MERYEM SURESİ
Hamd ediyoruz, ki bizi varlık içerisinden seçti canlılar arasında yarattı.
Bir daha hamd ediyoruz, ki bizi canlılar içerisinden seçti, şuurlu varlıklar arsında yarattı.
Bir daha hamd ediyoruz ki bizi şuurlu varlıkların zirvesi olan insan kıldı.
Bir daha hamd ediyoruz, hem de sonsuzca hamd ediyoruz ki insanlar içerisinden bize iman verdi, hidayet verdi. Vahye iman eden insanlar arasında kıldı. Tenezzül buyurdu şanslı kullar arasında kıldı ve bizi kendisine muhatap aldı.
İşte bütün bu hamdlerimizin merkezinde yer alan en büyük lütuf, en büyük nimetlerden biri olan vahyin yepyeni bir sitesiyle karşı karşıyayız.
Resmi sıralamada 19, iniş sırasına göre 44 suredir.
Bu sure Hz. Cafer bin Ebi Talip tarafından Habeşistan Hükümdarının huzurunda, Habeş hicretinin ardından bizzat okunmuş ve tarihin bir dönemine tanıklık yapmıştı.
Rasulullah efendimizin davetinin önünü alamayacağını anlayan Mekke müşrikleri Ona ve beraberindeki bir avuç Müslüman’a her türlü işkenceyi artırmışlardı. Allah’ın Resulü kâfirlerin işkenceleri altında bunalmış Müslümanlara bir hicret yurdu arıyordu. İşte böyle bir ortamda Habeşistan’a hicret öncesi bu sure nazil oluyordu. Sanki Habeşistan öncesi bir azık olarak Rabbimiz bu sureyi indiriyordu. Çünkü orada başlarına nelerin geleceğini Rabbimiz çok iyi biliyordu.
Habeş kralı Necaşi’nin Meryem anamız hakkında, babasız dünyaya gelmiş İsa (a.s) hakkında soracağı soruların çok net ve açık bir şekilde açıklandığı bir sure indiriyordu Rabbimiz. Sanki bu suresiyle Müslümanlara diyordu ki: Ey kullarım, sizler, size dininizi yaşama fırsatı vermeyen vatanınızdan bu imkânı bulabileceğiniz bir Hıristiyan ülkeye gidiyorsunuz. Gittiğiniz o ülkede korkmadan, cesurca Benim bu surede anlattığım şekilde Meryem’i ve oğlu İsa’yı tebliğ edeceksiniz. İsa (a.s) nın Allah’ın oğlu olmadığını, tanrı olmadığını, tanrının yetkilerine sahip olmadığını, Meryem’den dünyaya gelme bir kul ve elçi olduğunu açıkça Hıristiyanlara tebliğ etmelisiniz diye size böyle bir sure indiriyorum.
Birinci Habeşistan hicretine pek aldırmayan Kureyş müşrikleri, orada Muhâcirlere gösterilen güzel muâmeleden haberdâr olunca telâşa kapıldılar. İslâm’ın etrâfa yayılması hâlinde bu işin önünün alınamayaca¬ğını düşünüyorlardı.
Müşrikler, İslam’ın yayılacağı korkusuyla Habeş hükümdârından Müslümanları geri istemek husûsunda bir ka¬rara varıp, derhâl Abdullâh bin Rabîa ile Amr bin Âs’ı, Necâşî’ye ve kumandanlarına verilmek üzere çeşitli hediyelerle gönderdiler.
Ebû Tâlib, Kureyşlilerin Necâşî’ye elçi ve hediyeler gönderdiğinden haberdâr olunca, Muhâcirleri müşriklerin desîselerinden korumaya teşvik için Necâşî’ye hitâben, onu metheden bir kasîde yazıp gönderdi. (İbn-i Hişâm, I, 356)
Amr ve arkadaşı, Necâşî ile görüşmeden önce, kumandanlarına çeşitli hediyeler vererek onları kendi taraflarına çekmeye muvaffak oldular. Müşrik heyet daha sonra Necâşî’ye hediyelerini takdîm ettiler ve şöyle dediler:
“−Ey hükümdar! Bizden birtakım aklı ermez gençler, senin ülkene gelip sığındılar. Onlar atalarının dînini terk ettikleri gibi senin dînine de girmediler. Onlar yeni bir dîn îcâd ettiler. Akrabâları onları geri çevirmeniz için bizi sana gönderdiler. Çünkü kavmi, bunları herkesten daha iyi bilirler, kabahatlerini başkalarından daha iyi anlarlar.”
