyh Mahmut Bedrettin isyanıdır. İslâm’a uymayan fikirlerini halk arasında yayan Şeyh Bedreddin’in çıkardığı isyan kısa sürede Karaburun’dan Amasya’ya kadar yayıldı. Ancak ülkeye tek başına hakim olduğu günden beri Şeyh Bedreddin’in hareketlerini dikkatle takip eden Sultan Mehmet, Şeyh'in ve taraftarlarının başlattığı bu ayaklanmayı zamanında bastırmaya muvaffak oldu. Yakalanan Şeyh Bedrettin İslâm âlimlerinin fetvası üzerine idam edildi.

    Bu dönemde isyanlar Çelebi Mehmed'in yakasını bir türlü bırakmadı. Çelebi Mehmed aynı yıl Rumeli’de taht mücadelesine giren ve Düzmece Mustafa olarak da bilinen kardeşi Mustafa Çelebi’yi yenilgiye uğrattı. Mustafa Çelebi kaçarak Bizans imparatoruna sığındı. Daha sonra Karaman seferinden dönerken Sultan Mehmed Çelebi Ankara'da rahatsızlık geçirdi ve Germiyanoğlu Yakup Bey'in hekimi Mevlâna Sinan (Şair Şeyhi) tarafından tedavi edildi ve Sultan kendisini tedavi eden Şeyhi'yi ödüllendirdi. Şeyhi bu tedavinin ve ödüllendirmenin sonuçları olarak başından geçenleri Harname adındaki ünlü mesnevisinde değiştirerek hikâye ettiği bilinmektedir.

    Çelebi Mehmed'in Ebediyete İrtihali

    Sultan Mehmed Çelebi 26 Mayıs 1421'de Edirne'de bir sürek avı sırasında at sırtında felç oldu, düştü ve yaralandı. Ölüm döşeğinde Veziriazam Amasyalı Beyazıd Paşa ve vezirleri İvaz Paşa ve Çandarlı İbrahim Paşa'yi çağırıp "Tez oğlum Murat'i getirin. Ben bu döşekten kalkamam. Murat gelmeden ölürsem fitne çıkar. Tedarik görün, ölümümü gizleyin." vasiyetinde bulundu. En çok Selanik'te bulunan Düzmece Mustafa'dan çekinilerek, Amasya'da vali olan Murad'in Bursa'ya ulaşmasına kadar 42 gün ölüm haberi gizlendi. Osmanlı Padişahları arasında ölümü gizlenen ilk padişah o oldu. Durumundan kuşkuya düşen ve ayaklanmaları güçlükle önlenen askerleri yatıştırmak için askere geçit yaptırılıp, bu sırada mumyalanmış cesedine kaftan giydirilip, başına sarık konulup pencere önüne oturtulduğu kollarının oynatıldığı rivayet edilir. II. Murat Bursa'ya gelip tahta çıkmasından sonra cenazesi Edirne'den Bursa'ya götürülerek Yeşil Türbe'ye defnedildi.

    Çelebi Mehmed’in rahatsızlanıp yatağa düştüğünde, devlet adamlarından oğlu Murad’ı çağırmalarını istemesini ve onlara yaptığı vasiyeti yine Hoca Sadeddin Efendi şu mısralarla naklet¬mektedir: "Ayak çekti hükümet kapısından/Soyundu padişahlık hırkasından//Gördü ki bu dünya bir boş mekandır/Su üstüne kurulmuş bir binadır//Bu tarlaya kerem tohumunu ekti/Dâr-ı karara doğru niyetlendi//Güzel adını yazıp koydu cihanda/Keremden el çekmedi bir zamanda//Güven, huzur idi çünkü dileği/Sultan Murad’a ısmarladı yerini//Vasiyeti bu oldu o, şah gelsin/Üstünlük göğünün ayı yükselsin//Refah getirsin bütün insanlara/Lütfunu göstersin gününde halka//Kılıcı gidersin zulmün kirini/Kıskansın çağlar keremli devrini//Yine sultan beylerine buyurdu/Ki askerden gizlesinler durumu//Şahın ölümü fitneye yol açar/Kötü dileyiciler bunu fırsat sayar//Hizmet eylen ciğer kuşem Murad’a/Sarfeyleyin gücünüzü yoluna//Adâlet semtine yöneltin anı/Onun ile ferah kılın cihanı//Zulüm töresini hiç öğretmeyin/Zalimlikle adını belletmeyin//Selamım duyurun ol nevcivana/Benden söyleyin ol yüce durağa//Kaçınsın o, cefa etmekten aman/Gaflet etmesin bir dem sakınmadan//Armağandır ona Hakkın kulları/Sakınsın, olmasın zulmün aracı/Yaraşmaz Osmanlı soyuna zulüm/Yanar cihan, feryad ederse mazlum//Lutfile din ehlini gözle sen/Bilgi sahiplerin her dem kolla sen//Boyun eğme sen gönlün hevesine/Dost etmeyesin kötüyü kendine//Dilersen her ülkeye el koymaya/Bağla kalbini yüce Yaradana//Haktan sakın dönmeye heveslenme/Kinle zulümle eteğini kirletme//Düşmanları kırsın, keskin kılıcın/Dünü gün halka yardımcı olasın//Her günün parlak, kadr olsun her geçen/Rahmanın yardımıyla olur yükselmen"







    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.07.2019 - 22:08

    NİĞBOLU HARBİ'NDEN ANKARA MUHAREBESİ'NE YILDIRIM BAYEZİD
    M. NİHAT MALKOÇ

    Osmanlı Devleti birbirinden kıymetli padişahlar tarafından idare edilerek cihana adalet dağıtan bir dünya devleti olmuştur. Bu padişahlardan biri de I. Bayezid(Yıldırım Bayezid)'dir.

    Yıldırım Bayezid 1360 senesinde Bursa'da dünyaya gelmiştir. Babası Sultan I. Murad(Murâd-ı Hüdâvendigâr), annesi Gülçiçek Hatun’dur. O, I. Murad'ın büyük oğludur. Osmanlı'nın dördüncü padişahıdır. Çok önemli âlimlerden din ve fen eğitimi almıştır. Bunlar arasında Bursa kadısı Koca Mahmud'u, kazasker Çandarlı Halil'i ve Kara¬manlı Molla Rüstem'i sayabiliriz. Yine mümtaz komutanlardan askerî eğitim tahsil etmiştir. Germiyanoğlu Süleyman Çelebi’nin kızı Sultan Hatun'la evlenmiştir. 1381 senesinde devlet yönetimini öğrenmesi için Kütahya’ya vali olarak gönderilmiştir. Yani şehzadelik dönemi bu şehirde geçmiştir. 1389’dan 1403 yılına kadar 14 sene hükümdarlık yapmıştır.1389’da yapılan Birinci Kosova Savaşı'na katılarak bu savaşta büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bu savaşta babası şehadet mertebesine erişince kendisi tahta çıkmıştır. Sırp Kralı Lazar'ın oğlu Etiye, Yıldırım Bayezid tarafından Sırbistan tahtına çıkarılmış ve Sırbistan Osmanlı Devletine bağlı bir devlet hâline gelmiştir.

    Birçok kahramanlıklar gösteren Yıldırım Bayezid'in yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, elâ gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzlu olduğu rivayet edilir.

    Hızlı, cesur, gözü pek ve savaşkan bir insan olduğu için kendisine "Yıldırım" lakabı takılmıştır. O, adil ve olgun bir padişahtı. Âlimlere sonsuz bir saygısı ve sevgisi vardı. Onların sohbetlerinden büyük keyif alırdı. Cömertlik konusunda parmakla gösterilecek bir şahsiyetti. Muhtaçlara yardım etme konusunda hassastı. Allah dostlarını dost kabul eder, aksi düşünenleri düşman sayardı. Allah korkusu ileri düzeydeydi. Dindar bir insandı. Şüpheli şeylerden hep sakınırdı. Çok yiğit bir devlet adamı ve bahadır şahsiyetti. Cuma günleri fakirlere sadaka dağıtmayı adet edinmişti. Azimli, kararlı ve irade sahibi bir insandı. Parlak bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahipti. Çevik, atılgan ve soğukkanlı bir kişiydi. Verdiği kararlarda geri adım atmazdı.
    Niğbolu Aslanı: Yıldırım Bayezid

    Osmanlılar I. Murad'ın şehit olduğu I. Kosova Savaşı'nı kazandıktan sonra Avrupalıların gözünü iyice korkutmuştu. Bu korkuyu iliklerine kadar yaşayan devletlerin başında Macaristan geliyordu. Bu devlet başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu.

    Macar Kralı Sigismund, Niğbolu’da yeniçerilerden yediği darbenin etkisiyle, Osmanlı ordusuyla tek başına mücadelenin mümkün olmadığına inanmıştı. Son günlerini yaşayan Bizans bütün Avrupa’dan imdat istiyor, özellikle Kral Sigismund’dan yardım dileniyordu.

    Kral Sigismund’un ısrarcı girişimleri sonucunda, başta Macaristan olmak üzere, Lehistan (Polonya), İngiltere, Almanya, Fransa, Venedik, Kastilya, Aragon Krallığı, Rodos Şövalyeleri, Papalık, Eflak Prensliği, Töton Şövalyeleri, Norveç Krallığı, İskoçya ve küçük İtalyan devletleri ile Bizans dahil olmak üzere, güçleriyle orantılı olarak hazırladıkları ordularla aynı amaç uğruna bir kez daha birleştiler.


    25 Eylül 1396'da Yıldırım Bayezid komutasındaki Osmanlı ordusunu, hiç beklemedikleri bir anda karşılarında gören Haçlılar derhal silah başı yapıp harp nizamı aldılar. Savaşın başlaması ve iki ordunun birbirine girmesiyle Osmanlıların üstünlüğü görülmeye başlandı. Özellikle Yeniçeriler hilâl gibi açılıp aralarına aldıklarını yok ediyorlardı. Durumu gören Haçlıların birçoğu yılgınlığa düşmüş bir çoğu da geri çekilmeye başlamıştı. Savaş sonucunda Yıldırım Bayezid öncülüğündeki Osmanlılar Haçlılara karşı tarihimizin en büyük zaferi olan Niğbolu Savaşı'nı kesin bir zaferle kazandı. Bu zafer bir çeşit dönüm noktası oldu.
    Osmanlılar Tarafından Yapılan İlk İstanbul Kuşatmasının Mimarı: Yıldırım Bayezid
    Sırp İmparatoru Yoannes'in oğlu Manuel, Karaman Seferi'nde Yıldırım Bayezid'le birlikte bulunmuştu. Manuel, Bursa'ya geldikten sonra izinsiz bir şekilde İstanbul'a gitmişti. Bu olay üzerine, Yıldırım Bayezid bu gidişin gizli bir gayesi olduğunu düşünerek, daha önceden planlanmış Macaristan seferini iptal etmiş ve İstanbul'u kuşatma kararı almıştı.

