Mısır’da Düşsel Bir Gün Ve Necib Mahfuz

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Mısır’da Düşsel Bir Gün Ve Necib Mahfuz

Sarı yazın ışık oyunlarıyla tükenmekte olduğunu fısıldayan gökkuşağı, dev bir tuval misali binaların arasından sihirli renkleriyle belirince mandalina ağaçlarımın toprağını yenilemeye karar veriyorum... Muradım sadece ömürlerini uzatmak değil, kendimi de onların cansuyuyla yenileyip masalsı diyarlara yolculuk etmek. Köklerine zarar vermeden kurumuş topraklarını silkelerken başka bir coğrafyada soluk almak istiyorum. Artık gündelik hayatımızın bir parçası haline gelen savaşın, felaketlerin, düşmanlığın uzağında bir yer. Dünyada öyle bir yer kaldı mı bilmiyorum ama hayal kurmaya başlayınca oluyor.

Yüzümü yalnız bir ay çiçeği gibi merhametli güneşe doğru çeviriyorum. Kocaman bir el yüzümü kapatınca toprak yığınının dibine usulca çöküyorum. İşte ordayım. Biraz evvel dalından kopardığım portakal çiçeklerinin taçyapraklarını parmaklarımla ezince hava yanık vanilya kokuyor. Parke taşlı dar sokaklardan, loş tünellerden geçip geniş meydanlardaki çarşılara varıyorum. İnsanlar iç avlularda oturuyor; henüz şehri kırbaçlayan yağmurlara terk edip odaların mahrem sıcaklığına sığınmamışlar. Güzün kısalan gölgeleri, tezgâhlardaki rengârenk meyvelerde, kehribar tespihlerde, genç kızların utangaç yüzlerinde, erkeklerin damarlı alınlarında dolaşıyor. Büyük, kemerli revakların altında durup rüzgârların okşadığı palmiye ağaçlarına bakakalıyorum. Etrafımdaki nesneler, kıpırtılar, sesler geldiğim yeri büsbütün unutturuyor. Baharatlı bir kadın sesi duyuyorum sonra. Genizden yükselen keskin, hışırtılı Arapçasıyla ürperten bir ilahi mırıldanıyor; Uğrunda ölecek kadar büyüktür sevgim/ tutkum önümde, kaderim arkamda... Bu ilahiyle birlikte Mısırlı yazar Necib Mahfuz’un neredeyse bütün romanlarında tarif ettiği Kahire’nin büyülü sokaklarından birinde olduğumu fark ediyorum. Arkamdaki kalabalığın hep bir ağızdan “Allah” kelimesini zikrettiğini işitiyorum. Said, Hırsızlar ve Köpekler romanından fırlayıp oraya gelmiş. Bir zamanlar aydınlık olan umutlarının nasıl birer birer söndüğünü anlatıyor.


Toplumun sırlı aynası...

Kadının harmanisinden uzanan kınalı elindeki çiçeklerden yayılan rayihayla sarhoş olmuşum. Şehir amber, misk, hintsümbülü, portakal çiçeği, kâfur gibi kutsal kitaplarda sözü edilen cennet çeşmelerinden akan kokularla yıkanmış sanki. Devrimlerin, zulmün uğultusu zamanın aşındırdığı kubbelere, mezar taşlarına, bahçe duvarlarına sinmiş. Kahvelerden birine girip oturunca caddenin karşısındaki konağın vitraylı pencerelerinde beliren başka bir kadın görüyorum. Divanda oturup sohbet edenler, nargilelerin mavi dumanıyla halelenmiş bambaşka bir âlemde dolaşıyor. Duvara asılmış radyodaki cızırtılı konuşmayı duymuyorlar. Beni görmüyorlar. Onların arasında Mahfuz’un roman kahramanlarından biri gibi dolaşıyorum. Bu oyun hoşuma gidiyor. Gerçeğin ne türden kırılmalarla dağılıp hayale dönüştüğünü kimse bilmiyor.

Oğlanları kahvesine davet etmekten hoşlanan kahveci Kirşa yanıma gelip birer birer Midak Sokağı’nın sakinlerini tanıtmak istiyor. Berber Abbas’ı, dilenci olmak isteyenleri para karşılığında sakatlayan Zaide’yi, çapkınlığıyla meşhur Elvan Salim’i, mahallenin gözdesi Hamide’yi, Şeyh Derviş’i anlatıyor. Arada uyarıyor; “Sakın benim gibi uyuşturucu satan bir eşcinseli yaratan Mahfuz’un ‘şeffaflığı’ kafanı karıştırmasın. O hayatı olduğu gibi, günahlarıyla, kusurlarıyla, hediyeleriyle, sürprizleriyle resmetmeyi sever. Kahramanlarını yargılamaz. Onları oldukları gibi kabul eder.” Tarçınlı çayımdan bir yudum alıp söylediklerini kavramaya çalışıyorum. O sırada Doktor Buşi, Kamil’le konuşuyor: “Öbür dünyada ne giyeceğini düşünüp kaygıya kapılma. İnsan yeryüzündeki zamanın çoğunu çıplak geçirir, ama ne kadar yoksul olursa olsun, mezarın eşiğini geçerken çıplak olmaz.”

Onları dinlerken Hamide’yi görüyorum, benim gibi portakal kokulu hülyalara dalmış. O da hayatını değiştirmek istiyor ama kaderine hükmedemeyeceğine inanan bütün insanlar gibi kendini çaresiz hissediyor. Bir kafeste kapalı kalma duygusunu hissedebiliyorum. Hayata, erkeklere, topluma meydan okumanın çekici güveniyle kahvede kendini süzen adama bakıyor. Ben onun iri kara gözlerinde merak eden bütün kadınların kendilerini keşfetmek istediklerinde zihinlerini, bedenlerini kuşatan o kışkırtıcı pırıltının yansımasını görüyorum. Mahfuz, onu sade cümleleriyle gösteriyor bana: “Hamide’nin hayallerinin önünde hiçbir engel yoktu, zira dizginlenemez kibri ona büyük bir güç ve muazzam bir kendine güven duygusu veriyordu. Dolayısıyla adamın etkileyici bakışlarına çekingenliğe ve tereddüde kapılmadan karşılık verdi. Adamın bakışlarındaki derinlik ve duygusallık, Hamide’nin duygularının keskinleştirdi, içgüdülerini harekete geçirdi... Hamide pusulanın içindeki kutupların çekim gücünü hisseden iğne gibi adamın çekim gücünü seziyordu... Adam sokaktan ayrılırken, gözleriyle onu izleyen Hamide içenden ‘Yarına’ diye mırıldanıyordu.”

Ortadoğu’nun ‘Balzac’ı olarak kabul edilen Mahfuz’la düşsel bir seyahate çıktığım gün, kopuk düşüncelerden oluşan ada parçacıklarının üzerinde zamandan kopuk bir bilinçle sıçrayarak böyle avarelik yapıyordum işte...


İskenderiye’nin kozmopolit çağı...

İsmi Naguib Mahfouz olan, ‘hakikat sırrını arayan dervişle’ İskenderiye sokaklarında da dolaşmak isterdim. 1940’lı yıllara kadar orayı bir Avrupa şehri olarak hatırladığını söyleyen yazar, o dönemde sokaklarda Arapçadan çok İtalyanca, Rumca, Fransızca ve İngilizce duyulduğunu söylüyor. Mısırlılar yabancılara eşit haklara çok sonraları sahip olabilmiş. Pek çok Yunanlı ve başkaları akıcı bir Arapça konuşmaya başlamış. İskenderiyeliler, dinleri ne olursa olsun, insanların birbirlerini ziyaret ekmelerini, okula beraber gitmelerini, komşularla birlikte yemek yemelerini, birbirlerinin evlerine kalmalarını hatırlıyormuş. Sanırım Mahfuz’un sert, eleştirel ‘toplumsal gerçekçi’ üslubunu yumuşatan, İskenderiye’nin, Mısır’ın kozmopolit altın çağına tanıklığıydı. O her ne kadar yazarlığının başlangıç yıllarında İngiliz işgaline karşı çıkan hikâyeler yazdıysa da, 60’lı yıllardan sonra eski görkemini yitirmiş İskenderiye’yi de kendi penceresinden anlatmıştı.

Her biri farklı sebeplerle sürgün hayatına mahkûm edilen karakterlerin Miramar Pansiyon’da buluştuğu romanın ilk cümleleri, dönemin sosyal ve siyasi gerçeklerini –kimilerinin bir türlü anlayamadığı gibi– tasavvufî, edebî, felsefî bir derinlikle yazılabileceğini gösteriyor: “İskenderiye. En sonunda. Çiy Damlası Sultanı İskenderiye. Beyaz haleli bahar. Gök suyuyla ıslan sevincin kucağı. Bal ve özlem duygusunun özü. Devasa eski yapı yine dikiliyor karşıma. Onu tanımamak mümkün mü? Kendimi bildim bileli onu bilirim. Yine de ortak bir geçmişimiz yok gibi bakıyor bana. Rutubetten duvarlarının boyası dökülmüş bu yapı, karanın Akdeniz’e uzanan yeşil akasyalarla bezeli parçasına hâkim, ta ki mevsimi gelince aralıksız patlayan silahları duyuncaya dek.”


Yazar açık sözlülüğün bedelini ödemeye hazır olmalı...