Onlar, Necâşî’nin, Câfer ve arkadaşlarını dinleyip tesirinde kalmasından korkuyorlardı. Bu yüzden de Necâşî’nin, Muhâcirleri muhâkeme etmeksizin kendilerine teslîm etmesini istiyorlardı.
Necâşî’nin kumandanları da:
“−Efendim! Bu adamlar doğru söylüyorlar. Kavimleri onları daha iyi bilirler. Sen onları bu adamlara teslîm et de memleketlerine götürsünler!” dediler.
Necâşî kızdı ve:
“−Asla! Ben onları dinlemeden hemen teslîm edecek değilim! Beni başkalarına tercîh ederek memleketime sığınmış olan bir cemaate kötülük edemem.” dedi ve haber salıp Muhâcirleri yanına çağırttı.
Necâşî, kendi din adamlarını da çağırdı. Onlar, Necâşî’nin çevresinde kitaplarını açmış bir vaziyette oturdular.
Muhâcirler geldiğinde Necâşî her iki tarafı, huzûrunda yüzleştirdi. Târihî bir heyecan yaşandı. Müslümanların sözcüsü Hazret-i Câfer idi.
Necâşî, Muhâcirlerin başkanı Câfer-i Tayyâr’a döndü:
“–Kureyşliler elçi göndermiş, sizin Mekke’ye dönmenizi istiyorlar.” Dedi. Câfer, hükümdâra:
“–Ey hükümdâr! Sorunuz bunlara; biz köle miyiz ki, bizleri geri istiyorlar?” dedi. Necâşî, Amr bin Âs’a baktı. O da cevapladı:
“–Hayır, hepsi de hürdür!”
Mükâleme şöyle devâm etti:
“–Sorunuz bunlara! Biz borçlu muyuz ki, bizleri istiyorlar?”
“–Hayır, hiçbirinin kimseye borcu yok!”
“–Sorunuz bunlara! Biz kâtil miyiz ki, kısas için çağırıyorlar?”
“–Hayır, böyle bir isteğimiz de yok!”
“–O hâlde bizleri ne diye geri istiyorlar?”
O zaman Amr, şöyle dedi:
“–Bunlar, dedelerimizin dîninden ayrıldılar. İlâhlarımıza hakâret ediyorlar. Gençlerimizin îtikadlarını bozdular. Halkımızın arasına tefrika soktular. Bütün Mekke ahâlîsi ikiye bölündü.”
Bunun üzerine Necâşî:
“−Siz ne benim dînime ne de kendi kavminizin dînine girmediğinize göre, sizin kabûl ettiğiniz bu dîn, nasıl bir dîndir? diye sordu. Câfer-i Tayyâr söze başladı:
“–Ey hükümdar! Biz câhil bir kavim idik. Taştan, ağaçtan yapılmış putlara ilâh diye ta-pardık. Ölü hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri gömerdik. Kumar oynar, fâ¬izcilik (tefecilik) yapardık. Zinâyı ve bir kadının birkaç erkekle münâsebetteki iffetsizliğini hoş görürdük. Akrabâmıza karşı vazîfelerimizi bilmezdik. Komşularımızın haklarını tanı¬mazdık. Güçlüler zayıfları ezer; zenginler fakirlerin sırtından kazanırdı. Aramızda, hak nedir, bilinmezdi.
Allâh Teâlâ bizlere merhamet etti ve bizim ıslâhımızı diledi de, içimizden bir Peygamber gön¬derdi. O Peygamber, asil bir soydan ve temiz bir kabîledendir. Kendisini «el-Emîn» diye isim¬lendirmiştik. O bizi Allâh’ın birliğine çağırdı. O’na ibâdet etmeyi öğretti. Dedelerimizin putla¬rından kurtardı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Kan dökmeyi, kumar oynamayı, iç¬kiyi, fâizi, yalancılığı, yetimlerin mallarına dokunmayı yasakladı. Bize hep iyilikleri tâ¬lim buyurdu. Doğruluğu, sözünde durmayı, komşu ve akrabâya iyi muâmele etmeyi, kadınların şerefini, kız çocuklarının hayâtını kurtarmayı emretti. Bizi vahşetten kurtardı. Medeniyete kavuşturdu. İyi bir insan olmamızı sağladı. Biz de kendisine inandık. O’nun yo-lunda yürüyoruz. Bu sebeple Kureyşlilerin düşmanlığını kazandık. Çeşitli işkencelere uğradık. Fakat işkenceler dayanılmaz hâle gelince, dînimizden de dönmek istemediğimiz için Peygamberimiz’den izin alarak hükümdarlar arasından sizi tercih ettik ve ülkenize geldik. Yurdunuzda zulme uğramayacağımızı umarak himâyenize sığındık!..”
Câfer’in (r.a.) söylediklerini sükûnetle dinleyen Necâşî:
“Allâh tarafından Peygamberinize gönderilen vahiyden ezberinde bir şey var mı?” diye sordu. Câfer (r.a.):
“−Evet.” dedi ve Meryem Sûresi’nin ilk âyetlerinden, Yahyâ ve Îsâ -aleyhimesselâm-’ın doğumları ile alâkalı âyetleri tilâvet edince Necâşî ve adamları müteessir olup ağladılar. Necâşî:
“–Allâh’a yemin ederim ki, bu sözler, Hazret-i Mûsâ’ya ve Hazret-i Îsâ’ya (a.s.) inen va¬hiylerin kaynağındandır.” dedi ve Kureyş elçilerine dönüp:
“–Ben bu Muhâcirleri size teslîm edemem!” diyerek tekliflerini red¬detti. Elçiler Necâşî’nin yanından ayrıldıkları zaman, Amr:
“−Allâh’a yemin ederim ki Necâşî’ye, bunların Îsâ bin Meryem’in bir kul olduğuna inandıklarını haber vereceğim ve onların köklerini kazıtacağım!” dedi. Ertesi gün, Necâşî’nin huzûruna çıkıp:
“−Ey hükümdâr! Onlar Îsâ bin Meryem hakkında çok ağır bir söz söylüyorlar! İstersen yanına çağır da, O’nun hakkında neler söylediklerini sor.” dedi. Necâşî, Müslümanları tekrar yanına çağırdı ve onlara:
“−Meryem oğlu Îsâ hakkında ne düşünüyorsunuz, söyleyin bakalım.” dedi. Câfer-i Tayyâr Hazretleri:
“−Biz O’nu, Peygamberimiz’in öğrettiği gibi biliyoruz. Allâh Resûlü O’nun hakkında şöyle buyuruyorlar:
«Îsâ, Allâh’ın kulu, Resûlü, Rûh’u ve her şeyi bırakarak kendini Allâh’a adamış olan Meryem’e ilkâ ettiği Kelimesi’dir.»” deyince, Necâşî yerden bir çöp alarak:
“−Allâh’a yemin ederim ki, Îsâ bin Meryem de senin söylediğinden başka bir şey değildir! Sizin söylediğinizle Hazret-i Îsâ’nın hakîkati arasında, şu (çöp) kadar dahî bir fark yoktur!” dedi. Necâşî bunu söyleyince, çevresindeki kumandanlar homurdanmaya başladılar. Necâşî onlara:
“−Vallâhi siz homurdansanız da hakîkat budur!” dedi. Muhâcirlere de:
“−Gidiniz! Sizler benim ülkemde tamâmen emniyet içindesiniz! Size dil uzatan kimse cezâlandırılacaktır. Dağ kadar altın verseler bile ben sizden birine eziyet etmek istemem. Getirdikleri hediyeleri de şu iki adama geri verin! Benim onlara ihtiyâcım yok! Eğer Hazret-i Peygamber’in yanında olsaydım, O’nun ayaklarına su döker, kendisine hizmet ederdim!..” dedi.