    1391 yılında İstanbul karadan ve denizden kuşatılmıştı. Büyük ve kuvvetli toplar olmadığından, kuşatma abluka niteliğinde olmuştu. Macarların Türk topraklarına girmesiyle de kuşatma kaldırılmıştı. Bu kuşatma Osmanlılar tarafından yapılan ilk İstanbul kuşatmasıdır.
    Boş durmayan Macarlar kuzeyden Osmanlı topraklarına girmişlerdi. Üzerlerine gönderilen Türk Akıncıları, Kral Sigismund komutasındaki Macar Ordusunu yendiler (1392). Tuna-Eflak Seferinden dönüldüğünde Selanik ve çevresi de Osmanlı topraklarına katıldı (1394).
    Yıldırım Bayezid 1395 yılında İstanbul'u ikinci kez kuşattı. Fakat Haçlıların harekete geçtiğini haber alınca bu kuşatma da birincisi gibi başarıya ulaşmadan kaldırıldı.

    İlk ve Son Kez Bir Osmanlı Padişahının Esir Düştüğü Savaş: Ankara Savaşı

    Timur, Cengiz İmparatorluğunu yeniden kurmak amacıyla faaliyetlere başlamıştı. İran'ı almış, Hindistan'a seferler düzenlemişti. Azerbaycan ve Bağdat Emirleri korkularından Yıldırım Bayezid'e sığındılar. Timur, Emirleri geri istediyse de, Yıldırım Bayezid bunu reddetti ve bu olaydan dolayı Timur ile Yıldırım Bayezid'in araları açıldı. Anadolu'ya giren ve Sivas'ı yağmalayan Timur, seçkin askerlerden oluşan ordusuyla Anadolu'da ilerlemeye devam etti. Osmanlı Ordusu da harekete geçti. İki ordu 20 Temmuz 1402'de Ankara'da Çubuk Ovası'nda karşılaştılar. Yapılan Ankara Savaşı'nda Yıldırım'ın kuvvetlerinden olan Kara Tatarların, Timur tarafına geçmesi Osmanlı Ordusunun dağılmasına neden oldu.

    Yıldırım Bayezid, Timur'a esir düştü. Bu savaş Osmanlı Devletinin 50 yıl kadar duraklamasına neden oldu. Anadolu Türk birliği dağıldı ve Anadolu'daki beylikler tekrar ortaya çıkarak güçlendi. Başsız kalan Osmanlı Devleti'nde karışıklıklar başladı. Osmanlı Devleti'nin dört ayrı bölgesinde, şehzadeler tarafından dört ayrı devlet ilân edildi. Bursa, İznik ve İzmit, Timur tarafından yağmalanıp yakıldı, İzmir işgal edildi. 1402'den 1413'e kadar sürecek olan bu iktidar boşluğu ve taht mücadeleleri dönemine "Fetret Devri" adı verildi.
    Ankara Savaşı sonunda ilk ve son kez bir Osmanlı padişahı savaşta esir düştü. Osmanlı 11 yıl sürecek Fetret devrine girdi. Anadolu Türk birliği yeniden bozuldu, (Karesi ve Kadı Burhaneddin beylikleri hariç) beylikler yeniden kuruldu. Balkanlar'da Osmanlı ilerleyişi bir süre durdu, hatta bazı topraklar kaybedildi. Bizans'ın alınması 50 yıl gecikti.
    Harp ve Zaferler İçin Doğmuş Bir Yiğit Adam: Yıldırım Bayezid
    Osmanlı tahtında kaldığı 14 yıllık süre içerisinde hayatı hep mücadele içerisinde geçen Yıldırım Bayezid güçlü bir karakterdi. Düşmanlarına bile adaletle hükmederdi. Kendine olan özgüveni tamdı. Hile ve haksızlığı savaşta bile kabul etmezdi. Haçlıların adeta korkulu rüyasıydı. Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu'nun bu konuda yazdıkları bir hayli manidardır:

    "Yıldırım Bayezid’in İstanbul'u 2. kez kuşatması (1395), tekmil Avrupa’yı harekete geçirmiş, Papa’nın önderliğinde yeni bir haçlı ordusu kurulup Niğbolu Kalesi kuşatılmıştı. Yıldırım Padişah, lâkabına yaraşır bir hızla yetişti. Böyle bir hızlı geliş beklemeyen haçlıları Niğbolu Kalesi önünde ağır bir bozguna uğrattı (25 Eylül 1396). Esir alınan Avrupalı asilzadeler (ki, aralarında Fransa Kralı VI. Şarl’ın dayısı Comt de Never, tüm Avrupa’ya nam salmış meşhur “Korkusuz Jan”, “Güzel Filip” olarak tanınan Filip de Bar ve Avrupa’nın neredeyse tüm namlı şövalyeleri vardır) Yıldırım Bayezid Han’ın huzuruna getirildiler.

    Bayezid Han, Never Kontu Korkusuz Jan’ı elleri bağlı görünce, kükredi: “Çözün!” Çözdüler. Yanına oturttu: “Kusura bakmayın, kim olduğunuzu bilmediklerinden bu hatayı yaptılar.” Sonra gülümseyerek sordu: “Size iyi baktılar mı Kont?” Kont gördüğü muameleden memnundu. Osmanlı topraklarında esir olarak kaldığı müddetçe, misafir muamelesi gördüğünü söyleyerek Padişah’a teşekkür etti. Fakat bundan ötesini merak ediyordu: Hâlleri ne olacaktı? “Sizi bağışladık” dedi Padişah, “Artık vatanınıza dönebilirsiniz.”

    Padişahın sözleri tercüme edilince, Korkusuz Jan ne diyeceğini şaşırdı. Padişahın ellerine sarıldı: “Hayatımı bağışlama büyüklüğünü gösterdiniz, teşekkür ederim. Size şerefim üzerine yemin ediyorum ki, bir daha asla Osmanlı’ya kılıç çekmeyeceğim.” Yıldırım şu karşılığı verdi: “Hayır Jan, yeminini şimdi sana iade ediyorum. Vatanına döndüğün zaman benimle yine savaşmak istersen, bütün Avrupa hükümdarlarını ittifaka davet edebilirsin. Ne kadar fazla müttefik ve ne kadar büyük bir ordu toplayabilirsen, bana şan kazanmak için o kadar fırsat vermiş olursun. Beni harp meydanında daima karşında bulacağına emin ol. Çünkü ben harp ve zaferler için doğmuş bir adamım. Benden ileride bulunmak arzusuna kapılanlar daima benden geride kalacaklardır.”
    Hoşgörü ve Tevazuda Zirve Şahsiyet...

    Yıldırım Bayezid güçlü ve muktedir bir hükümdar olmasına rağmen kibir nedir bilmezdi. O, hoşgörü ve tevazuda zirve şahsiyetti. Bununla ilgili anlatılan şu anekdot dikkate değerdir: "Bir mahkemede şahitlik etmesi gerekiyordu. Padişah mahkemeye geldi ve herkes gibi o da ellerini önünde bağlayarak ayakta bekledi. Devrin Bursa kadısı Molla Şemsüddin Feranî, dik dik Padişah'ı süzdükten sonra şu hükmü verdi: "Senin şahitliğin geçersizdir. Zira, sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun. Elinde imkân bulunduğu hâlde namazlarını cemaatle kılmayan biri, yalancı şahitlik edebilir demektir." Bu yüzden itham karşısında herkes Yıldırım Bayezid'in hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o boynunu büküp mahkemeyi terk etti. Bu olaydan sonra sarayın yanı başına bir cami yaptırdı. Namazlarını cemaatle kılmaya başladı."
    Yıldırım Bayezid Dönemi İmar Çalışmaları
    Yıldırım Bayezid Osmanlı topraklarının her tarafında cami, mescit, darüşşifa, medrese, imaret ve misafirhaneler yaptırdı. Ayrıca bütün bu imarethaneler için geniş vakıflar kurdurdu. Bursa'daki Ulu Cami yaptığı en önemli eserdir. Memleketin imarıyla da meşgul olan Yıldırım Bayezid, özellikle Bursa'da İslâm mimarisini ebediyen yaşatacak camiler, külliyeler ve medreseler yaptırdı. Timurtaş Paşa adına bir camii, Mudurnu Yıldırım Camii, Bergama Ulu Camii ve Bursa Ulu Cami o dönemde yapılmış önemli mimarî eserlerdendi. Yıldırım Bayezid ayrıca 1396 yılında İstanbul'un fethi için bir aşama olan Anadoluhisarı'nı yaptırdı. Bursa Yıldırım Darüşşifası ve Bursa Yıldırım Sağlık Ocağı Osmanlı İmparatorluğunda sağlık alanında yapılan ilk eserlerdi. Bursa Yıldırım Medresesini de inşa ettiren Yıldırım Bayezid, Bursa'nın ilim adamlarının merkezi olmasını sağladı. "Emir Sultan" adıyla şöhret bulmuş olan Emir Buhari o dönem payitaht olan Bursa'ya gelmiş olan ilim adamlarından birisidir. Öte yandan Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Fâtıma Sultan, Emir Sultan'la evlenmiştir.
    Yıldırım Bayezid'in Esareti ve Vefatı
    Güzide bir cengâver olan Sultan Bayezid, Ankara Savaşı sırasında sağ olarak ele geçirildikten sonra Timur’un çadırına götürüldü. Bütün tarihî kaynaklarda, Timur’un Yıldırım Bayezid’i iyi karşıladığı belirtilmektedir. Timur ve tümenleri Bursa ve İznik'i ve sonra İzmir'i ele geçirmişler; talan edip yakıp yıkmışlardır. Timur bu seferlerinde ve Anadolu'da bulunduğu sıralarda Bayezid'ı devamlı olarak yakınında tutup ayrılmasına izin vermemiştir.

    Bir zamanlar heybetiyle bütün cihanı titreten Bayezid'in esaret yılları onun ruhunda tedavisi mümkün olmayan yaralar açmıştır. Hayatı savaş ve mücadelelerle geçen Yıldırım Bayezid, 8 Mart 1403 tarihinde 43 yaşındayken Akşehir’de esir hâlde vefat etmiştir. Ölüm sebebi tarihçiler arasında ihtilaflıdır. İbn Arabşah’a göre eceliyle ölmüşken, bazı kaynaklara göre stres ve aşırı üzüntü sebebiyle hayatını kaybetmiştir. Bazı kaynaklarda da ilerleyen romatizma ve bronşit yüzünden öldüğü söylenirken, bir kısım tarihçilere göre de zehirlenmiştir. Hatta esarete dayanamayarak intihar ettiği yönünde söylentiler de vardır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.07.2019 - 22:05

    SAVAŞ MEYDANINDA ŞEHİD EDİLEN TEK OSMANLI PADİŞAHI: MURAD HÜDÂVENDİGÂR

    M. NİHAT MALKOÇ

    Osmanlı padişahlarının üçüncüsü olan I. Murad 1326 yılında doğmuştur. Babası Orhan Bey, annesi Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer(diğer bir tabirle Lülüfer) Hatun'dur. Büyük kardeşi Rumeli Fatihi Süleyman Paşa'yla aynı anneden doğmuştur. Başka annelerden olan üvey kardeşleri Sultan, İbrahim, Halil ve Kasım'dır. I. Murad'ın doğduğu yıl, dedesi Osman Gazi vefat etmişti. Aynı yıl Bursa fethedilmişti. O,1359-1389 yılları arasında 30 sene Osmanlı tahtında kalmıştır. "Bey, emîr-i a'zam, han, padişah, sultanü's-selâtin, melikü'l mülûk" gibi unvanlarla anılsa da daha çok "Hüdâvendigâr" ve "Gazi Hünkâr" sıfatıyla tanınıp bilinmiştir. "Farsça hudâ (Tanrı) kelimesine mülkiyet ve benzerlik ifade eden -vend ile yine benzerlik, nisbet ve mübalağa ifade eden -gâr eklerinin getirilmesiyle oluşturulan hudâvendigâr 'Tanrı, hâkim, hükümdar, âmir, efendi, sahip, bey' gibi manalara gelmektedir."(1)

    Çok iyi bir eğitim alan I. Murad, nam-ı diğer Murad Hüdâvendigâr devrin önemli hocalarına talebe olmuştur. Abisi Rumeli fatihi Süleyman Bey'in beklenmedik bir zamanda bir kaza sonucu ölümü üzerine kendisi veliaht tayin edilmiştir. Veliaht olarak tayin edildikten kısa bir zaman sonra da babası Orhan Bey vefat etmiş; bunun üzerine Bursa'ya çağrılarak Osmanlı tahtına üçüncü padişah olarak oturmuştur. I. Murad, padişahlar içinde "Sultan" unvanını ilk defa kullanmıştır. Sultan I. Murad dönemi, Osmanlıların beylikten devlete dönüştüğü bir dönem olarak da bilinir. Yine Osmanlı Devleti’ndeki kazaskerlik, defterdarlık, devşirme ocağı, beylerbeylik, sancak teşkilatı ve Divan-ı Hümayun gibi birçok devlet teşkilâtı bu dönemde kurulmuştur. Sultan I. Murad, babası Orhan Gazi’den devraldığı 95.000 km2’lik devlet sınırlarını, 5 kattan fazla büyüterek 500.000 km2’ye kadar çıkarmıştır.

    Bir şahsiyet abidesi olan Murad Hüdâvendigâr bir Hakk ve hakikat dostuydu. Kendisi ahi şeyhiydi. Şahsî istikbâlini hesaba katmayan I. Murad'ın ömrü savaş meydanlarında geçmiştir. Azim, irade, vakar ve ciddiyet sahibiydi. Din farkı gözetmeden tebasındaki herkese sevgi ve hoşgörüyle yaklaşırdı. Karar alırken çevresindeki kişilere tanışırdı. Yaptığı işlerde daima ortak aklı gözetirdi. Fethedilen yerlerde imar faaliyetlerine çok önem verirdi. Fethettiği Edirne'de cami, medrese, han, hamam ve saraylar yapması bunun göstergesidir.

    Murad Hüdâvendigâr'ın Duası Yahut Şehadetin Çağrısı

    Manevî yönden kemâle ermiş bir padişah olan Sultan I. Murad(Hüdâvendigâr)'ın sonunu hazırlayan savaş, o acıklı I. Kosova Meydan Savaşı olmuştur. I. Murad, 8 Ağustos 1389’da Kosova Ovası'na gelince işler hiç de düşündüğü gibi gitmedi. Ova büyük bir fırtınaya maruz kalmıştı. Adeta göz gözü görmüyordu. Bu durumda savaşmak ve zafer elde etmek mümkün gözükmüyordu. Çünkü düşmanı görmekte güçlük çekiyorlardı. O gecenin mübarek gecelerden Berat gecesi olduğu rivayet edilir. Bu zor durumu gören I. Murad iki rekat namaz kıldıktan sonra ordunun muzaffer olması için yüce Rabbine şu duada bulunmuştur:

    "Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden masum askerlerimi cezalandırma! Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı tebliğ etmek için geldiler!

    İlâhî! Bunca kerre beni zaferden mahrûm etmedin. Daima duamı kabul buyurdun. Yine Sana iltica ediyorum, duamı kabul eyle! Bir yağmur nasip eyle! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp yüz yüze cenk edelim!
    Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızanı isterim.

    Yâ İlâhî! Bu mümin askerleri küffâr elinde mağlup edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lütfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbanı da şu Murad kulun olsun!

    Yâ İlâhî! Bunca Müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim; yeter ki Sen beni şehitler zümresine kabul eyle!.. İslâm askerleri için rûhumu teslime razıyım... Beni gazi kıldın. Sonunda lütfen ve keremen şehitlik de nasip eyle!.. Âmîn!”

    I. Murad büyük bir aşkla ve samimiyetle bu duayı ettikten sonra Kur'an-ı Kerim okumaya başlamıştı. Bu içten duanın ve Kur'an sedalarının ardından gökyüzünde rahmet bulutları kendini göstermişti. Çok geçmeden yağmur yağmış, rüzgâr dinmiş, mevcut toz duman yerini açık bir havaya bırakmıştı. Artık savaşmak için şartlar uygundu. Düşmanla sekiz saat çarpışmanın ardından savaş ordumuzun zaferiyle sonuçlanmıştı.

    Meşhed-i Hüdâvendigâr Yahut Zaferin Hüzünle Karılması

    Osmanlı tarihi hem büyük zaferlere hem de büyük acılara tanıktır. Bu acılardan biri de Sultan I. Murad(Hüdâvendigâr) 'ın zaferle neticelenen I. Kosova Meydan Muharebesi'nin ardından hain bir saldırı sonucu şehit edilmesidir. Aktaracağımız hikâyesi pek hazindir:

    İslâm hükümdarlarının zaferden sonra savaş meydanını gezmeleri, bir anlamda zaferi yerinde solumaları bir an’ane hâline gelmişti. Bu geleneğe uyan Murad Hüdâvendigâr da, zaferden sonra, has hademeleri ile savaş sahasını dolaşmaya çıktı. Ölüler arasında bulunan, Sırp kralının damadı Miloş Obiliç, Müslüman olacağını ve padişaha gizli bir sözü bulunduğunu söyleyerek izin istedi. Padişahın müsaade etmesi üzerine de iyice yaklaşıp, yeninde saklamış olduğu hançeriyle Sultan Murad’ı kalbinden ağır yaraladı. Atından aşağı düşen Murad Hüdâvendigâr, bir süre sonra şehit oldu. Böylece I. Murad'ın son duası da kabul oldu. Şehadet mertebesine erişti. Miloş Obiliç ise, gaziler tarafından oracıkta parçalandı.

    Murad Hüdâvendigâr, öleceğini anlayınca, düşmanı takip etmekte olan büyük oğlu Sultan Bayezid’i yanına çağırttı. Devlet erkânından orada hazır bulunanların ittifakı ile hükümdarlığı oğluYıldırım Bayezid Han’a bıraktı. Kendisi kısa bir süre sonra, yaralandığı yerde kurulan çadırın içinde vefat etti. Böylece son arzusuna da kavuştu. Murad Hüdavendigâr’ın iç organları çıkarılarak şehit düştüğü yere gömüldü. Daha sonra da mübarek naaşı Bursa’ya götürülerek, Çekirge’de Hüdâvendigâr Külliyesi'ndeki hazireye defnedildi. Diğer taraftan şehit düştüğü yere “Meşhed-i Hüdâvendigâr” adı verilen bir türbe yaptırıldı.

    "Türbenin mevcut binası muhtemelen 1660'ta burayı bakımsız bir halde bulan Melek Ahmed Paşa tarafından yaptırılmıştır. Evliya Çelebi, Melek Ahmed Paşa ile 1660 yılına doğru Kosova sahrasını ve türbeyi ziyaret ettiğini, yapının bakımsız olduğunu, halkın isteği üzerine Melek Ahmed Paşa'nın türbeyi temizlettiğini, bir hafta içinde etrafını duvarlarla çevirip avlusuna bağ ve asmalarla 500 meyve ağacı diktirdiğini ve bir türbedar tayin ettiğini söyler; türbenin önemli bir ziyaretgâh olduğunu, çevresinde 10.000 kadar şehit yattığını da belirtir.

    Türbe, 1845'te Rumeli valisi serasker Hurşid Paşa tarafından esaslı bir şekilde tamir ettirilmiş, 1848'de türbedar için bir ev yaptırılmıştır. 1866 yılında yeni bir tamir gören türbenin sağ tarafına II. Abdülhamid tarafından tamiri sırasında bir selâmlık binası eklenmiştir. Girişteki dört sütunlu sundurma büyük ihtimalle bu tamirlerde inşa edilmiştir."(2)

    Murad Hüdâvendigâr'ın Zafer Aynasından Yansıyanlar

    Murad Hüdâvendigâr az zamanda çok ve büyük işler yapmış müstesna bir şahsiyettir.
    Çok başarılı bir komutan olan I. Murad, babası Orhan Gazi'den devraldığı sancağı, Balkanlar'dan başlayarak Avrupa'ya sokmuştur. Daha şehzadeliği döneminde babası ile birlikte savaşlara katılmış, Bursa fethedildikten sonra Bursa Sancak Beyi olarak görev almıştır. Bir rivayete göre hükümdarlığı döneminde 40'tan fazla savaş yaptığı ve hiç yenilgi almadığı söylenmektedir. Bir taraftan Balkanlar'da savaş verirken, bir tarafta Karaman Oğlu Beyliği ile savaş vermiştir. Yapılan savaşta Karaman Oğlu Beyliği ordusu bozguna uğramış ve bütün eşyalarını ve silahlarını bırakıp kaçmışlardır.

    I. Murad, oğlu Yıldırım Bayezid'i Germiyan Beyi'nin kızıyla evlendirerek onlardan Kütahya, Tavşanlı, Simav ve dolayları çeyiz olarak almıştır. Yine onun zamanında Hamitoğullarından Eğridir ve çevresi (Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Isparta ve Seydişehir) satın alınmıştır. Öte yandan I. Murad'ın ilk hedefi Edirne olmuştur. Lala Şahin Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, Bizans ve Bulgarlar’a karşı yapılan Sazlıdere Savaşı'nı kazanarak Edirne'yi fethetmiştir(1363). Ardından Gümülcine ve Filibe alınmıştır. Edirne'nin fethiyle birlikte Sırp ve Bulgarların Bizans'la bağlantısı kesilmiştir. Edirne ve Filibe'nin Osmanlıların eline geçmesi Sırp ve Bulgarları rahatsız etmiş, bunların papaya başvurmaları üzerine Balkan devletlerinden oluşan (Sırp, Bulgar, Macar, Eflak-Boğdan ve Bosnalılar) bir Haçlı ordusu kurulmuştur. Hacı İlbey komutasındaki bir akıncı birliği ani bir baskın sonucu Haçlı ordusunu yok etmiştir. Bu zaferle Balkan devletleri üzerindeki Macarların etkisi kırılmış, Türklerin Balkanlardaki ilerlemeleri hız kazanmıştır. Bu zaferden sonra Edirne başkent yapılmıştır. 1371'de Sırplarla Çirmen Savaşı yapılmış ve Sırplar bu savaşı kaybetmiştir. Böylece Balkanların bir kısmı Osmanlı’ya geçmiştir. Sırplar Osmanlı egemenliğini kabul etmişlerdir.

    I. Murad döneminde sadece zaferler değil, devlet teşkilâtındaki yenilikler de anılmaya değerdir. Zira I. Murad döneminde devlet teşkilâtında çok önemli yenilikler yapılmıştır. Bunlar arasında şu önemli değişmeleri sayabiliriz: I. Murad döneminde Divan teşkilatı sistemli ve sürekli hâle getirilmiştir. Kapıkulu Ocakları kurulmuştur. İlk kez Pençik Sistemi uygulanmıştır. İlk kez Acemioğlanlar Ocağı, Yeniçeri Ocağı, Topçu Ocağı kurulmuştur. İlk kez Tımar Sistemi uygulanmış ve Tımarlı Sipahiler oluşturulmuştur. Rumeli Beylerbeyliği kurulmuştur. İlk kez Vezir-i Âzam atanmıştır. İlk kez Kazaskerlik ve Defterdarlık makamı kurulmuştur. Ülkenin; hanedanın ortak malı anlayışı, "Ülke hükümdar ve oğullarının ortak malıdır." şeklinde değiştirilmiş; böylece merkezi otorite güçlendirilmiştir.

    Bir Şehidin Hatırası: Murad Hüdâvendigâr Camii ve Külliyesi

    1363 yılında inşasına başlanan Murad Hüdvendigâr Camii, Sultan I. Murad tarafından Bursa'da yaptırılmıştır. Yapımının 19 yıl sürdüğü bazı kayıtlarda ifade edilen bu güzel cami, iki katlıdır. Alt katta cami, üst katta ise medrese yer almaktadır. Caminin dışında, ayrı bir yapı olarak olması gereken zaviye ve medrese mekânları bu külliyede, ibadet yeri ile iç içedir. Hüdâvendigâr Cami, kemerleri ve giriş bölümünün yapısal özellikleri açısından Bursa’daki Erken Osmanlı Dönemi Camilerinden farklılık göstermektedir.

    Bursa'daki önemli tarihî eserlerden biri olan Murad Hüdâvendigâr Camii'nin tek olan minaresi tuğladan örülmüştür. Mermer sütunlar ve başlıklar Bizans yapılarından alınarak burada kullanılmıştır. Hatta rivayetlere göre; söz konusu caminin mimarının Rum olduğu ve caminin bir Bizans kalıntısı veya eski bir Bizans Sarayı üzerine inşa edildiği belirtilmektedir.

    Osmanlı'nın güzide mabetlerinden biri olan Murad Hüdâvendigâr Camii’nin iki yanında yer alan merdivenlerden çıkılan üst kattaki medrese bölümünde bir koridor ve bu koridordan girilen toplam 18 oda bulunmaktadır. Medresenin; üstlerinde mermer lentoların bulunduğu oda pencereleri demir parmaklıklardan meydana gelmiştir. Ayrıca cami taş, tuğla ve devşirme malzemelerle örülen oldukça kalın duvarlara sahiptir.

    Savaş meydanında şehit edilen, bu büyük mertebeye vasıl olan ilk ve tek Osmanlı padişahı olan Murad Hüdâvendigâr tarihimizin yüz aklarından biridir. O gerek şahsiyetiyle, gerek uygulamalarıyla kendisinden sonra gelen padişahlara ilham kaynağı olmuştur. Bu yiğit Osmanlı padişahını rahmetle ve minnetle anıyoruz. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

    Dipnotlar: 1) TDV İslâm Ansiklopedisi, Hudâvendigâr Maddesi, Atilla Çetin
    2) TDV İslâm Ansiklopedisi, Hudâvendigâr Meşhedi Maddesi, Semavi Eyice

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.07.2019 - 22:03

    OSMANLI DEVLETİ'NDE İLKLERİN PADİŞAHI: ORHAN GAZİ

    M. NİHAT MALKOÇ

    Dünyaya adalet ve merhamet dağıtan bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı Devleti birbirinden kıymetli padişahlar tarafından idare edilerek dünyaya hükmetmiştir. Saltanatla yönetilen bu büyük devletin en büyük şansı, idarecilerinin basiretli ve ferasetli olmasıdır. İşte onlardan birisi de bu devlete isim babası olan Osman Gazi'nin oğlu, Osmanlı'nın ikinci padişahı Orhan Gazi'dir. Devleti Osman Gazi kursa da, oğlu Orhan Gazi teşkilâtlandırmıştı.

    Osmanlı Devletinin ikinci padişahı olan Orhan Gazi'nin 1281 yılında Söğüt'te doğduğu söylense de doğum tarihi ihtilâflıdır. Babası Osmanlı Devleti ve hânedânının kurucusu Osman Gâzi, annesi ise Şeyh Edebâli’nin kızı Mal Hâtun'dur. Orhan Gazi, esir alınan Yarhisar tekfurunun Müslüman olan kızı Nilüfer Hatun ile evlenmiştir.

    Orhan Gazi, fizikî olarak sarı sakallı, uzunca boylu ve mavi gözlüydü. Yumuşak huylu, merhametli, fakir halkı seven, ulemaya hürmetli, dindar, adaletli, hesabını bilen ve hiçbir zaman telâşa kapılmayan, halka kendisini sevdirmiş bir bey(efendiy)di.

    Orhan Bey Döneminin Önemli Hadiseleri

    Sultan Orhan 1281-1362 yılları arasında yaşamıştır.Yaşadığı dönemde Bursa ve çevresini Bizanslılardan almış, devlet teşkilâtlarını oluşturmuş ve ilk Osmanlı parasını bastırmıştır. Orhan Gazi'nin; beyliğin toprak genişliğini altı kat arttırarak 95 bin kilometrekareye çıkardığını, devletin nüfusunu 3 binden 3 milyona vardırdığını, 40 bin kişilik bir ordu beslediğini ve bu ordunun sefer anında 100 bine ulaştığını, ilim adamlarıyla el ele vererek devleti imar ettiğini, Hıristiyan halkın, idarecilerin zulmünden bıkarak Orhan Gazi'nin adaletine sığındıklarını, küçük bir beylikten koca devletin temelini attığını unutmamalıyız.
    Orhan Bey, 1326 yılında Bursa’yı fethederek başkent yaptıktan sonra 1329 yılında yapılan "Maltepe Savaşı’nda (Palekanon Savaşı) Bizans’ı yenmiş ve İznik’i almıştır. 1331 yılında İznik’i Osmanlı Devletinin başkenti yapmıştır. Osmanlı Beyliği,Osman Bey döneminde bağımsızlığını ilân etmişti; fakat ekonomik olarak hâlâ bağımsız değildi. Zira İlhanlı Devletine vergi veriyordu. Orhan Bey (Orhan Gazi) Döneminde,İlhanlı Devletine verilen vergiler kesilmiş ve Osmanlı Devleti tam bağımsız hâle gelmiştir. Orhan Bey (Orhan Gazi) Döneminde, 1337 yılında İzmit alınmıştır. İzmit'in de alınmasıyla Kocaeli bölgesinin fethi tamamlanmıştır. Osmanlı Devletinin, Rumeli’ye ve Balkanlara yayılmasına en büyük katkıyı sağlayacak olan Karesioğulları Beyliği(bugünkü Balıkesir ili civarı) yine Orhan Bey (Orhan Gazi) Döneminde alınmıştır.
    Karamürsel’de(Kocaeli ili sınırları içinde) ilk tersane Orhan Gazi zamanında açılmıştır. Kara Mürsel, Osmanlıların ilk kaptan-ı deryasıdır. Kahramanlığı nedeniyle Orhan Gazi tarafından kendisine “Kara” lâkabı verilmiştir. Mürsel Paşa'nın donanmasıyla gelip fethettiği bölgeye de Karamürsel denmiştir.
    Orhan Gazi zamanında Bursa’da ilk defa Bey Sarayı yapılmıştır. İlk bedesten Bursa’da açılmıştır. İlk defa İznik Medresesi(İznik Orhaniye Medresesi) açılmıştır. İlk defa medreseye müderris atanmıştır. Atanan ilk müderris “Davud-i Kayseri”dir. “Sultan” unvanını ilk kez kullanan Osmanlı padişahı, Orhan Bey’dir. Yine onun döneminde ilk defa cami yapılmıştır.Yapılan bu camiinin adı “Hacı Özbek Camii'dir. Öte yandan kul sistemi Orhan Bey döneminde başlamıştır.(Kul sistemi nedir? Gayr-i Müslimlerin yetiştirilerek devlette görevlendirilmeye başlanmasına kul sistemi denir) Osmanlı Devletinde 45 vezir bu sistemle göreve getirilmiştir. Bunlara Sokullu Mehmet Paşa, Gedik Ahmet Paşa gibi vezir-i azamları örnek verebiliriz. İlk defa bütçe(gelir-gider) hesaplaması Orhan Bey zamanında yapılmıştır. İlk defa gümüş para (akçe) basılmıştır. "Ak akçe kara gün içindir” atasözünde de geçen akçe buradan gelmektedir. İlk defa “Yaya ve Müsellem Ordusu(Savaşa hazır yaya ve atlı ordu)” onun tarafından kurulmuştur. İlk defa “Divan-ı Hümayun” kurulmuştur. İlk vezir ataması yapılmıştır. Atanan ilk vezir Alaeddin Paşa'dır. İlk defa “İskân politikası” uygulanmıştır.
    Bursa Fatihi Orhan Gazi ve Osman Gazi'nin Oğlu Orhan Bey'e Nasihati

    Osmanlı tarihinde çok önemli bir şahsiyet olan Orhan Gazi, 1326’da Bursa’yı fethetmiştir. Bu önemli tarihî hadiseyi muhterem babası Osman Gazi ölüm döşeğinde öğrenmiş ve çok da mutlu olmuştur. Bu fetih haberinin ardından Osman Gazi, oğlu Orhan'ı yanına çağırarak kendisini devletin yeni padişahı olarak ilân etmiş ve devletin anayasası sayılabilecek şu ibretamiz sözleri kendisine söylemiştir:

    “Oğul! Biricik va¬si¬yetim şudur ki, Allah buyruğundan başka bir iş işleme! Bilmediğini ehlinden sorup öğren! İyice öğrenmediğin bir şeyi yapmaya kalkışma! Askerlerine in’âm ve ihsânını eksik eyleme! Bil ki insan, ihsânın kuludur.

    Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin güçlenmesine sebep olur! Bunun için ulemâya hürmette ve onların hakkına riâyette kusur etme ki, şerîat işleri düzgün yürüsün!

    Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbâl ve yumuşaklık göster! Ancak dinî gayreti olmayanları, sefih hayat yaşayanları ve tecrübe edilmeyen kimseleri sakın devlet işine yaklaştırma! Zira Yaratan’ından korkmayan, yaratılanlara merhamet etmez!
    Zulüm ve bid’atlerden son derece uzak dur ki, seni yıkılışa sürüklemesin!..

    Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dinini yaymaktır.
    Bizim davamız, kuru bir kavga ve cihangirlik davası değil, “i‘lâ-yı kelimetullâh”tır, yani Allah’ın dinini yüceltmektir! Cihâdı terk etmeyerek rûhumu şâd et!..

    Oğul! Benim hânedânımdan her kim doğru yoldan ve adaletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamberimiz -sal¬lâl¬lâ¬hu aleyhi ve sellem-’in şefâatinden mahrûm kalsın!..

    Oğul! Allah -celle celâlühû- rızâsı için devlet hizmetlerinde ömrünü tüketen sâdık adamlarına dâimâ vefâkâr ol! Onları gözet! Vefatlarından sonra da onların ailelerini koru!..

    Devlete mânen güç veren fazilet sahibi sâlih âlimlere hürmet, ikram ve ihsanda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezaket ve tâzimle memleketine dâvet et! Din ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!

    Sakın orduna ve zenginliğine mağrûr olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allah'ın birçok lütuflarına mazhar oldum!..

    Sen de benim yolumdan yürü!. Allah’ın ve kullarının hakkını gözet! Beytülmâldeki gelirin ile kanâat et! Devletin zarûrî ihtiyaçlarının dışında sarfiyatta bulunma! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Zulme meydan verme! Daima adalet ve insaf üzere ol! Her türlü işinde Allah’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!..”

    Yüce gönüllü bir insan olan Orhan Gazi, ömrü boyunca babası Osman Gazi'nin bu öğütlerini kulağına küpe yapmış, hiçbir zaman hak ve hakikat yolundan ayrılmamıştır. Daima adaleti ve doğruluğu gözetmiştir. Orhan Gazi, babası Osman Gazi'nin bu sözlerini Osmanlı'nın adeta anayasası saymıştır. Bu öğütler istikametinde yürüyerek zafere ulaşmıştır.

    Bilindiği üzere Osmanlı tarihinde taht kavgaları meşhurdur. Fakat bu köklü devletin ikinci padişahı olan Orhan Gazi bu konuda da örnek olmuş mümtaz bir şahsiyettir. Zira babası Osman Gazi, kendisine padişahlığı devrettiği zaman o, kendisine yakışanı yaparak ağabeyi Alâaddîn'e gitmiş, onu tahta davet etmiş, büyük bir nezaketle ve olgunlukla devletin başına kendisinin geçebileceğini belirtmiştir. Bu olgun tavra abisi de olgun bir karşılık vererek ona şöyle söylemiştir: “–Hayır! Cennet-mekân babamız bu va¬zi¬feyi sana tevdî buyurdu. Onun duâ ve himmetleri senin üzerindedir. O, kendi zamanında seni nasıl askerin başına serdar yaptıysa, şimdi dahî aynı va¬zi¬fe senindir; beylik sana yaraşır."

    Orhan Gazi'nin Evlât Acısı ve oğlu Murad-ı Hüdavendigâr'a Vasiyeti

    Bir cihan devleti olan Osmanlı'nın teşkilâtlanmasında çok önemli rol oynayan Orhan Gazi, dünyada yaşanılabilecek acıların en büyüğünü, evlât acısını yaşamış padişahlardan ilkidir. Zira Orhan Gazi'nin sevgili oğlu Süleyman Paşa 1359'da, bir gün Bolayır ile Seydi-Kavak arasında yaban kazı avlarken uçan doğanını, atını dört nala kaldırarak, izlemek istedi. Ama attan öylesine hızla düştü ki, o anda ruhunu teslim etti. Orhan Gazi oğlunun ölümüne fazlasıyla üzüldü. Daha sonra hastalanarak tahtını diğer oğlu Murad Bey'e(Murad-ı Hüdavendigâr'a) verdi. Osmanlı'nın üçüncü padişahı olacak olan oğluna şunları söyledi:

    “Oğul, saltanatının ihtişâmına mağrur olma! Unutma ki, dün¬ya Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a bile kalmamıştır. Onun da tahtı, âkıbet vîrân olmuştur. Zira her dün¬ya saltanatı fânîdir! Lâkin yaşanan hayat, herkes için büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber -sal¬lâl¬lâ¬hu aleyhi ve sellem-’in şefâatlerine mazhariyet için bu imkân iyi değerlendirilmelidir!

    Dün¬yaya âhi¬ret ölçüsü ile bakarsan, onun, ebedî olan âhi¬ret saâ¬detini fedâ etmeye değmediğini görürsün!..

    Oğul! Rumeli Hıristiyanları rahat durmayacaktır! Sen o tarafa yürü! Kostantiniyye’yi ya fethet ya da fethe hazırla! Diğer Türk beyleri ile iyi geçinmeye çalış! Halk bizi istese bile, beyler beyliklerinden vazgeçmek istemez! Bir zaman daha giderler. Sonra olmuş bir meyve gibi avucuna düşerler. Anadolu’da gâile çıkmaz ise, Rumeli’de işini rahat halledersin!. Bunun için Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et! Cennet-mekân babam Osman Gazi, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bir avuç toprağı, kısa zamanda bu siyaset ile güçlü bir beylik yaptı. Biz ise Allah’ın izni ile beyliği sultanlığa çevirdik. Sen daha öteye götüreceksin!

    Orhan Gazi'nin Vefatı ve İhtişamlı Bir Devrin Sonu

    Orhan Gazi, Osmanlı hanedanının en uzun ömürlü padişahlarındandır. O, ömrünün son zamanlarında tahtı şehzade Murat'a bırakmış, kendisi Bursa'ya geçmiştir. Vefat tarihi, tarihçiler arasında ihtilaflıdır. Tarihçi Âşıkpaşazâde, Orhan Gazi'nin 1358 senesinde öldüğünü yazmaktadır. Orhan Gazi, Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedilmiştir.
    Orhan Gazi, vefat ettiği zaman; Murâd, İbrâhim ve Halil ismindeki üç oğlu hayatta idi. Süleymân Paşa ve Kâsım isimlerindeki oğulları kendisinden önce vefat etmişlerdi. Süleymân Paşa ile Murâd Bey, Yarhisar tekfunun kızı Nilüfer Hâtun’dan; Halil Bey ve Kâsım Bey, Bizans kayseri Kantakuzen’in kızı Teodora’dan; İbrahim Bey ile Fatma Sultan, Rum prensesi olan Aspurça’dan doğmuştur. Kendisinden sonra oğlu Sultan I. Murâd Han sultan olmuştur.

    Osmanlı'ya birçok ilki yaşatan Orhan Gazi'nin sonsuzluk uykusunu uyuduğu türbesi Bursa'da, Osman Gazi'nin türbesi yanındadır. Türbe dört köselidir. İçinde dört tane büyük mermer sütun vardır. Türbe bu dört sütun üzerine oturtulmuştur. Kubbesi geniş ve kursunla örtülmüştür. Duvarları sade ve beyaza boyanmıştır. Tavanında onar kandilli birer tane avize asılıdır. Orta yerde Orhan Gazi'nin sandukası bulunmaktadır. Etrafı pirinç parmaklıklar ile çevrilmiştir. Sandukanın kuzey yönünde Cem Sultan'ın oğlu Abdullah, kapı tarafında İkinci Bayezid'in oğlu Korkut, onun yanında Orhan Gazi'nin ailesi Nilüfer Hatun ve oğlu Kasım Çelebi ile Yıldırım'ın oğlu Musa Çelebi vardır. Bu türbede yirmi iki tane mezar bulunmaktadır. Türbeyi ise Sultan Abdülaziz yaptırmıştır.

    Orhan Gazi, hak ve hakikat önderlerinin ilminden istifade etmiştir. Silsile-i Sâdât-i Nakşibendiyye'den Hâce Muhammed Baba Semâsi Hazretleri, Seyh Edebali, Hacı Bektas-i Veli bu devrin büyüklerinden olup Orhan Gazi zamanında yaşayıp vefat etmişlerdir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.07.2019 - 22:00

    OSMANLI DEVLETİ'NİN KURUCUSU VE İSİM BABASI: OSMAN GAZİ

    M. NİHAT MALKOÇ

    Altı asır boyunca yaşayan Osmanlı Devleti'nin kurucusu ve isim babası olan Osman Gazi 1258 yılında Bilecik'in Söğüt ilçesinde doğmuştur. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan olan Ertuğrul Gâzi' nin oğludur. Annesi Halime Hatun'dur.

    Osman Bey üç kardeşin en küçüğüydü.1281 yılında Söğüt'te Kayı Boyu'nun yönetimine geçtiğinde henüz 23 yaşındaydı. Ata binmekte, kılıç kullanmakta ve savaşmakta çok mahirdi. Aşiretin ileri gelenlerinden Ömer Bey'in kızı olan Mal Hatun'la evlendi. Bu evlilikten ilerde Osmanlı Devleti'nin başına geçecek olan oğlu Orhan Gazi dünyaya geldi. Yine Osman Gazi 1289'da Şeyh Edebali’nin kızı Rabîa Bâlâ Hâtun'la evlendi. Böylece gücü ve etkisi daha da arttı. Bu hanımından da Şehzâde Alaaddin dünyaya geldi.

    Babasından 4800 kilometrekare olarak aldığı toprakları kısa denilebilecek bir zamanda 16.000 kilometre kareye çıkaran Osman Bey’in Orhan ve Alâaddin dışında da çocukları vardı. Bunlar Fatma Hatun, Savcı Bey, Melik Bey, Hamîd Bey, Pazarlı Bey ve Çoban Bey'dir.

    1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’te Söğüt ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhâne ile uç beyi oldu. Osman Gazi'nin 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı bağımsızlığını kazandığını gösterdi.

    Gözünü budaktan sakınmayan bir alperen olan Osman Gazi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlamıştır. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetmiş ve beylik merkezini Bilecik’e nakletmiştir. Fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan'la evlendirmiştir. Bu tarih, daha önce açıklanan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı olarak kabul edilmiştir.

    Osman Gazi 1301'de Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu. Saltanat merkezini buraya nakletti. Bu arada bu fetihlerde kendisine yardım edenleri de unutmadı. Kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i, oğlu Orhan Bey’e Sultanönü’nü, Hasan Alp’e Yarhisar’ı, Şeyh Edebâli’ye Bilecik’i ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi. Bu arada Edebâli'nin torunu Alaaddin’i yanında götürdü. 1308'de İlhanlı Hükümdarı Ahmet Gazan tarafından Selçuklu Devletine son verilince Osmanlı Devleti tam anlamıyla bağımsız bir devlet hâline gelmiş oldu.

    Osman Gazi, devlet işlerini yoluna koyunca 1324 yılında devletleşen beyliği oğlu Orhan Bey’e devretti. 1324 yılının Şubat ayında Bursa’nın fethini göremeden 67 yaşında vefat etti.

    Osmanlı çınarının tohumlarını Anadolu'ya serpen yiğit bir komutan ve devlet adamıdır Osman Gazi. O, küçük bir beyliği devlet yapmış büyük bir insandır. Cihan imparatorluğunun ilk padişahıdır. O, altı asırlık bir tarihin başlatıcısı olmuştur. Osman Gazi, Bilecik fethedildiğinde tıpkı Fatih gibi buradaki gayri Müslim tebaya hiçbir müdahalede bulunmamış, inançlarını özgürce yaşamalarına müsaade etmiştir. Bu örnek davranış daha sonra gelen Fatih'e de ilham vermiştir. Fatih de tıpkı atası Osman Gazi gibi Bizanslıları inançlarında özgür bırakmıştır. Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu, Osman Gazi'nin şahsiyetiyle ilgili şu çarpıcı ifadeleri kullanır: "Osman Gazi ümmî olmasına rağmen, bir kurmay subay maharetiyle Bizans kalelerini düşürmesinin yanı sıra âdil, dürüst, sevecen, hayırhah ve müsamahakâr olmasını da müptelâsı olduğu Şeyh Edebâli sohbetlerine borçludur.