Onun anlattığı mahallere hiç benzemeyen semtlerde büyüyenler de pekâlâ biliyor aslında.
Mahfuz, sıradan gündelik sıkıntıları, tutkuları, ihtirası, çelişkileri insanlığın acısının ‘ortak’ olduğunu hatırlatarak anlatır. Okuyanı kışkırtan, soru sorduran benzersiz bir dürüstlük anlayışı var. Vaktiyle El Ehram gazetesinde dizi roman olarak yayımlanan Mahallemizin Çocukları (Cebelavi Çocukları) nedeniyle başkanlık sarayına şikâyet edildi, kitabı yasaklandı, köktendinciliğin yükseldiği yıllarda düşmanları çoğaldı ve nihayetinde bıçaklı saldırıya uğradı. Daha sonra mahkemede ifade veren saldırganları kitabı hiç görmediklerini söylemişler. Hatta bazıları cezaevinde okuyup, hiç de kendilerine anlatıldığı gibi “dine hakaret sayılan şeyleri içermediğini” mahkeme ifadelerinde belirtmişler. Ne kadar tanıdık değil mi?

O suikasttan şans eseri kurtulan yazar, Nobel ödülü aldıktan hemen sonra Paris Review’da “Bir yazar mutlak özgürlüğe sahip olmalı mı” sorusunu bakın nasıl cevaplamış: “Size tam olarak ne düşündüğümü söyleyeyim. Her toplumun korumaya çalıştığı gelenekleri, kanunları ve dini inançları vardır. Zaman zaman değişim isteyen bireyler ortaya çıkar. Toplumun kendini savunmaya hakkı olduğuna inandığım kadar bireyin de karşı çıkmaya hakkı olduğuna inanıyorum. Eğer bir yazar, toplumunun, kanunlarının ya da inançlarının artık geçerli olmadığı sonucuna varmışsa konuşmak onun görevidir. Ama bu açık sözlülüğünün bedelini ödemeye hazır olmalıdır. Eğer bedeli ödemek istemiyorsa sessiz kalmayı tercih edebilir. Tarih, düşüncelerini açıkladıkları için hapse giren ya da yakılan insanlarla dolu. Ben her iki tarafı da savunuyorum, ifade özgürlüğünü de, toplumun kendini savunma hakkını da. İşlerin doğal akışı budur.”


Gevezelik değil has edebiyat kalıyor

Yazar, büyük ölçüde katıldığım bu düşüncelerini dengeli bir cevapla okur kaybetmemek adına yapmadı muhtemelen, zaten Nobel’den sonra böyle bir ‘arabuluculuğa’ ihtiyacı da yoktu. Edebiyatını sahih kılan, son âna kadar onu sadece kendi ahlak kurallarının ölçüsüyle yaşatan samimiyeti sayesinde kırktan fazla romanı ve yüzlerce hikâyesiyle evrensel bir yazar oldu. Kendi toplumunun kurallarını, ‘ahlakçılığını’, devrimlerin olamamışlığını eleştirirken kullandığı dili önemsiyorum doğrusu. İz bırakan bir yazar olmanın ölçüsü sadece edebî metinlerde saklı değil çünkü. Kendisine benzemeyenlerin tercihlerini eleştirirken kullandığınız üslup da kişisel tarihinizde kolayca silinmeyecek izler bırakıyor. Tam da bu yüzden, mesela Nobel ödülleri için sığ teoriler üretenler, bir yazarın katli için fetva verenler, ‘ötekileştirirken’ dilin ahengini, zarafetini, gücünü reddedenler unutuluyor, geriye has edebiyatla insanların hayatlarına sokulabilen yazarlar ve eserleri kalıyor. Bir de eserlerindeki kahramanlarıyla buluşan hikâyelerimizle, doksan beş yıl yaşayıp yazdığı kadim bir şehre dair hayal ettiklerimiz...

Mahfuz’un sanatçı dostlarıyla buluştuğu tarihî Vişavi kahvesinde oturuyorum. Edebiyat tarihine miras bıraktığı hikâyeleri, romanları sayesinde onunla sohbet edebiliyorum. Portakal çiçeği kokan avucumu açıp hayat çizgime bakıyor. Pek bir şey görememiş, ‘bilinmezlik’ iyiymiş. Kaderimizi bilememek Tanrı’nın bize bağışladığı bir lütufmuş. Hayat bizim sandığımızdan çok daha karmaşıkmış ama bir insanın hayal etmeye cesaret edemeyeceği kadar da basitmiş. Sanırım böyle dedi. Son cümleyi nereden hatırlıyorum?

(Miramar, Necib Mahfuz, Turkuvaz Yayınları, Çev. Suat Ertüzün; Midak Sokağı, Necib Mahfuz, Çev. Leyla Tonguç Basmacı)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:24:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan