Derin kökleriyle tutunduğu uçurumun ucundan, kambur bir ihtiyar gibi toprağa bakan fıstık çamının altındaki kır kahvesinde, ilk cümleyi bomboş bir sayfaya hiç düşünmeden yazdım: “Bütün yalnızlıklar birbirine benzer.” Sonra birden anlamsız gelen o basit cümlenin üzerini jiletle bembeyaz bir tene kesik atar gibi kırmızı bir kalemle incecik çizdim. Bakışlarım yavaş yavaş yerde uyuyan yavru kedinin, altına sığındığım kimsesiz ağacın oradan da puslu boğazın üzerinde gezinen ‘sessiz gemilerde’ dolaştıktan sonra nihayet tahta masanın üzerindeki o sepya fotoğrafın üzerinde durdu ve orada öylece kaldı. İşte tam o anda, ilk cümleyi tekrar yazdım: “İnsanın yalnızlığı kendisine benzer, biz faniler hayatımızın eksikliğine tahammül edemediğimiz kadar yalnızız.”
Kapağında “Gemi Elli Yıldır Sessiz” yazan kitaptaki badem bıyıklı, çukur çeneli, tombul yanaklı adam, hem o fotoğrafın kahramanıydı, hem de orada değildi. İri cüssesini şefkatle saran çizgili ropdöşambrıyla, tek kişilik karyolasının yanında fanilerin dünyasına ait değilmiş gibi oturan büyük şair, dizlerinin üzerinde duran kalın kitaba bir lord edasıyla bakıyordu. Ama nedense diplomatik ciddiyetine rağmen bakanın içine işleyen katı bir yalnızlık duygusu hâkimdi fotoğrafa. Küt parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı tutma biçiminden mi bilmiyorum, o solgun yalnızlığı bile başkalarınınkine pek benzemiyordu. Yanındaki mermer konsolunun üzerinde duran gümüş sırlı aynaya baktığında, hayatı boyunca ‘yuvasını’ arayan küçük bir oğlan çocuğu mu görüyordu, yoksa bencilliğini besleyen kibirli bir ifade mi? Daha çok hangisiyle karşılaştığını hiç bilemeyeceğiz. Bu sorunun cevabı da onun mistik dünyasını zenginleştiren diğer sırları gibi aramızdan elli yıl önce ayrıldı.
Tanrı’nın sihirli işaretleri...
Yahya Kemal’in bir telkari ustasının incecik gümüş telleri işler gibi beyaz sayfalara nakşettiği el yazmalarına, şiir taslaklarına, mektuplarına bakarken, öteden beri onunla ilgili hissettiklerim ansızın karşılığını buluverdi sanki. Halbuki Münir Nurettin’in kırık, tozlu sesini dinleyerek dolaştığım o boş salonda beni şaşırtan, bilmediğim hiçbir şeye rastlamamıştım. Onun eşyayla, şiirle, hayatıyla, dünyayla kurduğu o ‘aidiyetsizlik’ ilişkisi birdenbire insancıl bir hale büründü. Eski harflerle yazılmış, Tanrı’nın sihirli işaretleri gibi görünen mısraların hayatındaki karşılığını düşündüm bir süre. Her biri onun bu dünyadan gelip geçişini farklı hikâyelerle anlatıyordu.
Annesinin ölümüne sebep olduğunu düşünen bir oğlan çocuğunun, yuvasını terk ettikten sonra yalnızlığı bir seçimmiş gibi yaşamasına kimse inanmadı. En başta kendisi! Paris’te okurken yıllarca kendisine para gönderen babasına duyduğu minnettin ezikliği, son ana kadar aşık olduğu Celile Hanım’la (Nâzım Hikmet’in annesi) evlenmemek için uydurduğu bahaneler, düelloya davet ettiği dostlarıyla yaşadığı karmaşık ilişkiler... Kendi üzerine kapanan o acı, derin köksüzlük...
Belki de o boşluk yüzünden karanlıktan çok korktuğunu yakın bir dostuna itiraf eden şairin, insanların evine kaçtığı, seslerin kuytuya çekildiği ıssız saatlerde yazdığı Deniz şiiri, kendisine benzeyen gösterişsiz yalnızlığını güzel anlatıyor bence: “Bir gün deniz ölgündü. Bir oltayla balıkta, / Kuşlar gibi yalnız, yapayalnızdım açıkta. / Şehrin eleminden uzak bir merhaledeydim /Fanileri gökten ayıran perdeye değdim...
Tanpınar ve içki...
İtiraf etmeliyim ki ‘öksüz’ şairin hayatına dair ayrıntıları, yaşadığı dönemin siyasi çalkantılarını, edebiyat dedikodularını, aşk hikâyelerini Beşir Ayvazoğlu’nun harikulade kitaplarından öğrendim. Roman-biyografisiyle (Bozgunda Fetih Rüyası) dünyada başka bir benzeri olmadığını düşündüğüm ansiklopedik biyografiyi (Eve Dönen Adam) okuyunca bizim de bir gün yazarlarına kıymet veren bir toplum olacağımıza dair acayip hülyalara kapıldım.
O ansiklopedinin maddelerin biri de ‘içki’. Öğrencisi ve ölene dek dostu olan Ahmet Hamdi Tanpınar, onun içki alışkanlığını bir akademisyen gibi anlatıyor: “Alkol, afyonla birlikte Baudelaire’in realiteden kaçmasını yahut yaşama gücü kazanmasını sağlayan bir rüya ve hayal imkânıdır; onun ikliminde her şey unutulur yahut kimlik değiştirir. Yahya Kemal için de aynı şey söylenebilir.” Sağlığını bozmayı isteyecek kadar çok içiyordu, diyor kibarca.
