bildiğim bütün şarkıları söylerdim sana
sen bana yalnızca bakardın
ve susardın derin uçurumlar gibi
saçlarının kokusu sinerdi tüm şehre
tüm şehir saçlarından geçerdi bütün bir gece
Özgür olmak gibi bir istekleri yoktu; arabaya koşulsalar, taşımakta zorlandıkları yüklerin altına sokulsalar da sıcak bir yuvanın huzuru onlara yetiyordu. Çünkü onlar bu evlerde doğmuş, dünyaya gözlerini bu evlerde açmışlardı. Bilmiyorlardı dağları, dağlarda nasıl bir hayatın kendilerini beklediğinden habersizdiler. Belki merak ediyorlardı bazen, yamaçlarda yankılanan kişneme seslerini duyduklarında… Soydaşlarının umarsızca, o tepe senin bu vadi benim, özgürce dolaştıklarını düşünüp heves ediyorlardı belki de. Ama yok! Burası onların yuvasıydı, sırtına da binseler, yüklerini de taşıtsalar bu insanlar onların ailesiydi.
Sahipleri de istemezdi elbet onlardan ayrılmayı. Belki çocuklarıyla birlikte büyütmüş; ateşten daha kızıl ya da ak köpükten daha beyaz yeleleri uzadıkça, çocuklarının saçlarını okşar gibi okşamışlardı. Beslemiş, korumuş, emeğinden yararlanmış, belki bir gereklilikle, ama daha çok da bir vefa borcuyla onları sahiplenmişlerdi.
Fakat ne yazık ki, gün olmuş devran dönmüş, hayatın akışı, birbirine sevgi, merhamet ve sadakatle bağlı bu iki tarafın ayrılmasını zorunlu kılmıştı.
Aslında bu, tam da hayatın akışının bir tezahürüydü; Müslümanlığı kabul ettikten sonra Türkler, at eti yemeyi bırakmış, yaşlanan, ihtiyaç dışı olan atları, doğada başka atlar olduğunu ve onların arasına karışarak hayatlarını sürdürebileceklerini bildikleri için vahşi doğaya bırakmayı, bir gelenek haline getirmişlerdi. Hatta kimi bölgelerde yılkı kültürü bir at yetiştirme biçimiydi. Bağ bahçe işleri bitip kış yaklaştığında bakamayacaklarını düşündükleri atları yılkıya salar, kış bittikten sonra da yeniden çıkıp yakalar ve atlarla olan ortak hayatlarına kaldıkları yerden devam ederlerdi. Bu, çoğu zaman, aynı atın tekrar yakalanması imkansız olduğundan yakalanan herhangi bir atın eve getirilmesiyle sürerdi. Yani kimsenin atı olmazdı, bir at seneden seneye farklı insanların hizmetine girerdi.
gri bir sabahı bekliyordum
parmaklarımın ucunda dolaşarak
binlerce renk ve kokuyla geldin
bir yığın çarkıfelek
bir yığın açelya
ve tepeden tırnağa buluta kesmiş şebboylar gibi
Anadolu şairlerinin piri Homeros, İlyada ve Odisea’da Troia’dan (Troya veya Truva) İda’ya kadar olan Kuzey Ege sahil şeridini, bu bölgede yaşananları efsaneleştirerek anlatır. 9 yıl süren Troia Savaşları’nın, İda Dağı’nda yapılan güzellik yarışmalarının, Homeros’un doyulmaz tatta anlattığı efsanelerin geçtiği bu bölge, her gidişimde yepyeni heyecanlar duyduğum, keşiflere keşif eklediğim gezilesi yerlerdir.
Çanakkale’de müthiş bir duygu sağanağının altına girmek, buralar hakkında birşeyler okuyan, bilen ve yolu düşen her ölümlünün yaşadığı bir ürpertidir sanıyorum. Geçtiğiniz yollarda dağ, tepe aşarken gözünüz hep bir yerlere kayıyor. Tabyalar, siperler, kaleler, kitabeler, destanlar... Sanki her taşın, her ağacın arkasından, elinde geniş ağızlı kılıcıyla ya bir eski Yunanlı ya da ucu süngülü mavzeriyle bir Anzak askeri çıkıverecek karşınıza. Sağa sola bakınırken bir el omzunuza dokunup “Ben Homeros’um; gel gezdireyim seni” diyerek, elinizden tutacak. Gösterişli giysisiyle bir Akha kumandanı: “Gel gir şu ata, Troia’yı alalım; sana da ganimet var” diyecek. Bir başka ses çınlayıverecek kulaklarında: “Yaaaaat! Şarapnel geliyooor! ”
Bilmem, buralarda gezip dolaşanlar bunu benim kadar hissetmişler midir? Fakat Homeros’un İlyada ve Odisea’sına burnunuzu gömüp de, “Şimdi oralarda olmak vardı” demişseniz, bu duygular en az benim kadar sizin de yüreğinizi kanatlandırmıştır.
İstanbul dünyanın en güzel şehri diyenlere itiraz edeni duymadım. Çünkü, dünyanın güzellikleriyle ünlü tüm şehirlerinin, öyle ya da böyle benzer özeliklerini taşıyan şehirler de var. Ama İstanbul bir başka, İstanbul eşsiz. Bu gerçek, bugün olduğu gibi yüzlerce yıl önce de böyleydi, sonsuza kadar da böyle olacak.
Ferhedilmesiyle bir çağı kapatıp, yepyeni bir çağ başlatan başka hangi şehir var? İşte bu yüzden İstanbul yüzlerce yıldır eşsiz bir şehir.
Her güzelin bir kusuru var demiş ya atalarımız; bizim güzeller güzeli prensesesimizin, İstanbulumuzun da bir değil belki birkaç kusuru var. Ama bizi en çok üzen trafiği. Yollarda adım adım ilerleyen araçlar, egzoz dumanı, motor gürültüsü... Penceremizin, kapımızın önüne kadar park edilmiş araçlar...
Lâdik’e doğru yola çıkarken aklımızda bir tek şey vardı; dünyaca ünlü, geleneksel Lâdik Halısının dünden bugüne hikayesini anlatmak. Bunun için de ilk gördüğümüz, anayolun kıyısındaki küçük mescidin önünde durduk. Namaz vakti olduğu için mescitten çıkan cemaate halı tezgahlarına nasıl ulaşabileceğimizi soracaktık.
Öyle de yaptık. Cemaatin “belediye başkanı size yardımcı olabilir bu konuda” demesinden biraz işkillensek de sonu hüsranla bitecek bir “Lâdik Halısı Hikayesi” yazacağımız aklımızın kıyısından bile geçmiyordu.
Belediye başkanının kapısından içeri girerken de yazacaklarımızın güzel bir hikaye olacağını hayal ediyorduk. Bu arada belediye başkanının odasına kadar kimseye rastlamadan, kimse tarafından sorgulanmadan, bir güvenlik önlemiyle karşılaşmadan girişimiz de bizim gibi “İstanbullular” için fazlaca şaşırtıcı, bir o kadar da imrendiriciydi.
Şişli, İstanbul'u gezmeye gelenlerin görmeden dönmedikleri bir semt değil belki, ama İstanbul tarihinin en dramatik sahnelerine ev sahipliği yapmış bir yerleşim bölgesi. Beyoğlu yangının bir bakıma zorunlu olarak doğurduğu Şişli, bir taraftan imparatorluğun kaybettiği topraklardan gelen göçlerle genişlerken, diğer taraftan art arda inşa edilen zengin konaklarıyla oluşmuş bir semt.
Osmanlı'nın en zor dönemden geçtiği yıllarda İstanbul'un yaşamı da renkleniyor, şenleniyordu. Şişli, bu çelişkinin belki de en belirgin unsuru oldu. 19. yüzyıl sonları, 20. yüzyılın başlarında Şişli, İstanbul'un ünlü yabancı zenginlerinin, yangın sonrası Beyoğlu'ndan bu tarafa doğru kayan azınlıkların, Osmanlı paşalarının, yüksek memurların, devrin aydınlarının oturduğu, itibarlı bir bölge olmuştu. İstanbul sosyetesi denilebilecek kesimin yeni gözdesiydi Şişli.
Bilinenin aksine Şişli, üç bin yıllık İstanbul'un yeni sayılabilecek bir yerleşim bölgesidir. Öyle ki bugün Şişli olarak bilinen bölgede, Taksim'in kuzeyindeki tüm semtler gibi on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar herhangi bir yerleşimin olduğu kayıtlarda görünmüyor. 1850'li yıllarda buranın geniş bir kırlık olduğu belirtiliyor.
bir güvercin kondu ocak on yedi
önce gözlerime sonra kalbime
bir güvercindi evet ellerinden tanıdım
ellerinde bulutların kokusu vardı
gözlerinde yükseklerin buğusu
Kış gezmelerini ne kadar seversiniz bilmiyorum, ama böyle bir alışkanlığınız yoksa edinin derim. Çünkü öyle yerler vardır ki, içindeyken kendinizi bir masalın kahramanı gibi hissedersiniz.
Küçücük, donmuş bir göl düşünün, kıyısında İsviçre evlerinden biri, etrafı göğe metrelerce uzanan göknar ağaçlarıyla çevrili... ve o göknarların, yılbaşı kartpostallarından çıkmış gibi, karlarla kucaklaşmış görüntüsü… Bu manzaranın bir parçası olmak kadar güzel bir an var mıdır?
Bolu, sanki sonbahar ve kış mevsimini sevdirmek için yaratılmış bir coğrafya gibi gelir bana. Her biri, görenleri hayran bırakacak güzellikte, özel olarak tasarlanmış gibi duran ne çok yer vardır Bolu’da. Yedi küçük gölün adeta bir saklı cennet oluşturduğu, duvar takvimlerinin olmazsa olmaz manzaralarından olan Yedigöller… Kış turizminin gözde mekanı Kartalkaya, Sülüklü Göl, Çubuk Gölü, Sünnet Gölü ve daha birçok yer… Abant’ı unuttum sanmayın, onu sona sakladım. Kış gezmesi deyince herkesin ilk aklına gelen yeri nasıl unuturum.
'Cenneti bana tercih eden anneme'
ben dünde kaldım
çocukluğumda
ellerime sinen yarpuz kokusu
dilimi buran ışkın ekşisi
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!