Gökkuşağının renkleriyle halelenen çocukluk günlerindeki gibi heyecanlarıyla kışkırtan basit bir hayata biraz tutunabilsek ne olur sanki? Kırmızı ekoseli, sıcak battaniyelerin altına gizlenip dudaklarımıza bulaşan portakallı çikolatayı kemirirken şımarık bir zil sesiyle sevinsek. Postacı soğuktan kızarmış elleriyle kocaman bir zarf uzatsa. İçinden tanıdık, sürprizi olmayan ama duyguları canlı tutan neşeli hikâye dergilerinden biri çıksa. Benimki Boz’unkiler gibi mavi kapaklı olsun mümkünse. Sayfaları işaret parmağımı yalayarak çevirmeye çalışırken tükürükle yapışan sayfalarda durup azıcık soluklanayım. Kulağına papatya takıp zıplayan kız çocukları gibi biraz da şımarayım.
Sonra durup pencereden sızan sarhoş kış güneşiyle duvardaki gölge oyunlarını seyredeyim bir süre. Hikâyeme döndüğümde hatırlayabildiklerimden ‘kusursuz’ bir resim yapayım. O resimde komik karakterler iyi huylu hayaletler gibi gerçekliğin dağılan parçaları üstünde uçuşsun. Okuduklarımdan hayal gücünün sınırsızlığına müsaade etmeyen keskin ifadeler kalsın hafızamda. Kahramanlarımın abartılı tavırlarını kıkırdayarak izlerken hayattaki en hakiki sevincin fütursuz bir çocuk kahkahası olduğunu hatırlayayım birden. Karın boşluğumda kuş kanatları hışırdasın.
Biz büyürken ne oldu?
Sadeliğiyle göz kamaştıran öyle bir dergiyi karıştırırken ‘‘Neden, ne zaman, nasıl” gibi cevabı her daim biraz muğlâk kalmaya mahkûm kılçıklı sorulara takılmadan sadece olup biteni anlamaya çalışmanın huzuruna sığınanları anlamak isterdim. Önyargılardan, pişmanlıklardan, yalanlardan, kibirden uzak düşsel bir âlemde, başı sonu belli olmayan yolculuklara çıkıp kendimden uzaklaşabilmeyi de... Hâlbuki bu satırları yazarken bir sonraki fasikülde neler olacağını bekleyen sabırsız bir çocuğun neler hissettiğini hatırlamakta bile epey zorlanıyorum.
Bazen saf düşüncelere kapılıyorum; biz büyürken ne oldu? Merak eden, düşünen, reddeden, acı çeken, tutkulu insanların anlattığı acayip hikâyeler dinledik. Tanrı’dan rol çalma ihtirasına mani olamadığı için yazanlar, duygu dünyamızı acımasızca deştiler. Gündelik hayat sıkıntılarının dışına taşan ‘olağanüstü’ hayatlardan damıttıkları gerçekliğin ‘fanilerdeki’ karşılığını anlattılar bize. Yazı sanatını böyle yüceltenleri sevmek istedik. Bazen çok sevdik. Onların bizi bize anlatmasına ihtiyacımız vardı, kendimizi onların romanlarıyla anlamaya çalıştık. Edebî beklentilerimize her zaman karşılık gelmeyen süslü cümlelerinden ‘küçük anlarımıza’ sığdırdığımız büyülü masallar yarattık. Sonra biraz daha büyüdük...
O bir devrimci değildi!
