Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara:
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarımı rüzgara,
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara...
Kara gözlüm bu ayrılık yetişir,
İki gözüm pınar oldu gel gayrı.
Elim değse akan sular tutuşur
İçim dışım yanar oldu gel gayrı.
Ayların sırtında yıllar taşındı,
Devamını Oku
İki gözüm pınar oldu gel gayrı.
Elim değse akan sular tutuşur
İçim dışım yanar oldu gel gayrı.
Ayların sırtında yıllar taşındı,
Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni
Ve bir şehir yaratmak, ruhundan Gülce diye.
Parçalanan gemiyi ve yırtılan yelkeni
Katıvermek sessizce söylenen bir türküye.
Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni
Ve son vermek bitmeyen, bu bitmeyen şarkıya,
Sezai Karakoç Mona rosa yani müzeyyen hanımla hiç birlikte olmamıştır. Ve böyle bir sözü de yoktur.
'Şu şapkayı çıkarıp atıyorum ırmağa;
Her şeyim sizin olsun, hep sizin kesik başlar.
Rüyasında örümcek başlarsa ağlamağa,
İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar.
Günahını sırtına yüklenen kaplumbağa
Gibi ölüm önünde öz benliğim yavaşlar.
Öyleyse şu şapkayı fırlatayım ırmağa.'
Ne kadar güzelsin şiir.
Ne kadar özel yazmış şair.
... başka ne denir ki..?
Saygı ve selam ile...
Çok beğendim çok güzel şiir
Monna Rosa -IV- Ve Monna Rosa
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara:
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarımı rüzgara,
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara...
Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü
Ve boğazımı sıktı parmaklar ince, uzun.
Günahkar toprağıma saçından bir tel düştü;
Sana ne olmuş Rosa, bir derde tutulmuşsun.
Bir ekmek kadar aziz fikirler böyle pişti:
Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun,
Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü...
Şu şapkayı çıkarıp atıyorum ırmağa;
Her şeyim sizin olsun, hep sizin kesik başlar.
Rüyasında örümcek başlarsa ağlamağa,
İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar.
Günahını sırtına yüklenen kaplumbağa
Gibi ölüm önünde öz benliğim yavaşlar.
Öyleyse şu şapkayı fırlatayım ırmağa.
Bu erkekler kokuyu kediler gibi alır
Ve kediler her gece sürünür yastıklara.
Denizleri bahtiyar eden günler kısalır;
Satılmayan çiçekler, zehirli ve kapkara,
Unutulmuş erkekler ve kadınlara kalır.
Bir geyiğin gözleri düşer eriyen kara
Ve erkekler kokuyu kediler gibi alır.
Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!
Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.
Sana da, Monna Rosa, taş bebeği bıraktık,
Ellerinde kılçıklı balıkların bir dişi.
Senin hatıran gibi büyük, yeni, karanlık;
Senin hatıran kadar Allah ve şeytan işi...
Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!
Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim;
Ta boğazıma kadar çıkan deli yağmura.
Tüyüme horozdan çok itimat edeceğim,
İtimat edeceğim şu belalı yağmura.
Ruhuma bayrak yapıp ben teslim edeceğim
Asılmış bir adamın iki eli yağmura.
Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim.
Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni
Ve bir şehir yaratmak, ruhundan Gülce diye.
Parçalanan gemiyi ve yırtılan yelkeni
Katıvermek sessizce söylenen bir türküye.
Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni
Ve son vermek bitmeyen, bu bitmeyen şarkıya,
Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni.
Sana tavuskuşunun içime girdiğini
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçime girdiğini, tüyünü yolduğunu
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçimde tavusların bir bir kaybolduğunu,
Bana da bir çift ak kanat kaldığını
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara;
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarını rüzgara.
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara...
1952, Kış (Yılbaşı Gecesi)
Sezai Karakoç
ŞİİRDEN ESİN/TİLER
SON SÖZLER
I
Bundan sonra beni göremeyeceksin beyaz gül. Sesimi duyamayacak, şiirlerimi ve mektuplarımı alamayacaksın. Biliyorum sen de yokluğumun boşluğunu benim kadar olmasa da hissedeceksin. Belki de beni özleyeceksin. İşte o zaman peygamber çiçeğini anımsa… Beni peygamber çiçeklerinde ara… Güneyin tahıl tarlalarında açarlar ya… Bizim oralarda mavi veya menekşe rengi olurlar. Yabanidirler… Nadiren rastlanan çiçeklerden değildirler. Gövdeleri dimdiktir. Eğilmezler bükülmezler, boyun eğmezler. Bahçelere, evlere, saksılara hapsedilemezler. Onlarda bulabilirsin özgür gururumu… Onların parlak taç yapraklarında…
Onlara neden peygamber çiçeği denmiş bilmem ama kendime peygamber çiçeği derim ben. Önderim odur, örneğim odur. Onun ahlakıyla ahlaklanmaktan ve izini izlemekten başka gayem yoktur.
