Antik çağdan bu yana varlığın nabız atışına, yüreğine eşlik eden “tiyatronun”, bir tür yüzleşme, özüne dönme, hayatı sınama, sorgulama ve kavrama çabası olduğunu görmenin, akıldan evvel bir “vicdan” meselesi olduğunu düşünüyorum. Ne vakit insanı “insanın” kusurlarıyla, erdemleriyle anlatan iyi bir oyun izlesem tam da bu yüzden ürperirim. O mucizevi bir karşılaşma ânıdır çünkü. Ruha ayna tutan şeytanla meleğin birbirlerinin yüzüne hiç korkmadan baktıkları meydan okumadır aynı zamanda.
Kendisini küçümseyene inat, her çağda farklı yorumlarla dönüşen, zenginleşen büyük eserler gücünü kelimeye borçludur. İnsan başkasının acısına, eksikliğine, zaafına sözle temas ederek kendisindeki karanlığı görebilir. Bugün Shakespeare’in, Çehov’un, Molière’in eserlerini okuyanlar yaşadıkları çağa dair bir fikir edinirler, “tiyatro edebiyatının” ne olduğunu daha iyi anlayabilirler ama onların hâlâ yaşadığını ve ebedî olduklarını ancak sahnede kendileriyle yüzleştiklerinde hissederler. Ben tiyatro sanatını, izleyicisiyle birlikte çoğalabildiği için sihirli bulurum. Geleneğin içinden süzülen oyunlar veya modern metinler, belli bir derinliğe ulaşabiliyorsa eğer, “ötekinin” tecrübeleriyle, düşünceleriyle ve inançlarıyla yüzleşme imkânını da gösterir çünkü. Gündelik hayatımızda ıskaladığımız, reddettiğimiz, zihnimizin alt katmanlarına kazınan silik işaretler, sesler, jestler, duygularımızı açığa çıkaran tonlamalar sahnede hakiki karşılığını bulur. İzleyici artık sahnedeki hayatın içindedir. Kahramanının ruhunda kendine korunaklı bir yer arar; onun bakışıyla ağlar, şaşırır, güler, öğrenir, ahlaki ölçülerini gözden geçirir. Bazen girdiği gibi pek bir şey anlamadan ama epey eğlenmiş olarak çıkar o salondan bazen de farklı beğeniler ve sonradan fark edeceği yeni bir bakış açısıyla.
“Yeter ki bilsinler...”
Birkaç haftadan beri başucumda sessizce durup ilgi bekleyen Molière Efendi’yi “güncel sanat” tartışmasının ortasında okuduğum iyi oldu. Her dönemde yöneticilerin kontrol edebildiği sandığı yasaklara, baskılara, müdahalelere rağmen sanatın mağrur bir direnişle hayatta kalma hikâyesini ve her defasında “siyasetçiyi” yenilgiye uğratan kudretini hatırladım. Döneminin siyasetçileriyle dalgasını geçen Aristofanes’ten bu yana, binlerce yıldır bu hakikat hiç değişmedi çünkü.
Hayatı boyunca iktidarla her anlamda derdi olan, Komünist Parti’nin sanat politikasına uygun eserler almadığı için Yazarlar Birliği’ne alınmayan Bulgakov, yazdığı oyunların tiyatro repertuarından çıkarılması ve eserlerinin yasaklanması üzerine ülkeden çıkış izni için Stalin’e bir mektup yazmış. Ve elbette reddedilmiş. Moskova Tiyatrosu’nda arka planda çalışmasına izin verilen yazar geçimini temin etmek için eski oyunları sahneye uyarlarken bir yandan da gizli gizli bugün yirminci yüzyılın en özgün romanlarından biri kabul edilen Üstat ile Margarita’yı yazmaya başlamış. 1933’te aynı yıl içinde bitirdiği kitabın el yazmaları aynı yıl beş yüz sayfa civarındaymış. Altı kalın defter tutan romanı daktilo edilirken son düzeltmeleri dikte eden yazar, 1940’da son notları karısına aktardıktan yirmi yedi gün sonra ölüyor. Karısı Yelena Bulgakova, o son günleri anılarında anlatıyor: “Yatağının yanı başında yere koyduğum mindere otururdum. Bazılarıyla bakışlarıyla bir şey istediğini anlatırdı. Ağrı kesici mi yoksa içecek bir şeyler mi istediğini anlamak içi sorardım. Çoğunlukla istediği bunlar olmazdı. O zaman ‘Onu mu istiyorsun? ’ Üstat ile Margarita’yı’ mı derdim. Evet, anlamında başını sallar ve sadece iki sözcük dökülürdü dudaklarından. Yeter ki bilsinler, yeter ki...”
Bulgakov’un “yeter ki bilsinler” demesinin haklı ve mantıklı bir sebebi vardı ve doğal olarak onun da kıymeti diğerleri gibi uzun süre sonra anlaşılabildi. Moskova dergisinde eksik haliyle yayımlanmasından sonra 1973’te ilk kez kitap olarak basılan roman, kötünün iyiye hizmetini göstererek geleneksel yapıyı kırdı. Toplumsal gerçekçiliği uzaklaştıran üslubuyla, sanatın ideolojik bir araç olarak kullanılmasından kaynaklanan çelişkileri de gösterdi. Kitabın çevirmeni Sabri Gürses, başındaki uyarı yazısında okura sesleniyor: “El yazmalarının asla yanmayacağına emin olacaksınız... Hiçbir gücün hiçbir inancı zorbalıkla yenmeyeceğine inanacaksınız. Hayatınıza hükmeden Karanlıklar Prensi’ni ve çetesini görmeye başlayacaksınız...” Bazı eleştirmenlere göre kitabın ikinci yarısında sahneye çıkan şeytan Woland Stalin. O dönemde Yazarlar Birliği’nin başına getirilen Gorki’nin Usta, sevgilisi Margarita’nın da Stalin tarafından Gorki’yi ikna etmek üzere görevlendirilen Maria Andreyeva olduğu düşünülüyor.
Yasaklanan Molière oyunu...
Terörün normal kabul edildiği, çalışma kamplarında insanların öldürüldüğü, yazarların, aydınların tutuklanma korkusuyla bavullarını hazır tuttuğu bir dönemde yazılan böylesine zeki ve kıvrak bir romanda, hayatın içinden kahramanların dolaşması mümkün. Aynı dönemde işsiz kalmamak için Molière’in hayatını sahnelediği Yobazların Oyunu’nun devlet politikasına uygun olarak değiştirmesinin istenmesi de şaşırtıcı değil elbette. Bulgakov sözkonusu değişikliği reddettiği için üzerinde yıllarca çalışıldıktan sonra ancak yedi kez oynanabilen oyun, bir diktatörlük döneminde yazarın duruşunu anlatıyormuş.
Oyunun orijinal metniyle sahnelenmiş bugünkü yorumunu izlemek isterdim. Onun yerine Ünlü İnsanların Yaşamları adlı bir dizi için yazdığı otobiyografik romanı Molière Efendi’yi okudum. Yazmak için onu seçmesi kimseyi şaşırtmaz herhalde. Kendisinden üç yüz yıl evvel yaşadığı halde benzeri baskılarla mücadele etmiş. Başta Tartuffe ve Gülünç Kibarlar olmak üzere oyunları yasaklanmış, onları değiştirmek, yeniden yazmak ve başka isimlerle oynamak zorunda kalmış, Kilise’nin, burjuvazinin, devletin, kralın baskısıyla defalarca hedef haline gelmiş bir oyun yazarından ve “oyuncudan” daha iyi bir tercih yapamazdı.
Tartuffe en büyük hâsılatı yaptı...
Zweig, Kendi Hayatının Şiiri’ni Yazanlar başlıklı harikulâde biyografi dizisinin başında bu işin hazzını ifade etmek için açıkça şunları söyler: “Bir yazar için kendi çağında ya da başka bir dönemde yaşayan birini gerçeğe uygun olarak anlatmak bile kendini anlatmak kadar zor değildir.” Bulgakov, kendi hayatının şiirini yazmak yerine kendisine örnek aldığı, geleneğinden beslendiği bir yazarın hayatını yazmaya karar vermiş.
Bir yazarın iç dünyasının resmini yansıtırken dili Zweig kadar incelikli kullanmasa da, hayal gücünün zenginliğini onun karakterini iyi anlatan ayrıntılarla buluşturarak Molière’e dair önemli bir miras bırakmış. Roman olarak tasarlanmış bu biyografiyi hazırlamak için ciddi araştırmalar yaptığı belli olan Bulgakov, Tartuffe’ün sahnelendiği günleri anlatıyor. “Hoşnutsuzluk yıldırım hızıyla büyüdü ve bir ölüm sessizliği olarak ortaya çıktı. Görülmemiş bir şey oluyordu. Palais Royal’in oyuncuları şenliği bir anda altüst etmiş ve Versaille’lıların neşesini kaçırmışlardı: Ana Kraliçe kentten olaylı bir şekilde ayrıldı. Sonra olay son derece ciddi bir görünüm kazandı. Kutsal Vaftiz Tarikatı tek şey söylüyordu: Çok tehlikeliydi Molière, Kral hayatında ilk kez bir tiyatro temsili yüzünden ne yapacağını şaşırmıştı... Ve iki ahbabın baş başa kalacakları zaman geldi. Bir süre sessizce birbirlerine baktılar. Çocukluğundan beri kesin ve açık konuşan Louis, dilinin konuşmaya gönülsüz olduğunu hissediyordu... Şöyle bir düşünce dolaşıyordu kafasında: ‘Şu Mösyö Molière ilginç bir durumu sergiliyor! ’ O anda oyuncu ağzından şöyle bir şey kaçırdı; ‘Majestelerinden Tartuffe’ün temsiline izin vermesi için yalvarıyorum’. Kral şaşırdı: ‘Ama Mösyö Molière,’ dedi büyük bir merakla gözlerini muhatabının gözlerine dikerek, ‘herkes oyununuz merhametle alay ettiğini ileri sürüyor...’ ‘Majestelerinin dikkatini çekmeme izin buyurunuz’ dedi kralın ahbabı içtenlikle. ‘Gerçek merhamet var, sahte merhamet var.’”
Gerçekle sahtenin farkını sanat aracılığıyla anlatmak hiçbir dönemde kolay olmadı. Molière bu oyunun temsili için çok uğraştı. Defalarca yasaklandı, davalar açıldı, son iki perdesi tekrar yazıldı, ismi değiştirildi, halk huzurunda okumanın, dinlemenin aforozla cezalandırılacağı söylendi. Kır hayatından hoşlanmayan Molière taşrada inzivaya çekilmek zorunda kaldı. Yasaktan birkaç yıl sonra 1667’de tekrar sahnelendi. Tartuffe’ün ilk temsili Paris’te olay oldu, oyunun hâsılatı o güne kadar görülmemiş bir düzeye çıktı ve uzun yıllar bu şöhretini korudu.
Müsveddeler yanmaz!
Molière daha sonra yazdıklarıyla da en çok hatırlanan oyun yazarı oldu. Bulgakov, onca başarının altına imza atmış bir sanatçının gömülmesine izin verilmediğini söylüyor biyografik romanında. Karısı Armande Kral’a yalvarıyor. Kral rahibe soruyor. Rahip, “kural kutsal toprağa gömülmesini yasaklıyor” deyince, Kral, “peki, kutsal toprağın derinliği ne kadar oluyor” diye soruyor. “Yüz yirmi iki santime kadar majesteleri” diye yanıtlıyor. Kral da ona “Yüz elli santime gömülebilir isterseniz başpiskopos” diyor.
Molière’den üç asır sonra benzeri sıkıntılarla bu dünyadan ayrılan Bulgakov, “ustasının” son ânını yazmış: “Bir sokakta bir pencere açıldı, bir kadın göründü ve kadın tumturaklı bir sesle sordu; ‘Kimi gömüyorlar’, ‘Molière diye birini’. Bu Molière, Sanit Joseph Mezarlığı’na götürülerek burada intihar edenlere ve vaftizsiz ölen çocuklara ayrılmış bölüme gömüldü.”
O günden tam doksan yıl sonra Molière’in kemikleri mezardan çıkarılmak istendiğinde kimse tam olarak gömüldüğü yeri gösterememiş. “Belki de başka birinin kemikleri onurlandırıldı” diyor Bulgakov. El yazmaların yandığı ve bir bağnazın mektuplarını yok ettiği söyleniyormuş.
Bulgakov’un el yazmaları Stalin’in korkunç politikasıyla bile yok olmadı. Usta ile Margarita’nın sonunda, şeytan Woland, Usta’nın eserini “müsveddeler yanmaz” diyerek geri veriyor. Bulgakov gerçekten bir ara bunalıp onları yakmış ama onlar bu yüzyılın en önemli romanlarından birine dönüştü. O oyunlarıyla ölümsüzleşen bir yazarı, Molière’i başka bir kitapla taçlandırdı. Bu ülkede ve dünyada Molière’in oyunları hâlâ aynı ilgiyle izleniyor. Aslında çok karmaşık değil, anlamak isteyen için durum fevkalade sarih. İz bırakan hayat hikâyeleri, eserleriyle birlikte yaşar, yasaklara ve onları ısrarla dayatanlara rağmen!
(Molière Efendi, Mihail Bulgakov, Everest Yayınları, Çev. Özdemir İnce)
(Üstat ile Margarita, Mihail Bulgakov, Everest Yayınları, Çev. Sabri Gürses)
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 14:57:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!