    'Bey' kimliğine 'mürit' teslimiyeti ve sadakatini de katan Osman Gazi, kısa süre içinde mürşidi tarafından keşfedilmiş, onu ustaca yoğuran “mürşid”, ortaya bir “terkip” ve “sentez” çıkarmıştır. Osman Bey kendisinden sonra gelecek padişahların da terkibi ve sentezidir! Bu sohbetlerde olgunlaşıp piştiğini, Osman Bey hissediyordu. Bir taraftan adaleti, hamiyeti, şefkati, sadakati, izzeti, paylaşımdaki fazileti öğrenirken, diğer taraftan cıva kadar akıcı, ateş kadar yakıcı, aynı zamanda Hz. Ömer kadar âdil, Hz. Ebubekir kadar da fazıl olmayı öğreniyordu. Bunlar bölgeye kök salmanın şartlarıydı."(1)

    Osman Gazi'nin Uykusuz Geçirdiği Gecenin Kutlu Sabahı

    Osmanlı Devleti'nin bânisi Osman Gazi ile ilgili olarak hikmetli bir rivayet nakledilir. Dilerseniz bu rivayeti, yaşayan tarihçilerimizden Yavuz Bahadıroğlu'ndan dinleyelim:

    "Tekkedeki sohbetin uzadıkça uzayıp vaktin gece yarısını geçtiği demde, Osman Bey kendisine tahsis edilen taş hücreye çekildi. Hücrede yer yatağı dışında bir rahle, rahlenin üstünde de açık bir Kur’an-ı Kerim vardı. Yatağa girdi. Uyumaya çalıştı. Fakat rahledeki Kur’an gözlerinin önünden gitmiyor, bir türlü uyku tutmuyordu. Kalktı. Abdest tazeledi.
    Onu sabah namazına uyandırmaya gelenler, yatağını bozulmamış, kendisini ayakta dimdik buldular. Gözleri rahledeki Kur’an’da, elleri önünde idi. Sabaha kadar ayakta dikilmişti.
    Durumu Şeyh Edebali’ye bildirdiklerinde, sordu: “Neden uyumadın?”

    Osman Bey boynunu büktü, içten gelen bir teslimiyet içinde fısıldadı: “Kelâm-ı Kadim karşısında ayaklarımı uzatıp yatmayı içime sindiremedim.”

    “Ben dervişim, kızımı da benim gibi bir dervişe vereceğim” diyerek Osman Bey’e o güne kadar kızını vermeyen Şeyh Edebali, rivayete göre bu tavır karşısında çözüldü ve “Bu tavrınla bizden daha derviş olduğunu ispatladın” diyerek kızı Malhun Hatun’u (Balâ veya Mal Hatun diyen tarihçiler de var) Osman Bey’e nikâhladı. Osman Bey bu motivasyon sayesinde Osman Gazi'ye dönüşüp Bizans kalelerini bir bir fethetti."(2)

    Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye Nasihati

    Osmanlı Devleti'nin temeline manevî harç koyanların başında hiç şüphesiz ki Şeyh Edebâli gelmektedir. Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye nasihati bir ibret vesikasıdır. İçerisinde çok önemli mesajlar barındıran bu anlamlı sözleri hepimizin içselleştirerek okuması gerekir:

    “Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana. Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.

    Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va’dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.

    Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelâmlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârlarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahip olasın! Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.

    İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir. Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir."

    Osman Gazi'nin Oğlu Orhan Gazi'ye Vasiyeti

    Şeyh Edebali'nin manevî eğitiminden geçen Osman Gazi'nin hastalığı Bursa’nın fethi sürecinde iyice arttı. Hocası Şeyh Edebâlî ve hanımı Mâl Hâtun'un vefâtıyla hastalığı daha da şiddetlendi. Vefat edeceği zaman, oğlu Orhan Bey'e vasiyetnamesinde çok önemli şeyler söyledi. Osman Gazi'nin oğlu Orhan Gazi'ye vasiyeti, özünden uzaklaşan günümüz insanı için çok önemli düşünceler barındırmaktadır:

    “Allahü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerîat ulemâsından sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, şerîat ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik davâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Daima herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.”
    Bir Ömrün Hitamı ve Osman Gazi Türbesi
    Osman Gazi'nin Bursa'da, Gümüşlü Kümbet'e gömülmeyi oğlu Orhan Gazi'ye vasiyet ettiği söylenir. Fakat o öldüğünde Bursa henüz fethedilmemişti. Yani Osman Gazi Bursa'nın fethedildiğini dünya gözüyle hiç görmedi. Orhan Gazi Bursa'yı fethettikten sonra babası Osman Gazi'yi Gümüşlü Kümbet'in içine defnederek vasiyetini yerine getirmiştir. Konuyla ilgili İslâm Ansiklopedisi'nin "Osman I" maddesinde şu bilgilere yer verilir:

    "Osmanlı rivayeti erken bir tarihten, 1305'ten sonra Osman'ın herhangi bir faaliyetinden söz etmez. Bu rivayetlerde Osman Bey'in ayağında "nikris zahmeti" bulunduğu için işleri Orhan'a bıraktığından kendisinin yaşlanıp "mütekaid" olduğundan söz edilir.

    Osman'ın ölüm tarihi Asporça Hatun ile Mekece vakfiyelerine göre belirlenebilir. Birincisinde Osman hayatta, ikincisinde vefat etmiş görünmektedir. Dolayısıyla Osman 724'te ( 1324) ölmüştür. Osmanlı rivayetine göre vefatında hicrî yıl hesabıyla altmış dokuz yaşındaydı ve yirmi yedi yıl hükümdarlık yapmıştı. Bu kayda göre doğumu 1257 olmalıdır. Osmanlı rivayetine göre vefatında Orhan Bey Bursa'yı kuşatmakla meşguldü. Osman'ı vasiyeti gereği hisarda Tophane'de, "Manastır'da kubbenin altında" defnettiler. Gümüşlü Kubbe denilen manastır 1271(1855) depreminde yıkılınca 1280'de ( 1863) şimdiki sade türbe, Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılmıştır.

    Yapının Osman Nevres'in söylediği ve Mevlevî Zeki Dede'nin ta'lik yazıyla yazdığı
    on satırlık kitabesinin son mısraından, yapım tarihi olarak 1280 ( 1863) çıkmaktadır.
    Bugünkü bina iki adet çok ince ve uzun sütunçeli, üzerinde Abdülaziz'in tuğrası
    bulunan bir sundurma, ahşap kemerli dikdörtgen bir giriş holü, holün batısında türbedar
    odası ve türbe olmak üzere dört bölümden oluşur. Türbede on yedi sanduka bulunmaktadır, Osman Gazi, oğlu Alaaddin Bey, Orhan Bey'in eşi Asporça Hatun, Orhan Gazi'nin Asporça'dan doğma oğlu İbrahim ve I. Murad'ın oğlu Savcı Bey olarak beşinin aidiyeti bilinmekte olup diğerleri hakkında bilgi yoktur."(3)

    Türkiye'nin evveli olan Osmanlı Devleti 624 sene boyunca dünyaya adalet dağıtmış, herkese şefkat ve merhametle hükmetmiştir. O dönemde dünya huzurun adresi olmuştur. Bize şanlı bir tarih bırakan Osman Gazi'ye Allah'tan rahmet diliyoruz. Ruhu şâd olsun.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.01.2010 - 10:18

    MEHMET ÇAKIR’IN ARDINDAN…

    M.NİHAT MALKOÇ

    “Güzel insanlar güzel atlara binip gittiler” demişti şair… Bu mısra her geçen gün hayatın acı gerçeğini yüzümüze vuruyor. Etrafımızdaki güzel insanlar her geçen gün azalıyor. Ama biz biliyoruz ki onlar ölmüyor, sonsuzluğa doğuyorlar. “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber, / Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber (SAV) .” diyor Üstad Necip Fazıl… O öldüyse ölüm güzel demektir. Fakat yine de boynumuz öne düşüyor ölüm deyince.

    Kanser bir gönül adamını, bir büyük belediye başkanını, bir dürüstlük abidesini, bir dost canlısını, bir hemşehrimizi daha aramızdan ayırdı. Üsküdar’ın bundan önceki Belediye Başkanı Trabzonlu Mehmet Çakır’dan söz ediyorum. Bu güzel insanı kaybettik ne yazık ki… O da birçok insan gibi genç denebilecekl yaşta kanser illetine yakalanmıştı. Pankreas kanseriydi. Çağın en büyük ölüm sebebi olan kanser hastalığı onu da dostlarından kopardı.

    Üsküdar’da sadece bir dönem başkanlık yapmak nasip olmuştu ona. 2009 seçimlerinde aday olmamıştı. Başarısız olduğu için değil. Kanser illetine yakalandığı için siyaset yarışından çekilmişti. O artık kendi derdine düşmüştü. Sağlık sorunları onun geleceğe dönük planlarını alt üst etmişti. Allah’ın hesabı da vardı ve esas olan da O’nun hesabıydı. Kul hesap yapar, melekler gülerdi. Yarınların nelere gebe olduğunu kim bilebilirdi ki! ... Bilemezdik elbet…

    Merhum Mehmet Çakır tevazuda sınır tanımayan bir insandı. Bu güzel huyu onu halkının gözünde büyütmüştü. Kendisini ön planda tutmaktan çekinirdi hep... Mikrofonlarla pek barışık değildi. Konuşması gerektiği durumlarda çok kısa konuşarak, sözü esas sahiplerine verirdi. Ortalarda pek görülmez, iş ve icraatlarıyla anılmayı tercih ederdi.

    Karadeniz’in gülen yüzü olan Mehmet Çakır bir Üsküdar sevdalısıydı. İstanbul’un incisi olan bu ilçenin tarihî dokusunu koruyarak geleceğe taşınması için çalışıyordu. O, Üsküdar’ı çağdaşlık adına yozlaştırmak isteyenlere müsaade etmiyordu. Üsküdar’ın ayrıcalıklı konumunu koruması için maziyle olan bağının kesilmemesi gerektiğine inanıyordu.

    Mehmet Çakır bu milletin kültürüyle, inançlarıyla, irfanıyla iftihar ediyordu. Yerli değerlerin yaşatılması için adeta seferber olmuştu. Tavır ve davranışlarıyla, hoşgörüsüyle o bizden biriydi. Belediye Başkanlığı yaptığı beş yıllık süre içerisinde Üsküdar’a on tane kültür merkezi kazandırmıştı. Bu merkezlere de son dönem aydınlarının ismini vermişti. “Münevver Ayaşlı Kültür Merkezi”, “Ahmed Yüksel Özemre Kültür Merkezi”, “Cemil Meriç Kültür Merkezi”, “Cahit Zarifoğlu Kültür Merkezi” bu merkezlerden akla ilk gelenleriydi.

    O artık yok aramızda… Üsküdar 5. Dönem Belediye Başkanı ve AK Parti İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyesi Mehmet Çakır vefat etti. Bir süredir Pankreas kanseri nedeniyle tedavi gören 5. Dönem Üsküdar Belediye Başkanı Mehmet Çakır, İstanbul Medipol Hastanesi’nde 16 Aralık Çarşamba günü akşam saatlerinde hayatını kaybetti. Çok sevdiği Rabbine koştu.

    1955’te Trabzon’da doğan Mehmet Çakır, ilkokulu İzmit Yarımca’da, lise ve üniversiteyi İstanbul’da tamamlamıştı. Uzun yıllar serbest mühendislik ve inşaat uygulamaları yapan Çakır, pek çok sivil toplum kuruluşunun, hemşehri ve mesleki derneklerin yönetiminde bulunmuştu. 2004’deki yerel seçimlerde AK Parti’den Üsküdar Belediye Başkanı seçilen Çakır, evliydi. Mehmet Çakır; Selim, Alihan ve Eftal isimli üç erkek çocuk babasıydı.

    Üsküdar’ın eski belediye başkanlarından merhum Mehmet Çakır, Ofluydu. Memleketi olan Of’a “Üsküdar Parkı” adını verdikleri bir park kazandırmıştı. İstanbul’da yaşamasına rağmen memleketini, doğduğu toprakları hiç unutmamıştı. Karadeniz insanının gayreti, çalışkanlığı ve becerikliliği onun da karakterinin bir parçasıydı. Fakat o, çok rahat bir insandı. Hırs ve öfke onda bulunmazdı. Kendi halinde bir kişiydi. Karıncayı bile incitmezdi.

    Güzel insanlar göçtükçe yalnızlığımız daha da artıyor. Güzel insanların göçü de görkemli oluyor. Mehmet Çakır’ın cenazesi de öyleydi. Cenazeye katılmak için camiye gelen binlerce kişi cami avlusuna sığmayınca izdiham yaşandı. Cami avlusuna sığmayan cemaat ise cadde ve sokaklarda namaz kılmak zorunda kaldı. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.01.2010 - 10:18

    DÜN AKŞAM NEREDEYDİNİZ?...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yeni bir yıla “Merhaba” demenin mutluluğunu yaşıyoruz. Bir yıl daha mazinin bulutları arasında kaybolup gitti. Geride bıraktığımız 2009 yılında kimileri beklediklerine nail olurken, kimileri de hayal kırıklıkları yaşadı. İlk gününü yaşamakta olduğumuz 2010 yılı başlanmamış, tertemiz bir sayfa olarak önümüzde duruyor. Bu temiz sayfayı hayırlarla veya şerlerle doldurmak bizlerin elindedir. Cüzi irademizle yol haritamızı çizip öylece geleceğe yol alacağız. Önümüze engeller çıkacak, çok defa da şeytan musallat olacak bize. Fakat nefsi semirten ve ona daima şer fısıldayan şeytanı inancımızla alt edeceğiz. Hakk’ın ve hakikatin yolunda gideceğiz. Çünkü her geçen gün büyük hesap gününe daha çok yaklaşıyoruz.

    Sözün bu noktasında, yeni bir yılın arifesinde, “Dün neredeydiniz?” sualini yöneltmek istiyorum sizlere. Bu soruya vereceğiniz cevap sizin kimliğinizi de ele verecektir. Şayet “Her zaman olduğu gibi evimizde çocuklarımızla beraber olağan hayatımızı yaşıyorduk” diyebiliyorsanız ne mutlu size; istikamet üzere, düzgün bir yolda ilerliyorsunuz. “Yılbaşı akşamı da evde oturulmaz ya, elbette yeni yılı arkadaşlarla birlikte kutluyorduk” diyorsanız size söyleyecek çok sözüm var. Hayatınızı yeni baştan gözden geçirmenizde fayda vardır.

    Öncelikte belirtmek gerekir ki bizim kültürümüzde Noel kutlaması yoktur. Bu gelenek Hıristiyan kültürüne aittir. Hıristiyan dünyası, Noel ve yılbaşını Hz. İsa’nın doğumuyla ilişkilendirerek kutluyor. Durum bu iken Müslümanlara ne oluyor da Hıristiyanların bu dinî eğlencesine iştirak ediyor? Müslüman, Hıristiyanların bu dinî merasimiyle kendi arasında nasıl bir bağ kurabiliyor? Yozlaşmanın bu kadarına da pes doğrusu demek geliyor içimden.

    Noel konusunda sapla saman birbirine karışmış durumdadır. Zira Noel kutlamalarının temelinde Hz. İsa’nın doğumunu kutlama geleneği yatmaktadır. Bilindiği gibi eskiden Romalıların yılı 1 Ocak’ta başlıyordu ve bu Ortaçağ’da bazı ülkelerde sürmüştü. Bu milâdi takvim Hıristiyanlıktan önce kabul edilmişti ve “Jülien Takvimi” olarak biliniyordu. Daha sonra bu milâdi takvimin Papa XII. Gregorius tarafından 1582 yılında toplanan konsilde Hıristiyanlar tarafından da kullanılmasına karar verilmiştir. 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece yapılan yeni yıl kutlamaları Noel kutlamalarına özenilerek bu noktaya getirilmiştir. Görünen o ki, yılbaşı ve Noel farklı olmakla birlikte, adet ve gelenekler bakımından birbiriyle özdeşleştirilmiştir. Yani yılbaşında Noel yortusu mu yapılıyor, yoksa yeni yılın gelişi mi kutlanıyor belli değildir. ‘Eğlence olsun da nasıl ve ne sebeple olursa olsun’ anlayışındayız.

    Her milletin kendine mahsus yaşam biçimleri vardır. Müslüman olduğunu söyleyenlerin müslümanca yaşama sorumluluğu vardır. İslam ümmeti, kendine benzemek mecburiyetindedir. Peygamber Efendimiz “Herhangi bir millete benzeyen, onlardandır.” buyurmuştur. Bu sözün altında ezilmek istemiyorsak bizimle zıt değerlere sahip milletlerin taklitçisi olmamalıyız. Fakat bu, ilmî konuları kapsamaz. Zira “İlim müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır.” hadisi de buna işaret etmektedir. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir.

    Bizim inançlarımızda, gelenek ve göreneklerimizde var olmayan yılbaşı kutlamalarını birileri bizim hayatımıza soktu. Yılbaşı gecesi sabahlara kadar çılgınlar gibi eğlenmek, içkiyi su gibi içmek, evlerin içini çam ağaçlarıyla süslemek, bu gecenin sözde şerefine hindi kesmek, şans oyunlarına bulaşıp bunlardan kazanç elde etmek müslümana asla yakışmaz.

    Müslümanların da kendilerine ait yeni yılı vardır. Muharrem ayının birinci gecesi Müslümanların yılbaşı gecesidir. İslam ümmetinin yeni yılı, Muharrem ayının birinci günü başlar. Ne yazık ki Müslümanların önemli bir kısmı kendi kültürlerinin ve inançlarının bir parçası olan İslamî yılbaşından haberdar değillerdir. Bu ümmet için ne acınacak bir durumdur.

    Dün akşam(yılbaşı gecesi) yeni yıl kutlamaları için sabahlara kadar uyumayanlara, nefislerinin gösterdiği yolda yürüyenlere kızmaktan çok, üzülmek gerekir. Kişi, inandığı gibi yaşamazsa gün gelir yaşadığı gibi inanmaya başlar. Bu da manevî iflasın bariz işaretidir. İnsan nasıl olur da ölüme bir yıl daha yaklaştığı böyle bir zamanı çılgın eğlencelerle karşılayabilir?

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.01.2010 - 10:15

    BAŞKAN GÜMRÜKÇÜOĞLU’YLA SABAH KAHVALTISI

    M.NİHAT MALKOÇ


    Çalışan Gazeteciler Günü…

    Bilindiği gibi ocak ayının 10. günü “Çalışan Gazeteciler Günü” olarak kutlanıyor. Bu vesileyle Trabzon Belediye Başkanı Dr. Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, Trabzon’da görev yapan basın mensuplarıyla sabah kahvaltısında buluştu. Dizgicisinden imtiyaz sahibine kadar, basınla bir şekilde ilişkili olan herkes Zorlu Grand Otel’deki sabah kahvaltısına davetliydi. Ben de Trabzon’da yirmi yıldır köşe yazarlığı yapan bir kalem erbabı olarak bu kahvaltıda yerimi aldım. İlk kez böyle bir programa davet edilmiştim. Bizi gazeteci olarak saymadıkları için böyle toplantılara da çağırmıyorlar. Hatta toplu fotoğraf çekilirken bir gazetecinin “Öğretmenlerin bu fotoğrafta ne işi var, öğretmenler günü müdür, gazeteciler günü mü? ” deyişi basın camiasının, köşe yazarlarına yaklaşımının nasıl olduğunu ortaya koydu.

    “Çalışan Gazeteciler Günü” programında misafirlere zengin bir kahvaltı sunuldu. Kahvaltıya birçok gazeteci-yazar katıldı. Kahvaltı arası sohbetler edildi. Kahvaltıdan sonra konuşmalara geçildi. İlk konuşmayı 2011 Olimpiyatları Genel Koordinatör Yardımcısı Murat Taşkın yaptı. Onun ardından Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Ergun Ata konuştu. Son konuşmayı da Trabzon Belediye Başkanı Dr. Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu yaptı. Gazeteciliğin fedakârlık mesleği olduğunu söyleyen Gümrükçüoğlu, gazetecilere iki müjde verdi. Bunlardan biri Gazeteciler Cemiyeti binasının arkasındaki bahçenin cemiyete kazandırılma aşamasına gelinmesiydi. Diğer bir müjde de gazetecilerin TOKİ’yle yapılacak işbirliği içerisinde düşük fiyata ev sahibi olmasıyla ilgili çalışmaların son noktaya geldiği haberiydi. Program sonunda gazetecilere kalem, ajanda ve belediyenin yeni yayınlanan iki kitabı verildi.

    Dereleri Kirletmenin Bin Bir Yolu…

    Bilindiği gibi Trabzon Belediyesi, Karikatürcüler Derneği Trabzon Temsilciliği’yle işbirliği yaparak “Dereleri Kirletmenin Bin Bir Yolu” konulu bir karikatür yarışması düzenlemişti. Yarışma sonucunda İzmir’den Ömer Çam “Birinci”, Ankara’dan Muammer Kotbaş(aslen Trabzonlu) “İkinci”, yine Ankara’dan Emrah Arıkan “Üçüncü” olmuştu. Antalya’dan Elsin Altın, Trabzon’dan Gültekin Sağlam, yine Trabzon’dan Uygar Kırmızıkan, Tekirdağ’dan Özgün Abay, Trabzon’dan K. Ensar Bahadır “Teşvik Ödülü” almıştı.

    Trabzon Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü “Dereleri Kirletmenin Bin Bir Yolu” konulu karikatür yarışmasında dereceye giren ve beğenilen karikatürleri kitaplaştırılarak sanatseverlerin beğenisine sundu. Türkiye genelinde 78 sanatçının 133 eserle katıldığı 8.Ulusal Karikatür Yarışması Albümü’nde 77 eser bulunmaktadır. Belediye Başkanı Dr. Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu’nun ve Karikatürcüler Derneği Trabzon Temsilcisi Adnan Taç’ın sunuş yazılarıyla başlayan kitap, sanatla ilgilenenlere hediye ediliyor.

    Anadolu’da Yaşam…

    Trabzon Belediyesi’nin geleneksel hale getirdiği yarışmalardan biri karikatür, diğeri ise fotoğraf yarışmasıdır. Bu yıl Geleneksel Fotoğraf Yarışması’nın beşincisi “Anadolu’da Yaşam” teması merkez alınarak yapıldı. Bu yarışmada 223 kişinin gönderdiği 789 fotoğraf kıyasıya yarıştı. Fotoğraf yarışması neticesinde Adana’dan M. Nevzat Hız “Birinci”, İstanbul’dan Engin Kaban “İkinci”, Aydın’dan Murat Tosun “Üçüncü” oldu. Adana’dan Koray Özözen, Ümit Sabuncu, İstanbul’dan Bekir Tuğcu, Gaziantep’ten Metin Karadağ, Edirne’den Enver Şengül, Kocaeli’den Bünyamin Eren “Mansiyon Ödülü” aldı.

    “Anadolu’da Yaşam” temalı fotoğraf yarışmasında dereceye giren eserlerle yayınlanmaya değer görülenler kitap haline getirilerek ilgililerin beğenisine sunuldu. Gümrükçüoğlu’nun sunuş yazısıyla başlayan kitapta birbirinden güzel fotoğraflara yer veriliyor. Fakat ne yazık ki dereceye girenler arasında Trabzonlu fotoğrafçıları göremiyoruz.