İnsan büyüdüğünde neden geçmişin harabeleri arasında dolaşırken çocukluğuna dönmekten korkar ve aynı zamanda bundan müthiş bir zevk alır? Bu sorunun cevabını Charles Dickens’ın ona bütün dünyada şöhret kazandıran ilk romanını okurken daha iyi kavradım. Mr. Pickwick’in Serüvenleri 19. yy. Londrası’nın insanlarını, sokaklarını, dükkânlarını, hanlarını, tiyatrolarını, mahkeme salonlarını, pazarlarını, gündelik hayatını yazarın kameradan daha keskin olan müthiş gözlem gücüyle anlatıyor. 1836 yılında Sketches by Boz adıyla gazetelerde yayımlanan resimli yazıların devamı niteliğinde olan bu romanın iki asır sonra hâlâ aynı ilgi ve zevkle okunacağını Dickens bile öngöremezdi sanırım. Zweig’ın o şahane biyografisinde söylediği gibi, o bir devrimci değildi çünkü. Ona göre deha ile gelenek arasında sıkışan bu özel adamın daha güçlü eserler yaratmasına engel olan şey, Victoria çağında yaşamış olma talihsizliğiydi. O buna layık değildi. Shakespeare nasıl haris bir İngiltere’nin pervasızlığını temsil ediyorsa, Dickens de doymuş, tatminkâr bir İngiltere’nin pervasızlığını simgeliyordu. İyi ki de öyle yapıyordu bence. Yoksa başka kim, kısa boylu, dazlak kafalı, şişman Samuel Pickwick gibi alelade bir karakterle yaşadığı çağın gülünç özelliklerini karikatürize ederek anlatabilirdi. Evet, Dickens psikolog gibi insan çözümlemeleri yapmaktan, süslü tasvirlerin büyüsüne kapılıp gitmekten hoşlanan bir yazar değildi kuşkusuz ama sıradan bir hayatın büyük şiirini mizahla, hüzünle buluşturabilen ender yazarlardan biriydi.
Çocukluğunun öcünü aldı...
Çok acı, meşakkatli bir çocukluk ve gençlik döneminin ardından Dickens parlamentoda stenograf olmuş. Daha fazla para kazanmak için denemeler yazmaya çalışmış. Yazıları beğenen editörü onu gazete kadrosuna almış ve İngiliz burjuvaları ile ilgili karikatürlere metin yazmasını istemiş. İki ay içinde ‘Boz’ takma adıyla yayımlanan günlük yazılar onu milli bir yazara dönüştürünce Pickwick bir roman olmuş. Yani sanıldığı gibi onu meşhur eden dramatik gücü kuvvetli, sinemaya da uyarlanan Oliver Twist, David Copperfield, İki Şehrin Hikâyesi gibi daha çok bilinen romanları değil, İngiliz mizahının o kendine özgü soğukkanlılığıyla hicvettiği bu iyimser hikâyeleri olmuş.
Ben onunla tanıştığımda ahşap sıralara anahtarla isim kazıdığım serseri yaşlardaydım. Geleneksel İngilizcenin nüanslarını daha iyi hissedebilmemiz için elimize tutuşturulan ‘acıklı’ kahramanların cirit attığı romanlarının kıymetini bilememişiz. Gençliğin tabiatı itibarıyla karamsar olan sert fırtınalarından kaçmaya çalışan zavallı bizlere Dickens gibi ‘kasvetli’ bir yazar okutarak haksızlık yapıldığına inanıyordum sahiden. Neydi o zırvalıklar, yoksul, öksüz çocuklar, genç yaşında sevdiklerin kaybeden âşıklar, kötülüğün, iyiliğin altını çizen sıradan kahramanlar, edep ve terbiye kuralarına uygun sıkıcı, normal cümleler. Sonradan böyle düşündüğüm için kendime epey kızdım ama hiç değilse onun biricikliğini geç de olsa keşfedebildiğim için şanslı olduğumu da düşündüm.
Dindar bir yazar...
Söylendiği gibi sanatı tok İngiltere’nin refah ve doygunluğundan ileri gelen ikiyüzlü bir ahlakla beslenmişti belki ama Zweig haklı; eserlerinin arkasında olağanüstü bir şiir gücü olmasaydı, yaldızlı bir mizah yeteneği duyguların renksizliğini örtbas etmeseydi, Dickens sadece İngilizler için değerli olurdu. Usta edebiyatçılar gibi her çağda okurlarını böyle eşsiz bir anlatma gücüyle etkileyemezdi.
Dickens dindar bir yazar. Nesneleri, insanları, tabiatı şefkatli, ölçülü, saygılı bir hayranlıkla kabullenmesi ve olduğu gibi anlatmak istemesi bu yüzden sanırım. Onu acıklı, karamsar romanlar yazmaya iten dürtünün korkunç çocukluğu olduğu söylenir. Küçük güneşsiz bir odada kundura boyalarını doldururken küçük elleri yaralanan yalnız bir çocuktu o. Romanlarıyla bütün yoksul, öksüz, terk edilmiş, haksızlığa uğramış, hor görülmüş çocukların, belki de en çok kendi kimsesiz çocukluğunun öcünü almak istemişti muhtemelen. Zweig onun sosyalist olabilmek için gerekli radikallik duygusundan yoksun olduğunu söylüyor. Onda yazı alevini tutuşturan şey sevgi ve şefkat olmuş. İyi ki de öyle olmuş. Ondan bir tane daha yok çünkü.
Bugünlerde rastgele açarak okuduğum Mr. Pickwicik’in eğlenceli serüvenleriyle kısa seyahatlere çıkarken onun kahramanları gibi hayattan çok fazla şey beklememenin huzurlu sıcaklığına sığınıyorum. Demli bir çaya eşlik eden taze kurabiyeleri ısırıp sokağın neşeli seslerini dinliyorum. Bir düzine çocuk, dostlar için hazırlanmış güzel bir sofra, önü yemyeşil, meyve ağaçlarıyla dolu bir kır evi, küçük bir bahçe ve bir parçacık mutluluk hayal ediyorum. Dünyayı değiştirmek, kendimi geliştirmek istemiyorum. Öylece oturup kâinatı sanki ben onun çok önemsiz bir parçasıymış gibi seyre dalayım istiyorum.
Basit şeyler...
Dickens okurunu iki asır sonra böyle basit ve sade hissettirmeyi, onu edebiyat tarihine sağlamca kazıyan Mr. Pickwick gibi tasasız ama fevkalade alaycı bir karakterle her nasılsa başarıyor işte. Sürekli yeni insanlarla tanışıyor ve onlara afallatan sorular soruyor. Adamın tekine “Siz şair misiniz” diyor mesela. “Eh işte biraz uğraşırım’ diye geçiştiren adama ironik üslubuyla cevap veriyor: “Ah! Sahnede ışık ve müzik neyse, hayatta şiir odur. Birini sahte süslerinden, öbürünü kuruntularından arındırırsanız ikisinden de geriye gerçekten yaşamaya ya da umursamaya değer ne kalır? ”
Onun en ufak ayrıntılarına kadar tasvir ettiği, birbirine hiç benzemeyen, gerçekte nasıllarsa kitap sayfalarında aynen öyle dolaşan sahici karakterlerin acılarından, mutluluklarından büyük bir şiir yarattığını idrak edebilmem için gerçekten büyümem gerekiyormuş. “Hayata anlam veren şeyler küçük şeyler, önemsiz gibi görünen basit şeyler” demiş Dickens bir gün. Bana edebiyatın uzun uzun tahlillerden ibaret olmadığını, hayatı taklit ederek yazılabildiğini öğrettiği için ona hayranım. Bir elbisenin üzerindeki lekeyi büyük bir günahmış gibi anlatabilme yeteneğine ve insanı küçümsemeyen mizah sezgisine bayılıyorum. Ve bana ‘kayıp çocukluğumu’, sonsuz merhametiyle hatırlatabildiği için dünyayı eserleriyle huzura kavuşturan Dickens’ı çok seviyorum.
* Mister Pickwick’in Serüvenleri, Charles Dickens / Yapı Kredi Yayınları
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:12:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!