Bedenlerin birbirlerine sokularak usulca dalgalandığı ‘insan denizinin’ ortasında, fark ettim onu. Yuvarlak, münasip başını örten saçlarının tek bir teli bile koyu kalmamıştı. Öyle beyaz doğmuş, hep öyle dallarına konan tüyümsü kar gibi saçlarıyla yaşlanmıştı sanki. Derin çizgilerine inat hâlâ masum görünen yüzünü kızgınlıktan ziyade koyu bir hüzün gölgelemişti. Kış güneşinin binaların soluk duvarlarını aydınlattığı kısacık bir an üstümüzden sevinçli kuşlar geçip gitti. Gök kubbenin berrak aydınlığından bakanlara insan sürüsü nasıl görünüyordu acaba. Topluiğne başı büyüklüğünde binlerce insan kafası... Yumruklarını boşluğa kaldırmış binlerce kol, binlerce düşünce, üst üste yığılmış sırlar, acılar onları maskeleyen, bazen açığa çıkaran öfkeli haykırışlar. Adalet talep eden binlerce kırçıllı ses, bu dünyada yalnız kalmamak, tehlikelere karşı birlikte savaşmak için birbirlerine kenetlenmiş duruyordu.
Sanırım ilk çözülme Hrant’ın sesini duyduğunda oldu. Beyaz mendiliyle gözlerini kapatıyordu. Gözyaşlarını silmekten ziyade avucunda sıktığı kumaş parçasından güç alıyordu. O anda umut barındırmayan bir hayatı hak etmediğimize inandığım için her sene gidip durduğum caddede bizi tüketen, tahayyül edebileceğimizden daha fazla yaralayan adalet olmadan ‘insanlığın’ eksik kalacağını düşünüyordum, sanırım. İhtiyar adam hayatının son virajına savrularak girmişti. Muhtemelen onu inciten derin kırılmayı telafi etmeye yetecek vakti kalmadığına inanıyordu. Hâlbuki bizi bekleyen ‘son’la ne zaman karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Ve tuhaf bir şekilde bu zaaf yola daha güvenli devam etmemizi sağlıyor.
Özgürlük hayali
O gün bir an için farklı dünya görüşlerine sahip büyük kalabalığın bir parçası olmanın anlamını sarsılarak hissettim. Önce egomuza meydan okuyan hakkaniyet dürtüsüyle, sonra toplumun yaralanan adalet bilinciyle savaşırken sağlam durabilmek için biraraya gelmiştik. Aslında hepimiz büyük bir sis bulutunun içinde, ilk ne zaman kaybettiğimizi bile hatırlamadığımız, vicdanen içselleştirdiğimiz saf ‘masumiyetin’ peşindeydik. Başkasını severken kendi mutluluğumuz, bencil arzularımız yüzünden adaletsiz davranmanın bizi de ‘adaletsiz’ kıldığını biliyor, buna rağmen daha onurlu bir yaşam için toplum olarak bunu talep edebiliyorduk. Politik bir varlık olmak bizim seçimimiz değildi aslında. Korkunun ve ona bağlı kızgınlığın neden olduğu ‘ıssızlık’ duygusuyla kurallara, yasalara kimi zaman itiraz ediyor ama onlara ihtiyaç duyuyorduk. Yine de önceliklerimiz vardı. O gün hepimiz bir saatliğine onları unutmuş gibi davrandık. Kontrol edebileceğimiz bir geleceğin içine sığdırdığımız ‘özgürlük hayali’ hepimizi diri tutuyordu çünkü.
“Brad Pitt benden daha yakışıklı”
Eve dönerken aldığım sümbülleri yatağımın yanına koyup çıkmadan evvel okumaya başladığım romana kaldığım yerden devam ettim. Doğrusu içimi kemiren çaresizlik hissi yüzünden büyük tumturaklı cümleler okumaya, insan denen karmaşık mahlûk üzerine düşünmeye mecalim yoktu. Dolayısıyla Ian McEwan’ın hikâye anlatmaya düşkün, kılçıksız dili bezgin ruhuma iyi geldi. Bir yandan da sümbüllerin kokusunu içime çekiyor, her biri itinayla aynı sayıda ve şekilde yaratılmış mor çiçeklere bakarken Tanrı’nın, adalet duygusunu tabiattaki bütün varlıklarda hissettirdiğini düşünüyordum.
McEwan’ın sade, duru edebiyatıyla tanışanlar bilir. Ayrıntıları ustalıkla göstermeyi seven bir yönetmen gibi çalışır kurgunun oyunlarına düşkün zihni. Geçtiğimiz günlerde Türkçede yayımlanan Masumiyet onun erken dönem romanlarından biri. Dolayısıyla son yıllarda yazdıklarından daha ‘kıvrımsız’ ama hepsinde olduğu gibi akıllı ve detaycı bir proje. Bu kelimeyi bilerek kullandım ama sanıldığı gibi küçümsemek için değil. Okuduğum röportajlarından da anladığım kadarıyla neredeyse hemen hepsi sinemaya uyarlanan romanları yazmadan evvel bir ‘yapımcı’ gibi çalışıyor. Kırk yaşına gelmeden üç roman, onlarca kısa hikâye ve senaryo yazan McEwan, çalışkan ve belli ki milyonlarca insan tarafından okunmaktan hoşlanan ironik bir yazar. Ünlü bir yazar olduktan sonra uçağa atlayıp güzel otellerde imza günlerine katılmaya başlayınca, hayal kırıklığına uğrattığı hayranlarından bahsediyordu: “Evet biliyorum Brad Pitt benden daha yakışıklı ama o sizi bir film boyunca etkileyebiliyor, bense çantanızda her yere geliyorum.”
Sonunu bilerek yazmak...
McEwan’ın insanların, film yapımcılarının çantasında dolaşmasının çok haklı ve mantıklı sebepleri var elbette. O yarattığı karakterleri zaaflarıyla, farklı özellikleriyle derinlemesine düşünen ama onların iç dünyasını kurduğu atmosferle, ayrıntılı mekân ve nesne tasvirleriyle anlatmaktan hoşlanan bir yazar. Fotoğrafını çektiği ânı, en çıplak, süssüz haliyle gösterirken, insanın varoluş sıkıntılarını onunla birlikte keşfetmemizi istiyor belki, bilmiyorum. Bu yüzden en ince detayına kadar hesapladığı hikâyelerinde anlamsız boşluklar bırakmayı sevmiyor. Romanlarını okurken hikâyeyi başından beri bilerek, hesaplayarak yazmanın bir yazar olarak onu nasıl etkilediğini merak ediyorum doğrusu. Bunu onunla konuşabilmeyi isterdim.
Gerçek bir hikâyeden yola çıkarak kurguladığı Masumiyet, 2. Dünya savaşı sonrasının Berlin’inde geçiyor. Yirmili yaşlardaki İngiliz mühendis Leonard, Amerikalılarla işbirliği yaparak Rusların telefonlarını dinleyecek bir sistem kuracaktır. Ona eşlik eden Amerikalı Glass, âşık olduğu Maria, savaşla yıkılıp dökülmüş şehir, bir gizli serviste çalışmanın heyecanı, kendi duygularını tanımayan genç çocuğu koruyan ‘masumiyet kozasını’ yırtar. İlk defa bir kadınla birlikte olan Leonard, orta halli sıradan yaşantısının dışına çıkıp ulusların, sınırların insanı birbirine düşman kılan acımasızlığını, casus savaşlarının insanı vahşileştirmesine tanık olur. McEwan bu kitabı yazmak için iki kez Berlin’e gidip tarihte ‘Altın Operasyon’ adıyla bilinen projenin mekânını da incelemiş. O dönemin zevkleri, müzik, yiyecek kültürü, yaşam biçimi hatta belgeleri, haritaları ve fotoğrafları üzerine epey yoğunlaşarak karakteri gibi bir mühendise dönüştüğünü söylemiş Paris Review’a verdiği röportajda.
McEwan’ın hikâyesi 1955’te geçiyor ve daha sonra 87’de kaybolup giden ‘masumiyetiyle’, günahlarıyla, yaşadığı sürece içinde taşıdığı şiddet potansiyeliyle yüzleşmek için Berlin’i ziyaret ediyor. Yazar da kahramanı Leonard’ın sevgilisiyle kaldığı apartmanı, tüneli, sokakları ziyaret ederek kendini ve okurlarını orada yaşamış gibi kandırdığını söylüyor. Onun yazmak için bu türden detaylara ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Muhtemelen ‘tarihî roman’ türüne ilk adımını atarken hayatın gerçekliğinden büsbütün kopmaktan biraz ürkmüştü.
Yaşadıklarımız ‘ilk utancın’ kopyası
Anlatıcısının Leonard’ın yıllar sonra hayatını altüst eden olgun Maria’yı nasıl hatırladığını paylaşırsam onun kendine has ketumluğunu ve ardında gizlediği gözlem yeteneğinin edebiyattaki yansımasını belki daha iyi kavrarsınız: “Bir sessizliğin ardından karşısındaki bir şey söylediğinde şaşkınlıktan sıçrayabilirdi. Erkeklerin kendi ihtiyaçlarını sergileyebilecek türden bir çehreye ve tutuma sahipti. Sessiz dalgınlığı kadınca bir güçlülük olarak yorumlanabilir ya da sakin dikkati çocuksu bir bağımlılık gibi algılanabilirdi.” O ilk tecrübeyi anlatış biçimi de oldukça ironik tabii: “Leonard daha sonra olanlardan iki şey hatırlıyordu. Birincisi olayın herkesin bahsettiği bir filme gitmeyi andırdığıydı; önceden hayal edilmesi zordu, ama bir kereliğine girildi mi kısmen tanıdık geliyor, kısmen şaşırtıyordu.”
Bir aşk ve casusluk hikâyesi üzerinden insanın değerlerini yitirişini izlerken nerede okuduğumu hatırlamadığı o cümle geldi aklıma: “İlk utanç, ilk pişmanlık, ilk acı çok önemlidir. Sonradan hissettiklerimiz hep o ilkinin basit bir kopyasıdır” diyordu. Bu romandaki kırılma, bence iki ‘gizli dünya’ arasında kurduğu hayatın içinde kadınına zorla sahip olmak istediği yerde gerçekleşiyor. Kendisinin ülkesinin Almanlar karşısındaki zaferiyle özdeşleştiren Leonard, savaş yorgunu, kana bulanmış kahraman bir asker olduğuna hükmediyor ve kadınına zorla sahip oluyor. McEwan ‘faşizmin’ insanı çürütmeye başladığı o anı anlatıyor: “Oraya hangi aşamalardan geçerek vardığını hatırlamıyordu. Sanki bir başkasının ya da kendisinin rüyada değişime uğramış halinin eylemlerini hatırlar gibiydi. Şimdi gerçek dünyada –yeraltı sınırlarını geçmekteydi, rampayı çıkmaya başlıyordu– bu dünyanın ölçütlerini uyguladığında eylemleri sadece çirkin ve saldırgan değil, müthiş aptalca da geliyordu.” Utanç, acı, sevgi, çaresizlik gibi duygulara travmayla dokunan bütün insanlar gibi o da açık yarasını iyileştiremiyor, sevdiği kadınla birlikte durduramadığı felaketlere doğru sürükleniyordu.
Hayat taklit edilemez mi?
Romanın devamında gelişen olaylar, McEwan’ın yazım aşamasında ayrıntıları bir patoloji uzmanına danışmasını gerektirecek kadar çok sertleşiyor. O kitaplarında insanın hayvansı yanını, vahşetini göstermeyi seviyor ve bu romandaki gibi şiddet dozu fazla olabiliyor ama eminim onu sevenler başrollerini Anthony Hopkins ve Isabella Rosellini’nin oynadığı filme de uyarlanan Masumiyet’i (The Innocent) son ânına kadar heyecanla, okuyacaktır.
Kitabın son sayfasına geldiğimde, mor sümbüllerin kokusuyla düşsel bir masala dönüşen odamda gözlerimi kapatıp, zihnimde birikenleri ona sormak istedim. Neden ısrarla hazla tiksinmek, nefretle çok sevmek, saf masumiyetle çürümek, adaletle zulüm, suçla kefaret arasında uzanan o dikenli yolda yürümek istiyordu. Hikâyelerinde insanların hayatı neden hep geriye dönüşü mümkün olmayan olaylarla sarsıcı bir biçimde değişiyordu. İlk ‘bozulma’ tam ne zaman başlıyordu? O kendininkini hatırlıyor muydu? Çocukluk üzerine yazarken anlattığı dramatik, hiçbir zaman tamamlayamayacağı eksikliklerle yüzleşebildi mi? Kahramanlarının sırlarıyla okurunu şaşırtmaktan hoşlanan yazar, birkaç sene evvel annesiyle ve üvey kardeşiyle ilgili hakikati öğrendiğinde ne hissetmişti? O da Leonard gibi ‘kötülüğün’ olmadığına olayların insanları ‘şeytanlaştırdığına’ inanıyor mu? Kendisini bir gün bağışlayabilmek için mi yazıyor o ‘vahşi’ romanları? Adaletin ‘adiller’ tarafından yaratılabileceğine inanıyor mu?
Peki, taslakları okuduğu editör karısına cümlelerin sesiyle ilgili ne düşündüğünü sorduğunda, (bunu her defasında yapıyormuş) o kadar melodik, ahenkli, lirik olmadığını, hikâyelerinin sürprizli çarpıcılığı yüzünden çok okunduğu gerçeğini duymak ister miydi sahiden? Benimki de öyle, sıradan bir okur merakı işte.
(Masumiyet (ya da Özel İlişki) , Ian McEwan, Yapı Kredi Yayınları, Çev. Roza Hakmen)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:04:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!