    Trabzon Belediyesi, kent kültürüne çok önem veriyor. Bunu, yayınladığı bu iki güzel kitapla da ispatlamış durumda… Bu arada Belediye’nin edebiyatla ilgili büyükler ve öğrenciler kategorilerinde şiir ve kompozisyon yarışmaları da düzenlemesini bekliyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.01.2010 - 10:10

    KÖPRÜBAŞILILAR DERNEĞİ VE HEMŞEHRİ DAYANIŞMASI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Günümüzde Türkiye’de büyük kentlere hızlı bir göç söz konusudur. Memleketlerinde iş ve aş bulamayanlar büyük şehirlerin yolunu tutmaktadır. Küçük bir Anadolu kentinden büyükşehirlere gelen kişilerin buralarda tutunması hiç de kolay değildir. Onun içindir ki sanayinin ve istihdamın yoğun olduğu şehirlere göç edenler buralarda teşkilatlanmaktadır.

    İnsanların bir ve beraber olmaları için dernekler birer çatı vazifesi görmektedir. Türkiye’de binlerce il, ilçe, belde ve köy derneği bulunmaktadır. Özellikle büyük kentlerde yaşayan kişiler hemşehrileriyle güç birliği yapabilmek için dernek yapılanması içerisine girmişlerdir. Hemşehrilik bağına dayalı örgütlenmeler pek çok hayırlı hizmeti de beraberinde getirmektedir. Dernek ve vakıf çatısı altında bir araya gelen aynı yörenin insanları gurbette yaşamanın manevî baskısını ve yalnızlığını az da olsa üzerlerinden atmaktadırlar.

    Hemşehri derneklerinin diğer derneklerden farkı, bu örgütlenme içerisinde her meslekten ve her görüşten insanların bir arada olmasıdır. Burada amaç, aynı yöreden olan insanların dayanışmasıdır. Kişilerin kültürel kimliğinin korunmasında hemşehri derneklerinin etkisi büyüktür. Bu dernekler yöre insanının eğitimine de maddî katkıda bulunmaktadır.

    Hemşehri dernekleri her geçen gün çığ gibi büyüyor. İçişleri Bakanlığının verilerine göre İstanbul’daki hemşehri derneklerinin sayısı 4000’in üzerindedir. Bu derneklerden biri de Köprübaşılılar Kültür ve Yardımlaşma Derneği’dir. İstanbul Köprübaşılılar Derneği’nin Başkanı Mustafa Güneş’tir. Beşköylü olan Mustafa Güneş ve ekibi İstanbul’daki Köprübaşılıları değişik etkinliklerde bir araya getirmek için çalışmaktadır.

    Dernek çalışmaları sanıldığı kadar kolay değildir. Eleştiri söz konusu olduğunda herkesin söyleyeceği sözler vardır; fakat iş desteklemeye geldiğinde etrafınızda hayal ettiğiniz kalabalığı bulamazsınız. Bu, ne yazık ki, Köprübaşımız için de geçerli bir durumdur.

    Köprübaşımız dört dağın arasında kalmış küçük bir yerleşim yeridir. Her geçen gün nüfus ve nüfuz kaybetmektedir. İlçemizden doğup büyüyenler belli bir yaştan sonra buradan ayrılmak zorunda kalmışlardır. Bunun yanında Köprübaşılı olup da durumu iyi olanlar da memleketlerine maddî ve manevî katkıda bulunma hususunda cimri davranmaktadırlar.

    Köprübaşılıların güçlü bir dernek çatısı altında güçlerini birleştirmesi, bu ilçe halkının en büyük temennisidir. Köprübaşı’nı seven herkes derneğe destek olmalıdır. Diğer şehirlerde faaliyet gösteren bütün Köprübaşı Dernekleri tek bir çatı altında toplanıp güç birliği yapmalıdır. “Birlikten kuvvet doğar” diyen atalarımızın sözünü kulağımıza küpe yapmalıyız.

    Dernek çalışmaları fedakârlık gerektiren işlerdir. Dernekçilikle uğraşanlar bunu iyi bilir; buralarda çalışanlar hep ceplerinden harcarlar. Fakat bunu hiçbir zaman dile getirmezler. Bu kadar fedakârlık eden kişiler elbette takdir beklerler. Fakat bunu beklerlerken çok kere de eleştirilirler. Yapıcı eleştiriler, eleştirilen kişiye katkıda bulunur. Ona diyeceğimiz yoktur. Fakat dernek çalışmalarının zorluklarından haberdar olmayanların mahalle ağzıyla konuşmaları ve dedikodu amaçlı sözleri bu alanda çalışanların şevkini fazlasıyla kırar.

    Köprübaşı küçük bir yerleşim yeridir. Bu yüzden birliğe ve beraberliğe diğer yerlerden daha çok ihtiyacımız vardır. Bu gerçeği görerek dernek çalışmalarına o gözle bakmalıyız. Hiçbir dernek, bir kişinin tasarrufunda değildir. Derneklerin yönetim kurulları vardır. Kararlar ortak akılla alınır. Zaten Köprübaşı gibi küçük yerleşim yerlerinin derneklerinin güçlü bir altyapısı ve harcama yapabileceği bütçeleri de yoktur. Buralarda bütün işler birkaç fedakâr insanının sırtına yüklenmiştir. Onların bu ağır yükünün altına girip onlara destek olmalı, yüklerini hafifletmeliyiz. Daha iyisini yapabileceğini söyleyenlerin sağda solda konuşmak yerine, ellerini taşın altına koymaları gerekir. Hiçbir dernek hiç kimseye mülk değildir.

    Köprübaşı gibi küçük yerleşim yerlerinin hemşehri derneklerinden büyük işler beklemek de doğru değildir. İstanbul’da ve diğer şehirlerdeki Köprübaşı Dernekleri zor şartlarda güzel işler yapıyorlar. Onlara destek olmalı, onları iltifatlarımızla motive etmeliyiz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.01.2010 - 10:08

    FATİH LİSESİ “VESAİRE”…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ülkemizde pek çok okulun değişik periyotlarda çıkardığı okul dergileri vardır. Bu dergiler okulların dışarıya açılan penceresidir. Bu dergilerde ilk yazılarını ve ilk şiirlerini yayınlama imkânı bulanlar arasında geleceğin şair ve yazarları da vardır şüphesiz. Bunu düşünerek her okulun bir dergi çıkarmasının elzem olduğuna inanıyorum. Hatta Milli Eğitim Bakanlığı, okullara dergi çıkarma mecburiyeti getirmesi, çıkacak dergileri maddî yönden desteklemesi gerekir. Bu, yarınlarımızın daha aydınlık olması için tutulacak bir yoldur.

    Cemil Meriç “Dergiler hür tefekkürün kalesidir” demişti vaktiyle… Ne kadar yerinde ve manidar bir söz… Trabzon’un güzide eğitim kurumlarından Fatih Lisesi’nin “Vesaire” adlı enfes bir dergisi var elimde. Fatih Lisesi’nin yayın organı olan “Vesaire”yi büyük bir zevkle okuyorum. Sürmene Lisesi’nin çıkarmakta olduğu “Tekne” dergisinden sonra, keyifle okuduğum ikinci okul dergisi oldu “Vesaire”… Kuşe kâğıda basılan dergi dopdolu…

    Derginin künyesinde “Genel Yayın Yönetmeni” olarak Saliha Ömür ve Dilek Daş’ın isimleri geçiyor. Derginin “Editörden” isimli giriş yazısında bu yayın organın doğuş sebebi şöyle açıklanıyor: “Kurumların büyük ve saygın olmasının yolu, sadece faaliyet gösterdikleri alanlarda iyi işler başarmış olmalarından geçmiyor artık. Toplumun sanatsal, kültürel ve sosyal anlamda zenginleşmesine katkıda bulunmak da bir o kadar önem taşıyor.”

    “Vesaire”nin ilk sayfalarında okulun idari kadrosu tanıtılıyor. Derginin ilk yazısı Dilek Daş imzası taşıyor. “Ayinesi Dildir Kişinin Lafa Bakılmaz” adlı nefis bir deneme, okuyucuya adeta “Beni oku” diye yalvarıyor. Şiir tadındaki bu güzel denemeyi okuduğunuza pişman olmuyorsunuz. Dilek Daş’ın kaleminden çıkan ifadeler bizi farklı dünyalara götürüyor. Dilek Hanım’ın bugüne kadar dergilerde yazıp yazmadığını bilmiyorum; fakat yazmıyorsa büyük bir kayıp… Böyle bir kalemin, marifetlerini sanatseverlerle mutlaka paylaşması gerekir.

    “Vesaire”nin ilk sayfalarında bir başka güzel yazı tebessüm ediyor bize. Bu yazı “Ölümle Ölmemek” adını taşıyor. Fatih Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Saliha Ömür’ün kaleminden dökülen satırlar, bizi ölümün soğuk ama bir o kadar da güzel yüzüyle yüzleştiriyor. Saliha Hanım’ın deneme tadındaki bu yazısındaki şu ifadeler ölümün güzel yüzünü gözler önüne seriyor: “Ölüm değil mi bizi sevdiklerimize kavuşturan, ölüm değil mi içimizdeki beka aşkına son veren, ölüm değil mi mazlumun ahını zalimden alacağı yer, ölüm değil mi dünya meşakkatinden bizi çekip kurtaran, ölüm değil mi sonsuz istirahat mekânı? …”
    Fatih Lisesi’nin edebiyat öğretmenlerinden biri olan Hatice Sula’nın “Vesaire” dergisindeki “İstiklal Yolunda” adlı gezi yazısı da birbirinden güzel mesajlar veriyor.

    “Vesaire”nin “Gidenlerin Ardından” adlı bölümünde Fatih Lisesi’nin Edebiyat Öğretmenlerinden merhum Ömer Alim’in bir şiirine ve kızı Hilalnur’un, babasına yazdığı duygusal mektuba yer veriliyor. Bu satırlar kirpiklerimizi ıslatıyor: “Merhaba Baba… Seni kaybedeli iki sene yedi ay oldu. Yokluğun gün be gün artıyor. Sensizliğin acısını daha çok hissediyoruz. Evde, okulda, yolda, anılarımızda her yerde sen varsın. Okula her girişimde sen geliyorsun aklıma. Sıra olurken; tabutunun masaya konuluşu, senin cansız bedeninin orada duruşu geliyor gözümün önüne. Her gün bu acıyı yaşıyorum. Sensizlik derin bir boşluk…”

    Ölüm acıtıyor büyük küçük herkesi… Bu duygusal satırların yanında merhum Ömer Alim’in bir şiirine de yer verilmiş. Bu şiirden birkaç beyti sizlerle paylaşmak istiyorum:

    “Bugün varsın yarın yok; unutulacak adın!
    Yola çıktıktan sonra kaç limana uğradın?
    Sakarya da bozuldu, zehirlendi balıklar…
    Hey Şairler Sultanı… Kir akıyor oluklar”

    “Vesaire” de yok yok... Sayfaları ekonomik kullanarak az yere çok şey sığdırmışlar. Dergide Prof. Dr. Osman Kemal Kayra Hocamla yapılmış güzel bir röportaja da yer veriliyor. Derginin hazırlanmasında emeği geçen öğretmenleri, öğrencileri ve idarecileri kutluyorum.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta