Bazen öyle olur. İçiniz kıyıya vuran munis dalgalar gibi kıpırdamaya, göz göz olmuş dantel köpüklerle usulca kabarmaya başlar. Dudaklarınızı araladığınızda titrek sesiniz havada asılı kalır, nasıl anlatacağınızı bilemezsiniz. O muğlâk duygu bir fısıltıya dönüşür; “İçim dalgalanıyor galiba” dersiniz ansızın. Sizi kalple hisseden yakın dostunuz, “neden” diye sormaz, sadece içtenlikle “ne güzel” der. Onun da gözleri kadeh buğusu gibi belli belirsiz ıslanınca biraz mahcup olursunuz. Birlikte başınızı kaldırıp güneşle yıkanmış süt mavisi gökyüzünü seyre dalarsınız sessizce. O mucizenin paylaşılarak çoğaldığı ilk sihirli ‘an’dır. Sonra hayat uzun kuyruklu uçurtmasını koşturarak sürükleyen çocuklar misali olanca neşesiyle kocaman tebessüm etmeye başlar size. Yaşama mecburiyetinin yeknesak ritmini bozan mucizevî küçük işaretleri görebilmenin sevinciyle ürperirsiniz.
Sempatik dalgınlıklarınız sevdiklerinizi bile şaşırtır. Ilık bir sonbahar günü çiçek pazarından aldığınız sümbülleri toprağa gömdüğünüzde, anneniz şefkatle takılır size; “yavrum ilkbaharda ekilir o soğanlar, şaşırdın iyice sen” der, mesela. “Şaşırdım annecim, çok şaşırdım hem de” demek istersiniz ama susup hınzırca edepsiz kıkırtılarınızı dinlersiniz. Yirmi yaşındayken kırk yaşındaki gibi kambur ve ağır hissetmenin suçluluğu geride kalır birden. Kırk yaşında yirmi yaşına dönebilmenin şımarıklığıyla eteklerinizi savurarak caddelerde koşuşturmak istersiniz. Tazelenmiş ömür tam orta yerinden yarılan iri bir nar gibi kendiliğinden dağılıverir. Yokuş aşağıya pıtır pıtır yuvarlanan ateş kıvılcımlı tanelere bakakalırsınız öylece. Mahallenin en yakışıklı, en asabi tekirinin ağzına tek bir sap beyaz papatya tutuşturup sokaklarda dolaştırmaktır tek dileğiniz o an. O huysuza sizi ‘tanrısal ışığa’ yaklaştıran karşılaşmaların sırrını, sözcükleri esneterek, eğerek, bükerek, süsleyerek anlatmaya koyulursunuz. Geniş zamanın içine yayılan ruh kutsal özüne kavuşmuş ve artık nesneler, tabiatın içindeki varlıklar bile söze dönüşmüştür. Yüzünüzde nedensiz bir gülümsemeyle salınarak yürürken dünyanın bütün turunç kokulu mısraları size eşlik etsin istersiniz belki. Hiç sahip olamayacağınızı düşündüğünüz, hayatın kıyısında kalan o sarhoş mutluluk hali, sevdiğiniz bir şairin derin iç çekmesi gibi hülyalı ve bir o kadar gerçektir artık. Ve bu kristal sevinç parçacıkları, uzun zamandır beklediğiniz mucizenin ilk işaretleridir sadece.
Sinema, yazı ve saplantı...
Ben mucizelerden ziyade onları bize bağışlayan gücün kendini gizleyen büyülü varlığına inanırım. O hediyenin ‘zamansızlığıdır’ insanı sağlam tutan. Ve ne gariptir ki yine o karanlık, müphem gelecek algısıdır yaşam heyecanımızı birdenbire tüketen. Bu yüzden umut etmekle vazgeçmenin birbirini kesen, tamamlayan yakıcı ilişkisini şeffaf ama çok içerden anlatabilen yazarları okumayı seviyorum. Geçen sene bu köşede bahsettiğim Margaret Mazzantini, trajedilerin içindeki mucizeleri, derin hayal kırıklıklarına çare olan işaretleri sarsıcı hikâyelerle anlatmayı seven bir yazar. Belki aynı zamanda oyuncu olması sebebiyle cümlelerinde dile gelen duyguları, nesneleri, anları yavaşlatılmış bir film karesi gibi son ana kadar merakla, ilginizi hiç kaybetmeden izliyorsunuz. Sanırım kısa sürede ‘best seller’ şöhretine kavuşmasının sırrı biraz da bu özelliğinde gizli. Doğrusu ‘yüksek edebiyatsever’ taklidi yapanların onu küçümsemesine pek şaşırmam. Öyle yazabilmenin formülü her neyse, bunu açıkça kullanmaktan imtina etmiyor çünkü Mazzantini ama bunu yapmak için kendini paralayıp beceremeyenlerden çok daha sahih. Ve itiraf etmeliyim ki basit ama iz bırakan anlatımıyla, karın boşluğunu gıdıklayan lirik metaforlarıyla taklitçilerini delicesine kıskandıracak kadar kelimeleri doğru buluşturabilme sezgisine sahip.
Geçtiğimiz günlerde Türkçede yayımlanan son romanı Sen Dünyaya Gelmeden’i okuyup bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde onun neden beni heyecanlandırdığını hatırlayabilmek için geçen seneki yazıma baktım. Ve onu neden sevdiğimin cevabını kendimde buldum: “Kurumaya başlayan bir ağacın dalından köklerine doğru çekilen özsuyunu hissetmesi gibi geleceğe dair ‘küçük karanlık işaretleri’ görüp yola devam edebilmek için onlarla hiç karşılaşmamış gibi davranıyoruz. Durup azıcık o işaretlerin hakiki manalarını düşünsek olduğumuz yere yığılıverecekmişiz gibi korkup fenalıkları ertelemek için tekrar hayatın bildik düzenine sığınıyoruz sanki. Severken sevmiyormuş gibi yapmaya, istemezken istiyormuş numaralarıyla hayatı eskitmeye, bedenin sahici dili yerine aklın ölçüsüyle geleceği öldürmeye ‘makul’ gerekçeler bulma düşkünlüğümüz bu yüzden. Mazzantini bu azap veren çelişkileri anlatıyor işte.”
Geçen seneki benden bu cümleleri okuyunca yüzüme kendisiyle dalga geçebilenlerin o alaycı, acımasız tebessümü yayıldı. Sevdiklerime, size işaretlerin, gizlediğimiz inançlarımızın, mucizelerin, acıya teslimiyetin, buruk isyanların çevresinde dönüp duran Mazzantini’ye ve hatta yüzleşmekten kaçındığım kendime bile değişebilmenin sihrini anlatabilmek isterdim. Hayatlarımızı kuşatan kutsal çemberin başlangıç noktasına döndüğümüzde tekâmül edebildiğimizi, bunun pekâlâ mümkün olduğunu samimiyetle gösterebilmeyi de... İnsanın özünde değişmediğini ama takılıp kaldığı davranış kalıplarını kırarak, yazarak, yaratarak, kendini yenileyerek yaşama tutunan bir varlık olduğunu ifade edebilmek için bu alıntıyı tekrarladım. Mazzantini de hemen her hikâyesinde edebi saplantılarına çare arıyor zaten. Ben onun takıntılarla hayatlarını tüketen ve yine onlarla iyileşen karakterlerini ‘hafif’ sanılan edebiyatı kadar ciddiye alıyorum.
Kendi Tanrı’mız...
Sen Dünyaya Gelmeden, âşık olduğu o tek ‘biricik’ erkek Diego’yla, şefkatli sevgilerine sığındığı öteki adamlarla, hastalıklı anne olma takıntısıyla, onun yerine koyduğu hakiki bir evlat sevgisiyle, savaşla parçalanmış Saraybosna’nın güzelliğiyle, çocuk öldürebilen insanın vahşetiyle, şiirle, müzikle, gençliğin sınır tanımaz deliliğiyle kendini yeniden doğuran ihtiraslı, hüzünlü bir kadının hikâyesi. Romanın anlatıcısı Gemma, yıllar sonra başlangıç noktasına döndüğünde hissettiklerini onu büyük bir perdede izler gibi okuyanlara, görüntüleriyle, iç sesiyle, zihin kamaştıran sürprizleriyle olduğu gibi aktarıyor. Mazzantini’yi öteki ‘çok satanlardan’ ayıran sadece basit ve incelikli dili değil. Hikâyenin kurgusundan ziyade yazarın şimdiki zamanı genişleten ‘anları’ nasıl anlatacağını merak ediyor ve bu romanda olduğu gibi ayrıntılarla uzayan hacmine rağmen o ‘girdabın’ içinde kayboluyorsunuz.
Ben bu kitabı ruh kabuklarımın kendiliğinden soyulup pul pul topraktaki köklerime dökülmeye başladığı özel bir dönemde okudum. Belki bu tesadüfî paralellik yüzünden tılsımlı anlatımıyla beni hikâyesine bağlayan samimi bir kadınla sohbet ettim. Ona kahramanın kendi yaşamından çok sevdiği Diego’yu neden boşluğa öylece bıraktığını, bir kadın için doğurabilmenin yıkıcı önemini, savaşın vahşetine tahammül eden insanı hayatta tutanın ne olduğunu sordum. Kilisedeki konuşmayı ona yazdıranın ne olduğunu merak ediyordum.
Gemma umudunu büsbütün yitirdiği bir anda ‘kasvetli simgeselliklerle’ dolu bir kiliseye girdi, bütün ‘gizli inançlılar’ gibi kendi kendine söyleniyordu. “Tanrı, sadece insan palavrasının eski bir suç ortağıdır” diyordu. Oraya somut, dünyevi beklentilerine uygun bir ‘mucize’ için girmişti ama inanmaktan utanıyordu. O cılız imandan korkup çıkmak üzereyken kendi lisanında dua etmeyi denedi: “Belki ben Sana inanmıyorum, ama Sen belki de bana inanacak kadar cömertsin... bu kaderde daha iyi bir işaret görmemi sağla...Sen’den sadece bunu istiyorum.”
Teslimiyetin cazibesi...
Gemma hepimiz gibi ümitsizliğin koyu karanlık kuyusunda nefessiz kaldı, çırpındı ve ihtiyacı olan o mucizevî işareti aramadığı yerde buldu. Tek aşkı Diego gibi gerçeği fotoğrafını çektiği çıplak görüntülerde değil daha sonra, çok sonra korkmadan hayatın yüzüne bakabildiği bambaşka bir ‘zaman, mekân ve hakikat’ algısının içinde gördü. Şair arkadaşı Goyko’nun mısralarıyla hayat ‘uzun bir balada’ dönüştü. Bilinmezliğiyle çekici olan o hayat Diego’nun defalarca öptüğü ensesinde başladı. Yaralı bir hayvan gibi soluyan kaderin, iradesinin tükettiklerine ve onca yüke rağmen başlangıcın sonuna geldiğinde hissettiklerini anlatıyordu bana: “Eksikliğini en çok duyduğum şey sonrasına ait o teslimiyet. Diego saçlarımı ensemden çektiğinde ve boyun kemiklerim ile saçlarım arasındaki o minik çukuru, daha hala doğduğum zamanki kokunun duyulduğunu söylediği o yeri saatlerce öptüğündeki teslimiyeti arıyorum. Bizleri buradan götürecek uçağı, diriliş gününü artık beklemiyorum. Belki geri dönmeyeceğiz bile, tanıştığımız bu şehirde, Goyko’nun annesinin yatağında, boş beşiğin karşısında ilk kez seviştiğimiz bu yerde birlikte öleceğiz. O işarete dikkat etmeliydim, kaderimiz daha o zamandan yazılmıştı.”
Bazen böyle de olur işte. Gemma gibi bütün bir ömür inandığınız veya reddettiğiniz kaderiniz içindeki küçük işaretleri göremezsiniz. Görememek de iyidir, sizi puslu bir geleceğe hazırlar. Sonra kendinizi boşlukta sallanan bir kukla gibi hissettiğiniz soğuk bir anda o ‘mucizevî ışığın’ ilk belirtilerini görürsünüz. Biten ve başlayan kaderin kesiştiği yerde durur öylece geçmişinize ve zaaflarıyla, korkularıyla, mutluluklarıyla, acılarıyla henüz bilmediğiniz geleceğinize bakarsınız. Kim olduğunuzu, nasıl bir hayat istediğinizi sorarsınız kendinize belki. Cevabı oradadır. Dualarla titreyen cılız bir mum ışığında, yanlış zamanda ekilen sümbül soğanlarıyla başı dönenlerin şaşkınlığında, bildiği hayatı her gün bozup yeniden kuran bir fotoğrafçının çıplak görüntülerinde, bir kadının kör yumurtalarında, sırlarla dolu akşamsefalarında ya da yeni doğan bir bebeğin taze soluğunda...
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:17:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/mucizelerin-sirrini-kesfeden-oyuncu-bir-yazar-margaret-mazzantini.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!