Umutla sana doğru uzattığım bomboş kalan ellerimin sıcaklığını, heyecanlı nemini hissetmek istersen peygamber çiçeklerine dokun. Ben sana kendimi anlattım anlattım anlatamadım! Onlara sor beni! Onlarda gör.. Onlarda seyret. Anlatırlar çaresiz ellerimin masumiyetini. İyi bilirler beni. Çünkü ben onlara söylerim sırlarımı… Dertlerimi onlara anlatırım. Tarlalarda bahçelerde deliler gibi dolanıp kimselere açamadığım aşkımı, hüsranımı, ıstırabımı… Gözyaşlarım onlara damlar. Onlar gayet iyi anlar beni. Beni onlar anlar.
Balıklara söylerim duygularımı, düşüncelerimi… Sana dair, geleceğe dair… Hayallerimi onlara anlatırım. Onlar dilsizdirler. Kimselere demezler. Senin gibi vefasız değildirler. Beni terk etmezler.
Ben gittiğimde… Bittiğimde bu gezegende… Ancak onlar doldurabilir yerimi… Beni özgür ve asi yabani çiçeklerle suskun balıklar sembolize edebilir. Hani şu genç yaşımda uçurum rüzgârlarının: “Sakın yapma! Kıyma canına!.. Sakın ha!..” diye fısıldayarak geriye ittikleri ama sadece saçlarıma engel olabildikleri zamanda koyuverdiğimde aşağıya sensiz, cansız bir heykelden ibaret kalan varlığımı yarlara, küçük bir kızın peşine düşen, o yüzden can veren âşığının, metrelerce aşağıda yıldız gibi yatan, gözleri açık kalan cesedini de göremeyeceksin. Birileri bulup götürecekler, gömecekler. Kabrimin üstünde açan peygamber çiçeğinin nurlu yüzünde ara beni… Secdelerin ilahi ışıklarıyla nurlanan alınlarında… Ben o yüce Peygamberin ümmetindenim. En büyük özelliğim budur. Unutma!
Bizim oralarda, güneyin dağ köylerinde hâlâ eski âdetler hüküm sürer. Genç kızlar sevgilerini açıkça ifade edemez, dağ çiçeklerinin desenlerini ve renklerini çevrelere aktararak dile getirmeye çalışırlar. Her çiçeğin, her şeklin, her rengin ayrı bir manası vardır. Eğer boynu bükük bir gelincik işlemişlerse, sevdikleri gence: “Neden bana ilgi duymuyorsun, ben seni bu kadar çok severken? Neden beni boynu bükük bırakıyorsun?” demek isterler. Onun can alıcı alını, acı yeşilini mendillere nakşederler ve ıssız bir yolda sokakta, tam yanlarından geçerken, farkında olmadan düşürmüş gibi yaparlar, yavaşça yere bırakırlar. O genç için yanık bir türkü, yakıcı bir aşk şiiri, ucu yanık bir aşk namesi hükmündedirler. Bir romana sığdırılamayacak duygular anlatırlar, yürekler hoplatırlar!
Sen de benim için gözyaşlarıyla oyalanmış, bir şekilde bana yollanmış o güzelim çevrelerden en değerlisi gibiydin. Seni kaybettim. Hem de o bulanık suya, o sosyetik o dejenere ortamın balçık halini almış pis su birikintisine düşürdüm. Oysa ben seni sağ elimden sol elime bile geçirmemiştim. O kadar aziz, o kadar mukaddes bilmiştim. Bizim oralarda Kur’an-ı Kerim sol elle alınmaz! Tespih sol elle çekilmez. Sol elle yemek yenmez, su içilmez. Sen benim için onlar kadar mübarektin! Beni umursamadan terk ettin.
O parmakların… O ince uzun, narin parmakların… Dokunmaya kıyamadığım, okşamaya doyamadığım parmakların sıktı boğazımı, mengene gibi, halen sıkmakta…
Şu bedenim var ya şu maddi varlığım… Onun nasibine tüm günahlarımla beraber kabrime konmasını arzuladığım, omzunda gördüğümde: “Al, senin olsun!” diyerek armağan ettiğin saçının teli düştü. Senin için bir tel saç hükmündeydim. Saçının telleri kadar arkadaşın, eşin dostun, hayranın, sevgilin vardır belki de… Ben sadece işe yaramaz hale gelen, atılan, düşen, artık sana ait olmayan ve asla bir daha olamayacak olan ölü bir saç teliydim. Oysa ben sana nasıl da divaneydim, deliydim!
***
II
Sana ne olmuş gülüm? Neden sararmış solmuşsun? Keyfin kaçmış, huzursuzsun… Epeydir, dalından koparılıp örselenmiş, vazodan başka her yere konmuş solgun bir gülsün. Ne olmuş böyle sana? Nasıl bir derde tutulmuşsun?
Bizim çileli hayatlarımızda bir ekmek kadar mübarek, su gibi aziz fikirler, yüreklerimizin ateşlerinde, gönüllerimiz yana yana pişti. Yılbaşları kutlamadık biz. Noel ağaçları süslemedik, kadehler kaldırmadık. Doğum günü partileri düzenlemedik. Manolyalar değildi gönül verdiğimiz. Bir beyaz güldü. O güldü, biz gülemedik. O bembeyaz gülü içine alan, kirleten bataklık ve buna sebep olan çevren utansın! Tamamını Allah kahretsin!.. Sen, canımdan değerli, iğne oyasıyla işli, yüreğim çevrem, sağ elimdeki kutsalım, o bulanık, o iğrenç suya düştün! Sen benim gördüğüm en güzel, en tesirli, en unutulmaz, en harika düştün!
Artık aklımdan çıkarmak istiyorum seni. Şu şapkayı başımdan çıkarıp atarcasına bir ırmağa, seni beynimden çıkarıp atmak istiyorum, bir daha ulaşıp alamamacasına, asla yakalayamamacasına, bir daha kafama takamamacasına!
Lanet olsun!.. Her şeyimi kaybettim birer birer! En sonunda en değerlimi, canımdan öte olan kıymetlimi aldınız elimden! Lanet olsun!.. Alın neyim varsa! Her şeyimi alın!.. Akılsızlar! Manyaklar!.. Düşüncesiz güruh!.. Sadece bedenleri kalmış, yalnız vücutlarının ihtiyaçlarını gidermeye çalışan kafasızlar! Halinizi düşündükçe yürek sızlar, kafa sızlar! Akıl sızlar! Akılsızlar!..
Kendi ağını kendisi ören, izbelikleri mekân eden örümceğim! Şu gerçek sanılan dünya, aslında rüya âleminde başına bir felaket geldiğinde aklın başına girdiğinde pişmanlık ve çaresizlik içinde, ördüğün o seyrek sepenek, o dayanıksız dünyalık evinde ağlarının içinde kalır da bağlanırsa elin kolun, kolun kanadın kırılır da başlarsan ağlamaya, sana vuramam, sana kurşun sıkamam, sana kıyamam! Gül koyarım mermi yerine tüfeğime… Gül verebilirim ancak sana gül yüreğimi sunduğum gibi… Ben seni o halde görmeye tahammül edemem! Ölürüm!.. Tüfeğim de ölür benimle birlikte… O tüfek yüreciğimdi benim. Sana hep şiirler fırlattı… Gülüme güller… En güzel, en nadide, hiç kullanılmamış sözler…
Sen benim en büyük en ağır günahımsın! Kabuğum gibiydin! Sayende vardım. Ancak hüsrana vardım. Kabuksuz bıraktın ya beni! Canın sağ olsun! Kaplumbağa haline getirdin ya beni tuttuğum kutsal yolda… Hızımı kestin, yavaşlattın ya beni… Hedef, ben yaklaştıkça uzaklaşmakta… Senin ve aşkının yüküyle ilerliyorum sona doğru… Kaplumbağa adımlarıyla… Yüküm ağır, kulaklar sağır… Ne kadar yakınsam, haykırsam nafile!.. Artık öz benliğime dönmeliyim! Çıkarıp atmalıyım seni başımdan! Beynimden, aklımdan, kalbimden…
Sen bu erkek milletini bilmezsin! Onların bütün dertleri karı kız peşinde koşmaktır. Mana kediler gibidirler. Bir dişi kedi kokusu aldılar mı başlarlar peşinden koşmaya ki o kedilerin amaçları malumdur. Geceler boyu nefislerinin peşinde koşarlar, hiç yorulmazlar. Parklarda bahçelerde, deniz kenarlarında el ele dolaşmak yetmez öylelerine. Bir yerlerde oturup, karşılıklı çay kahve içmekle yetinmezler. Çünkü onlar bedenleriyle severler, kalpleriyle sevmeyi bilmezler. Geceleri yaşarlar. Gece yatmaz, sabah kalkmazlar. Öğleye kadar uyurlar. Geceleri uzun, gündüzleri kısadır.
Hani çiçekçilerde satılmayan, elde kalan pörsümüş çiçekler vardır ya… İşte o hale getirirler gül gibi kızları! Bal iken zehir ederler! Tertemiz, bembeyaz iken kapkara ederler. Suyunu sıkar, posasını benim gibi unutulan eski sevgililere bırakırlar. Kendileri de aynı şekildedirler. Eşlerini, sevgililerini aldatırlar. O suları kokan, elde kalan, çöpe atılacak çiçekler gibi o kadınlara kızlara kalırlar. Unutulanların gözleri ceylanlara benzer… O gözler hep yaşlıdır. Geyikten kasıt boynuzlardır. Boynuzlayanlardır. Ne yazık ki aldatılanlardan olurlar. Yürekleri böylesi acılarla ateşler içinde yanan ceylanların gözyaşları karlar eritir, sel haline getirir. O erkekler var ya erkekler… Kokuyu alan kediler gibidirler.
Yalnızlık… Umarsızca silkelenen sigara külü gibiyim. Bir o kadar değersiz, bir o kadar yalnız, sersefil…
***
III
Bir gece seni gördüm düşümde… O güzel yüzünü, sarı saçlarını… Bedeninin yerinde sarı bir yılan… Sirklerdeki denizkızları gibiydin… Yalnız başın vardı. Kalanın bir yılan…
Benden sana bir taşbebek kaldı. Hani Kızılay’da, bir oyuncakçı dükkânının vitrininde görmüştün de çok beğenmiştin… Burnunu cama değdirecek kadar yaklaşarak seyretmiş seyretmiştin… Cebimdeki parayı düşündüm o anda… “Acaba yeter mi?” diye… Cesaret edemedim içeriye girip de fiyatını sormaya… Sonraya bıraktım o işi. Bir hafta sonra harçlığımın geldiğini haber alınca postaneye koştum sevinçle. Dönüşte o dükkâna uğradım. Ne kadar sevindim satılmadığını görünce… İşte o taşbebeği hatıra bıraktım sana… Bir de o balık dişi kolyeyi… Memleketten satın almıştım ya sana hediye… İlginç olur diye…
Sen de ruhunu sattın, bebeğim! O taşbebekten bir farkın kalmadı. Aşkını da beni de sattın! Benden sana, her aynaya baktığında karşında bulacağın o taş kalpli taşbebek kaldı. Sen, taşbebekler kadar güzeldin! Ne yaptın bebeğim! Sen ne yaptın!..
Yalnızlık… Yalnızlık da bana senin armağanın… Büyük bir hatıra bıraktın bana! Hayatımın sonuna kadar muhafaza edeceğim, meraklanma! Büyük bir hatıra… Senden… Yeni… Karanlık… Şeytan işi ama her şey gibi o da Allah’tan… Yalnızlık… Öyle bir yalnızlık ki sigara külü kadar…
Sigara külü kadar değerim yokmuş, öyle mi? Bugün yalnızlığımı gözyaşları içinde yaşamaya katlanmaya çalışacağım. Boğazıma yumruk gibi tıkılan, gırtlağımı tıkayan hıçkırıklara dayanmaya çalışacağım… Ne kadar sürecek bu ağıt, bu gözyaşı yağmuru, bilmiyorum.
Kimseye güvenim kalmadı artık. Horoz tüyüne nasıl itimat edebilirse o kadar güven kaldı bende. Hâttâ ondan da çok… Bilirsin kümeslerden horozları seçip alırlar kesmek ve yemek için. Eninde sonunda yolarlar tüylerini… En güvendiği tüyleri onu terk eder gider…
Yalnız şu kahrolası gözyaşlarıma itimat edeceğim. Çünkü onlar beni hiç terk etmeyecekler. Onları kimselere emanet etmeyeceğim. Ruhumun bayrağıdır onlar benim. Sadece kendime, bu idam edilen adamın avuçlarına bırakacağım. Bugün yalnızım. Yapayalnız… Bundan sonra da hep böyle kalacağım… Yalnız ve sağanak yağmurlu… Saikalı…
Alıp götürmek isterdim seni… Bir trene bindirmek ve alıp gitmek, apaydınlık bir geleceğe… Güneşli günlere… Senden bir şehir meydana getirmek isterdim. Senin ruhundan… Seninle dolu, dopdolu… Gülce koymak isterdim adını… Türküler yakılsın bize dair… Mutluluğumuza dair şarkılar… Dillerde söylensin…
Olmadı, dünya güzeli! Olmadı işte! Görüyorsun halimizi!
Mahvettiğin bu adamın ardından türküler yapılsın, ağıtlar yakılsın, asırlarca gözyaşları içinde inlercesine söylensin bundan sonra. Ben yok olmalıyım artık! Ancak o şekilde unutabilirim belki seni ve bütün bu olup bitenleri. Çünkü başka çarem yok! Ancak o zaman bir daha açılmamak üzere kapanır bu defter.
Bir gün efsane olur karasevdam… Şarkı olur, türkü olur, dilden dile dolaşır. Sessizce ölürüm… Sensizce… Sessizce söylenen bir türkü olurum.
En iyisi bir köşede öldürmek kendimi, ölmeyen aşkımla birlikte… Kimseler duymadan… Dillenmeden… O şekilde son vermek, bu bitmeyen ıstıraba… Ya da bir trenin önüne atmak kendimi… Seni benden ve beni kahreden karasevdamdan öylece, temelli kurtarmak… Dünyada koyup gitmek seni…
Sen, ak/kanat/lı bir kuş değildin benim için. Tavus kuşuydun. Bunu da bilmeni istiyorum. Sana son sözüm olarak kalmasını… Sen benim kalbime, sen benim ruhuma öyle girmiştin. O kadar güzel, o kadar zarif, öyle rengârenk… Alaimisema gibiydin göklerimde… İçime girdin girmesine ama tüm tüylerini yoldun! Hiçbir güzellik bırakmadın kendinde… Bunu bil ve hiç unutma! İçimde bir tane değildin bin taneydin! Bir tanemdin, bin tanemdin!.. Sonra kayboldun birer birer… Birer birer yok oldun… Sen bittin… Ben bittim!... Sen gittin, adın kaldı yadigâr… Seni benden alan diyar ne menhus bir diyar!
Bana bir çift ak/kanat bıraktın uçmam için… Ötelere geçmem için bir çift ak/kanat… Kanat kanatabildiğin kadar içimi!.. Bu Çin işkencesinin başka biçimi… Bu sana son sözüm olacak. Bilmeni istiyorum.
Beni bulamayacaksın bir daha… Göremeyecek, duyamayacaksın! Özlersen… Ararsan gün gelip de… Peygamber çiçeklerinde ara beni… Kabrime gel! Onlar, toprağımda bitecekler… Ömürleri bir yıldır. Aşkımız kadar… Her yıl yeniden çıkarlar. Neticede otturlar.
Ben bir daha dünyaya gelemeyeceğim, orkidem. Toprağımı görmeye gelirsen eğer… Bana dokunmak istersen… Ellerimi ararsa ellerin… Ancak üstümde biten otlara değer… O zaman… İşte o zaman… Ellerin ellerimi bulamadığında… Anımsa sana doğru uzanan, tam yakalamışken avuçlarının arasından kaçıran çaresiz ellerimi.
Sırrımı kimselere diyemiyorum. Nasıl söyleyebilirim beni bırakıp gittiğini! Ancak balıklara fısıldayabilirim, kendimi sulara bıraktığımda… Onlar kimselere demezler, diyemezler, dilsizdiler. Senin gibi vefasız değillerdir. Beni terk etmezler. Kendimi denize atacağım! Çözülüp yok olacağım. Balıklar yiyecek bedenimi. Beni göremeyeceksin, bulamayacaksın. Onlar kalacak benim yerime geride…
Kendimi sulara bırakacağım. Şu seninle beraber ruhunu kaybetmiş, heykel haline gelmiş, küçük bir kızın ardına düşmüş aciz bedenimi… Heykel halini almış… Birken bin olmuş cansız varlıklarımı balıklarda ara… Peygamber çiçeklerinde ara… Onlarda olacağım, onlarla çoğalacağım… Her biri bir çiçek ya da bir balık…
Her bir varlığım bir peygamber çiçeği, İslam’ın tarlasında…
Beni o çiçeklerinin aydınlık alınlarında ara…
Alınlarında O/nur… Alınlarında secde izleri…
Biz… Biz hiç anlayamadık…
Anlayamayız sizleri…
***
Onur BİLGE
Sezai Karakoç,hissedilerek ,yaşanılarak , özümlenerek, damıtılırak geçen zamanların özeti bir şair
Bu şiir ile ilgili 75 tane yorum bulunmakta