Mesnevi Hikâyeleri Bedevî’nin Armağanı.

Fatih Lütfü Aydın
300

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Mesnevi Hikâyeleri Bedevî’nin Armağanı.

Tayy Kabilesi’nin Reisi Halife Hatem-i Tai,*
Çok severdi; cömertliği ve misafirperverliği.
Onun ülkesinde yaşıyordu, bir yoksul Bedevî*2.
Oldukça perişandı; kendisi, eşi ve evi.

Bedevî’nin Hanımı*3 fakirlikten*4 yakınıyordu her gün.
Bedevî ben ne yapayım diyordu, üzgün üzgün.
Kadın dedi ki “Götür bir testi yağmur suyu, halifeye,
Cömerttir, elbet karşılık verir böyle değerli hediyeye.
Nerden bulacak böyle tatlı, temiz suyu halife.”

Çaresiz yola düştü Bedevî, bir testi su ile.
Sundu onu, cömertliği ile ünlü halifeye.
Teşekkür etti Halife Bedevînin getirdiği suya.
Testiyi doldurttu ağız dolusu altınla.

Bedevî teşekkürler etti Halife Tai’ye.
Tai dedi “Konuğum, çölde yorulmasın,
Dicle Nehiri’nde gemiyle uğurlansın.”
Bedevî gürül gürül akan Dicle’yi görünce, dedi ki.
“ Bu nehrin yanında götürdüğüm de ne ki”.

Yaptığı bu işe çok ama çok utandı.
Halifenin cömertliğine hayran kaldı.

Mevlana söz eder, cüz akıl ve nefis evliliğinden, uyumundan.
Der “Böyle bir uyumla ancak tamlığa, Küll Akıl’a erer insan.

Nefis çölde giden ve bataklığı,
Vaha zanneden attır.
Cüz akıl sahibi sürücü, atı dizginleyemezse,
Onu dizginle yönlendiremezse,
Sonu perişanlıktır, bataklıktır.

Şeytani olan, duru, arınmış olmayan akılla,
Hayaldir vaha, at da sürücü de gömülür bataklığa.

06.11.2014
Saygılar ve Sevgiler.

*Hatem-i Tai cömertliğiyle Ünlü Arap şairi ve kabile reisi. Altıncı yüzyılın sonunda, yedinci yüzyılın başında yaşamıştır. İsmi Abdullah bin Sa’d’dır. Çok cömert olduğu için “Hatem”, Tayy kabilesinin reisi olduğu için “Tai” lakabı verilmiştir. Çok cömert idi. Kabilesinin yerleşmiş olduğu yerin etrafındaki tepelere ateş yaktırarak, yolunu şaşıranların kendisine gelip misafir olmasını sağlardı. “Hayra verilen mal, israf olmaz.” derdi.
Alıntı… http://www.turkcebilgi.com/hatem-i_tai

*2Bedevî, Arapların çölde yaşayanına denir. Mevlana’ya göre Bedevî sembol olarak, Akl-ı Küll*’den daha payını alamamış, Eksik (Cüzi, Az) İnsan Aklıdır. Akl-ı Cüz*dür. Arabî yani Arap ise sembol olarak, Akl-ı Küll’den payını almış, Kâmil (Tamlığa ermiş, tüm eksik özelliklerden, olumsuzluklardan ya da kötülüklerden arınmış) İnsan Aklıdır. Şu akıldan çıkarılmamalıdır ki, Kemâlatın (Tamlığın) Irkı, dili, dini olmaz, eksikliklerinden arınmış her insan Küll Akıl (Akl-ı Küll) ’a ulaşıp, Kâmil İnsan (Tam İnsan, tamlığa, bütünlüğe ulaşmış Bütün*1 İnsan (Bütün İnsanlar değil) olabilir.
* Cüz"i Akıl – Külli Akıl

Genellikle mutasavvıfların birçoğunda görüldüğü gibi Mevlânâ da cüz"i ve külli akıldan bahseder. Külli akıl bütün âlemin suretidir, insanların atasıdır, ona uygun hareket edilmelidir. Cüz"i akılda veya akl-ı meaşda var olan bilgilerin kaynağı külli akıldır. Külli akıl öğretmen, cüz"i akıl öğrenci gibidir. Peygamberler akl-ı küllidir. Külli akıl, ilim ve marifetin kaynağı olan ve peygamberlere vahiy getiren Cebrail"dir. Evliya"nın bilgi kaynağı da odur. Bundan dolayı mutasavvıflar hakîki bilgi için o kaynağa yönelmek gerektiğini her fırsatta ifade ederler.
Cüz"i akıl insanların tecrübe yoluyla dünyevi işler konusunda bilgi edinmelerini sağlayan beşeri bir akıldır. Buna akl-ı meaş da denir. Mevlânâ bundan bahsederken:
“Cüz"i akıl (dünya ile ilgili) sözlerimizde ve işlerimizde bize yâr olur, hâl bahsine gelince Lâl/hiç olur” diyor.13 O, asla ilâhî sırra vâkıf olamaz.
“Akıl, akla uygun olan her şeyin mucizesiz kabul eder. Mucizeye ihtiyaç gösteren hususları akıl tek başına kavrayamaz.” 14
Cüz"i akıl mezara kadar olan sahayı görebilir, ilerisini göremez. Diğer hususlarda Peygamberleri ve velileri taklit eder. Bu akıl mezardan ve topraktan öteye gidemez.15 Cüz"i akıl şimşeğin meydana getirdiği aydınlığa benzer, belli bir alanı bir an için aydınlatır, uzun mesafeler için kılavuz olamaz.16 “Aklı olan herkes bilir ki her hareket edenin bir hareket ettiricisi var, O"nu görmesen bile eserlerini görürsün.” 17Bu alanda, eğer (cüz"i) akıl rehber olsaydı Fahreddün-i Razi dinin esrarına vakıf bir âlim olurdu, oysa O"nun aklı şaşkınlığını arttırmıştır.18 (Razi, “aklın ulaştığı nihaî noktada ayağı bağlanır” demişti. Bkz. İbn Hallikan, Beyrut, 1977, IV, 250) Tasavvuf da bu anlamda akıl erlerin bağıdır. (İkâl-i akl-ı cüz"iden hâlâs ol. A. M. Hüdaî)
Alıntı… http://akademik.semazen.net/author_article_print.php? id=892

*1Babam (Kâbe) yi yaptı, taşı aldı dünyadan;
Ben geldim, (Gönül) yaptım, kapısı bütün insan.
Alıntı… http://www.ismailemre.net/guzelsozler.asp

Not: anlayabildiğim kadarıyla Mutasavvıf (Tasavvufçu, Arınmacı) İsmail Emre; Gönül Kâbe’sinin Taş Kâbe’den daha önemli
olduğunu vurguluyor. Gönül yaptım derken Tam, Bütün İnsan oldum demek istiyor. Kapı bir araçtır. Bir yere girmek için, bir yere
ulaşmak için araçtır. “Kapısı Bütün (Tam) İnsan” derken Bütün İnsan’dan manevi eğitim alarak o Bütün İnsan kapısını, aracını
kullanarak Kemâlata (Tamlığa) erdim ve Bütün İnsan oldum demek istiyor, bence. Yani Mürşid-i Kâmil olmadan tamlığa erilemez
diyor. Doğal olarak bildiğim kadarıyla, günümüzde Mürşid-i Kâmil (Tamlığa Ulaşmış Hakk Yolu Rehberi) bulunmadığından, bu rehber Kur’an ve
Evrensel Ahlak ve Hukuk İlkeleri* olmalıdır. Nasıl ki varacağımız yere ulaşmak için rehberin sözünü anlamak ve rehberi dinlemek
zorundaysak Kur’an’ı da anladığımız dilde okumalıyız. Okumaya ve Takva (Allah gözüne girme, ya da gözünden düşmeme
amacıyla, Hakk Rızası’na aykırı şeylerden sakınma) ya devam edersek Hz. Allah bizlere öğretmenlik *1yapacağını söylüyor.
* http://fatihltfaydin.tr.gg/Evrensel-Hukuk-ve-Ahlak-ilkeleri.htm


*1 Allah’ın öğretmenliği ve doğruyu yanlışı ayırd ettirmesi ayetleri,
Bakara Suresi
Yaşar Nuri ÖZTÜRK
282. Ey iman sahipleri! ……. Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor.

Enfal Suresi
Yaşar Nuri ÖZTÜRK
29.Ey iman sahipleri! Eğer Allah'tan korkarsanız, Allah size hakla bâtılı/iyiyle kötüyü ayırma gücü verir, kötülüklerinizi örter. Allah, o büyük lütfun sahibidir.


*3 Mevlana’da kadın (Nefsi Emmare) olarak simgelenir. Nefs-i Emmare (http://www.antoloji.com/nefsin-asamalari-siiri/) Özetleyecek olursak; Halife Tai Küll Akıl’a ermiş, Bütün İnsan. Bedevî daha Bütün İnsan olamamış, Akl-ı Cüz aşamasında olan ve Nefs-i Emmare’siyle (Sembol olarak hanımıyla) nefis mücadelesi veren insan.

*4 Mevlana’ya göre fakirlikten yakınmak, azmış ve lüks yaşam isteyen, vahşi (insanları acımasızca, çılgın bir tüketici yapıp köleleştiren) kapitalizmin büyüsüne kapılmış olan nefsin bahanesidir. Gerçekten aç açıkta, perişan olan kişinin hali değildir. Bu duruma örnek olarak bkz… Yağlı pilav (Vahşi Kapitalizim’in dayattığı lüks yaşam düşkünlüğü) *

Ya Hz. Hasan’ ın ya da Hz. Hüseyin’ in düşmanlarından birine, hem onu sevdiğini söylüyorsun hem de ona düşmanlık ediyorsun bu nasıl iştir diye sormuşlar. Kişi de onun sohbeti tatlı ama Muaviye ya da Yezid’ in de pilavı yağlı, tatlı cevabını vermiş.

Elbette ki yağlı pilav azgınca lüks yaşam ve her türlü yiyecek, içecek ve seyredilip birlikte olunan rakkaseler demek oluyor. http://www.antoloji.com/yagli-pilav-siiri/


06.11.2014 Fatih Lütfü Aydın

Hikmetler.
• Bir şeyin değer arz etmesi onun yokluğuyla müsavi*dir. Eğer bir şey bol olduğu halde sahibinin gözünde değer arz ediyorsa, bu cimrilik belirtisidir. Buna her şeyi kıyaslamak mümkündür. Mal, mülk, para….
Diyelim ki yüz bin lirası olan adam için on bin liranın bir kıymet ifade etmesi normal karşılanabilir, lâkin yüz milyon sahibi için on bin liranın kıymet ifadesi hayra alamet değildir.
• Bir şeyin değer arz etmesi yere ve zamana göre değişir. Bir tas soğuk ve tatlı suyun kıymetini uçsuz bucaksız bir çölde susuzluktan kavrulana sormak lazımdır. Yoksa Nil Nehri’nin kenarında ki nasıl bir nimete sahip olduğunu ne bilsin.
• Büyüklüğünün alameti ihsandır. İhsan etmeyen dünyanın tamamının sultanı da olsa bir şey ifade etmez. Bu hem maddî hem de manevî sahada böyledir.
*Müsavi: eşit.


Mesnevi’de Geçen Bütün Hikâyeler ve Hikmetler. Sh. 47 Mehmet Zeren BİLGE KÜLTÜR SANAT.

ÖZET
Bedevi ile karısı hikâyesinde Mevlânâ, insan benliğinin değişim ve gelişim seyrini anlatmaktadır.
Kadın ile sembolize edilen nefsin doyumsuzluğundan, tatminsizliğinden, memnun
edilemeyişinden, sürekli şikâyetinden bahsedilmektedir. Bedevi ile sembolize edilen akıl ise
kararlı, tutarlı, duyarlı ve isabetli yaklaşımları ile bilinmektedir. Kocasına sürekli fakirlikten
şikâyet eden kadın, kocasının ilkeli tavrını gördükten sonra pes eder, kocasına layık olmaya
çalışır, kocasının emrine amade olur. Kadının teslimiyeti ile nefsin akla ram* oluşundan
bahsedilir. Akılla yoldaş olan nefsin daha ileri noktada uzlaştığından, kesafeti terk edip
letafete büründüğü üzerinde durulur. Bu hikâye mahviyet eğitimini*1, fakr duygusunu, Allah
karşısında kulun hiçlik duygusuna sahip olmasını öngörmektedir. Nefsin kötülüğü emredici
konumundan safiyete erme sürecini izah etmektedir.

Alıntı.. http://dergi.cumhuriyet.edu.tr/cumuilah/article/download/1008000875/1008000871

*Ram olmak: Boyun eğmek, itaat etmek.
*1Fenafillah eğitimi. Bkz. Antoloji.com Mesnevi Hikâyeleri Nahivciyle Gemicinin Hikâyesi.

Mesnevî’nin ilk cildindeki 2252-2957. beyitler arasında yer alan ve
makalemizde konu edindiğimiz bu hikậ ye ise karısıyla fakirlik üzerine
konuşan ve maceralarından bahsedilen bedevinin hikậ yesidir. Bedevî ve
Arabî tabiri, çölde yaşayanlar için kullanılır. Arabîden maksat, Akl-ı
Küll’den zuhur eden kậ mil insanın aklıdır. Hikậ yede geçen bedevinin
karısı da nefsi simgelemektedir. Maddi lezzetlerden mahrum kalan nefis,
akla şikậ yette bulunmakta ve akla eziyet etmektedir. Akıl ise sabrın faydalarından
ve kanaatin yüceliklerinden bahsetmektedir. İşin sonunda
nefsi ikna eden akıl, nefsin hâlini düzeltir ve derecesinin yükselmesini
sağlar. Hikâyede nefisle akıl arasındaki ilişki dört aşamada ele alınmaktadır.
İlk etapta nefsin fakirlikten şikâyetine yer verilmektedir. Nefsin
şikâyetinden rahatsız olan aklın fakra yönelik övgüsü dile getirilmektedir.
Üçüncü aşamada aklın fakrı takdirini idrak eden nefsin akla teslimiyetine
yer verilir. Aklın kontrolüne giren nefsin akılla uzlaşı oluşturması
ile hikâye sonlandırılır. Nefsin akla eşlik etmesi ile müminin kemale ereceği
dile getirilmektedir. Makalemizde bu dört aşamayı mezkur hikâye
bağlamında ele almak istiyoruz.
Alıntı… http://dergi.cumhuriyet.edu.tr/cumuilah/article/download/1008000875/1008000871

1. Nefsin Fakirlikten Şikâyeti
2. Aklın Fakra Övgüsü
3. Nefsin Akla Teslimiyeti
4. Nefisle Aklın Uzlaşması

Uzun yazıyı okumak istemeyenler için sonucu buraya yapıştrıyorum. F.L.A.

Sonuç
Hikâyede Mevlânâ öncelikli olarak nefs-i emârenin tabiatına dikkat
çekmektedir. Buna göre nefis serkeş, inatçı, doyumsuz, mutsuz, şikâyetçi,
endişeli, hırslı ve tenperest özelliklere sahiptir. Ömrünü maddi
hazlar peşinde tüketmek isteyen, hırs, tamah, heva ve heves tutkunu olan
nefs-i emmârenin sıhhat bulması kanaat, sabır, cömertlik, metanet ve
sebat gibi hasletlere bürünmesine bağlıdır. Nefsin menfi niteliklerini
müspet kılacak yegane güç aklın erdirici kuvvetidir. Nefis ile aklın zıddiyeti
ve ayrılığı değil irtibat ve birlikteliği sağlanmalıdır. Mevlana nefis ile
aklın evliliğini öngörmektedir. Bu evliliğin mutlu bir yuvaya dönüşmesi
için çiftlerin denkliğini şart koşmaktadır. Aklın nefse meyletmesini değil
nefsin akla ram olmasını gerekli kılmaktadır.
Terbiye edilmemiş nefsin öldürücü, tüketici ve zehirleyici tabiatından
bahseden Mevlânâ, aklın ve akıl sahiplerinin meziyetlerini ortaya
koymaktadır. Buna göre akıl sahipleri âlemin gözbebeğidir, merd-i
Hak’tır, renksizdir, birlik ruhuna sahiptir, kesrette boğulmamışlardır.
Gönülleri zengin ve gözleri toktur. Nefisle mücadele ederler, nefsi kendi
haline bırakmazlar, nefsin emellerine kapılmazlar, nefsin aldatmasına
kanmazlar. Nefislerinin zebunu olanlar akıl sahiplerini tarih boyunca
itham etmişler, küçük düşürmüşler, alay etmişler ve basit isnatlarda bulunmuşlardır.
Akıl erbabı cahillerin isnatlarına aldırış etmezler, Hak yol-
80 Mevlânâ, a.g.e., c. I, b. 2894-2896.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
69
da hakikat yolcusu olmanın, temsil kabiliyetine sahip olmanın, dönüştürmenin
öncüsü olurlar.
Nefsin âfetlerinden ve aklın meziyetlerinden bahseden Mevlânâ,
hikâyenin üçüncü aşamasında nefsin hizaya getirilişine dikkat çeker.
Zorlu tedbirleri, tavizsiz ve istikrarlı tavrı, ikna edici kabiliyeti sonucu
akıl, nefse egemen olup kontrolü altına alır. Küfre meyyal olan nefis imana
gelir, inatçı tabiatını terk edip kusurlarını itiraf eder, kibirli tavrı yerine
mütevazı kişiliği benimsemeye başlar. Şer’î şerifin nuruyla aydınlanan
nefis, anlamlı adımlar atmaya başlar. Surete ve görüntülere aldanmak
yerine hakikatin birliğini idrak etmeye başlar. Âlemde kötülük değil güzellik
arayışına bürünür. Hakimiyeti maddede değil manada görmeye
başlar. Cemal ve celal sıfatlarının, hidayet ve dalalet adreslerinin farklılığını
idrak eder. Sonunda nefis aklın nuruyla aydınlanır.
Aklın yolunu izleyip taklit sürecini gerçekleştiren nefis son aşamada
artık tahkik eğitimi almaya başlar. Akılla zıtlaşma ve çatışma yerine
uzlaşıp huzur bulmaya başlar.Tahkike ermenin ve itminana kavuşmanın
yolu kâmillerin diyarına varmaktır. Tüm hüner ve yetenekleri ile Hakk’a
vuslatı arzular. İddiadan kaçınır, yokluk deneyimini gerçekleştirir, aklına
güvenmemeyi öğrenir, mahsus benliğini ilahi benlik içerisinde eritir. Bir
zamanlar lokma fakiri olan nefis, sonunda Hakk’ın fakiri olur. Kurbiyet
makamına ulaşıp Zümrüd-i Anka konumuna gelir. Basit beklentilerden
sıyrılıp sonsuzluk muştusuna bürünür.

Alıntı.. http://dergi.cumhuriyet.edu.tr/cumuilah/article/download/1008000875/1008000871

1.Nefsin Fakirlikten Şikâyeti

Hikâyenin başında fakirliği tavsif sadedinde kadının kocasına,
yalnız kendilerinin ıstırap ve yoksulluk çektiklerini, başkalarının ise eğlence
ve sefada olduklarını, ekmeklerinin yoksulluk, katıklarının dert,
kaygı ve başkalarına imrenmek, sularının gözyaşı, giysilerinin güneş ışığı
ve ısısı, geceleyin yataklarının toprak, yorganlarının ay ışığı olduğunu
söylediğinden bahsedilmektedir.
Kadın, kendilerinin daha gazaya girmeden öldüklerini ve öldürüldüklerini,
yokluk ve yoksulluk denen kılıçla başlarının kesildiğini belirtir.
İhsan ve ata şöyle dursun, örümcekler gibi yoksulluk etrafında ağ
ördüklerini, havada uçan sineklerin ağlarına düştüğünü, sineğin damarındaki
kanı emmek istediklerini, böylesi en hakir şeylere tenezzül ettiklerini
dile getirir. Kendilerine misafir gelecek olsa geceleyin onu soyup
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
40
soğana çevireceğini, böyle yapmazsa kendisine Arabînin karısı denilemeyeceğini
beyan eder.1
Kadının “Bize bir konuk gelecek olsa, uyuyunca sırtından abasını
alırım” sözü, Mevlậ nậ ’da farklı bir çağrışım yapmaktadır. Kendilerine
teslim olan kimseleri soyup soğana çeviren şeyh taslaklarına dair bazı
açıklamalarda bulunur. Hakiki şeyhlerin yanında şeyh taslaklarını, ber
büste/doğal ve hakiki yanında ile beste/suni ve sahteye benzetmektedir.
Zavallı müritlerin yalancı ve inatçı şeyhlere aldanmalarını, onları şeyh ve
hakikat eri zannetmelerini, sahteyle gerçeği birbirinden ayıramamalarını
izah etmektedir.
Bedevinin karısı yoksullukları ve şaşkınlıkları yüzünden kimsenin
aldanıp da kendilerinin kapısını çalmadıklarını, arayıp sormadıklarını
söyler. Yıllarca süren bir kıtlığın insanları ne hale getirdiğini görmek
isteyenlerin kendi hallerine bakmalarını belirtir. Dış görünüşlerindeki
perişanlığı yalancı bir şeyhin iç dünyasına benzetir. Sahte şeyhin içinde
zulmet, dışında da debdebe ve ihtişam vardır.2 Hallerinin aç ve muhtaç,
hayatlarının ise velayet ve nübüvvet iddiasında bulunan sahtekậ rların
gönülleri gibi simsiyah olduğunu beyan eder. Bu gibilerin dışları güzel
ve takvaya benzemektedir. Fakat hakikatleri münafıkların kalbi gibidir.
İçinde hileler ve tuzaklar barındıran bir karanlıktır. Yalancı ve sahte
şeyhler, ilahi vahdet gülistanından ne bir koku alırlar ne de bir eser taşırlar.
Fakat halkı Hakk’a davete kalkışınca, Adem ve Şit peygamberlerden
daha hararetli gözükürler. Halbuki onların bu davetleri Hakk’a değil
kendilerinedir.3
Mevlậ nậ şeyhi kıbleye, müridi de kıbleye yönelmiş namaz kılan
kişiye benzetmektedir. Gece vakti yönü tayin edemeyen kimsenin araştırdıktan
sonra aklının kestirdiği tarafa yönelip namaza durması caiz
olduğu gibi, bir dervişin de kamil ve mükemmil bir şeyh aradıktan sonra
iyi niyet ve samimi bir itikatla bir müteşeyyihe intisap etmesi faydadan
uzak değildir.4
1 Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, MEB,
Ankara 1998, c. I, b. 2252-2263.
2 A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2004, c. II, s. 108.
3 İsmail Ankaravî, Mecmûatü’l-Letâif Metmûrâtü’l-Meârif: Şerhu’l-Mesnevî, Taşbasma, Basım
yeri ve yılı yok, c. I, s. 450.
4 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2283-2287.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
41
Seyr u sülûka ihtiyaç hisseden ve bu konuda iyi niyeti ile temayüz
eden bir tâlib, yeri gelir doyuracak ekmeği, yani mürşid-i kâmili bulamadığı
da olur. Şeyh kıyafetinde birini görüp mecburen ona intisap edebilir.
Tâlibin açlığı ve muhtaçlığı aşikậ r olduğu için intisabı ve iyi niyeti sebebiyle
istifadeden mahrum kalmayabilir.5
Hikâyede ifade edildiği üzere, çoğu sıkıntı ve gamların nedeni, bir
şeyi elde etme veya kaybetme endişesidir. Her bir hastalık ve sıkıntı
ölümün bir parçası gibidir. Bir hastalığın varacağı son nokta, hastanın
ölümüdür. Dünyada hastalık ve sıkıntılardan sonsuza kadar kaçış mümkün
değildir. Parçadan kaçılamadığı gibi, bu parçanın bütünü olan ölüm
de sonuçta herkesin başına dökülecek bir sıkıntılar mecmuudur. O halde
ölümü tatlılaştırmanın yolu, tedricen bu sıkıntılar mecmuunun cüzlerine,
yani parçalara alışmaktan ve onlara sabır ve tahammül göstermekten
geçer. Burada hasta olmayı tavsiyeden ziyade, kaçınmamıza rağmen
yakalandığımız hastalık ve sıkıntılara tahammül etmekten bahsedilmektedir.
Ölümün cüzleri olan hastalık ve sıkıntılara tahammül, bu cüzlerin
küllü olan ölüme hazırlanmayı sağlar. Hastalıklar sâliki final müsabakası
olan ölüme hazırlayan birer ön temrin ve egzersiz gibidir. Alıştırma ve
antrenmanlarını başarıyla tamamlayanlar, büyük olasılıkla final maçında,
ölümle karşılaşmayı da sabır ve tahammülle karşılayacaklardır. Ölümle
yüzleşmek er veya geç gerçekleşecektir. Ölüm gerçeği kiminin dünyasını
karartacak kiminin hülyasını süsleyecektir. Ölüm acısına katlanmak kişinin
halet-i ruhiyesi ile doğru orantılıdır. Ölüm gerçeğini karşılamayı zor
kılan en büyük tehlike, rahat yaşama alışkanlığımızdır.6
Bu beyitlerdeMevlậ nậ , ölüme hazırlık sürecinde kişiyi bekleyen en
büyük tehlikenin tenperverlik/bedeni hazlara düşkünlük oluğunu belirtir.
Zira tatlıya alışan acı yiyemez. Tenine tapan ve bedeni hazlarına hizmeti
hayatının temel gayesi haline getiren de içindeki can potansiyelini
kurtaramaz. Sürekli refah içinde yaşayan kişi en ufak bir hastalık veya
sıkıntıya tahammül gösteremezken bu parçanın küllü olan ölümü çok
daha acıklı olacaktır. Ayrıca bedenin semiz oluşu ile canı kurtaramama
arasındaki ters orantıyı anlatmak için öncelikle semiz koyunun kesime
alınacağı metaforunu kullanır.
5 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Selâm Yayınları, Konya 1963, c. IV, s. 1111.
6 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2296-2303.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
42
Maddî hazlarının peşinde ömür tüketenlerin ölüm yükünü kaldıramayışları
bir gerçek olduğu gibi, kimi şahsiyetlerin de yaşları ilerledikçe
hırsları artmakta ve ihtiyarladıkları halde bir türlü olgunlaşamamaktadırlar.
Mevlậ nậ , yeri geldiği için burada yeni bir konuyu gündeme
getiriyor. Yaşı ilerledikçe hırsı artanlara nasihat ediyor. O nasihatleri de
bedevinin dilinden karısına hitap edişi ile sunuyor.7
Kişinin yükseliş trendini sürdürmesi tek başına yeterli değildir.
Hırs, tamah, heva ve heves tutkularından sıyrılıp kanaat, sabır, cömertlik,
metanet ve sebat gibi güzel hasletlere bürünmesi, eş ve dostları ile birlikte
aynı hedefe yönelmesine bağlıdır. Ruh ve nefsin ortak hareket edişi ne
kadar önemli ise bir ailede karı ile kocanın da aynı duygularla hareket
etmesi o kadar önemlidir. Yani eşlerin birbiri ile uyumluluğu zorunludur.
8
Erkek haram ve kötülük tehlikesine düşmemek için sağlam bir kale
olan kanaat ve şeriat tarafına giderken, kadının hırs ve tamaha, kötülük
dağıtan işlere doğru koşarak kendini viran etmesi çok acıdır. İşte bu şekilde
bedevi/kamil akıl, karısına/nefs-i emmareye aklında ne varsa enine
boyuna, uyarılarda bulundu. Dosdoğru yolu, irfana ait duygularını tarif
etti ve anlattı. Allah’ın izniyle nefs-i emmareyi nefs-i mutmainneye dönüştürebilmek
için tam bir metanet gösterdi.9
Zevc/çift; birbirine denk ve eş iki şey demektir. İzdivaç ise böylesi
birbirine denk olabilecek iki şeyin bir araya gelmesidir. Eldiven, çorap ve
ayakkabı gibi ikişer adet olan bu eşyalardan her biri diğerine eş olmak
durumundadır. Biri ufak, diğeri büyük olsa ikisi de işe yaramaz. Gerek
nikah gerekse mizaç yönünden karı-kocanın birbirine denk olması, halleri,
kemalleri ve servetleri ile birbirine denk konumda bulunması gerekir.
Çiftlerin yaşı, ilmi, makamı ve serveti birbirine denk değilse evlilikler
çoğu zaman boşanma ile sonuçlanmaktadır.10
Ậ fậ kî ậ lemde durum böyle olduğu gibi enfûsî ậ lemde de hal böyledir.
İnsan denilen üstün varlık ruh ve nefisten ibarettir. Kişinin manevî
7 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2304-2307.
8 A.e., c. I, b. 2308-2313.
9 Abidin Paşa, Mesnevi Şerhi, trc.: Mehmet Sait Karaçorlu, İz Yayıncılık, İstanbul 2007, c. II, s.
135.
10 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1123.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
43
terakkisi için nefsinin de ruhu gibi saf olması ve ona layık durumda bulunması
gerekir. Sefere çıkan iki arkadaştan biri doğuya, diğeri batıya
gitmek ister ve her bir arkadaş diğerini kendi tarafına çekmeye çalışırsa,
ikisinin de bir adım atma imkânı olmaz. O nedenle Mevlậ nậ , bedevinin
lisanıyla karısına, ruh lisanyla bedene hitaben; “Ben kalbî duygularımla
kanaate doğru yönelirken, sen niçin kabahat ve kötülük tarafına gitmektesin? ”
demektedir.11
Bu son beyitlerde dikkatimizi çeken bir diğer nokta ise
Mevlậ nậ ’nın kullandığı üslubudur. 2304. beyitte Mevlậ nậ , Mesnevi yazımının
kimi zaman gece sabahlara kadar sürmesinden bahsederken, 2308-
2312. beyitlerde de bahsedilen soyut konuların anlaşılır kılınması için
çoğunlukla müşahhas örnekler vermektedir.
Mevlânâ, tevekkül gibi tasavvufi makamların gereklerini yerine
getirmeden, yapılacak konuşmaların alt yapısı sağlanmadan o makamla
ilgili söz söylemeyi sâliklere yasaklamaktadır. Tevekkül duygusu aslında
son derece isabetli ve makbul bir davranıştır. Fakat gereğince tevekkül
etmeyenlerin tevekkülden bahsetmesi yanlıştır. Tevekkül iddiası ehli
olmayanlar için aslında kibir, hata ve zarardır.12 Gereklerini yerine getirmeden
bir tasavvufi makamdan bahsetmenin çarpıklığını anlatmak için
Mevlậ nậ , kibir ve fakr arasındaki ilişkiyi hatırlatır.
Mevlânâ, tevekkülü savunan bedeviye karşı eşinin ağzından bu
düşünce tarzındaki tehlikeye işaret eder. Herhangi bir makamın gereklerine
ve şartlarına haiz olunmadığı halde, o makamdan sadece ismen bahsetmek,
ona göre, gerekli alt yapı olmadan güzel ve üst düzey bir projenin
sadece uygulamaya konmasına benzer. Gerekli alt yapı olmadığı için
uygulamada bu güzel proje, kâğıt üzerindeki güzel ifadelerden öte bir
değer taşımayacaktır. Kadın kocasına, kendi boyu, derecesi ve makamından
fazlasını konuşmamasını, yüksekten atmamasını, makamına uygun
söz söylemesini ve sözünün eri olmasını söyler.13
Kadın, kocasına; kişinin kendini beğenmesi, kibirlenmesi çok çirkindir,
bir de bu kibir dilencilerde olursa daha çirkindir, der. “Gönüllü
11 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1123.
12 Abidin Paşa, Mesnevi Şerhi, c. II, s. 135.
13 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2315-2317.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
44
dilencinin torbası boş kalır” darb-ı meseli bu gerçeği ifade eder.14 Kocasının
söylediği tevekkül, kanaat ve ileri sürdüğü davayı, içerisinde bulunduğu
inat ve kibirden ileri gören kadın, kendisinde olmayan şeylerden bahsetmemesini,
düştükleri darlık ve züğürtlüğe bir bakmasını dile getirir.15
Önceki beyitlerde başkasına karşı gösterişte bulunan, fakir ve
muhtaç durumda olduğu halde kibirlik taslayanların ne denli gülünç
duruma düştüklerinden bahseden Mevlậ nậ , takip eden beyitlerde ise
yine bedevi karısının ağzından kanaat denilen hazinenin önemini dile
getirmektedir.16
2333-2341. beyitlerde Mevlậ nậ , bir diyalektiğe, ậ şık-maşuk ilişkisine,
her şeyde var olan bir arz-talep dengesine dikkat çekmektedir. Birbirine
meyleden, birbirine arzu duyan şeyler arasında görünmeyen bir
akdin olduğunu ima eder. Yılanı oynatıp onu efsunlayan yılancı bunun
bir örneğidir. Aslında yılan, daha önce yılancıyı avlamıştır. Kuş, yemi
avlamaktadır fakat aslında yem kuşun gönlünü çelmektedir. Dolayısıyla
yem kuşu avlamıştır. Kozmik ậ lemde böylesi arz-talep dengesi bulunmaktadır.
Taleplerimizin peşinden koşarken çeşitli hırslar nedeniyle,
talep ettiklerimizin çekim gücünü hissedemez oluyoruz. Bu adeta kozmik
oyunun bir ilkesidir. Bir şeyi elde etmek ve avlamak üzere onun
peşinden koşarken, o da bizleri kendi peşinde koşturmakta ve bizleri
avlamaktadır. O bizleri öncelikle avladığı için biz de onun peşinden
koşmuş oluyoruz aslında.
Nefsin dünya, servet, şöhret ve menfaat peşinde koşması, hırs ve
tamahta bulunması avlanmasına yol açmaktadır. Sahip olmak tatmin
duygusu kazandırmamaktadır. Sahip oldukları nefsi daha fazlasının
peşinde koşmaya, elde edemediklerinin ıstırabına koyulmasını sağlamaktadır.
Kadının kanaat hazinesinden yoksun, haline razı olmayan ve başkalarının
elindekilere tamah eden tabiatı nefsin doyumsuzluğunun sembolüdür.
Alıntı… http://dergi.cumhuriyet.edu.tr/cumuilah/article/download/1008000875/1008000871

2. Aklın Fakra Övgüsü
Nefsin çeşitli şekillerde akla baskı yapması üzerine kamil akıl, baskıcı
nefsine zihnen seslenmekte ve azarlamaktadır. Nefsin hüzün ve elem
14 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 120.
15 Abidin Paşa, a.g.e., c. II, s. 136.
16 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2320-2322.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
45
kaynağı olduğuna, sahibini asla rahat bırakmadığına, kişinin övünç kaynağı
olan fakirliği baskı unsuru edinerek hakarette bulunmaya kalkıştığına
dikkat çekmektedir. Fakirlikten asıl maksat; para, mal ve servet gibi
her türlü varlığın asıl sahibi Allah olduğu bilincine ermek, kişinin kalbini
tam bir tatmin bilinci ile Rabbine vermesidir. Yoksa fakirlik, hiçbir şeye
sahip olmamak değildir.17 Peygamber Efendimizin övüncü olan ve onun
varisleri nazarında da makbul bir haslet kabul edilen fakirlik, kınanamaz,
kötülenemez ve kusur olarak görülemez.18
Mal ve servetin bir dış faktör, esas ve öze ait olmayan dışsal bir
nesne olduğunu anlatmak için mal ve altın, külaha benzetilmektedir.
Merd i Hak denilen Allah adamları ise göze teşbih edilmektedir. Dış unsurlardan
arınarak sadece insan olanlar gözbebeği gibidirler. Yani tüm
yaratılmışlar bedene teşbih edilecek olursa, her türlü dış kayıtlardan
sıyrılabilen insan da o bedenin gözü mesabesindedir. Zira gözdür tüm
eşyayı bir bütün olarak görebilen. İnsan da eşyadan azade kalırsa eşyanın
mahkûmu değil, hâkimi olur. Buna göre, mal ve altın gibi dış unsurlardan
kendini arındıranlar ve tam anlamıyla dışsal nesnelerden soyutlananlar
göz bebeği, yani insan haline gelirler.
Bedevi fakr sahibi olmanın erdemine dikkat çekerken karısı kendisine
yönelik itham ve iftiralarda bulunmaya devam eder. Kendisini yılan
avcısı olarak suçlar. Mevlânâ, bu suçlama ve bedevinin yerinde cevabı
ile, bizlere mürşid-i kậ millerin müritleri terbiye ediş sürecini, onların
nefs-i emmậ re sahibi müritlerini nasıl zararsız hale dönüştürdüklerini
anlatır.
Sürekli kocasını suçlayan kadın, onu tamahkâr, hırslı ve açgözlü
olarak niteler. Aslında bu sözler, dışarıdan bakanların tasavvuf erbabına
yönelik birtakım haksız ithamlarını çağrıştırmaktadır. Dergậ h atmosferinin
canlı olması, tasavvuf erbabının halkalarını genişletmesi, mürşid-i
kâmillerin çevresinde sevenlerin pervane olması, onları kabullenemeyen
kimi kesimlerce yadırganmaktadır. Mürşitleri mürit avcılığına çıkmakla
suçlayan bu kesimler, meşayıhın dünyevî maksatlar güttüklerini itham
ederler. Hâlbuki kâmil şeyhler dünyevî kaygılardan tamamen uzak bir
17 Abidin Paşa, Mesnevi Şerhi, c. II, s. 143.
18 Ankaravî, Şerhu’l-Mesnevî, c. I, s. 460.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
46
şekilde sevenlerinin ihya olmalarına, halkın irşat edilmesine, yanlış yolda
gidenlerin uyarılmasına son derece duyarlı bir tutum sergilerler.19
Tasavvuf erbabının fakr-ı mậ nevîsi dışarıdan bakarak anlaşılamaz.
Onları anlamak için yoğun ve ileri düzeyde bir empati gerçekleştirmek
gerekir. Dolayısıyla tasavvufî kavramların anlaşılma zorluğu son derece
doğaldır. Zira her bir sûfî, kendi makamına göre konuşmaktadır. Fakr
gibi tasavvufî kavramların anlaşılmasının önündeki engellerden birisi,
armut ağacı altında bulunarak meseleye dışarıdan bakmaktır. Tadılacak
bir ilim olarak kendini tanımlayan tasavvuf disiplini için bu husus son
derece önemlidir.
Nefsậ nî şehvetlerin kızıl rengiyle boyanmış kimseler, Hak dostlarını
da kendileri gibi hırs, tamah ve nefis renkleriyle boyanmış zannederler.
Hâlbuki Hak dostlarının renkleri yoktur. Onlar, en parlak aynalarda
bile görünmeyecek kadar, nefisten, vücuttan ve renklerden kurtulmuşlardır.
Onlar varlıkları, hadiseleri, şekilleri ve çehreleri başkaları gibi
görmezler. Kendi hakiki manaları içinde ve birlik nuruna sarılmış halde
görürler. Onlar Allah yolunda ve Allah’a yakınlık dereceleri ölçüsünde
büyük hakikatleri ve büyük sırları daha aydınlık görürler.20 Nitekim tek
kişi olan Peygamberimizi, Sıddık-ı Ekber ile Ebû Cehil ayrı ayrı görmüşlerdir.
Birisinde iman, diğerinde inkâr şeklinde tecelli eden durum, tamamen
bakanların iç dünyalarının aksidir. Görüşlerdeki kusur ve kemal,
sahiplerine aittir.21 Peygamber Efendimiz gerçekten de saf bir aynadır.
Nübüvvet vazifesini gereğince icra eden ve kudret elinin tecelli ettiği
oldukça parlak bir aynadır. Aynaya bakan bir Türk orada beyaz bir çehre
görürken, Hintli ya da zenci bakınca orada siyahî bir yüz görür. Bunun
gibi Hz. Ebû Bekir de Muhammedî çehrede kendisinin parlak maneviyatını
görürken, Ebû Cehil de peygamberlik aynasına bakınca kendisinin
çirkin ve karanlık suratını görmüş ve ne kadar çirkin olduğunu söylemiştir.
Her ikisinin bakışı da doğrudur. Zira birisinin basiret gözü, diğerinin
gaflet bakışı belirmektedir.22
19 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2358-2362.
20 Kenan Rifaî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2000, II. Baskı, s. 342.
21 Ali Osman Koçkuzu, Mesnevi’de Hz. Peygamber Hadis-i Şeriflere Atıflar, Rûmî Yayınları,
Konya 2007, s. 120.
22 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1148.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
47
2365-2370. beyitlerde Ebû Cehil ile Hz. Ebû Bekir’in Muhammedî
aynada kendilerini temaşa etmelerinden bahsedilip algı farklılığı üzerinde
durulmakta ve insanın insana ayna oluşu dile getirilmektedir. Herkesin
başkasında gördüğünün bir anlamda kendi gerçekliği olduğundan
bahsedilmektedir. Başkalarına çirkinlik, kabahat ve kusur isnat edenler,
aslında kendilerini tanımlamış oluyorlar, herkes başkasında kendi çehresi
ve ayıbını görüyor.
Kadının kocasına bakarken, bedevinin yüzünde, aslında kendi
çehresini ve ayıbını gördüğü ifade edilmektedir. Kocasını haris ve tamahkâr
görürken kadın, aslında kendi tabiatını algılamaktadır. Zira halkın
dikkatini çekmek için bedevinin cezbedici sözler söylemesini, karısı,
onun halktan bir şeyler koparmak isteyişine hamletmektedir. Aslında
bedevinin insanların dikkatini çekmek arzusu vardır, fakat karısının iddia
ettiği gibi bu arzu, tamah cinsinden değildir. Bedevinin bulunduğu
irşat makamı Hak’tan gelen bir nimet ve rahmet, halka yönelik bir merhamet
eseriyken, karısının onu açgözlülük olarak yaftalaması sakat bir
görüştür. Bu nedenle bedevi de karısına, böylesi bir kadınca görüşten
kurtulmasını ve yükselmesini istemektedir. Mert olmasını, mertler gibi
şüphelerden uzaklaşmasını, hakikati görüp tanımasını tavsiye etmektedir.
23
Zenginliğin en büyüğü, gönül zenginliği ve göz tokluğudur. Mana
nimetlerinin ve gönül zenginliğinin görüldüğü yerde, hırs ve tamah kalmaz,
elde ve avuçtakilere kanaat edilir. Gerçek fakirlik, her şeyin Hak
Teậ lậ Hazretlerinin mülkü olduğunu bilmektir. Geçici olan eşyaya ve
durumlara kalbi bağlamamaktır. Halkın değil Hakk’ın tasarrufuna bende
olmaktır. Halka değil Hakk’a muhtaç olmaktır. Elde edilen malı meşru
bir şekilde kullanmaktır. Kanaat etmektir. Böylesi bir fakr ve sabrı bir
müddet tecrübe edenler, kanaat hazinelerindeki güzelliği görmeye başlarlar,
hesapsız nimetlere kavuşurlar. Kavuşulacak iki kat nimetten maksat;
zahiri ve batini nimettir.24
Bedevi, karısının acı halinden çok çekmiş, onun anlamaktan ve
görmekten uzak tavrına fazlasıyla içerlemiştir. Sözlerini boş laf zannetmesine,
her defasında itiraza kalkışmasına şaşıp kalmaktadır. Bir miktar
23 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1149.
24 Abidin Paşa, Mesnevi Şerhi, c. II, s. 151.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
48
manevî genişliğe sahip olsaydı, gönül denilen hakikat cevherinin neden
ibaret olduğunu anlayacaktı, ruhlar ậ leminin güzelliğini görecekti, işte o
zaman itirazdan geçip doğru yolu bulacaktı, demektedir.25 Bedevi ile
karısı örneğinde konu, sözlerin tesiri noktasına gelmektedir. Zira konuşmacının
gücü, dinleyicinin ilgi ve merakına bağlıdır. Diğer yandan tasavvufî
hakikatler ancak ehline ve sevdalısına anlatılabilir.
İrfan sahiplerinin hallerini ve meramını anlayabilmek için can kulağı
ile onları dinlemek, onlara ihtiyaç hissetmek, o hakikatlere gereksinim
duymak gerektiği gibi, irfan meclislerinden istifade edebilmenin bir
diğer şartı, kişinin nefsini aklının kontrolüne vermesi, o meclistekilerin
makamına yaraşır bir tavır sergilemesidir. Çünkü meclise yabancı olanlar,
meclis ehli ile irtibat kuramazlar.26
Ruhanî inceliklerden, manevî sırlardan ve ulvî hakikatlerden uzun
uzadıya bahseden bedevi, karısına; “halen bu gerçekleri idrak edemediysen,
kusuru kendinde ara” tavsiyesinde bulunmaktadır. Helalden bile
kaçma duygusunda olan bedevi, haramlara gönül bağlayamayacağından;
barıştan bile kaçan makamdayken savaşlara vakit harcayamayacağından
bahseder. Kemale ermenin yolunu; güzelliğe kavuşmak, feragat duygusuna
sahip olmak ve iman eri haline gelmek olarak görür.27 Bir insan çok
mihnet ve meşakkat çekmişse, çok tecrübeler geçirmişse uzun uzadıya
bahse tutuşmaktan nefret etmeye başlar. Söylediği sözün kesin emir gibi
telakki edilmesini arzu eder. Buna çaba gösterir. İtirazdan asla hoşlanmaz.
İtiraz edenlere yüz vermez. Çünkü o, başından geçenlerden dolayı,
sözünün isabetinden emindir. Ayrıca bedevi ile sembolize edilen akıl,
karısı ile sembolize edilen nefse çıkışır. Geçici emellere tutulmaktan, mucizelere
itiraz etmekten, yersiz konuşmaktan vazgeçmesini söyler. Şu bir
gerçek ki nefis daima akla muhtaçtır. O olmadan hiçbir amacına ulaşamaz.
28 Akıl nefse, ya benim öğüt ve tavsiyelerimle hareket et, yoksa benden
uzaklaş, der. Bu tavır, irfan sahiplerinin bağnazlara yönelik tepkileridir.
İrfan sahipleri önce hikmet gereği yerinde söz söylerler. Hakikatten
uzak gafilleri uyarmak için sertlik ve şiddetle değil, öğüt ve hikmetle
25 A.e., c. II, s. 152.
26 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2386-2393.
27 Rifai, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 345.
28 Abidin Paşa, Mesnevi Şerhi, c. II, s. 155.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
49
söze başlarlar. Bütün geçerli delilleri ortaya dökerler. Eğer muhatabı
doğru sözden anlamaz, delilleri görmek istemez ve halen hikmete düşmanımsı
bir tavır sergilerse, bu kez irfan sahipleri çizgilerini belirler,
mesafelerini ortaya kor ve sert bir tavırla gereken cevabı verirler. Bu tür
sert tutumla muhtemel kırılmalar, uzaklaşmalar ve düşmanlıklar nüksedecek
olursa, irfan sahipleri gerekenleri yapmak için önlemini önceden
alırlar. Bu inceliklerin fark edilmesi, hikmet ve irfan sahiplerinin bileceği
bir iştir. Akıl bu şekilde nefse tavır koyunca, nefis akla teslim olur ve ikisi
de meramlarına nail olur. Bedevinin karısını birtakım zecri tedbirlerle
ikna etmesi gibi, nefsin tezkiyesi de ancak zecri, ciddi, sıkıntılı ve tavizsiz
bir kararlılıkla gerçekleştirilir.
Alıntı… http://dergi.cumhuriyet.edu.tr/cumuilah/article/download/1008000875/1008000871
3. Nefsin Akla Teslimiyeti
Bedevi karısını zorlu tedbirlerle ikna ettikten, tavizsiz ve kararlı kişiliği
ile belirgin hale geldikten sonra hedefine ulaşır. Çünkü karısı, kocasının
kararlı olduğunu görünce çaresiz kalır. Kocasına etki edemeyeceğini
anlayınca ağlamaya başlar. Mevlânâ’nın ifadesi ile ağlamak, kadınların
erkeklere yönelik bir tuzağıdır.
Kadın eski muhabbetlerinden, kocasının kendisine olan ülfetinden
bahseder. Zira nazlanacak olsa kocası, kendisine güzel muamelede bulunurdu.
Kocası ise artık ihsan ve iyilikle karşılık verme yerine, kadının
kusurlarını yüzüne vurmaktadır. Kocasını seven kadınların eşlerine bendeliği
gibi nefsin de fıtrat itibariyle akla teslim olması gerektiği gerçeği
anlatılır.29
Kadın, bir zamanlar fakirliğin acısından uzun uzadıya bahsetmişti.
Burada o serzenişlerinin kendisi için olmadığını hatırlatmaktadır. Yoksulluktan
tükenen sabrının kendisi için değil, kocası için olduğunu, kendisine
bu kadar iyi davranan kocasının fakir ve yoksul kalmasına gönlünün
razı olmadığını beyan eder. Kendisini affetmesini ister. Kocasının
fakirliğe şükretmesi söz konusu ise kendisinin de asla itirazının olmayacağını,
ruh ve teni ile kocasının emrinde olduğunu ve neyi varsa kocasının
uğruna feda ettiğini söyler. Çünkü kadın her ne zaman bir dert ve
acıya düşse kocası güzelliği ve merhameti ile ona deva ve şifa olmuştur.
Onun bu lütufları, karısının kendisine olan muhabbetini artırır. Kocasını
29 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2394-2403.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
50
muhtaç görmeye kadının kalbi razı olmaz. Ama kocasının emri bu şekildeyse,
kendisinin de bir diyeceğinin olamayacağını, emrine boyun eğmekten
başka bir seçeneğinin bulunmayacağını söyler.
Kadın çok sayıda uygunsuz kelimeler söylemişti. Feryat edip ağlamıştı.
Ama bütün bunlar kocasını ikna edebilmek içindi. Bir çare bulup
kocasını fakirliğin pençesinden kurtarabilmek içindi. Bunu ispat edebilmek
için kadın kocasının ömrü üzerine yemin eder. Çünkü kadın için en
aziz olan şey, kocasının ömrüdür. Kadın canını kocasının canına feda
kılar. Kocasının uğruna canını feda kılmak suretiyle huzur ve sevinç içerisinde
olduğunu beyan eder.
Sonunda kadın, kocasını kendisi için yegane varlık hazinesi olarak
görmeye başlar. Bedevinin serkeş kadını hizaya getirmesi gibi ariflerin de
eşyaya galebe çaldığı, Hak dostlarının tasarruf gücünün fazlalığı ifade
edilmeye çalışılır.30
Bedevi artık karısındaki putu, yani nefsi mağlup eder. Vaktiyle
bedevi bu nefsin emrinde idi. Nefis ne emrederse onu tereddütsüz yerine
getirirdi. Artık bedevi olgunlaşmış ve kemale ermiştir. Artık karısı onun
emrine girmiştir. Kadın hâlâ “ben” demeye devam ettiğine göre bu nefis,
demek ki tam mağlup edilmemiş ve büsbütün yok olma hazzını tatmamıştır.
Bedevinin bunu bilmesi ve üzerinde işlemeye devam etmesi, kendisine
kul köle olan karısının bir gün büsbütün yok olacağı ifade edilmektedir.
31
Bir zamanlar kocasıyla kavga ederken küfür sözler söylediğinden
bahseden kadın, artık imana geldiğini, kusurunu itiraf ettiğini, tövbekâr
olduğunu, tövbesinin ruhanî, ihlâslı ve manevî olduğunu dile getirir.
Kusurunun affedilmesi için yalvarır, istirham eder. Benlik şaibesinden
kurtulup kocasına bütünüyle teslim olur. Doğru düşünmeye yeni başladığından
ve kocasının sayısız üstünlüklerini yeni yeni anladığından bahsetmektedir.
Kocasının büyük bir hakikat cevheri, saadet ve marifet madeni
olduğunu itiraf eder. Dolayısıyla kocasının huzurunda söylediği
kelimelerin ve ettiği şikâyetlerin hata olduğunu anlar.
Kocasının bam teline basan, vicdanına seslenen, yüreğinde yankı
uyandıran kadın, acziyetini itirafla kocasının tekrar kendisine nazar kıl-
30 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2404-2406.
31 A.e., c. I, b. 2407-2409.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
51
masını sağlar. Kocasının tekrar yönelen bakışı kadını şaşkına dönüştürür.
Âşığı olarak kocasına hayranlığı bir o kadar daha artar. Böylesine iç sancısı
çeken ve feryadı afakı kaplayan kadının samimiyeti kocasının vicdanına
akseder. Bedevi artık karısına merhamet eder. Zira büyüklerin hata
edenlere merhamet kılması âdettendir.
Aklın sembolü olan bedevi, nefsin sembolü olan kadına karşı kararlı,
temkinli ve tedbirli bir tutum sergiler. Kadının bitmek bilmeyen
arzularına, beklentilerine ve isteklerine karşı uyanık olur. Hırs, tamah ve
şehvet kokan arzularına tavır koyar. Sonunda kadın yersiz isteklerinden
vazgeçecek hale gelir. Kadının değişimi, nefsânî arzulardan vazgeçip
fedakarlık hissine bürünmesi, eşini kendine tercih edecek hale gelmesi,
kocasına itirazdan vazgeçmesi, aklın kontrolünde hareket etmeye başlayan
nefsin gelişim seyrini göstermektedir. Nefsin emmârelik ve
levvâmelikten kurtulup mülhime ve mutmaine konumuna ermeye başlaması
üzerine, akıl nefsin tabii isteklerine kulak vermeye, onu dikkate
almaya ve tabii isteklerini karşılamaya başlar.
İşlenen hatalar ve söylenen çirkin sözler çoğu zaman pişmanlık ve
hüsran sebebidir. İnsan aklıyla yaptığı yanlışlıkların ve yersiz şiddetin
farkında olabilir. Fakat ilahi kaza gerçekleşince hatalar kaçınılmaz hale
gelir. En çok saygıya layık olanlar, kendini bilmezler tarafından hakarete
maruz kalırlar, değersiz sayılırlar. Böylesi bir densizliği işleyenler daha
sonra yaptıkları hataların farkına varırlar. Fakat iş işten geçmiş, huzursuzluk
peyda olmuştur.32 Allah’ın takdir ettiği kaza gelince insanın gözü
perdelenir, doğruyu göremez hale gelir. İnsanın aklı şaşar, iyi ile kötüyü
ayırt edemez hale gelir. Bedevi de böylesi kaderin cilvesine maruz kalır.
Yaptıklarına çok pişman olur. Arabî de böylesi bir pişmanlık hissi ile
karısından özür diler. Karısına söylediği ağır sözlerin ilahi bir kaza olduğunu
ifade eder. Bir kazaydı gerçekleşti, bir hataydı oldu ama şimdi imana
geldim, der. Karısına karşı işlediği günah yüzünden büsbütün harap
olmamak için, bağışlanmasını diler. Akıl, olanca gayreti ile nefsini dünya
kirlerinden temizlemeye çalışır. Onu yokluk serüvenine sürükler. Nefsini
düştüğü uçurumlardan çıkarmaya çalışır. Kendini böylesi gayrete o kadar
çok kaptırmıştır ki, nefsinin kirlerden temizlendiğinin, yücelip sema-
32 Abidin Paşa, Mesnevi Şerhi, c. II, s. 168.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
52
lara yükseldiğinin farkına varamaz hale gelir. Nefsi artık makamına
erişmiş, kötü nefis olmaktan kurtulmuştur. Madde olmaktan sıyrılıp ruh
ve mana haline gelmiştir. İkiliği ortadan kaldırıp vahdet deryasına dalmıştır.
33
Küfür-iman gibi zıtlıkların dahi bir uyum ve armoni oluşturduğundan
bahseden Mevlânâ, bu durumun işleyen bir çarkın dişlisine benzediğini
belirtir. Zira iman da küfür de Hakk’ın farklı isimlerinin birer
tecellisidir. Böylesi bir bakış açısı ve şiir dili ile Mevlânâ, takip eden beyitlerde
de Firavunu konuşturmakta ve onun da kendine özgü bir imanı
olduğunu söylemektedir. İlahi irade ve isteğe boyun eğmek bakımından
Musa (a.s.) ’ın da Firavun’un da eşit olduğunu beyan etmektedir. Firavun
ile Hz. Musa’nın durumunu zehir ile panzehire, karanlık ile nura benzetir.
Yaratılmışlardan her biri ayn-ı sâbitesine bağlıdır. Ayn-ı sâbitesi saîd
ise kendisi de saîd, ayn-ı sâbitesi şakî ise kendisi de şakî olur. Musa
(a.s.) ’ın ayn-ı sâbitesi saadetin mazharı olduğu için bu âlemde mutlu ve
bahtiyar olmuş, Firavun’un ayn-ı sâbitesi ise el-Mudill isminin mazharı
olduğu için sapıklık ve azgınlığın mazharı olmuştur.34
Hakikatte çiftlik, zıtlık ve aykırılık olmaz. Farklılık görüntüdedir.
Asılda birlik söz konusudur. Zira vahdet âlemi renksizdir. Gereğince
Hakk’ın emrine uyanlar, Allah’ın merhametine layık ve nail olurlar. Kişi
kalbini saflaştırır, geçici farklılıklardan vazgeçer, vahdet makamını kabul
eder ve renksiz olan hikmet deryasında yüzerse o cihanda Musa peygamberle
beraber olur. Günahlarından tövbe edenlerle Musa peygamber
gibi ulvi şahsiyetlerin barış içinde olduklarına şahit olunur. Zira kavga ve
çekişmeler birer hayat denizi olan farklılıklardan kaynaklanmaktadır.
Halbuki renksizlik âleminde ne kavga ne de çekişme olur. O ulvi makamda
sadecemutlak vahdet kalır, bütün aykırılıklar yok olur. Hiçbir şey
aslına rağmen hareket etmez. Allah’ın yarattığı alemde kaos ve çatışma
olmaz. Kozmik alemde düzen ve insicam egemendir. Rastlanan çatışmalar
asılda değil görüntüdedir.
Mümkün varlıklardaki asılların bir, suretlerin farklı olduğundan
bahseden, Musaların birbiri ile çatışmasındaki görüntüye dikkat çeken
Mevlânâ, hakikate müştak olanlarla hakikatten uzak kalanların kendi
33 Rifai, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 352.
34 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1174.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
53
emelleri ile bu sonuca maruz kaldıklarını söyler. Erenlerin sohbetinden
mahrumiyetin felaketine filozofların tutarsız yaklaşımlarını örnek gösterir.
35
Yokluğu elde eden kulların üst düzey bir insanlık seviyesine çıktıklarından
bahseden Mevlânâ, eski heyet ilmi anlayışına atıfta bulunmakta,
yerkürenin gökyüzü tesiriyle asılı durması gibi şaşkınların da
doğruyu bulamadıklarını belirtmektedir. Evliyayı kehribara benzetir ve
mıknatıs gibi çekim özelliğine sahip olduklarını söyler. Diğer insanları ise
kehribarın çektiği saman çöpüne benzetir. Bu açıdan kemal ehlinin varlığı
diğer sıradan insanları çeken bir karizmaya sahiptir. Yok olmaları nedeniyle
evliya, sıradan insanlardan daha bir üst seviyededir. İnsanların
hayvanlara hükmetmesi gibi evliya da insanlara hükmetmektedir. Aslında
bununla imalı bir hiciv de yapılmaktadır. Evliyanın sıradan insanlara
göre farklılığına dikkat çeken Mevlânâ, onları peygamberlerin ümmetleri
karşısındaki durumuna benzetir. Bu yönüyle nebi ile veli arasında zımni
bir mukayese yapılmaktadır. Zaten evliya, peygamber varisleri değil
midir? Varlık ve yokluk arasındaki etkileşim, Firavun-Musa, kehribarsaman
çöpü, evliya-sıradan insanlar örnekleri ile izah edilmektedir. Peygamberlerin
insanlara olan üstünlüğü, Hak’tan yana oluşları ve insanları
doğruya ve hakikate irşat etmeleri nedeniyledir. Evliyanın sıradan insanlara
üstünlüğü de aynı gerekçe iledir.
Otorite ve hüküm Allah’ın yed-i kudretindedir. Âlemde kötülük
değil güzellik hakimdir. Varlık rahmet, yokluk azaptır. Mutlak Varlığın
tesir etmediği zerre yoktur. Allah nurunu daima payidar kılacaktır. İlahi
nuru yansıtacak olan yegane varlık ise insandır. Çünkü insan, âlemin
gözbebeğidir. İnsanın sıradanlıktan kurtulup sultanlık mertebesine
ulaşması şanının yükselmesine sebebiyet verecektir. İnsan sürü olmaktan
kurtulup çobanlık liyakatine erdiği zaman adres konumuna gelir. Sıradanlaşan,
sürü psikolojisine kapılan ve idrak düzeyinden yoksun olanlar
hayvanlık derekesinde boğulanlardır. Nefislerinin zebunu ve arzularının
kurbanı olan yığınları hakikatle tanıştıran, madde boyutundan öteye,
mana âlemine kanat çırpmasını sağlayan isimler Hak dostlarıdır.36
35 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2482-2488.
36 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2494-2496.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
54
Hüküm maddenin değil maneviyatındır. Bunun örneği akıl ve beden
ilişkisidir. Akıl görünmediği halde bedeni istediği yöne sevk etmektedir.
Akıl bedenden uzak mesafeyi kat etmesini istediğinde, beden bundan
sıkıntı duyacaktır ama ister istemez boyun eğecek, yorgunluğu göze
alacak ve o yolu yürüyecektir. Hak dostları ise akılların aklıdır. Hak dostlarının
götürmek istediği yer akl-ı kül ve Kadir-i Mutlak katıdır. Hak
dostları kabiliyetli olanların mürşidi ve rehberidir.
Evliya ve enbiyanın suretine takılıp gerçek varlığını göremeyenleri
anlatan Mevlânâ, bu kez konuyu örneklendirmek için Salih (a.s.) ’ın devesinden
bahseder. Salih (a.s.) ’ın devesini sadece bir deve olarak görüp
onun mucizevi boyutunu göremeyenleri anlatır. Kavmi, Salih (a.s.) ile
devesini hor, hakir ve yardımcısız görür.
Mevlânâ, ilahi sıfatlardan celâl ve kahır sıfatlarını şehir zabıtasına
benzetmektedir. Devenin kanı pahasına o celâl ve kahır zabıtasının tüm
şehri harap ve bütün şehir halkını da helak ettiğinden bahsetmektedir.
İlahi emre aykırı hareket ederek Salih peygamberin devesine eziyet ettikleri
ve telef etmeye kalkıştıkları için Allah’ın kahrı, o devenin kan bedeline
karşılık şehirleriyle birlikte kendilerini yerle bir etmiştir. Onları her iki
dünyada da azap içinde bırakmış, acılara maruz kılmıştır. Onların basit
gördükleri o deve, bir hikmete mebni idi. Hakk’ın emrine aykırı hareket
etmek, bizzat Yaratan’a isyandır. İsyan ise sahibini iki dünyada mahrum
bırakır ve hüsrana uğratır.37
Salih peygamberin mucizesini reddetmek, ilahi emanet olarak sunulan
deveyi öldürmek, Salih (a.s.) ’a bir zarar verir mi? Peygamberlere
yapılan haksızlıklar, onların kıymetini düşürür mü? İnsanların en fazla
eza ve cefaya maruz kalan isimleri olarak peygamberler, zayıf ve aciz
bırakılabilir mi? Elbette değil. Çünkü onların yardımcısı Hz. Yezdan’dır.
Onlar Hakk’ın himayesi altındadır. Onların gayesi birilerinin taltifine
maruz kalmak değil vuslata ermektir. İmtihan dünyasında itirazlar, acılar
ve felaketler kaderin bir cilvesidir. Vuslata nail olanlar yanmayı ermek
olarak telakki ederler.38
Mevlânâ, insan-ı kâmilin cismini Salih Peygamberin devesine, ruhunu
da Salih (a.s.) ’a benzetir. Salih peygamberin ruhu ile aşina ve kapı
37 Abidin Paşa, Mesnevi Şerhi, c. II, s. 189.
38 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2515-2519.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
55
yoldaşı olabilmek için, onun varisi konumunda olan insan-ı kâmillerin
cismine kul olmak, yani sadakat ve ihlâsla hizmet etmek gerekir.39
Buraya kadarki beyitlerde Mevlânâ, evliyanın surette değil anlamda
aranması gerektiği üzerinde durmuştur. Bu farklılık da surette değil
anlam açısından söz konusudur. Cennet ve cehennemlik insanların görünüşte
birbirlerine benzemelerinin cennetliklere bir eksiklik getirmemesi
gibi evliyanın da suret bakımından diğer insanlara benzemesi onların
manevi derecelerinde bir eksilmemeydana getirmez.
Mevlânâ, hidayet ve dalalet erbabını, birbirine karışmayan iki denize
benzetmektedir. Bu beyitlerde o denizlerden yarısının tatlı ve berrak,
öbür yarısının acı ve bulanık olduğunu söylemektedir. Buna göre,
iman ehlinin kalbi tevhit nuru ile nurlanmış, küfür ehlinin kalbi ise küfrün
katılık ve zulmetiyle kapkara hale gelmiştir.40 Hidayet ve dalalet
erbabını tatlı ve tuzlu denize benzeten Mevlânâ, bu iki denizin sürekli
dalgalanma ve bir diğerini etkisi altına alma çabası içerisinde olduğunu
belirtir. İyileri tatlı denize, kötüleri tuzlu denize benzeten Mevlânâ, iyilerin
kötüleri iyileştirme gayretinden, kötülerinden iyileri etkileme çabasından
bahseder. Tuzlu ve tatlı suların çarpışma ve asimile etme çabası
gibi iyilerle kötülerin çatışmaları da ruhlarının ve kabiliyetlerinin farklılaşmasından
kaynaklanmaktadır.41
Tatlı sular/iyiler cemal sıfatının, tuzlu sular/kötüler celal sıfatının
tezahürüdür. Her zuhur aslına tabidir. Tatlı deniz dalgalandığında, yani
cemalî tecelliler gerçekleştiğinde kalblerden kinleri ve düşmanlıkları
giderip muhabbetin meydana gelmesini sağlar. Acı deniz dalgalandığı,
yani celal tecellileri egemen konuma geldiği zaman muhabbetler altüst
olur. Her şey aslına çeker. Tabiatı neyi gerektiriyorsa ortaya çıkan da
odur. Şeyh Sadi, Gülistan’ında bizleri akrebe saygı duymaya davet etmektedir.
Zira akrebin sokması, kininden değildir. O tabiatı icabı sokar.
Annesinin içini yiyip karnını yırtarak dışarı çıkan akrep yavrusundan
büyüyünce başka neler beklenir ki? der.42 Dolayısıyla vahdet penceresinden
bakıldığında herkes kendi meşrebine uygun olanı yapmaktadır.
39 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1205.
40 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1227.
41 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2570-2583.
42 Sâdî-i Şirazî, Gülistan, haz. Sadık Yalsızuçanlar, TimaşYayınları, İstanbul 1998, s. 181.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
56
Tatlı ve acı denizlerin suları birbirine karışmaz metaforu ile hidayet
ve dalalet ehlinin aynı mertebede görülemeyeceğine dikkat çeken
Mevlânâ, iman-küfür, hak-batıl, hayır-şer niteliklerini ayırt edebilmenin
basiret işi olduğunu beyan eder. Yapılan kötülüklerin mutlaka karşılığı
vuku bulacaktır. Şer davranışlar sahibine mutlaka zarar verecektir. Göz
alıcı, gönül okşayıcı zevklerin haram ve günaha maruz bırakma tehlikesi
de her zaman söz konusudur. Bal içinde sunulan zehirleri içmek felaket
ve ölümdür. Zehir içeren balları önceden idrak etmek esastır.43
Yapılan hiçbir eylem ve davranış karşılıksız kalmaz. Kişi yaptığının
karşılığını muhakkak bir şekilde görür. Ancak bu karşılığın verilme
zamanı ve biçimi hususunda insanlar farklı farklıdır. Çünkü herkes yaptığının
karşılığını aynı cinsinden ve hemen alacak olsa imtihanın bir anlamı
kalmaz. Bunu anlayabilmek için basiret ve gönül gözünün geliştirilmesi
gerekir. Herkes ektiğini biçecek, herkes ameli ile baş başa kalacak,
herkes ettiğini bulacaktır. Kimsenin yaptığı yanına kalmayacaktır. Allah’ın
ilim ve kudreti hiçbir şeyi unutmaz. Fakat Hakk’ın işleri belli bir
hikmete mebnidir. Her şey vakti ve saati gelince vuku bulacaktır. Allah
mühlet verir asla ihmal etmez.44
Kötüden iyiye, acıdan tatlıya, zehirden şifaya kavuşmak manevî
dereceleri elde etmeye bağlıdır. Dünyevî lezzetler, maddî imkanlar, nefsânî
güçler iman ve İslam yolundamesafe kat etmemiş kimseler için birer
felaketken, mana âlemlerine koyulanlar için yedikleri şifa, dinledikleri
gıda, gördükleri Hakk’ı temaşa olarak belirmektedir. Üzüm korukken
içindeki suda ekşilik vardır, fakat kızarıp oldu mu, aynı su hem tat, hem
lezzet, hem rayiha kazanır. Aynı üzüm suyu küpe konduğu zaman önce
şıra sonra şarap olunca yeniden acılaşır, haram olur. Böyle bir haramın
helalleşmesi için sirke olması lazımdır.45
Hidayet ve dalalet ehlini aynı potada değerlendiremeyeceğimizi
ifade eden Mevlânâ, suret olarak aynı ortamlarda gözükseler de manaları
bakımından hidayet ve dalalet ehlinin birbirinden ayrı dünyaları paylaştıklarını
dile getirir. Dinleyenlerine ve muhataplarına tavsiyede bulunarak,
kâmil bir velinin bir hikmet gereğince yaptığı şeyi, taklit yoluyla
43 Mevlânâ, a.g.e., c. I, b. 2584-2590.
44 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2591-2594.
45 A.e., c. I, b. 2595-2602.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
57
müridin küstahça yapması caiz değildir, der. Kamil velilerin yaptıklarını
“biz de yapabiliriz” diyen müritlerin taklit çabaları birer küstahlıktır.
Böyle bir şey uygun değildir. Zira helva hekime zarar vermez. Hekim
helvanın ne zaman yeneceğini, ne kadar yerse zararlı olmayacağını, ne
gibi sonuçlar ortaya çıkaracağını bilir. Ama aynı helva hastaya zarar verir.
Kar ve kıştan, olgun üzüme zarar gelmez ama koruğa gelir. Çünkü o,
daha yeni yetişmektedir.46
Durum, mana âleminde ve sûfîlerin dünyasında böyle olduğu gibi
mülk âleminde de benzer hâldedir. Muktedir olamayanların eline terk
edilen saltanat ve iktidar güçleri bir felaket doğurmaktadır. Bunların feci
hâllerine acıyan Süleyman (a.s.) da Hak’tan kullarını koruması için niyazda
bulunmuştur.47 Dünyanın süsüne kanmak, saltanatın gücüne güvenmek,
madde âleminin basit kazançları ile yetinmek, sonsuzluğu özleyen
insan ruhunu kasvete bürümekte, insanın susuzluğunu daha da artırmaktadır.
Böylesi acı hâllere düşenlere Süleyman (a.s.) acımakta ve
şefaat dileğinde bulunmaktadır.48
Alıntı… http://dergi.cumhuriyet.edu.tr/cumuilah/article/download/1008000875/1008000871

4. Nefisle Aklın Uzlaşması
Allah’ın saltanat verdiği isimler, saltanatın fitnesine dalmazlarsa
Süleyman tabiatlı hâle gelmişlerdir. Nefis de saltanatın şaşaasına aldanmak
yerine Süleyman (a.s.) ’ın fakr duygusuna bürünmeye başlar. Akla
olan bağlılığını dile getirir, aklın buyruklarına ram olur, uysallığa bürünür,
erdemli bir boyut kazanır, arzu ve ısrarından vazgeçer, süzülür,
kıvama erer. Buna göre seyr u sülûkun ileri aşamalarında nefis ve akıl
arasındaki zıtlaşma ve çatışma, yerini uzlaşma ve huzura bırakır. Bu
hususa bedevi ve karısı hikâyesinin sonundaki uzlaşıyla işaret edilmektedir.
49
Fakr u zaruret içerisinde yaşam süren, ömrünü sıkıntılar içerisinde
geçiren kocasının rahata ermesini arzulayan kadın, kocasından Bağdat’a
gitmesini, oradaki halife ile görüşmesini tavsiye eder. Zira halife ile görüşecek
olursa fakirlikten kurtulacağını ve statü kazanacağını ifade eder.50
46 A.e., c. I, b. 2603.
47 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2604-2608.
48 A.e., c. I, b. 2609-2615.
49 A.e., c. I, b. 2643-2645.
50 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1265-1275.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
58
Kadının bu tavsiyelerinden hareketle Mevlânâ, nakıslarla uğraşmak
yerine kâmillerin diyarına gitmeyi, salihlerle görüşmenin iyi olmaya
vesile kılındığını belirtmektedir. Büyüklerin ifadesiyle “sohbet tesir eder,
insanlık fıtratı o sohbetten etkilenir.” Hak dostları olan insan-ı kâmillerle
oturup kalkmak “kimya” denilen iksir gibi etki yapar. Bakıra katılan
iksir, nasıl bakırı altına dönüştürüyorsa, bakır mesabesinde olan nakıs
şahsiyetler de iksir mesabesindeki insan-ı kâmillerin nazarlarıyla yetkin
konuma gelirler. Toprağı gevher yapacak hünerinden bahseden Mevlânâ,
âşıklara açık davetiyesini sunmaktadır.51 Salih şahsiyetlerin sohbetleri
iyiliğe dair olacağı için onların meclisinde bulunanlar da o sohbetin tesiriyle
iyiliğe meylederler ve sonunda iyilerden olurlar. Kötülerle birliktelik,
şerli isimlerin sohbetleri de aynı şekilde menfi tesirlerde bulunmaktadır.
Güzel koku satıcının dükkanı misk yayarken, demirci atölyesi de
gelen gidenin is pasa bezenmesine yol açar.52
Fakirlikten kurtulmak, noksanlarını telafi etmek, donanıma ermek
ve kemale ulaşmak için Bağdat’ta halifenin yanına gitmeyi öğütleyen
karısına bedevi, gidilen yere eli boş gitmenin edebe yakışmayacağını, bir
sebep vuku bulmadan da doğrudan varmanın uygun olmayacağını belirtiyor.
Elinde bir şey olmadığı için hediye götüremeyeceğini, halifenin
yakınlarından kimseyi tanımadığı için huzura varamayacağını beyan
ediyor. Halife kendisini huzura kabul etse bile kendisinin onunla bir
araya gelmeye cesaretinin olmadığından bahsetmektedir. Elinde herhangi
bir sanat ve hünerin olmadığını dile getiriyor.53
Bedevinin halifenin yanına gitmesi, sâlikin Hakk’a yolculuğuna
işarettir. Seyr u sülûk sürecinde teklifin Hak’tan gelmesi mahcubiyetimizi
gidermektedir. Hakk’a vuslatta kişinin yetenek ve imkânı esastır, sanat
ve hünerin bulunması gerekmektedir. Hakk’ın geliniz emrine amade
olup oluş sürecini gerçekleştirmek, başarıyı kendinden değil Hak’tan
bilmek anlamına gelmektedir. Aslında kendisinde imkan ve güç görmeyen
mütevazı dervişin acziyet içerisinde yola koyulması, hünerlerinin ve
yeteneklerinin olduğunu düşünmesinden, alet ve hünerlere sahip olduğunu
hissetmesinden daha iyidir. Zira seyr u sülûk süreci iddiadan ka-
51 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 222.
52 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1265-1275.
53 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2689-2695.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
59
çınmanın, yokluk deneyimini gerçekleştirmenin adıdır. Nefsin akla iyi
yöndeki böylesi nasihatlerine karşılık, aklın da iflas ettiğini ve yok hükmünde
olduğunu sözle değil fiilen göstermesi, padişahın merhamet
duymasına yol açacaktır. Dervişin varlık iddiasıyla sülûkta yol kat etmesi
mümkün değildir. Yokluk uğrunda hiçliğini ortaya koyacak şahide ihtiyaç
vardır.54
Bedevinin huzura varabilmesi için alet ve hünere sahip olması gerektiğini
anlatıp dururken, eşi kendisine şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
“Huzura çıkabilmek için bir sebep aramak gerektiğini, hüner ve sanata sahip
olmak lazım geldiğini söyleyip durma. Allah’ın kendisine yaklaşmak isteyen
kullarına bağışlarda ve rahmette bulunması için vesileye ihtiyacı yoktur. Önce
sen o sultanın huzuruna çık. Onun nurunu gör. İçine onun ziyası dolsun. Bu
sana yeter. Koruyup kollama, şefkat ve merhamete bürünme, ihsan ve atada
bulunma gibi hasletlere sahip olan sultanın galeyana gelmesi, ihsan coşkusuna
bürünmesi ancak huzurdakilerin muhtaçlık hissine bağlıdır. Zira sultanın cömertliği
peyda olunca aletsiz durumla aletle donanma durumu, sebepten yoksunlukla
sebeplilik hâli arasında fark kalmamaya başlar. Çünkü cömert olan sultan,
varlık hazinesinden bahşetmek için karşısındakinin müflis durumda olmasını
ister. Sultanın huzuruna varmak için amellerini, hünerlerini ve yeteneklerini
yakınlaşma vesilesi edinmeye kalkışma.”55
Önceki beyitlerde bedevinin halifeye gidişini konu edinen Mevlânâ,
insanın Hakk’a yolculuğuna dikkat çekmektedir. “Bu gidişte teklifin
Hak’tan gelmesi gerekmektedir. Hakk’a olan yolculukta özel yeteneklere,
sanat kabiliyetine, hünerlere, birtakım vasıtalara sahip olmak gerekmektedir.
Ancak kerem sahibi sultanın daveti gerçekleştikten sonra sanatkâr
olmanın da sanattan yoksunluğun da, sermaye sahibi olmanın da yoksul
olmanın da önemi yoktur. Sultanın huzuruna varmak isteyen kişi hüneri,
sanatı, gücü ve kisvesi ile değil sultanın himmetiyle huzura varmaktadır.
Zira her türlü hüner ve sanat, bir bakıma varlık davasıdır. Yokluk makamına
erenler ilahi dergâha varmaktadırlar. Yalnız yokluk makamı da
bir iddia değil bir oluş seyridir. Oluş motorunu çalıştıranlar iştiyaka bü-
54 A.e., c. I, b. 2696-2702.
55 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 224.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
60
rünenlerdir. Yokluk hâlinde samimi olanlar sıdka bürünmüş şahsiyetlerdir.”
56
Kadın testilerinde yağmur suyu bulunduğunu, kocasının yegâne
sermayesinin bu olduğunu, sultana sunmaya vesile olacak yağmur suyu
gibi bir hediyelerinin bulunduğunu belirtir. Kendilerinin bundan başka
malının olmadığından, çöllerde de bundan güzel su bulunmadığını belirtir.
Bedevinin gideceği padişahın hazinesinde sayısız, kıymetli eşya, inci
ve mücevher bulunsa da böylesi berrak suyun bulunmayacağını dile
getirir.
Bedeni bir testiye, duyguları da bu testinin içindeki acı ve tuzlu
suya benzeten Mevlânâ, beş duyumuzu bu bedeni besleyen musluklara
benzetir. Testi suyunun başlangıçta acı ve tuzlu sudan ibaret olması, bedenimizin
revize edilmesi ve dengelenmesi gerektiğine işarettir. Testi
suyunun tatlı su haline, temiz ve berrak bir özeliğe bürünmesi için bahsedilen
musluklardan bedene sürekli temiz ve berrak suların akması
gerekmektedir. Kirli, zararlı ve atık sulara karşı da bu muslukların kapalı
tutulması gerekmektedir.
Bedevi testideki yağmur suyunu padişaha hediye olarak götürmeye
niyet ettiği zaman, suyunun güzelliğine mağrur olup başını havaya
kaldırdı, esen rüzgârlar sakalına ıslık çaldırdı ve olanca gururu ile “Kimin
böylesi bir hediyesi var? Öylesi bir sultana ancak böylesi mükemmel
bir hediye gerekmektedir. Onun şan ve şöhretine uygun düşen hediye
ancak budur” dedi.57
İnsanın mahsus benliğinin ilahi benlik karşısındaki değersizliğini
anlatmak için Mevlânâ, bedevinin testisi ile Dicle nehri metaforunu kullanır.
Kul olarak bizlerin benlikleri, evrensel benlik karşısında deryadaki
damla mesabesindedir. Mevlânâ dünya çölünde oturup da bildikleri
yalan, yanlış ve eksik şeyler ile yaptıkları amelleri bir şey zannedenleri,
tuzlu su kenarında yuva kurup tatlı ve berrak suyu bilmeyen bir bedeviye
benzetmektedir.
İnsan olarak en büyük zaafımız sahip olduklarımızla gururlanmamızdır.
Elimizdekileri yeterli görmek, birikimlerimize değer atfetmek,
kendimize güç isnadında bulunmak tükenişimizin göstergesidir. Fırat ve
56 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2703.
57 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 230.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
61
Dicle’yi bilmeyen bedevi testisindeki yağmur suyunu paha biçilmez değer
olarak görüyor. Çölde o suyu bulmak elbette bir şanstır. Ama padişahın
yaşadığı şehirdeki tatlı su kaynakları yanında o hiç mesabesindedir.
Sultana arzedilmek üzere bedevi aziz bildiği hediyesini götürmek
üzere yola koyulur.
Tarikata yeni katılmış bir derviş bu inceliğe vakıf olmadığı için
ibadetlerine değer vermektedir. Böylesi bir dervişi sembolize eden bedevi
de yağmur suyu kadar değerli bir şeyin halife kapısında bulunmayacağı
vehmine kapılmıştır.58
Sonunda suyunu halifenin dergâhına götüren bedevi, oranın ihtişamını
görür. Orada mecusi, mümin, münafık ve kafir de olsa herkesin
bir şekilde bu kapıdan istifade ettiğini, kendi mertebesine uygun bir ortam
içinde bulunduğunu görür. Suret ehlinin mücevherli giysi ve suretlere
büründüğünü, mana ehli olanların ise mana denizine daldığını, herkesin
kendi himmeti mesabesinde bir derece elde ettiğini, himmeti olmayanların
da orada himmet elde ettiğini anlatır.59
Hilafet makamı tabiri ile tarikat yapılanmasına ve dergâh atmosferine
dikkat çeken Mevlânâ, tekkelerin hâcet kapısı olduğundan bahsetmektedir.
Hakk’ın rahmet, lütuf ve ihsan kaynaklarından biri olan dergâhlarda
herkes, talebince istifade edebilmektedir. Dergâhlarda tarafgirlik,
senlik benlik ve statü farklılaşmasından bahsedilemez. Dergâhlar
ihsan makamlarıdır. Herkes nasibince istifade edebilmektedir. Dergâhların
sunduğu ihsan, güneş ve yağmur misalidir. Renk, dil, din, ırk, mezhep
ve cinsiyet ayrımı yapmadan herkesi kapsamaktadır. Dergâhın sunduğu
imkânlar, cennet nimetlerine benzemez. Cennet nimetleri sadece
müminlere özel olduğu halde, dergâh ihsanları mümin olsun olmasın
herkesi içine almaktadır. Zira cennet “er-Rahim” isminin, dergâh ise “er-
Rahman” isminin tecelligâhıdır.
2740. beyitte dergâhtaki iki sınıf zümreden bahsedilmektedir. Birinci
sınıf süslenip püslenen gözde şahsiyetler, ikinci sınıf ise ayakta durup
sıra bekleyenlerdir. Birinci sınıf mürşid-i kâmilin yakınında olan,
sülûkunu tamamlamış durumda olan, hilafet hakkını elde eden, her türlü
manevî ve irfânî hasletlere bürünmüş şahsiyetlerdir. İkinci sınıf ise henüz
58 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1298.
59 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2737-2743.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
62
sülûkunu tamamlamamış, mürşidin terbiye ve irşadına muhtaç kimselerdir.
“Her şey ihtiyaç hissedildiği kadar verilir” şeklinde özetlenebilecek
kozmik ilkeye dikkat çeken Mevlânâ, her şeyin ilgili olduğu hususu
gerektirdiğini belirtir. Örneğin; fakir, cömertliğe muhtaç olduğu gibi,
cömertlik de fukaraya muhtaçtır. Âşık, maşuka; maşuk da âşığa muhtaçtır.
Buna göre arz-talep dengesi, kozmik oyunun bir gereğidir.
Arz-talep ilkesinden hareketle Mevlânâ, zenginin fakiri horlamaması
gerektiğini dile getirir. Bunu anlatırken de etkileyici metafor gücüyle
fakiri, cömertliğin aynasına benzetir. Buna göre aynaya hohlayıp bulandırmamak
gerekir. Yani yapılan hayır ve hasenatı başa kakarak boşa
çıkarmamak gerekir.60
Cömertliğin aynası fakirlerdir. Aynanın parlak ve temiz olması gerekir.
Aynada yansıyan güzellikler sahibini oldukça mutlu eder. Cömertliğin
tezahürü olan fakirler de başka başkadır. Kimi nimetlerin yoksunu,
kimi varlık yoksunu, kimi aşk yoksunu, kimi umut yoksunudur. Cenâb-ı
Hak karşısında ise herkes fakirdir. Fakirliğin maddesel düzeyi olduğu
gibi manevî kıvamı da söz konusudur. Fakr ehli olmak bambaşka bir
mertebedir.61
Mevlânâ, fakirleri iki kısma ayırmaktadır. Birine fakir-i lokma, diğerine
fakir-i Hak adını vermektedir. Fakir-i lokma olanlar rızkı Allah’tan
değil de kendi gibi birtakım yaratılmışlara el açarak, onlara minnet ederek
temin etmeye çalışırlar. Bunlar fakir-i Hak olanların ancak resmi mesabesindedirler.
“Böylesi heykellerin önüne yemek koyma” tavsiyesinde
bulunmaktadır. Fakir-i Hak fakr ehli hakiki dervişi sembolize ederken,
fakir-i lokma sahte dervişi nitelemektedir. Nakş-ı mürde/manevî hayat
sahibi olmayan sahte dervişler, ilahi marifetlerden ve Rabbânî hakikatlerden
herhangi bir şey anlamazlar. Mevlânâ’nın lokma verme ve önüne
yemek tabağı koyma ifadesi, manevî kemâlâtı olmayan kişilere sadaka
verme demek değildir. Her türlü muhtaca yardım etmekten geri durmamayı
ister ama hakikatleri ehline vermeyi de öğütler. Kurbiyet makamında
bulunan hidayet ehli şahsiyetler Kaf dağındaki Zümrüd-i
Ankadırlar. Peygamber Efendimizin Allah tarafından yedirilip içirilmesi
60 A.e., c. I, b. 2744-2751.
61 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2752-2755.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
63
gibi Hak dostları da manevî gıdalarla beslenirler. Lokma dervişleri ise
tavuklar gibi sofra döküntülerine göz dikerler. Menfaatlerini kotarmak
için derviş kıyafetine bürünürler.62
Mevlânâ’nın bu beyitlerde dikkat çektiği fakr kavramının tasavvufî
ıstılah olarak anlamı; sâlikin hiçbir şeye malik ve sahip olmadığının
şuurunda olması, her şeyin gerçek malik ve sahibinin Allah olduğunu
idrak etmesidir. Sâlikin kendisini daima Allah’a muhtaç bilmesi, Allah’ın
hiçbir şeye ihtiyaç duymadığının farkında olmasıdır.63 Buna göre fakr,
dünyadan, tüm masivadan hiçbir şeye gönülde yer vermeyerek, malik olunan
şeyleri Hakk'ın rızasına sunmak ve O’nun yolunda bezletmektir. 64
Sufi görünüş itibariyle bu dünyanın bütün zenginlikleri içinde yaşasa
da o kendisinde yoksunluk (fakr) hissini taşımaktadır. Bu çerçeveden
hareketle tasavvuf, “Müslüman’a özgü yoksulluk” olarak adlandırılır.
Sufi için dünya ölüdür; o burada dünyanın baştan çıkarmasına kapılmaksızın
yaşar. Sufilik, insanı, insanın bulunduğu her yerde ilahi kaynakla
birleştirebilir; yeter ki insan, kendisinden kutsal olduğu için bütün
varlığını talep eden Yol’a hazır olsun! ...65 Mevlânâ da mal ve mülkü gönlünden
çıkarmış olduğu için, Süleyman (a.s.) 'ın kendisine fakir dediğini
zikreder.66
Fakr kavramına biraz daha geniş açılım getiren Mevlânâ, Hakk’ı
nevale ve nafaka için sevenlerin gerçek fakir olamayacağını belirtir. Bizleri
cennet umudu gibi herhangi bir karşılık beklemeden Hakk’ın cemaline
aşık olmaya davet etmektedir.67
Büyüklerin huzuruna varmak saygı ve tevazu gerektirir. Büyükler
büyüğü Hakk’ın kapısına varmak, varlık kisvesinden soyutlanmayı ge-
62 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1306.
63 Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî, el-Lüma’ fi’t-tasavvuf - İslam Tasavvufu-, trc. Hasan Kâmil
Yılmaz, İstanbul 1996, s. 46; Ebû Hafs Şihabuddin Ömer es-Sühreverdî, ‘Avârifü’l-
Ma‘ârif (Tasavvufun Esasları) , haz. Hasan Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz, Erkam Yay., İstanbul
1990, s. 614-616.
64 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul
1994, s. 182.
65 Seyyid Hüseyin Nasr, Tasavvufi Makaleler, çev. Sadık Kılıç, İnsan Yayınları, İstanbul 2002,
s. 40.
66 Tâhiru1-Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, 2/558; Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, M.Ü. İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1994, s. 184.
67 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2756-2761.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
64
rekli kılar. Nefs-i kamile mertebesine erişen nefis, bir zamanlar kendisine
hayırda öncülük yapan, kendisini ıslaha sevk eden ve elinden tutan aklın
varlık emaresi görülen duruşunu düzeltmeye çalışır. Bedevinin bir testi
dolusu yağmur suyunu gözünde fazla büyütmemesini telkin eder. Büyüklerin
huzuruna eli boş gidilemeyeceğini anlaması ve götürülen hediyeleri
de gözünde büyütmemeyi algılaması sonucu bedevi, uzak ve uzun
çöller geçerek halifenin hükümet ve adalet merkezi olan şehrine ulaşır.
Halifenin adamları onu karşılar ve üzerine gülsuyu serper gibi iyilik ve
cömertlik serperler.
Bedevi, halifenin kapısına bir miktar parasal destek edinmek için
gelmişti. Fakat oradaki nakiblerin mehabet ve nezaketini görünce şaşırır.
Ne için gelmiş olduğunu unutur.68 Onları bir kez görmeyi kadim dostluklara
benzetir. Onları bir kez görüş için altınların feda edilmesi gerektiğinden
bahseder. Zira onların nazarları ile halinin başkalaştığını ve manevî
faydalar hasıl olduğunu söylemektedir. Dünyevî beklenti için geldiği
bu sarayda kendisine kılınan bu nazarla basit beklentilerden sıyrıldığını
beyan etmektedir.69 Saray görevlilerinin kendisine beklemediği ölçüde
iyilikte bulunması, bedeviyi duygulandırıyor. Onların çehrelerini
altından daha saf görüyor, yüzlerine bakmakla yüzlerce yüz görmenin
aydınlığını hissediyor, onları bir kez görmeyi yüzlerce yüz görümü olarak
değerlendiriyor, onlara bir kerecik varmaya bütün dünya mallarını
feda ediyor.
Bedevi kendini garip olarak tanımlamakta, derecesinin çok düşük
olduğunu söylemektedir. Bu kapıya geliş sebebinin halifenin lutfunu
kazanmak olduğunu ifade etmektedir. Bütün çöllere yayılan Kutbun
kokusundan bahsetmektedir. Bu kokunun zerresinin bile manevî hayat
bahşettiğini beyan kılmaktadır. O kokunun canlara tesirinden, hayat
bahşettiğinden, diriliş muştusu olduğundan bahseder. Böylesi duygularla
kendisinin de feyze nail olmak istediğini, bu amaçla şahın huzuruna
geldiğini belirtir. Buraya gelince de o cemalin sarhoşu olduğunu, gönlünde
dünyevî kaygıların kaybolduğunu, huzura kavuştuğunu belirtmektedir.
70
68 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. I, 5. Kitap, s. 1316.
69 Ankaravî, Şerhu’l-Mesnevî, c. I, s. 529
70 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Ş_„___#¹_Mç__erhi, c. II, s. 249.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
65
Bedevi, vahdet sırrına ermek için türlü çilelere katlanıp eline yağmur
suyuyla dolu testi ile çölleri aşmış ve iki dünya padişahı bir halifenin
kapısına ulaşmıştı. Elindeki, bir nefisle mücahede ve ibadet testisiydi.
Bu testiyi saray kapısına teslim etmişti. Ancak hakikat Dicle’sine boşalacak
bu testi içinde damla damla su değil, damla damla inci ve mücevher
varmış gibi eşsiz bir manevî değerle dopdoluydu.71 Kişi Allah’a ait olduğunu
anladıktan sonra bu uçsuz bucaksız mesafeler âleminde ne uzaklık
ne de yakınlık kalır. Halifenin kapısına varınca bedevi, meleklere benzedi.
İçinde ne ekmek ne de su kavgası kaldı. Dünya bağlarından kurtulup
kanatlılar gibi hafiflediğini hissetti. Şu bir gerçek ki gerçek âşıkların canlarındaki
cezbe ve ateşten başka hiçbir şey maksatsız ve menfaatsiz değildir.
Yalnız ilahi aşk yolcularıdır ki aşk ateşiyle yanarak cisimlerinden
ve canlarından geçerler. Bu yolda yürüyenlerden gayrilerinin hedefi ise
ancak dünya lezzetleri ve dünya kirleridir. Bedevi lezzetinde beşeriyet
şöyle dursun, nurdan başkası olmayan bir yolun sonuna ve nura varılacak
bir kapının eşiğine varma bahtiyarlığına eren bir kul olmaktadır.72
Bedevinin halifeye takdim etmek üzere getirdiği bir testi yağmur
suyu ile mana âlemlerine seyir gerçekleştirildi. Mevlânâ’ya göre, elimizdekilerle
avunmak, kazancımızla yetinmek, dünya hayatımızdaki hayır
hasenatımıza bel bağlamak, ibadet ve taatlerimizi gözümüzde büyütmek
avuntudan başka bir şey değildir. Aşık olmak güzeldir ama mutlak aşka
ram olmak herkesin kârı değildir. Bu gerçeklerin altı çizildikten sonra
hikâyede bedevinin testiyi saraya tesliminden bahsedilmektedir.73
Su testisini halifenin adamlarına sunan bedevi, halifeye ve sarayına
olan bağlılığını bildirdi. Hediyesini sultana iletmelerini, sultanın kendisinden
yardım bekleyenleri içerisinde bulundukları yoksulluktan kurtarmasını
istedi. Testideki suyunun hakiki rahmet suyu olduğunu, bir
çukurda biriktirdiği yağmur suyu olduğunu söyledi.
Mesnevi şarihlerinin ifadesine göre bedevinin elindeki testi dervişin
bedeni, içindeki sudan maksat işlediği salih amelleri ve sahip olduğu
ilmidir. Testiyi saray görevlilerine takdimi ise dervişin varlığını, kendince
çok değer verdiği ilim ve amellerini ilahi dergâhın nakiplerine sunma-
71 Rifai, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 408.
72 Rifai, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 409.
73 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2815-2824.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
66
sıdır.74 Saray görevlilerinin şehrinde Dicle gibi bir akarsuyu olan padişaha
bir testi yağmur suyunu hediye getiren, üstüne üstlük getirdiği testi
hakkında payeler biçen bedevinin şaşılacak haline güldüler. Edeplerinin
gereği olarak onu mahcup da etmediler. Bağdat nasıl içerisinde akan
Dicle ırmağına sahipse, mürşid-i kâmillerin dergâhı da ilim, edep, amel,
zikir ve hizmet suyunun dolu dizgin aktığı maneviyat deryasıdır. Bu
dergâha baş koyanlar ne ilimlerine mağrur olmalı ne de işlediği amellerine
paye çıkarmalıdır. Mürşid-i kamillerin dergâhı mahviyet ehlinin, tevazu
ve hizmet erbabının barınağıdır. Bu dergâhta hayırda koşanlar,
iyilikte yarışanlar, acziyetini her an itiraf edenler, muhtaçlık hissine sahip
olanlar yaşar.
Allah’ın cömertliğine sınır olmaz. Rabbimizin lutuf deryasının sahili
olmaz. O sahilsiz umman gibi sonsuzluk neşvesine sahiptir. O’nun
kapısına baş koyan geri çevrilmez. O kendinden isteyeni mahrum bırakmaz.
O’na yönelen herkes mutlaka kazançlı çıkar. Kişi ne kadar samimi,
ne kadar içten ve ne kadar candan davranırsa bu kapıdan kusurlu da olsa
kabul görür. Kendisine fakirse zenginlik, yoksulsa varlık, garipse
haldaşlık, cahilse ilim, güçsüzse takat verilir. Hakk’ın kapısı ümitsizlik
makamı değildir. Yeter ki o kapı çalınabilsin. Kapıyı ısrarla çalmak gerekir
ki kabul edilme şansı elden kaçırılmaya. O öyle bir şah ki kendine
geleni asla mahrum kılmaz. O’na doğru bir adım atanı O, on adımla karşılar.
Samimi davranan kulların ameli az da olsa ten kafesine sonsuzluk
muştusunu müjdeler, ebediyet âleminde mutlu yaşam sürmesini sağlar.
Mevlânâ, Hak kapısındaki ikramları, bedevinin halifeden gördüğü hayırhahlıkla
örneklendirir.75
Halife bedevinin hediyesini kabul etti. Bedevinin ahvalini dinledi.
Testisini altınla doldurdu. Ona özel kıyafetler giydirdi ve kendisine krallara
layık sofralar kurdu. Bedeviyi fakirlikten kurtardı. Halife adalet timsali
ve cömertlik deryası mesabesindeydi. Bedevi halifenin cömertliğine
hayran kaldı. Böylesi hamiyete, böylesi varlığa ve böylesi lütfa şaştı kaldı.
Saray görevlileri halifenin emriyle bedeviyi memleketine Dicle üzerinden
götürdü. Dicle’nin uçsuz bucaksız halini görünce yaptıklarından utandı.
74 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. I, 5. Kitap, s. 1330.
75 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2853-2862.
Mesnevi’deki ‘Bedevi ile Karısı’ Hikâyesine Göre Akıl-... •
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
67
Bedevinin durumu mürşid-i kâmile intisap eden dervişi andırmaktadır.
Derviş mürşidindeki marifet düzeyine hayran kalır. Kendi amel ve
ilim seviyesinin hiçliğini idrak eder. Mürşidi ile beraber olan derviş çirkinlikten
uzak, gece gündüz yol kat etmektedir. Derviş bindiği tarikat
gemisi içinde kendisini daha rahat hissetmektedir.76
Halifenin ilminden bahseden Mevlânâ sözü ilahi ilme nakleder.
Oğlum diye dervişe seslenir. Âlem denilen eşyanın tüm suretlerini tamamen
ilahi ilimden, Hakk’ın isim ve sıfatlarının tezahüründen ibaret
görür. “Eşyanın özü Hakk’ın nurudur. Eşyada tecelli eden ilahi isimleri
ve güzellikleri fark edebilenler yaratılışın rahmet muştusu olduğunu
anlarlar. Eşyanın parçalarında bile ilahi nüve mevcutken insanın kendini
hakikatten uzak görmesi düşünülebilir mi? Her bir insan yaratılış gerçeğini
idrak etmeli, Allah’ın güzelliklerine ayna olmaya gayret etmeli. Allah
yolunda gösterdiği çabalarla bedenini yıpratırken ruhunu diriltmeli,
kendisinde saklı bulunan ilahi hazineyi gün yüzüne çıkarmalı.”77
Nefsi hizaya getiren güç, açlık kamçısıdır. Peygamber Efendimiz
nefsin şehvetini oruç tutarak kırmamızı öğütlemektedir. Nefsin azgınlığını
açlıkla dizginlememiz mümkün olmaktadır. Hikâyede sözü edilen
bedeviyi halifenin sarayına götüren, onun oldukça güzel giysiler giymesini,
mükellef sofralara oturmasını ve türlü türlü ihsanlara nail olmasını
sağlayan açlık ve muhtaçlığı idi.78 Bedeviyi yüksek katlara çeken de yoksulluğuydu.
Dünya kirlerine bulaşmadığı, balçığa saplanmadığı ve ağır
yükler yüklenmediği için dipte kalmadı, hatta yükseklere tırmandı. Ondaki
ruh saflığını gördüğü için halife bedeviye bol ihsanda bulundu.
Bedevinin hikâyesinde sıradan bir öykü değil kanaat anlatılmış, ihlas
bahis konusu yapılmış, aşkla şevkin ruhu hangi katlara kadar yükselteceği
dile getirilmiştir. Vahdet ve vuslatın sırlarına dikkat çekilmiştir.79
İnsan-ı kâmilleri toplum içerisindeki konumlara, sözlerindeki ibarelere,
görünüşlerindeki basitliklere göre değerlendirenler önlerindeki
irfan deryasına dalmaktan mahrum kalırlar. İnsan-ı kâmil denilen mana
sularından istifade etmek için o akıntıya kapılmak gerekmektedir. Mana
76 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 269.
77 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 2863-2868.
78 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. I, 5. Kitap, s. 1353.
79 Rifai, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 423.
• Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: XV, Sayı: 1
68
suları renksizdir. Mana deryasında akıntıya kapılanlar derinlere daldıkça
inciden haberdar olmaktadır. Tasavvuf yolunun önderleri ile dergâh
ihvanları arasında yer edinebilmek için insanlık cevherine dikkat kesilmek
gerekmektedir. Tekkelerde renkleri farklı, dilleri ayrı, etnik kökenleri
değişik olan binlerce insan manevî yolculuğa beraber çıkmaktadırlar.
Dış dünyada gerçekleşen yol haramileri, yol bezirgânları, menfaat tellalları,
zevkine düşkün ve kendini düşünen bedbahtlar o canlar arasında
neredeyse hiç nüksetmez. Çünkü onlar yoldaşlarının suretlerini değil
manalarını özlemekte, görüntülerine değil ruhlarına kapılmaktadır. Suret
ve mana bir değildir. Suretperestlerle maneviyat yolcuları aynı kefede
değerlendirilmemelidir. Mevlânâ bu gerçeği hac metaforu ile dile getirmektedir.
80

Alıntı… http://dergi.cumhuriyet.edu.tr/cumuilah/article/download/1008000875/1008000871

Zamanında Kerem ve ihsanda Hatemi Tai’yi geçen ve nazirî bulunmayan Halifenin hikâyesi
Eski zamanda bir halife vardı ki, Hâtem’i cömertligine köle etmisti.
2245. _hsan ve adalet bayragını yüceltmis, dünyadan yoksulluk ve ihtiyacı kaldırmıstı.
Deniz ve inci, onun vergisine nispetle ehemmiyetsiz bir hale gelmis lûtuf ve ihsan Kaf’tan Kaf’a yayılmıstı.
O padisah, topraktan ibaret olan su yeryüzünde bulut ve yagmurdu. _n’am ve ihsan sahibi Allah’nın
vericiligine mazhardı.
Deniz ve maden, onun ihsanına karsı zelzeleye düsmüs, onun cömertligine dogru kafile kafile gelip duruyordu.
Kapısı, hacet kıblesiydi. Söhreti, cömertlikle bütün âleme yayılmıstı.
2250. Onun vergisinden, onun cömertliginden Acem de sasırmıstı,Rum da. Türk de hayrete dalmıstı, Arap
da.
Hayat suyu, kerem deniziydi. Onun yüzünden Arap da dirilmisti. Acem de!
Yoksul Arap bedevisinin hikâyesi ve yoksulluk yüzünden karısıyla arasında geçen sey
Bir gece bir bedevi karısı, dedikoduyu hadden asırarak kocasına dedi ki:
“Bütün bu yoksullugu, bu cefayı biz çekmekteyiz. Âlemin ömrü hoslukla geçiyor. Sade biz kötü bir haldeyiz.
Ekmegimiz yok, katıgımız dert ve haset... Testimiz yok suyumuz gözyası.
2255. Gündüzün elbisemiz günesin ziyası... Geceleyin dösek ve yorganımız ay ısıgı.
Açlıgımızdan degil mi ayı, okkalık ekmek sanıp elimizle gökyüzüne saldırıyoruz.
Yoksullar bizim yoksullugumuzdan ve gece gündüz yiyecek düsünmemizden arlanıyorlar.
Sâmirî’nin halktan kaçtıgı gibi akraba, yabancı... herkes, bizden kaçıyor.
Birisinden bir avuç mercimek isteyecek olsak bize “Sus, geber, babalar çıkarasıca! ” diyor.
2260. Arabın iftiharı, savas ve ihsandır. Sence Arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlısa
benziyorsun.
Ne savası? Zaten biz savassız öldürülmüs, bitmisiz; yoksulluk kılıcıyla basımız uçurulmus, gitmis!
_hsan nerede? Yoksullugun etrafında dönüp dolasarak ag örmekte, havada uçan sinegin damarını sokup kanını
emmekteyiz.
Hele bize misafir gelsin... Geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam degilim!

Bedevinin, karısına sabretmesini buyurması ve ona sabır ve yoksullugun faziletini söylemesi
Kocası dedi ki: “Daha ne vakte kadar gelir ve mahsul arayıp duracaksın; zaten ömrümüzden ne kaldı ki?
Çogu geçip gitti.
Akıllı kisi, artıga, eksige bakmaz; çünkü ikisi de sel gibi geçer.
2290. Sel ister sâf olsun, ister bulanık... Mademki baki degildir, ondan bahsetme?
Bu âlemde binlerce canlı, sıkıntısız, hos bir halde yasamakta, geçinip gitmektedir.
Üveyk kusu, geceki rızkı henüz meydanda olmadıgı halde agaçta Allahya sükreder.
Bülbül “Ey duaya icabet eden Allah, rızık hususunda itimadımız sana” diye Allahya hamdeyler.
Dogan, rızkını padisahın elinden umdugundan bütün pis seylerden ümidini kesmistir.
2295. Böylece sivrisinekten tut da file kadar bütün mahlûkat Allah ailesidir; Hak da ne güzel aile reisi.
Gönlümüzdeki bütün bu gamlar, heva ve hevesimizin, varlıgımızın tozundan, dumanından meydana gelir.
Bu kökümüzü söken gamlar, ömrümüzün oragına benzer. Bu böyle oldu kuruntuları da vesveselerimizdir.
Bil ki her hastalık ölümden bir parçadır. Çaresi varsa, ölümün bir cüz’ünü kendinden kov!
Ölümün bir cüz’ünden bile kaçamadıgın halde onun hepsini basından asagıya dökecekler, bunu iyice bil!
2300. Ölümün cüz’ü olan hastalık sana taht geliyorsa bil ki Allah küllü, yani ölümü de sana tatlılastırır.
Hastalıklar, ölümden elçi olarak gelmektedir; ey bosbogaz, ölümün elçisinden yüz çevirme!
Tatlı yasayan, sonunda acı öldü. Ten kaydında olan canını kurtaramadı.
Koyunları kırdan sürer getirirler; hangisi daha besli ise onu keserler.
Gece geçti, sabah oldu. Sen ne vakte kadar bu altın masalını yeni bastan söyleyip duracaksın?
2305. Gençken daha kanaatliydin; simdi altın istiyorsun, halbuki sen önceden altındın.
Üzümlerle dolu bir asmaydın; nasıl oldu da kesada ugradın; üzümün tam olacakken bozulup gittin?
Meyvanın günden güne daha tatlı olması lâzım._p egirenler gibi gerisin geriye gitmenin lüzumu yok!
Sen bizim esimizsin; islerin basarılması için eslerin aynı huyda olmaları lâzımdır.
Eslerin birbirine benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!
2310. Ayakkabının bir teki ayaga biraz dar gelirse ikisi de isine yaramaz.
Kapı kanadının biri küçük, digeri büyük olur mu? Ormandaki aslana kurdun çift oldugunu hiç gördün mü?
Bir gözü bombos, öbürü tıka basa dolu olsa hurç, devenin üstünde dogru duramaz.
Ben saglam bir yürekle kanaat yolunda gidiyorum; sen neye kınama yolunu tutuyorsun? ”
Bedevi karısının, kocasına “ Lime tekulûne mâ lâ tef’alûn denmistir.Haddinden fazla söz söyleme. Bu sözler
dogru olmakla beraber bu tevekkül makamı, senin makamın degildir. Makamından ve isinden yukarı söz
söylemek, sana ziyan verir. “ Kebüre makten indallah “ hükmü zuhur eder, diye
nasihat vermesi
Kanaatkâr adam ihlâsla, yüregi yanarak sabaha kadar karısına bu yolda sözler söyledi.
2315. Kadın ona haykırdı: “Ey namustan gayri bir seyi olmayan, artık bundan fazla senin afsununu
istemem.
Yürü git. Gayri bu davadan bahsetme; kibir ve azamete dair saçma sapan seyler söyleyip durma!
Ne vakte kadar bu tumturaklı sözler, bu isler güçler? Kendi halini, kendi isini gör de utan!
Kibir çirkindir ama dilencilerden olursa daha çirkin. Soguk gün ortalık kar... Bir de elbise ıslak olursa...
Ey örümcek agı gibi evi olan! Ne vakte kadar dava, çalım; Ne vakte kadar kibir, azamet!
2320. Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın ki? Kanaatten ancak bir ad ögrendin.
Peygamber “Kanaat nedir? Hazinedir” dedi. Sen hazineyi mihnet ve
mesakkatten ayırt edemiyorsun.
Bu kanaat daimî bir hazineden baska bir hazineden baska bir sey degildir. Ey gönüle gam ve elem veren artık
beyhude sözlere dalma!
Yürü bana “Esim” deme, az koltukla. Ben insafın esiyim, hilenin degil.
Neden padisahtan, beyden dem urup durmaktasın? Yoksulluktan havada sivrisinegi bile avlamaktasın.
2325. Bir kemik parçası için köpeklerle dalasmakta, içi bos ney gibi inleyip durmaktasın.
Bana öyle horlukla kötü kötü bakma ki damarlarının içinde dolasan sırları söylemeyeyim.
Kendi aklını benden fazla görüyorsun; Ya su az akıllı olan beni nasıl gördün? (Büsbütün asagı degil mi?)
Çirkin kurt gibi üstümüze atlama. Senin gibi insanı utandıracak akla sahip olmaktansa akılsızlık daha iyi!
Aklın, insanlara ayak köstegi olunca o akıl, akıl degildir, yılan ve akreptir.
2330. Senin hile ve zulmünün hasmı Allah olsun; hile elin bize uzanmasın!
Ne sasılacak sey ki sen hem yılansın, hem afsuncu... Ey Arap, sen yılansın, hem de çirkin yılan!
Eger karga kendi çirkinligini anlasaydı, derdinden kar gibi erirdi.
Afsuncu düsman gibi, yılana afsun okur, yılan da onu afsunlar.
Yılanın afsunu, yılancıya tuzak olmasaydı yılanın afsununa aldanır, onunla mesgul olur muydu?
2335. Afsuncu, kazanç hırsına düsünce yılanın kendisini afsunladıgını anlamaz.
Yılan “ Ey afsuncu, kendine gel. Kendi hünerini gördün, bir de benim afsunumu gör!
Sen beni Hak’kın adıyla afsunladın, bu suretle de beni halka rüsvay etmek istedin.
Beni Hak’kın adı bagladı, senin tedbirin degil. Hakk’ın adını tuzak yaptın, yazıklar olsun sana!
Senden benim hakkımı Allahnın adı alacak. Ben canımı da Allah adına ısmarladım, tenimi de.
2340. Allah adı, beni yaraladıgın için ya can damarını koparsın, yahut seni de benim gibi mahsup etsin! ”
der.
Kadın bu yolda sert sözlerle genç kocasına tomarlar okudu.
Erkegin, karısına “ Yoksullara hor bakma, Allah’nın isine noksan isnadetme, kendi
yoksullugunla vehimlenip hayallenerek yoksulu ve yoksullugu kınama “ diye nasihat etmesi
Bedevi dedi ki: “ Ey kadın, sen kadın mısın, yoksa hüzün ve keder atası mı? Yoksulluk, benim için iftihar
edilecek bir seydir; basıma kakma!
Mal ve para basta külâh gibidir. Külâha sıgınan, keldir.
Kıvırcık ve güzel saçları olan kisiye gelince: külâhı giderse ona daha hos gelir.
2345. Allah eri göz gibidir. Gözün kapalı olmaktansa, açık olması daha iyidir.
Esirci, esiri satarken ayıp örten elbiseyi soyar.
Esirin bir kusuru olursa hiç onu soyar mı? Soyması söyle dursun, bir hile ile ne yapıp yapar, onu elbiseyle
gösterir.
“Bu; iyiden, kötüden, olur olmaz seyden utanır. Soyarsam utanıp senden ürker” der.
Zengin, kulagına kadar ayıp içine dalmıstır: fakat malı vardır ve mal ayıbını örter.
2350. Tamahkâr tamahı yüzünden zengin ayıbını görmez. Tamahkâr bütün gönülleri kaplar.
Yoksul, halis altın gibi sevilse yine kuması, dükkâna yol bulmaz, sözünü kimse dinlemez.
Yoksulluk, senin anlayacagın sey degildir; yoksulluga hor bakma;
Çünkü yoksulların, mülkten, maldan öte ululuk sahibi Allah’dan pek büyük bir rızıkları vardır.
Ulu Allah âdildir; âdiller, nasıl olur da çaresiz biçarelere zulmederler?
2355. Birisine nimet, mal, matrah verip öbürünü yansın diye atese atarlar mı?
Böyle bir is, Allah’dan, iki cihanı yaratan umulur mu?
“Elfakru Fahri” hadîsi, saçma ve asılsız bir söz mü; bu sözde binlerce yücelik, binlerce naz ve nimet gizli degil
mi?
Hiddetle bana lâkaplar taktın; ben sevgilimin dostuyum, onu elde ederim. Halbuki sen bir yalancı, afsuncusun
dedi.
Yılan tutsam bile disini söker, bu suretle onu bası ezilmekten kurtarırım.
2360. Çünkü o dis, onun can düsmanıdır; ben, düsmanı da bu suretle kendime dost ederim.
Ben asla tamahtan afsun okumam. Ben bu tamahı bas asagı etmisimdir.
Allah göstermesin... Benim halka karsı tamahım yok. Gönlümde kanaatten bir âlem var. Sen armut agacı
tepesinden böyle görüyorsun. Asagı in de sende o süphe kalmasın.
Biraz dönersen basın dönmege baslar; evi dönüyor görürsün... Halbuki dönen sensin!
Herkesin hareketi, görüsü, bulundugu makama göredir. Herkes, âleme kendi görüs dairesinden bakar. Mavi
cam, günesi mavi gösterir; kızıl cam kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olurlar. Beyaz cam, öbür camların
hepsinden daha dogru gösterir, hepsinin de bası, imamı odur.
2365. Ebucehil, Ahmed’i görüp “Beni Hâsim’den çirkin bir çehre zuhur etti” dedi.
Ahmet ona dedi ki: “ Haddini tecavüz ettinse de dogru söyledin.”
Sıddîk görüp “Ey günes! Ne dogudasın, ne batıdan. Lâtif bir surette parla, âlemi nurlandır” dedi.
Ahmet dedi ki: “Ey aziz, ey degersiz dünyadan kurtulan! Dogru söyledin.”
Orada bulunanlar “ Ey halkın ulusu, ikisi birbirine zıt söz söyledi, sen ikisine de dogru söyledin, dedin...
“Neden? ” diye sordular.
2370. Peygamber “Ben Allah eliyle cilâlanmıs bir aynayım. Türk, Hintli nasılsalar, bende o sûreti görürler”
dedi.
Kadın! Eger beni tamahkâr görüyorsan bu kadınca arayıstan yüksel!
Kanaate dair söz söylemek, tamaha benzer ama hakikatte rahmettir. O nimetin bulundugu yerde tamah ne
gezer?
Sen de bir iki güncegiz yoksullugu sına da yoksulluktaki iki misli zenginligi gör.
Yoksulluga sabret, bu gamı, gussayı bırak. Çünkü ululuk sahibi Allah’nın yüceligi yoksulluktur.
2375. Sirke satmada kanaat yüzünden bal denizine gark olmus binlerce can gör.
Yoksulluk acılıgı çeken yüz binlerce cana bak... Gül gibi gülbesekere karısmıs, o lezzetle lezzetlenmisler.
Ah yazık; sende kavrayacak kabiliyet olsaydı da, canımdan gönül sem’ası zuhur etseydi!
Bu söz can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor.
Dinleyen susuz ve arayıcı olursa vâzeden ölü bile olsa söyler.
2380. Dinleyen yeni gelmis ve usanmamıs olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir.
Kapımdan içeri namahrem girince harem halkı, perde arkasına girer, gizlenir.
Zararsız ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki peçeleri açarlar.
Bütün güzel, hos ve yarasan seyler, gören göz için yapılır.
Çengin zir ve bem nagmeleri, nasıl olurda sagır kulak için terennüm edilir?
2385. Allah, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadı? Koku duyan için yarattı; koku almayan için degil.
Hak, yeri, gögü yaratmıs, aralarında da bir çok nur ve nâr yüceltmistir.
Bu yeri yerdekiler için yaratmıs, gögü de göktekilerin yurdu yapmıstır.
Asagılık kisi yüksegin düsmanıdır. Her seyin müsterisi meydana çıkar.
Ey kapalı örtünüp bürünmüs kadın, sen hiç kör için süslendin mi?
2390. Dünyayı en degerli incilerle doldursan nasibin yoksa ne yapayım?
Ey kadın, kavgayı, darılmayı bırak; bırakmayacaksan beni bırak!
Ben, iyiyle, kötüyle, kavga edemem; kavga ile isim yok. Savasmak söyle dursun; gönlüm barıslardan bile
ürkmekte.
Susacaksan ne âlâ; yoksa öyle bir is yaparım ki su anda hemen kalkar, evimi, barkımı bırakır, giderim.”
Kadının yola gelip söylediklerinden istigfar eylemesi
Kadın onu titiz ve hiddetli görünce aglamaya basladı. Zaten aglamak, kadının tuzagıdır.
2395. “Ben, senden bunu mu umardım? Senden baska ümidim vardı” dedi.
Kadın yokluk yoluna girip dedi ki: “Ben senin karın degil, ayagının topragıyım.
Cismim, canım, nem varsa senindir; hüküm de senin, ferman da!
Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse bu da kendim için degil, senin için.
Sen, bana dertli zamanlarda deva oldun; muhtaç olmanı istemiyorum.
2400. Canın için, bu kendim için degil. Bu aglayıs bu inleyis hep senin için.
Ben, Allah hakkı için varlıgımı her nefeste huzurunda feda etmek isterim.
Canım sana kurban olsun... Ne olurdu ruhun bana vâkıf olsaydı.
Fakat sen hakkımda böyle kötü zanna düsünce candan da usandım, tenden de.
Ey canımın rahatı! Sen bana böyle aykırı olunca altına da toprak saçtım, gümüse de(artık ikisi de gözümde
degil) .
2405. Canımda da sen varsın, gönlümde de sen. Öyle oldugu halde bu kadarcık bir seyden dolayı benden
ayrılmaya kalkısıyorsun.
Kudret senin elinde, ayrılabilirsin; fakat senin bu niyetine karsılık candan özürler dilemekteyim.
O zamanları hatırla ki ben put gibi güzeldim, sen de karsımda puta tapan samana benzerdin.
Bu kul sana tâbidir; gönlü, senin dilegine göre aydınlanmıs, yanmıstır. Neyi “pisir, hazırla” dersen hemen
“pisti, yandı bile” derim.
Ben senin ıspanagınım. _ster eksili pisir, ister tatlılı...
2410. Küfür söylemistim; iste imana geldim. Can ve gönülle hükmüne tâbi oldum.
Senin sahane huyunu takdir edemedim. Huzuruna küstahça esek sürdüm.
Fakat affından bir mum düzüp yakınca tövbe ettim; itirazı bıraktım.
Kılıçla kefeni huzuruna koyuyorum; önüne boynumu uzatıyorum; vur!
Acı ayrılıktan gem vuruyorsun. Ne istersen yap, fakat bunu yapma!
2415. Gönlünde benim için gizlice bir özür dileyici vardır ki o, ben olmasam da bana sefaat edip durur.
Gönlündeki o özür dileyicim senin huyundur. Ona güvendigimden gönlüm, kendisine suç aradı.
Ey ahlâkı yüz batman baldan daha güzel, daha tatlı olan kızgın adam! Sen de bana gönlünden ve gizlice
merhamet et.”
Bu suretle güzel, açık açık söylerken kadına bir aglamadır geldi.
Aglaması bile yüzünün güzelligiyle gönülleri cezbeden o güzelin, hüngür hüngür aglaması haddinden asınca.
2420. O gözyası yagmurundan bir yıldırım zuhur etti, o naziri bulunmayan erin gönlüne bir kıvılcım sıçradı.
Adamın, güzel yüzüne kul oldugu dilber, kulluga baslarsa hal ne olur, insan ne hale gelir?
Azametinden yüregini oynatan, kibirinden seni tir tir titreten sevgili, gözünün önünde aglamaya baslarsa ne
hale girersin?
Naz ve istignası ile can ve gönülleri kan haline getiren güzel, niyaza girisirse hal ne olur?
Cevrü cefası, bize tuzak olan dilber, özür dilemeye kalkısırsa biz ne mazeret bulabilir, ne söyleyebiliriz?
2425. Züyyine linnâs, hükmünce Allah’nın insanlar için bezedigi seylerden halk, nasıl kurtulabilir?
Allah; kadını erkeklere munis olmak üzere yarattı. Âdem nasıl olurda Havva’dan ayrılabilir?
Kisi yigitlikte Zâloglu Rüstem bile olsa Hamza’dan bile ileri geçse yine hükmetme hususunda karısının esiridir.
Âdem sözlerinden âlemin sarhos oldugu Muhammed bile “Kellimîni ya Humeyrâ” derdi.
Gerçi zâhiren su, atesten üstündür; fakat bir kaba konunca ates, onu fıkır fıkır kaynatır.
2430. _kisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ates, o suyu yok eder, hava haline getirir.
Görünüste su nasıl atesten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona maglûpsun, sen onu
istemektesin.
Böyle bir hassa ancak Âdemoglundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti azdır ve bu da
onun nâkıs olmasından ileri gelmistir.
Kadınlar, akıllı kisiye galebe ederler, fakat cahil kisi onlara galip olur
Peygamber dedi ki: “Kadınlar; akıllı kisilere ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar.
Fakat cahiller, kadına galebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar.
2435. Onlarda acıma, lûtfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında, yaradılıslarında hayvanlık üstündür.
Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve sehvetse... hayvanlık vasfıdır.
Kadın, Hak nurudur, sevgili degil... Sanki yaratıcıdır, yaratılmıs degildir!
O adamın kendisini karısına teslim etmesi, kadının istek ve itirazını Hakk’ın emri bilmesi… Dönen
bir seyi bir döndürenin bulundugu, her bilene göre alken sabittir
Avamdan olan birisinin ölüm anında avamlıktan pisman olması gibi o bedevî de söyledigine pisman oldu.
“Canımın canına nasıl oldu da düsman kesildim; canımın basına nasıl oldu da tekmeler savurdum? ” dedi.
2440. Aklımız bastan ayagı fark etmesin diye kaza geldi mi, gözümüzü örtüyor.
Kaza geçince, insan kendisini yemege baslar. Perdesi yırtılan, sırrı meydana çıkan, yakasını yırtar.
Bedevî dedi ki: “Ey kadın, pisman oluyorum. Kâfir olmussam bile müslüman olmaktayım.
Sana karsı suçluyum bana acı; beni kökümden, dibimden kâmilen söküp atma! ”
_İhtiyar kâfir, pisman olursa özür getirmeye baslar ve müslüman olur.

Arapla esine ait hikâyenin sonu
Bir Muhlis’in (Çelebi Hüsameddin’in) gönlü, o karı ve koca hikâyesinin neticesini istemekte.
Karıkoca hikâyesi, bir masaldan ibaret. Fakat onu nefsinle aklının misali bil.
Bu kadınla erkek nefisle akıldır. _yi kisiye de mutlaka lâzımdır, kötü kisiye de.
Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savasta macera içinde.
2620. Kadın durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin serefini, yani eve lâzım olan ekmegi, yüceligi, hürmeti
diler durur.
Nefis, kadın gibi her ise bir çare bulmak üzere gâh topraga dösenir, tevazu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir.
Aklınsa, bu düsüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allah gamından baska bir sey yoktur.
Hikâyenin içyüzü, bu tane ve tuzaktır, nefisle akıl arasındaki maceradır, fakat sen dıs yüzünün tamamını dinle.
Eger yalnız mânaya ait anlatıs kifayet etseydi âlem halkı, tamamı ile isten güçten kalır, âlemin nizamı bozulur
giderdi.
2625. Sevgi, düsünce ve mânadan ibaret olsaydı senin oruç ve namazının zâhiri suretleri de kalmaz, yok
olurdu.
Dostların birbirine armagan sunmaları, dostluga nazaran ancak görünüse ait seylerdir.
Fakat bu suretle o armaganlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere sahadet eder.
Çünkü, ey ulu kisi, zâhiri iyilikler gizli sevgilere sahittir.
Sahidin de bazen dogrucu, bazen yalancı olur. Sarhos, bazen saraptan olur, bazen de ayrandan!
2630. Ayran içen de kendisini sarhos gösterebilir. Gürültü eder, sarhos görünür.
O murai de, kendisini muhabbet sarhosu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.
Surete ait islerden meydana gelen sey bambaskadır. Fakat gönülde gizli olan seye alâmettir. Ya Rabbi,
duamızı kabul et, bize bu temyizi ver de o egri, yalancı alâmeti,dogrusundan ayırt edelim.
Hiç, bu temyize nasıl malik olur? Allah nuru ile bakar, görürse o zaman bu temyizi elde eder.
2635. Eser olmasa bile sebep onu meydana çıkarır. Akrabalık gibi...Akrabalık sevgiyi bildirir.
Fakat imam ve muktedası Allah nuru olan kisi, ne eserlere kul olur ne sebeplere.
Sevgi gönülde sûlelendikçe büyür, nihayet sevgi sahibi, eserden kurtulur.
Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi nurunu bütün kâinata yaymıstır.
Bu sözün tamamlanması için hayli tafsilât var ama sen ara.
2640. Gerçi mâna, bu suretten zâhir olmaktadır ama bir cihetten mânaya yakındır, bir bakımdan mânaya
uzak!
Delâlet hususunda mâna ile suret, su ile agaç gibidir. Mahiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamı ile
uzaktırlar.
Sen mahiyetleri de bırak, hasasları da. O iki rızık arayan karıkocanın ahvalini anlat.
O Arabın, karısının dilegine uyması ve “ Bu inkıyatta bir hilem var, ne de imtihan yoluyla yapıyorum “ diye
yemin etmesi
Arap dedi ki: “Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm senin… Kılıcı kından çek, emret.
Ne dersen ben sana tâbiim; emrin, ister iyi olsun, ister kötü... ona bakmam.
2645. Senin ugruna feda olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi; insanı kör eder, sagır yapar.”
Kadın “Sahiden beni seviyor musun, yoksa hile ile sırrımı ögrenmek mi istiyorsun? ” dedi.
Erkek dedi ki: “Gizli sırları bilen ve Âdem Safi’yi yaratan Allah hakkı için (Seni seviyorum) .
Allah, Âdem’e üç arsın bir boy verdigi halde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi.
Allah, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve “Allemelesmâ” sından ders verdi,
ögretti.
2650. Bu suretle melekler, onun ders vermesine hayran oldular, kendilerinden geçtiler. Onun takdisiyle
baska bir mukaddeslige eristiler.
Âdem’in yüzünden nail oldukları fütuhata, göklerde bile erisememislerdir.
Âdem’in o pak ruhunun fezasına nispetle yedi gök sahası bile dardı.
Peygamber “Allah; ben, yücelere, asagılara yere, göge, hatta arsa sıgmam. Bunu, ey aziz, yakînen bil.
2655. Fakat sasılacak seydir ki inanan kisinin kalbine sıgarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu”
dedi.
Allah dedi ki: “Ey haramdan, süpheli seylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme
cennetine erisesin.”
Ars, bile o nuriyle, o genisligiyle beraber Âdem’ görünce yerinden kalktı.
Arsın sonsuz bir büyüklügü var, fakat mânaya karsı suret nedir ki?
Her melek diyordu ki: Bizim bundan önce yeryüzüyle üfletimiz vardı.
2660. Hizmet ve ibadet tohumunu yere ekiyorduk. Yere olan bu meylimize, bu alâkamıza da sasmaktaydık.
Gökten yaratıldıgımız halde yeryüzüne bu alâkamız nedir?
Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur zulmetlerle yasayabilir mi?
Ey Âdem! O ülfet, senin kokundanmıs. Çünkü cisminin nesci yeryüzü.
Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular.
2665. Simdi canımızın ruhundan buldugu ülfet, bundan önce cisminin yogruldugu topraktan parlıyordu.
Yeryüzündeydik ama yerden gafildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu.
Allah da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt degistirme, acı geldi.
O yüzden Allah’ya deliller getirerek “Ey Allah! Bizim yerimize kim gelecek?
Bu tesbih ve tehlinin nurunu, dedikoduya satıyorsun” dedik.
2670. Allah hükmü, bize rahmet yaygısını dösedi:”Açıkça istediginizi söyleyin.
Tek evlâtların babalarına söyledikleri gibi agzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.
Çünkü bu sözler, yarasmasa bile rahmetim, gazabımdan artıktır.
Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze süpheler salmaktayım;
Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazaplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr eden agız açamasın.
2675. Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana dogar, yokluga dalıp mahvolur.
O babaların, o anaların hilmi, sefkati, bizim hilim ve sefkat denizimizin köpügüdür. Köpük gider gelir ama
deniz bâkidir dedi.”
Hayır, ne dedim? O inciye karsı bu sedef, köpük degil, köpügünün köpügüdür.
_ste o köpük hakkı için, o sâf deniz hakkı için bu söz bir sınama, bir lâf degil.
Sevgiden, vefadan, boyun büküp teslim olmadan ileri gelmistir. Huzuruna varacagım Allah hakkı için.
2680. Bu hevesim, sence sınamadan ibaretse bu sınamamı sına.
Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın. Elimden geleni; gücümün yettigini buyur!
Gönlündekini benden gizleme de benim gönlümdeki de ortaya çıksın bu suretle ne yapabileceksem kabul
edeyim.
Fakat nasıl edeyim; elimde ne çare var? Bir bak hele, canım ne ise yarar ki?
Kadının kocasına rızık isteme yolunu göstermesi, onun da kabul etmesi
Kadın dedi ki:”Bir günes dogmus, bütün cihan ondan aydınlanmıstır.
2685. O Allah vekili, Allah halifesidir. Bagdat sehri, onun yüzünden bahar gibidir.
O padisaha ulasabilirsen padisah olursun. Ne vakte kadar ikbal sahibi olmayanların yanına gidip duracaksın?
_kbal sahiplerinin dostlugu kimya gibidir. Onların nazarına benzer kimya nerede?
Ahmed’in gözü Ebubekir’e degince o bir tasdik yüzünden Sıddıyk olmustur.”
Kocası, “Ben padisah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahanesiz onun yanına nasıl giderim?
2690. Buna bir münasebet, bir vesile gerek. Hiçbir sanat aletsiz meydana gelir mi?
Mecnun gibi ki, birisinden Leylâ’nın bir parça hastalandıgını duydu.
Eyvah, dedi; bahanesiz nasıl gideyim? Gitmezsem, hatırını sormazsam ne hale gelirim?
Keske hazık bir hekîm olaydım...O vakit Leylâ’ya kosa, kosa giderdim.
Allah, bize “Ya Muhammed, gelin de” buyurdu da bu davet, utanmamızın giderilmesine sebep oldu.
2695. Gece kuslarının gözleri ve kabiliyetleri olsaydı gündüzün uçup gezerler, dönüp dolasırlardı” dedi.
Kadın cevap verdi: “Kerem sahibi padisah meydana girer, kendisini gösterirse aletsizlik, aletin ta kendisi,
vesileden mahrum olus, vesilenin aynı oldu.
Çünkü alet, vesile… dâvaya düsmektir, varlık alâmetidir. Asıl hüner aletsizliktedir, alçalmadadır."
Arap “Aletsiz nasıl alısveris edeyim de aletsizligi elde edeyim?
Müflisligime de bir delil gerek ki padisah halime acısın.
2700. Sen, bana dedikodudan ve hileden baska bir sahit göster de o sen padisah merhamete gelsin.
Çünkü sözden ve kötü hileden ibaret olan bu sahitlik o hâkimler hâkiminin yanında mecruhtur.
Müflisin sahidi dogruluk olmalı ki nuru, söylemeden parıldasın (halini arzetmeden hali anlasılan) ” dedi.
Arabın, orada su kıtlıgı var sanarak çölleri asıp Bagdat’a, halifeye bir testi yagmur suyu hediye götürmesi
Kadın dedi ki: “Dogruluk varlıgından tamamı ile çıkıp arınarak, istegini terk etmendir.
Testimizde yagmur suyu var. Malın, mülkün, sermayen bundan ibaret.
2705. Bu su testisini al, git; padisahlar padisahın huzuruna var, armagan götür.
De ki: Bizim bundan baska hiçbir malımız, mülkümüz yok. Çölde de bundan iyi su hiç yoktur.
Padisahın hazinesi agır elbiselerle doluysa da bunun gibi suyu yoktur. Bu su az bulunur.
O testi nedir? Bizim mezar gibi cismimiz, içinde de bizim acı ve hislerimizin suyu var.
Ey Allah! “Allah, cennet karsılıgına iman edenlerin canlarını, mallarını satın aldı” âyetindeki fazıl ve
kereminden bizim bu küpümüzü, bu testimizi kabul et!
2710. Bu bes duygudan meydana gelme bes lüleli testideki suyu her türlü murdar seylerden, her çesit
pisliklerden temiz tut.
Bu suretle su testinin denize bir menfezi olsunda testim deniz huyuyla huylansın.
Armaganı padisaha tertemiz götürünce onu görür, anlamak ister.
Ondan sonra da artık testinin suyu nihayetsiz bir dereceye gelir. Testinin suyundan yüzlerce dünya dolar.
Lüleleri kapa, testiyi de küpten doldur. Allah” Gözlerinizi heva ve hevesten yumun” buyurdu.
2715. Arap, kimin böyle bir hediyesi var? Hakikaten bu armagan, öyle bir padisaha lâyık diye
gururlanmaktaydı.
Kadın da bilmiyordu ki, orada yol üzerinde seker gibi Dicle akıp durmakta.
Sehrin ortasından gemilerle, balık aglarıyla dolu, deniz gibi akıp gitmekte.
Padisahın huzuruna var da sevketi, azameti gör; altından nehirler akan bahçeler diye övülen yerlere bak!
O saffet denizine nispetle bizim, anlayıslarımız bir katradan ibarettir.
Arabın su testisini keçeye sarıp dikmesi ve agzını kapatması
2720. Arap, evet, dedi. Testinin agzını kapa, hakikaten armagan, bize faydalı.
Keçeye sar, sarmala. Padisah, orucunu armaganla açsın.
Çünkü dünyada bunun gibi su yoktur. Bu halis sarap, zevk ve sefa kaynagı!
Çünkü onlar acı tuzlu suları içmekten daima hastadırlar, yarı kör olmuslardır.
Duragı, yatagı acı subası olan kus; sâf berrak suyu ne bilsin?
2725. Yurdun acı su kaynagı; Satt’ı, Ceyhun’u nereden bileceksin?
Ey su fâni konaktan kurtulmayan! Sen yoklugu, sarhoslugu ve neseyi ne bilirsin ki!
Bilsen bile babandan, atandan nakil ve rivayet yoluyla bilirsin. Senin yanında bu adlar ebced gibidir.
Ebced, hevvez. Bunlar, bütün çocuklara apaçık ve meydandadır, fakat mânası yok.
Hulâsa, Arap testiyi alıp yola düstü. Gece, gündüz onu tasımaktaydı.
2730. Testiye bir ziyan gelecek diye korkusundan titreyerek çölden ta... sehre kadar götürdü.
Kadın da evde seccadesini yaymıs, namaz kılıp dua etmekte;
“Suyumuzu, bayagı kisilerden koru...Ya Rabbi, bu inciyi o denize ulastır.
Her ne kadar kocam uyanıktır, hünerlidir ama incinin binlerce düsmanı olur.
Cevher dedigin de nedir ki... Bu su Kevser suyudur. _ncinin aslı, bunun bir katrasıdır” diyordu.
2735. Kadının aglayıp yalvarması; erkegin derdi ve agır yükü bereketiyle,
Arap, testiyi hırsızlara kaptırmadan, tasla kırdırmadan durup dinlenmeksizin ta Hilâfet Sehrine kadar götürdü.
Orada bir tapu gördü ki nimetlerle dolu. Haceti olanlar oraya tuzaklarını yaymıslar?
Zaman, zaman her tarafta bir haceti olan o tapudan ihsana nail olmus, hil’atler elde etmis.
O kapı; kâfire, Müslüman’a, güzele, çirkine günes gibi… Hattâ cennet gibi.
2740. Bir bölük halk gördü, huzurda bezenmis duruyor. Bir bölük halk gördü ayakta, hizmet bekliyor.
Süleyman’dan karıncaya kadar herkes, nese içinde... Hepsi Sûr üfürülmüs te dirilmis canlar gibi.
Görünüse aldananlar, cevherlere gark olmuslar... _ç yüzüne ehemmiyet verenler, mâna denizini bulmuslar.
Himmetsizler, himmete erismis... Himmet sahipleri nimete erismis!
Yoksul, nasıl ihsana ve ihsan sahibine âsıksa ihsan sahibi de yoksula âsıktır. Yoksulun sabrı çoksa ihsan
sahibi onun kapısına gelir. _hsan sahibinin sabrı fazlaysa yoksul, onun kapısına varır. Fakat yoksulun sabrı,
kemalidir, ihsan sahibinin sabrı ise noksanı
Kapıdan ses gelmekteydi: Ey istekli, gel! Cömertlik, yoksul gibi, yoksullara muhtaçtır.
2745. Cilalı ve tozsuz ayna arayan güzeller gibi cömertlik de yoksul ve zayıf kisileri arar.
Güzellerin yüzü ayna ile güzellesir. Onlar aynaya bakıp bezenirler. _hsan ve keremin yüzü de yoksula
bakmakla görünür.
Bundan dolayı Hak “Vedduhâ” sûresinde “ Ey Muhammed, yoksula bagırma” buyurdu.
Mademki yoksul, cömertligin aynasıdır, iyi bil ki agızdan çıkan nefes aynayı bugulandırır.
Allah’nın bir çesit cömertligi, yoksulları meydana çıkarır, bir baska cömertligi de onlara bol bol ihsanda
bulunur.
2750. Su halde yoksullar, Allah cömertligi aynalarıdır. Hak ile Hak olan ve varlıktan tamamı ile geçen hakikî
yoksullarsa mutlak nur olmuslardır.
Bu iki çesit yoksuldan baskaları (yani varlıgı olmayanlarla varlıktan geçenlerden baskaları) esasen ölüdür. Bu
çesit adam bu kapıda degildir, perdedeki, nakıstan, suretten ibarettir.
Allah’ya muhtaç ve susamıs kisiyle Allah’ya ait bir seye sahip olmayan ve ondan baskasını dileyen kisi
arasındaki fark
O kisi, yoksulun resmidir, canı yoktur, ekmek yemez. Köpek resmine kemik atma.
O, Allah fakiri degil, lokma fakiridir. Ölü resmin önüne yemek tabagını koyma.
Ekmek yoksulu, karada balıktır. Sekli balık seklidir ama denizden ürküp kaçar.
2755. O evde beslenen kustur, havada uçan Sîmurg degil. Nefis seyler yiyip içer, gıdası Hak’tan degildir.
Yemek, içmek için Allah âsıgıdır; canı güzellige âsık degildir.
Allahnın zatına âsık oldugunu vehmetse bile sevdigi zat degildir; vehmi, esma ve sıfâtın verdigi vehimdir.
Vehim; vasıflardan, hadlerden dogar. Hak ise dogmamıstır, dogurmaz.
Kendi tasvir ettigi seye, kendi vehmine asık olan kisi, nereden nimet ve ihsan sahibi Allah âsıklarından olacak?
2760. O vehme âsık olan, dogrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker, götürür.
Bu sözü iyice anlatmak, açmak lâzım; fakat eski düsüncelilerden, onların köhne anlayıslarından korkuyorum.
Kısa görüslü köhne anlayıslar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler.
Herkesin dogru isitmeye kudreti yoktur. Her kuscagız, bir inciri bütün olarak yutamaz.
Hele ölmüs, çürümüs, hayallere dalmıs kör bir kus olursa...
2765. Balık resmine ister deniz olmus, ister toprak. Kara yüzlüye ha sabun, ha kara boya!
Kâgıda gamlı bir adam resmi yaparsan o resmin ne gamla alısverisi vardır, ne neseyle.
Resim, görünüste gamlıdır ama, kendisi gamla alâkasızdır. Görünüste gülen bir resmin de neseyle münasebeti
yoktur.
Gönülde bir haletten baska bir sey olmayan bu dünya gamı bu dünya nesesi; hakiki neseye hakiki gama
nispetle resimden ibarettir.
Resmin gamlı bir surette görünüsü, o resim yüzünden mânanın dogrulması, hakiki gamı anlaman içindir.
2770. Bu hamamlardaki resimler camekânın dısından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup
durmaktadırlar.
Sen, ancak dısardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadas!
Halife adamlarının bedeviyi agırlamak üzere karsılamaları ve armaganını kabul etmeleri
Çünkü elbiseyle içeriye yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdar degildir.
O bedevi Arap uzak çöllerden Hilâfet Sehrinin kapısına vardı.
Kapıcılar, bedeviyi karsılayıp üstüne lûtuf gülsuyunu serptiler.
2775. Bedevi söylemeden ihtiyacını, dilegini anladılar. Zaten onların isi istetmeden ihsan etmekti.
Ona “Ey Arab’ın en asili, en yücesi! Hangi diyardansın, yolla, yol yorgunluguyla nasılsın? ” dediler.
Bedevi dedi ki: “Eger bana yüz verirseniz asîlim, yüceyim. Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asaletim
var ne yüzüm!
Ey yüzlerinde ululuk nisanesi olanlar, ey sevketleri Câferi altından daha hos kisiler!
Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik bulusmak, yüzlerce kisileri görmeye, yüzlerce güzellerle bulusmaya
bedeldir. Sizi görmek için mal, mülk, servet... hepsi feda olsun!
2780. Ey Allah nuruyla bakanlar, bu dereceye erismis olanlar, padisahlar padisahının ahlâkıyla ahlâklanmıs
kisiler!
Kimya gibi olan bakısı nızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın haline getirirsiniz.
Ben garibim, padisahın lûtfunu umarak çöllerden geldim. Onun lûtfunun kokusu çölleri tuttu, kum zerrelerini
kapladı, o zerreler bile lûtfiyle canlandı.
Buralara kadar paraya kavusmak için gelmistim, fakat ulasınca sizin yüzünüzden sarhos oldum.
2785. Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkânına kostu, fakat ekmekçinin güzelligini görünce canını verdi.
Birisi, gezip eglenmek üzere gül bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu.
Kuyudan su çekerken Yusuf’un yüzünden âbıhayat içen bedevi gibi...
Mûsâ ates elde etmek için gitti, öyle bir ates gördü ki atesten vazgeçti.
_sa düsmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçıs, onu dördüncü kat göge kadar çıkardı.
2790. Bugday basagı, Âdemin tuzagı oldu da bu suretle varlıgı, insanlara basak oldu; bütün insanlar ondan
var oldu.
Dogan kusu, karnını doyurmak üzere tuzaga tutulur, fakat bu yüzden devlet ve kuvvet bulur, padisahın kolu,
duragı olur.
Çocuk, babası lûtfedecek, kendisine kus alacak ümidiyle, fakat hakikatte hüner sahibi olmak için mektebe
gider.
Mektepten çıkınca yücelir, en yüksek mevkiye sahip olur. Hocaya aylık verirken âlemi aydınlatan bir bedir
haline gelir.
Abbas, kin güderek eski dinin öcünü almak ve Ahmed’i ortadan kaldırmak üzere harp etmeye gelmisti.
2795. Öyle oldugu halde o ve evlâtları, hilâfet makamında kıyamete dek dine arka oldular, o makama seref
verdiler.
Ben, bu kapıya bir sey dilemek için geldim; daha dehlizde bas köse oldum, yüceldim.
Ekmek ümidiyle armagan olarak su getirdim; ekmek kokusu, beni ta cennetin bas kösesine kadar çekti,
götürdü.
Ekmek, bir Âdem’i cennetten sürdürdü; beni ise cennetliklerle kaynastırdı.
Melek gibi sudan da vazgeçtim, ekmekten de. Bu kapıda gök gibi ihtiyarsız dönmekteyim.
2800. Âsıklarının cisimlerinin, âsıkların canlarının dönmesinden baska dünyada garezsiz bir dönüs yoktur.
Her sey bir maksatla hareket eder, her sey bir maksatla dönüp dolasır.”
Dünyaya âsık olan kisi, üstüne günes vurmus bir duvara âsık olur. Bu parlaklıgın, bu ziyanın duvardan
olmayıp günesten oldugunu anlamak için hiç zihnini yormamıs ve gönlünü tamamıyla duvara vermis olan kisiye
benzer; günesin ziyası, günese kavusunca ebediyen mahrum kalır. Ve hîle heynehüm ve beyne mâ yestehûn
Kül âsıgı olanlar, bu cüz’e müstak olmazlar, Cüz’e müstak olan, külden mahrum kalır.
Cüzü, cüze âsık olunca mâsuku, çabucak küllüne gider, âsık ayrılıga düser.
Cüz’ü seven, maskaralastı, baskalarına kul oldu. Denize düstü, bogulmak üzere; eline geçen ota yapısmakta.
O zayıf mâsuk, hakim degildir ki âsıgın derdine derman olsun. Efendisinin isini mi görsün, kendi isini mi?
Arapların atasözü: Zina edersen bari hür kadınla zina et (halayıkla degil) , çalarsan bari inci çal
2805. “Zina edersen hür kadınla et” sözü bu yüzden ata sözü olup kaldı. ”Çalacaksan inci çal” sözü de neye
meyledeceksen en iyisine meylet mânasına geldi.
Kul yani mâsuk; efendisinin, Allah’sının yanına gitti. Âsık aglayıp inler bir halde kaldı. Gül kokusu, güle gitti;
o, hor hakir kala kaldı.
Dileginden uzaklastı... Çalısması zayi oldu. Çektigi eziyet hiçe gitti, ayagı yaralandı.
Gölge avlayan avcıya benzedi. Hiç gölge ona sermaye olur mu?
Adam kusun gölgesini sımsıkı tutmus. Kus da agacın dalında ona sasmakta ve.”
2810. Bu akılsız adam neye seviniyor? ” demekte... _ste sana bâtıl, iste sana çürümüs sebep!
Eger cüzü külle muttasıldır, ayrılmaz dersen diken ye, gül isteme. Diken de gülden ayrılmaz.
Cüz’ü kül’e ancak bir yüzden baglıdır. Yoksa Allah’nın peygamberleri göndermesi abes olurdu.
Çünkü peygamberler, kulları Allah’ya ulastırmak için gelmislerdir. Herkes bir tenden ibaretse, Allah ile kul, kül
ile cüz ise birbirine baglıdır; kimi kime ulastırırlar?
Ogul bu sözün sonu yoktur. Gün sona erdi, hikâyeyi tamamla!
Arabın, su testisini halifenin kullarına vermesi
2815. Su testisini sunup tapuya hizmet ve tâzim tohumunu ekti.
Dedi ki:” Bu armaganı o sultana götürün, padisahtan murat isteyeni ihtiyaçtan kurtarın!
Tatlı, lezzetli su...Yagmur sularından biriken gölden toplanmıstır. Testi de güzel, yepyeni.”
Padisah kullarının bu söze gülecekleri geldi. Fakat o armaganı can gibi kabul ettiler.
Çünkü basiret sahibi padisahın tabiatındaki lûtuf, bütün saray erkânına da sirayet etmisti.
2820. Padisahların huyu halka da tesir eder. Yesil gök, yeryüzünü de yesertir.
Padisah bir havuza benzer. Maiyetini de lüleler gibi bil. Su, göllere lülelerden akar.
Lülelerden akan suların hepsi, tertemiz bir havuzdan geldigi için her lüle, zevkli ve tatlı su akıtır.
Eger havuzdaki su tuzlu ve pis olursa her lüleden aynı su akar.
Çünkü her lüle havuza muttasıldır. Sen bu sözün mânasına iyice dal, adamakıllı dikkat et, düsün!
2825. Yurdu olmayan padisahlar padisahı can da, bak, bütün bedene nasıl tesir etmistir.
Tabiatı, soyu sopu hos aklın lûtfu da, bak, bütün bedeni nasıl müeddep bir hale getiriyor.
Kararı, sükûnu olmayan suh ve sen ask da bütün bedeni nasıl cünuna sürüklüyor?
Kevser gibi olan deniz suyunun letafeti yüzünden dibindeki ates parçalarının hemen hepsi inci ve
mücevherdir.
Usta hangi hünerde tanınmıssa, hangi hünerle söhret bulmussa çıragı da o hünerde ilerler,o hünerde meshur
olur.
2830. Usul ilmini bilen üstadın yanında zihni çevik, istidatlı talebe usul okur;
Fakîh üstadın yanında da usul okumaz, fıkıh tahsil eder.
Nahiv üstadının talebesi nahiv üstadı olur.
Hakikat yolunda mahvolan üstadın talebesi ise üstadının sayesinde padisahta mahvolur, yokluga erisir.
Ölüm günü bütün bu bilgiler içinde ise yarayan ve yol azıgı olanı da yokluk bilgisidir.
Nahivciyle gemici hikâyesi
2835. Bir nahiv âlimi, gemiye binmisti. O kendini begenmis âlim, yüzünü gemiciye dönüp,
“Sen hiç nahiv okudun mu? ” demisti. Gemici “hayır” deyince demisti ki: “Yarı ömrün hiçe gitti.”
Gemici bu söze kızdı, gönlü kırıldı. Fakat susup derhal cevap vermedi.
Derken rüzgâr gemiyi bir girdaba düsürdü. Gemici, o nahiv âlimine bagırdı:
“ Yüzmeyi bilir misin, söyle! ” Nahivci “Bilmem bende yüzgeçlik arama”
2840. Deyince “Nahiv âlimi, bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi bu girdapta batacak.
_yi bil burada mahiv bilgisi lâzım, nahiv bilgisi degil. Eger mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal!
Deniz suyu, ölüyü basında tasır. Fakat denize düsen adam diri olursa nerede kurtulacak?
Sen de eger beseriyet vasıflarından öldünse hakikat sırları denizi, seni basının üstüne kor.
Ey âlim, sen halka esek diyorsun ama simdi sen, esek gibi buz üstünde kalakaldın.
2845. _stersen dünyada zamanın allâmesi ol, hele simdicik dünyanın yoklugunu da gör, zamanın yoklugunu
da! ” dedi.
Nahivciyi, size yok olma nahvini ögretmek için hikâye arasında hikâye ettik.
Fıkhı bilmeyi de yok olmada bulursun, nahvi tahsil etmeyi de, sarftaki degisiklikleri de, ey yüce sevgilim!
O su testisi bizim bilgilerimizdi; halife de Allah bilgisinin Diclesi.
Biz dolu testileri Dicle’ye götürüyoruz. Böyle oldugu halde esek oldugumuzu bilmezsek hakikaten esegiz!
2850. O Arap, bari o hususta ma’zurdu. Çünkü Dicle’yi bilmiyordu, çok uzaktaydı.
Bizim gibi Dicle’den haberi olsaydı o testiyi alıp konaktan konaga kona göçe götürmezdi.
Hattâ Dicle’yi bilseydi o testiyi kırar, bu isten tamamı ile vazgeçerdi.
Halifenin suya hiçbir ihtiyacı yokken o armaganı kabul edip testiyi altınla doldurması, Arabın sevinmesi
Halife, bunu görüp bedevinin ahvalini duyunca o testiyi altınla doldurdu, daha fazla da ihsanda bulunup.
Hediyeler, hususi hil’atler verdi, bedeviyi yoksulluktan kurtardı.
*O Ulu padisah, o ihsan dünyası, o adalet denizi, adamlarından birisine.
2855. “Bu altın dolu testiyi ona ver. Dönerken de onu Dicle yoluyla götür.
Çöl yolundan buraya gelmis. Halbuki Dicle yolu, yurduna daha yakındır” dedi.
Bedevi, gemiye binip Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere kapanmaya basladı.
“Bu ihsan sahibi cömert padisahın lûtfuna sastım. Daha ziyade sasılacak sey de su ki, o suyu aldı.
O cömertlik denizi öyle hor ve kalp armaganı nasıl oldu da kabul etti? ” diyordu.
2860. Ey ogul! Bütün dünyayı, agzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil.
Fakat bu ilim ve güzellik, fevkâlade dolu oldugundan derisine sıgamayan kisinin (zuhuru, zatının muktazası
olan ve zuhur etmemesine imkân bulunmayan Allah’nın) Dicle’sinden bir katradır.
O, gizli bir defineydi. Pek dolu oldugundan yarıldı, kendisini izhar etti.Topragı, göklerden daha parlak bir hale
getirdi.
Gizli bir hazineyken costu; topragı atlas giyen bir sultan haline soktu.
O Bedevi, Allah’nın Dicle’sinden bir katrayı görseydi hakikatte bir deniz olan o katranın önünde testisini atardı.
2865. Onu görenler, daima kendilerinden geçmis bir haldedirler. Bu yokluk halinde testilerini taslayıp
kırmıslardır.
Ey himmet edip testiyi kıran! O testi, kırılmakla daha iyi yapılmıs olur.
Küp kırılır ama içindeki su dökülmez. Bu kırılmada yüzlerce saglamlık vardır.
Küpün bütün parçaları oynamakta, hallenmektedir. Fakat Akl-ı Cüz’î, bunu imkânsız görür.
Bu halette ortada ne testi görünür, ne su. Bunu iyice gör, dogrusunu Allah daha iyi bilir.
2870. Mâna kapısını döversen açarlar. Fikir kanadını terket ki seni iri bir dogan haline getirsinler.
Fikir kanadı, çamurlara bulanmıstır, agırdır. Sen toprak yemege alısmıssın; onun için toprak, sana can gibi
geliyor.
Ekmek et... Bunlar topraktır, bunları daha az ye de toprak gibi yeryüzünde kalma.
Acıkınca kızgın geçimsiz, aslı kötü bir köpek oluyorsun.
Karnın doyunca murdarlasıyor, ayak üstünde duran ve hiçbir seyden haberi olmayan bir duvar kesiliyorsun.
2875. Su halde sen bir zaman pis, murdar bir hale geliyor, bir zaman köpeklesiyorsun. Aslanların yolunda
nasıl yürüyebilecek, nasıl kosup segirteceksin?
Sana avlanmakta yarayan ancak köpektir. Bunu böyle bil de köpege daha az miktarda kemik at!
Çünkü köpegin karnı doyarsa daha ziyade serkeslesir. Bu serkeslikle ava istedigin gibi gider mi?
O Bedeviyi, oraya yoksulluk çekiyordu. Nihayet o kapıyı, o devleti gördü.
O penahı olmayan yoksula padisahın ihsanını hikâye etmistik.
2880. Âsık, ask diyarında ne söylerse söylesin, agzından ask kokusu duyulur.
Fıkıhtan bahsetse agzından hep yokluga ait sözler çıkar; o sözlerden yokluk kokusu gelir.
Küfre ait bahis açsa o bahsinde din kokusu vardır. Süpheye dair söz söylese sözleri, yakîni anlatmıs olur.
Egri söylese dogru görünür. O ne güzel egridir ki dogruyu süsler.
Dogruluk denizinden zuhur eden o egri köpük, feridir. Sâf asıl, o fer’i de sâflıkla bezemistir.
2885. O köpügü sâf ve makbul bil. Sevgilinin dudagından çıkan azarlayıs say.
Âsıgın, pek de istemedigi o azar, sevgilinin yüzünün hatırı için hos görülür.
Sekeri, ekmek sekline sokar, pisirirsen tadınca yine onda seker lezzeti vardır, ekmek lezzeti bulunmaz.
Bir mümin, altından yapılmıs bir put bulsa hiç onu Samanlara bırakır mı?
Bırakmadıktan baska alır, atese atar. Onun ariyet seklini bu suretle eritip bozar.
2890. Altında put sekli kalmaz. Çünkü suret, ibadete mânidir, yol vurucudur.
O putun hakikati, yani altın; Allah’nın bir ihsanıdır. Sonradan put sekline sokulmustur. Altın, Allah ihsanı olup
altınlık nasıl bu ihsan için âriyet bir suretse put sekli de altın için ârızi bir surettir.
Bir pire için yepyeni kilimi yakma. Sinegin verdigi bas agrısı yüzünden gününü zayi etme.
Surette kalırsan putperestsin. Her seyin suretini bırak, mânaya bak.
Hacca gidersen hac yoldası ara. Ama ha Hintli olmus, ha Türk, ha Arap.
2895. Onun sekline rengine bakma; azmine ve maksadına bak.
Rengi kara bile olsa degil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de.
Bu hikâye parça buçuk söylendi (araya sözler karıstı, baska hikâyeler girdi.) Âsıkların isi gibi bassız, ayaksız
nakledildi.
Fakat hakikatte bası yoktur, ezel gibi evveline evvel bulunmaz. Sonu da yok. Ebedle es!
Hattâ su gibidir; her katrası hem bastır, hem ayak… Hem de bassız, ayaksız kosup gider.
2900. Hasa, bu hikâye degil, kendine gel! Bizim ve senin bugünkü halimizdir, dikkat et!
Kuvvet ve kudret sahibi olan sofilerin yanında geçmis anılmaz.
Arap da biziz, testi de biziz, padisah da biziz, hepsi biziz. Ezelde mahrum olanlar, bunu anlamaktan mahrum
kaldılar.
Aklı erkek bil. Kadın da bu nefis ve tabiattır. Bu ikisi zulmete mensup ve münkirdirler; akıl ise ısıktır
Simdi dinle, asıl inkâr neden meydana geldi, Sundan: küllün çesit çesit cüzileri vardır.
2905. Bu küllün cüz’ü, cüzülerin külle nispeti gibi degildir (terkip kabul etmez): gülün cüz’ü olan gül kokusu
gibi de degildir.(cüzülenmez. Bu cüz ve kül itibaridir) .
Yesilligin letafeti güldeki güldeki letafetin (itibari olarak) cüz’ü oldugu gibi kumrunun sesi de (yine itibari
olarak) bülbül nagmesinin bir cüz’üdür.
Eger bu husustaki müskül seyleri anlatmaya, onlara cevap vermeye koyulsam susamıslara ne vakit su
verecegim?
Eger sen, burada müskül vaziyete düstüysen sabret. Sabır, gamdan kurtulmak için anahtardır.
Sakın, endiselerden sakın! Fikir aslan ve yaban esegidir, gönüller de ormanlıklar.
2910. Perhizler, ilâçların basıdır. Çünkü kasınma, uyuzlugu arttırır.
Perhiz, süphe yok ki ilâcın aslıdır. Düsüncelerden perhiz et de can kuvvetini gör!
Sen, kulak gibi bu sözlere kabiliyet kazan da sana altından küpe takayım.
Küpe de ne? Altın madeni olursun Aya, Süreyya’ya kadar yükselirsin.
Önce sunu duy ki bu muhtelif halkın canları da “elif”ten “ya” ya kadar olan harfler gibi muhteliftir.
2915. Bir yüzden bastan ayaga kadar hepsi birse de yine muhtelif harflerde birbirlerine benzerlik yoktur.
Harfler; bir yüzden birbirlerine zıt, bir yüzden birbirleriyle bir, bir yüzden faydasız ve alaydan ibaret, bir
yüzden tamamı ile faydalı ve ciddîdir.
Kıyamet günü her seyin Allah’ya arz edilecegi, Allah tarafından görülüp sorulacagı en büyük bir gündür.
Kendisini göstermeyi süslenip bezenen kisi ister.
O görünüs günü; Hindû gibi yüzü kapkara olan kisiye rüsvay olmak nöbetinin gelip çattıgı gündür,
Yüzü günes gibi olmayan, ancak yüzünü peçe gibi örten geceyi ister.
2920. Dikeninde bir gül yapragı bile bulunmadıgından baharlar onun sırlarına düsman kesilmistir.
Fakat bahar, bastan ayaga kadar gül ve süsen olana iki aydın gözdür.
Mânadan mahrum olan diken, gül bahçesiyle bir arada bulunabilmek için güz mevsimini ister güz mevsimini!
Çünkü güz, hem gülün ögünecek halini, hem dikenin ayıbını örter. Bu suretle sen de onun rengiyle bunun
halini görmezsin.
Su halde güz, dikenin hayatıdır, baharıdır. Çünkü güzün ikisi de bir görünür.
2925. Ama bahçıvan, gülü güzün de görür. Bu bir kisinin görüsü yok mu? Yüzlerce cihanın görüsünden
iyidir.
Zaten Cihan o bir kisiden ibarettir. Geri kalanlar, hep onun tâbileridir, hep onun yüzünden geçinenlerdir.
Onun için bütün güzel çiçekler “ Müjde, müjde; iste bahar gelmekte “ deyip dururlar;
Çiçekler, akarsu zinciri gibi parlamak, meyveler, tomurcuklanmak için hep baharı isterler.
Baharda çiçek dökülünce meyve bas gösterir. Ten de harap olunca can görünür.
2930. Meyve mânadır, çiçek onun sûreti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti!
Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür.
Ekmek kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi; salkımlar sıkılmadıkça sarap olur mu?
Helile, ilâçların arasında kırılıp ezilmedikçe ilâçlar, nereden sıhhati arttıracak?
Pîr kimdir? Pîrin sıfatları
Ey Hak Nuru Hüsâmeddin! Bir iki kagıdı fazla al da pîrin sıfatlarını anlatayım.
2935. Gerçi vücudun nazik ve çok zayıf, fakat sensiz cihanın isi yoluna girmiyor.
Gerçi ısık (gibi nurlu, lâtif) ve sırça (gibi ince ve nazik) oldun. Fakat gönül ehlinin basısın, onlara
muktedasın.
Mademki ipin ucu senin elindedir, senin istegine tâbidir; gönül gerdanlıgının incileri de senin ihsanındır.
Yol bilen Pîrin ahvalini yaz; Pîri seç, onu yolun tâ kendisi bil.
Pîr, yaz mevsimidir; halk ise güz ayı...Halk, geceye benzer, Pîr aya...
2940. Genç ve terü taze talihe Pîr adını taktım. Fakat o, Halk tarafından Pîr olmustur, günlerin geçmesiyle
degil.
O öyle bir Pîrdir ki iptidası yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve essiz inciye es yoktur.
Eski sarap esasen kuvvetlidir, hele “ Min ledünn” sarabı olursa...
Pîri bul ki bu yolculuk, Pîrsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, âfetlerle doludur.
Bildigin ve defalarca gittigin yolda bile kılavuz olmazsa sasırırsın.
2945. Kendine gel! Hiç görmedigin o yola yalnız gitme, sakın yol göstericiden bas çevirme!
Ey nobran! Pîrin gölgesi olmazsa gulyabani sesi, seni sersemlestirir, yolunu sasırtır.
Gulyabani, sana sana zarar verir, yolundan alıkor. Bu yolda nice senden daha dahi kisiler kaybolup gittiler.
Yolcuların yollarını sasırdıklarını, kötü ruhlu _blis’in onlara neler yaptıgını Kur’an’dan isit!
Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola götürdü, felakete ugrattı, çırçıplak bıraktı.
2950. Onların kemiklerine, kıllarına (onlardan kalan eserlere) bak da ibret al; esegini onların yoluna sürme.
Esegin basını çek, onu yola sok, dogru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür.
Onu bos bırakma, yularını tut; çünkü o, yesillige gitmegi sever.
Gaflet edip de bir an bos bıraktın mı çayırlara dogru fersahlarca yol alır.
Esek yol düsmanıdır, yesillik görünce sarhos olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmislerdir.
2955. Eger yol bilmezsen esegin dilegine aykırı hareket et; dogru yol, o aykırı yoldur.
Kadınlarla mesverette bulunun, ne derlerse aksini yapın. Süphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helâk
oldular.
Heva hevesle, nefsin istegiyle az dost ol. Çünkü seni Allah yolundan çıkaran, yolunu sasırtan, heva ve
hevestir.
Cihanda bu heva ve hevesi, yoldasların gölgesini kırıp öldürdügü gibi hiçbir sey kıramaz, yok edemez.
Alıntı: http://semazen.net/download_detail.php? id=6
Mesnevi-i Şerif Cilt I

Fatih Lütfü Aydın
Kayıt Tarihi : 6.11.2014 13:58:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Fatih Lütfü Aydın