Bir ip cambazı gibi...
Asıl adı Ahmet Agâh olan, kendini genellikle berbat hisseden bu kocaman adamı, ipte ayakları titremeden yürüyen bir cambaza benzetiyorum ben. Biraz sarsılsa düşüverecekmiş gibi hayata tutunuyor ama hiç düşmüyor. Bilinen ve kolayca tarif edilen hiçbir kalıbın içine sığamıyor. Kendisine has, çok belirgin olmayan ancak sezilebilen garip bir tutarlılığı var. Benim gibilere çok itici ve uzak gelen kaygan milliyetçiliğini, Türkçülüğünü, neredeyse bütün dostlarıyla kavgalı olmasına sebep olan o zehirli hırsını ‘sonsuzluk’ hissine benzeyen tek bir mısraıyla perdeleyebilen çok derin bir kavrayışa sahip. Lisanının eşsiz müziğinden ve hayal gücünün büyüsünden kaçamıyorsunuz. Hakkında bildiklerinize rağmen, hayatın tabii ritmine uyumlu sözcüklerin sesiyle dinginleşerek huzuru, tevekkülü, bağışlamayı hatırlıyor, kendi hakikatinizden uzaklaşıyorsunuz.
Tanpınar’a göre onun din meselesinde de bir teklifi veya inkârı yok. Tanrı’yla arasına herhangi bir kurumu sokmaktan hoşlanmayan Yahya Kemal’in dinle ilişkisi epeyce yadırganıyor. “O her şeyden önce bir estetti; İslamı Kur’anda değil, Sinan’ın Süleymaniye’sinde, Yesari’nin hattında, Itri’nin Tekbir’inde arıyordu” deniyor.
Deruni ahenk
Yahya Kemal, kendisinden sonra gelen genç neslin kendi şiir anlayışından uzak durduğunu düşünüyordu. Beşir Ayvazoğlu, şairin ‘Mısra benim haysiyetimdir’ derken kastettiğinin ne olduğunu kitabında anlatmış: “Ona göre nağmeye dönüşmeyen söz şiir olamazdı; bu bakımdan bir şair olarak cevheri buluncaya dek çalışmayı haysiyet meselesi olarak görüyordu.”
Onun bu coğrafyanın şiir dünyasına hediye ettiği en özel kavramlardan birisi ‘Deruni ahenk’ bana kalırsa. ‘Ses’ yaratmasını bilen şair, kelimeleri öylesine bir araya getirir, öylesine bir istif yapar ki, mısra adeta kanatlanırdı. Ona göre şiir her şeyden evvel ritm sanatıydı.
Vasiyet eder gibi...
Aslında ben kanatlanan o mısraların müziğinden ziyade anlamı ve edebi gücü itibarıyla okuyanların içinde derin uçurumlar açan şiirlerini nasıl bir hissiyatla yazdığını merak ediyorum. Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar / ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar... diye başlayan şiir hangi acılardan süzülerek yazılmıştı? Belki biraz saf bir düşünce ama böyle eşsiz mısraları sadece onun gibi saadeti ‘kavuşamamakta’ arayanlar yazabilir gibi geliyor bana.
Abdülhak Şinasi Hisar da onu özel kılan sebepleri merak etmiş: “Şair bu mertebeye ermek için kaç kitabın tesiri altında kalmıştır? Kaç üstad ve inanç değiştirmiştir? Kaç çile doldurmuştur? Kaç hırs ve sükûnet, rüya ve hakikat fasılları yaşamıştır,” diye soruyor. Bu soruların cevabı, sanırım Yahya Kemal’in hiç kimseninkine benzemeyen o incelikli şiir dünyasında ve çok katmanlı maneviyatında saklı.
1937 yılında Rindlerin Ölümü şiirinin gazetede yayımlandığını gören Hisar, şaire “İnşallah daha pek uzun bir müddet yaşarsınız, fakat sonuncu gün bu kıt’anız mezar taşınıza hakk ettirilmeli değil mi” deyince, Yahya Kemal yanındaki dostuna vasiyet eder gibi “pek doğru söylüyor, ben ölünce öyle yapmalı” demiş. Hisar, o son günü şöyle anlatıyor: “Robert Kolej’in küçük yokuşundan çıkılırken, tabut, sağda bir noktada durdu. Burası mezarı için ayrılan yerdi. Kazılan çukurun yanında genç bir servi bulunuyordu. Bu kaydolmasını istediği mısraının selvisi gibi görünüyordu.”
Sanırım o vasiyet yerini bulmamış. Ama artık Boğaz’ın narin kuşları, loş bir otel odasında ömrünü yalnız tüketmiş büyük bir şairin hiç ölmeyeceğini anlamamızı istiyor. İşte bu yüzden o kuşlar, lacivert denizin kırmızı pelerinini giydiği saatlerde, kızıl ufka doğru kanatlanırken ‘fanileri gökten ayıran perdeye değer gibi’ kulağımıza o ‘haysiyetli’ mısraları fısıldıyor: Ölüm asude bir bahar ülkesidir bir rinde; / Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter / Ve serin serviler altında kalan kabrinde / Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter!
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 12:18:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!