Bu surenin özelliklerinden biri de Mekki tüm surelerde olan bir özelliğin çok bariz bir biçimde açığa çıkmasıdır. O da ses unsuru. Kur’an da insanın yüreğine sesiyle sokulan surelerin zirvesini teşkil eder Meryem suresi. Adeta içinizde uzun süre yankılanır gider. Muhteşem bir ses yankılanır yüreğimizde. Adeta bir ormanın uğultusu, bir ırmağın şırıltısı, bir bülbülün sesi gibi bir ses. Doğal bir ses. Onun için bu sesi de özellikle bu surede duymak lazım diye düşünüyor ve hatırlatıyorum. Sesini dinleyin surenin. Yüreğinizdeki sesle uyuştuğunu göreceksiniz.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1. Bu harfler, Allah ile Peygamberi arasında bir şifredir. Ne manaya geldiklerini, nelere işaret ettiklerini tam olarak bilmek mümkün değildir. Ancak âlimlerimiz bunlarla alakalı bazı manalar vermişlerdir.
Bunlar tenbih, uyandırmak ve dikkat çekmek için gelen harflerdir.
Hitabet, kitabet ve şiirin esas maddesi olan bu harflerle Kur’an Araplara, ilâhî kudret eliyle yine bu harflerden telif edilmiş olan kendisi gibi bir kitap getirmeleri için meydan okumaktadır.
İşte böyle tek tek harflerden oluşan fakat sahip olduğu ilâhî belagat ve fesahatiyle ebedî mucize olan Kur’an’da yer alırlar.
2. Bu ayet bir ithaf ayeti, bir sunu, bir ithaf. Yani rabbimiz ne kadar memnun olmuşsa Hz. Zekeriyya’dan, ne kadar Rabbisini sevindirmişse, memnun etmişse onun hatırasına, onun anısına bir ithafta bulunuyor.
Ne muhteşem şans ne büyük nasip ya Rabbi. Rabbi tarafından sevilmek ve Rabbi tarafından ithaf edilerek ödüllendirilmek vahiy ithaf edilmek. İşte ölümsüzlüğün bir başka boyutu da bu.
Hz. Zekeriya Kur’an da anılan peygamberlerden biridir, İsrail oğulları peygamberlerindendir. Hz. Zekeriya, Hz. Meryem’in teyzesinin kocasıdır. Yani eniştesidir. Burada anlatılan, bu ayetlerin anlattığı kıssa aynen ya da çok benzer biçimde A.İmran suresinin 38-41. ayetlerinde de ele alınır.
3. Duanın, emreder gibi ve yüksek sesle değil, mütevazı bir şekilde alçak sesle ve yalvarıp yakararak yapılması adaba daha uygundur.
4. Farkında mısınız, burada duanın edebi öğretiliyor. Bir insanın rabbiyle konuşur gibi nasıl dua edeceği, Allah’tan nasıl istenir bunun yolu ve yordamı öğretiliyor bu ayette.
Tabii bu duanın bir öncesi var. Bu noktaya nasıl geldi. O anda durup dururken mi bu duayı ediverdi Hz. Zekeriya. ALİ İMRAN 37-38 ile beraber okumak gerekir.
Hz. Zekeriya’nın amca çocukları vardı. Onlar İsrailoğulları’nın en şerirlerindendi. Bunlar içinde dinî ve ahlâkî bakımdan düzgün ve dürüst bir kimse yoktu. Bundan dolayı Zekeriya (a.s.) ümmetine karşı hilâfetin hakkını tam olarak veremeyeceklerinden ve dinini değiştireceklerinden korkmuştu.
Bu isteme tarzı, her duada daha önceki ikramları öne sürerek, onları vasıta yaparak isteme şeklidir. Mademki Cenab-ı Hak, uzun müddet kulunu almaya alıştırdı. Öyle ise onu ebediyen mahrum etmeyecektir. Vermek istemeseydi istemeği vermezdi.
5. Anlaşılan o ki kendisinin yerine geçecek olanlarda liyakat ve ehliyet görmüyordu. Onun içinde yerinin boş kalacağını düşünüyordu. Bu nedenle meşru bir nedenle evlat istediğini rabbine arz ediyordu. Yani ya rabbi, sadece keyfimi getireyim diye çocuk istemiyorum, Yani ben yine senin için istiyorum, senin dinine hizmet için istiyorum. İşte bu adamanın bir başka biçimidir. Allah’tan istemenin bir gerekçesi olmalı ve bu gerekçe de güzel olmalı, hoş olmalı, meşru olmalı.
Karısının kısır olması, kendisinin de yaşlı olması; Kalbiyle istiyor, aklıyla düşünüyor.
6. Hz. Zekeriya, halef istemesinin gerekçesini de açıklarken, övünmek veya faydalanmak için değil, dini tebliğ etmek gibi yüce bir gaye için halef istediğini ifade etmiştir.
Daha doğmadan rabbine yavrusu için, daha doğacağını bile bilmediği yavrusu için ettiği duaya bakın. Biz doğmuş çocuklarımız için ediyor muyuz, bunu sormak lazım.
İşte bize neler öğretiliyor bakınız bir peygamberin dilinden. Böyle güzel istenirse cevap gelmez mi hiç. İstek yürekten çıkarsa elbette hedefini bulacaktır. Dua yerli yerince ve ta yürekten yapılırsa elbette göklerin kulağı bunu işitecektir. Onun için rabbi onun duasına melekleri aracılığı ile şu cevabı gönderiyor.
2
7. Yahya, yani o yaşayacak, yaşar demektir. Yaşayacak, burada hayatta olacak, hayatı sürekli olacak. İşte o bizim dilimizde dahi yaşıyor. İşte bakınız göçüşünden 2.000 yıl sonra Yahya gönlümüzü ve mekanımızı şenlendiriyor. İşte dilimizde dedemizin adı dahi gezmezken, Hz. Yahya’nın adı geziyor.
Allah’ın bu iki kutlu elçileri kıymete kadar tüm müminlerin dilinde, gönlünde diriliğini muhafaza ederlerken, sadece onların kanına değil, yüzlercesinin kanına giren bu lânetlik toplum, Allah’ın arzında Allah’ın elçilerine hayat hakkı tanımayan, şu anda da yeryüzünde Allah’a inanan müminlere hayat hakkı tanımamaya çalışan bu lânetlik toplum, daha sonra Îsâ (a.s)’a karşı, daha sonra Muhammed (a.s)’a karşı da aynı şeyi yapmaya çalışan bu lânetlik toplum yeryüzünde en büyük zulmü, en büyük cinâyeti işlediler. İşlemeye de devam ediyorlar.
8. Aşk modundan akıl moduna geçti.
Bakınız şu diyalogun muhteşemliğine, ihtişamına. Aşık olarak dua etti, akil olarak soru soruyor. Çünkü dua etti, istedi. Çünkü akıl tedbir düşünürken aşık gereğini yapar. O, o moda geçince nasıl, niçin sorusunu soramazdı. Aşk modunda bu sorular çiğ kaçar. Onun için aşığa dağlar dayanmaz. Onun için aşığa yol sorulmaz. Muhabbet böyledir. Bakalım nasıl oldu.
9. Rabbimiz soruya cevap veriyor. Yani soruyu reddetmiyor. Çünkü burada soru soran bunu iş olsun, işgüzarlık olsun diye değil, gerçekten içinden geldiği gibi, bilmek için, öğrenmek için soruyor.
Unutma yoktan var eden Allah. Vardan var edemez mi? Seni de ben yaratmıştım. Oysaki sen hiç bir şey değildin. Yani basit, değersiz bir sıvı idin, nutfe idin. Ama ondan muhteşem bir dizayn, muhteşem bir yaratış olan insan yaratıldı.
10. Bakın, dua eden kendisi, isteyen kendisi. Tamam aşk modunda istedi, akıl moduna geçince kabul edilen duasına bu nasıl olacak dedi. Şimdi onunla da yetinmeyip bana bir garanti ver diyor, bir işaret ver. Peki bunu nasıl anlayacağız, Allah’a karşı sui edep sayabilir miyiz? Hayır. Rabbimiz öyle saymıyor. Bu tıpkı Hz. İbrahim’in rabbimizin yaratışını öğrenmek için nasıl yaratırsın bana bir göster demesine benziyor ve arkasından da ..liyatmeinne kalbiy. (Bakara/260) Ya rabbi, inanmıyor değilim, inanıyorum ama içim yatışsın aklım yatsın. Bu demek ki insanoğlunun bir özelliği, insan olmanın bir özelliği.
11. Mihrap; Hücre havra ve kiliselerde giriş kapılarının yanlarında çok küçük 3X3, 1X1, 2X2 karanlık hücreler vardır. Oralarda ibadete çekilirler. Adeta çile hanelerdir oralar. Bizim camilerimizdeki mihrapla alakası yoktur bunun.
12. Kitaba sarılmak, kitabın ayetlerini ve o ayetlerin ortaya koyduğu manayı hiç kaybetmeden hayatta uygulamaya çalışarak onu muhafaza etmek demektir. Ben bunsuz yaşayamam. Ben bunsuz hayatıma çeki düzen veremem. Ben bunsuz yol bulamam.
Kitaba sarılmak demek onu insanlara duyurmak, onu insanların gündemine indirmek ve hayatın her alanında onun uygulanmasını sağlamak demektir.
Rabbimiz bu ayetinde Yahya (a.s) şahsında bizlerden kitabına böyle bir tutuş istemektedir.
13. 14. Allah Teâlâ Yahya’yı temiz bir fıtrat sahibi olarak yaratmıştır. O, insanlara karşı son derecede şefkatli, Allah’a karşı saygılı, dinine bağlı, ana-babasına iyilik eden, insanların hukukunu gözeten, zorbalık ve isyankârlık gibi kötü vasıflardan uzak bir insandı.
“Ve kâne tekıyya” sorumluluk sahibi biriydi o. Yani Hz. Yahya, Allah’a karşıda, insana karşıda, eşyaya karşıda sorumluluk bilinci ile donatılmıştı.
15. Yukarıdaki ayetlerde Hz. Yahya’nın yedi erdemi sıralanmıştır. 1. Hikmet sahibi, 2. Şefkatli, 3. Temiz ruhlu, 4. Takva sahibi, 5. Ana babasına saygılı, 6. Zorbalıktan uzak, 7.Asilik yapmaz. Bu güzel vasıfları sebebiyle Yahya, Allah’ın övgüsüne mazhar olmuş ve bütün bu hallerde yani dünyaya gelirken, dünyadan giderken ve kıyamet gününde kabirden kalkarken Allah’ın inayetinin onunla beraber olacağı bildirilmiştir.
Kıssadan hisse açık Allah için imkânsız yoktur vahyin ilk muhatabı Resulallah’a ve hepimize. Kısır Mekke, Medine Yahya’sına hicretle hamile kaldı. İşte bu. Mekke kısırdı. Fakat Resulallah’a diren diyor, iste. Bir gün bu kısır Mekke bile hamile kalır, bir Medine doğurur. Ve öyle olmadı mı, öyle oldu. Allah vererek sınar, alarak sınar. Zekeriyya’yı sevindirmişti vererek. Ama işte Yahya böyle can verdi, bir de alarak sınamıştı.
Bir tarafta Davud gibi kral olan, yönetici olan, büyük topraklara hükmeden bir hükümdar peygamber, öbür tarafta Zekeriyya gibi kendiside kurban olan bir peygamber. Oğlunun akıbetini kendisi de paylaşmıştı çünkü. Bir tarafta Süleyman gibi yeryüzünün hazinelerine sahip olan bir peygamber, kral peygamber, öbür tarafta Yahya gibi can veren bir peygamber. Yani biri zirve de sınavını verdi, diğeri çukurda sınavını verdi. Vadinin en dibinde. Çünkü bu bir yolculuktu. Tarihi yolculuğunda biri zirveye denk geldi, öbürü de vadinin en dibine. Biri şanslıydı ya da öbürü şanssızdı demek hiç edebe uygun olmadığı gibi, biri başarılıydı da öteki başarısızdı demekte hiç doğru değil. Şimdi sizce yeryüzüne sultan olan Süleyman peygamber başarılıydı da, can veren Yahya peygamber başarısız mıydı.
16. Kitapta Meryem’i de gündem yap. Kitapta Meryem de bulunsun. Rabbinin kitabıyla Meryem ile de tanış. Meryem’i de gündemine al. Ve ey peygamber yolunun yolcuları, sizler de anın Meryem’i. Sizler de tanışın Meryem’le. Sizler de gündem maddesi yapın Meryem’i.
Evet işte bizim örneklerimizden, örnek ailelerimizden birisi gündem yapılıyor burada. Hayatları kesin doğru, mutlak doğru olarak Allah tarafından tescil edilmiş elçiler sunuluyor bize. Ama Allah korusun da bakıyoruz bugün Müslümanlar bu yasal örnekleri bir kenara bırakıp, iyilikleri, hayatları, takvaları, takva anlayışları tartışılabilecek bir kısım insanları gündeme getiriyorlar.
Şimdi hikâyenin ilk sahnesi önündeyiz. Karşımızda vücuduna erkek eli değmemiş, genç bir bakire kız var. Daha ana karnındayken annesi tarafından bir mabedin hizmetine adanmış. Onun hakkında hiç kimse temizliğinden ve iffetliliğinden başka bir şey bilmiyor. Hatta bu yüzden İsrail mabedinin temiz bakıcılarının babası olan Hz. Harun'un soyundan geldiği söyleniyor. Öteden beri ailesi temiz ve dürüst olarak tanınıyor.
İşte şimdi bu genç kız özel bir durumunun gereği olarak ailesinden uzaklaşarak onların göremeyecekleri tenha bir yere çekiliyor.
17. Rabbine ibadet ederken bir de bakıyoruz ki gerçekten dehşetli, tüyler ürperten bir manzarayla karşı karşıya geliveriyor. Bir de baksın ki karşısında bir beşer, mükemmel ve her şeyi yerinde birisi duruyordu. İnsanlardan saklanmaya, hicaplaşmaya çalışan tertemiz, iffet abidesi kızcağızın karşısında bir insan vardı.
Birden bire tüm varlığıyla, tüm İmanıyla, tüm hayasıyla sarsıldı. Hemen silkinip Rabbine sığındı. Hem Rabbinin yardımını harekete geçirmek, hem de karşısındaki adamın ruhundaki Allah korkusunu harekete geçirmek için bakın şöyle diyor.
18. Bu sürpriz üzerine ödü kopan genç kızımız, şimşek hızı ile ayağa kalkıyor. Issız bir yerde yalnız başınayken yabancı bir erkekle yüzyüze gelen her genç kız gibi paniğe kapılmıştır. Hemen Allah'a sığınıyor, kendisine yardım etmesini, bu zor durumunda imdadına yetişmesini diliyor. Bir yandan da karşısındaki yabancı erkeğin takva duygusunu uyarmaya girişiyor. Onu Allah'tan korkmaya, bu tenha yerde kendisini gözetleyen yüce Rabbinden çekinmeye çağırıyor.
19. Hayalimizi işletmeye devam ederek bu masum genç kızın işittiği bu sözler karşısında duyacağı korkunun ve utancın derecesini kavramaya çalışalım. Karşısında eli ayağı düzgün, normal, yani insan cinsinden olduğu kuşkusuz görünen yabancı bir adam duruyor. Adam, Allah tarafından gönderildiğini söylüyor, ama genç kız henüz bundan emin değildir. Belki de saflığından, temiz duygularından yararlanmayı amaçlayan kötü niyetli bir tuzakla karşı karşıyadır. Adam, her mahcup genç kızın kulaklarını tırmalayacak bir amaçla geldiğini açık açık söylüyor. Kendisine bir erkek çocuğu bağışlamak istediğini belirtiyor. O tenha yerde yalnız ikisi vardır, ortalıkta başka hiçbir Allah kulu yok. Bu yüzden bu durum, Hz. Meryem'i bir daha tepeden tırnağa sarsan ikinci "şok" olur.
Fakat çok geçmeden toparlanır ve namusunu tehdit altında hisseden bir dişiye yaraşacak bir kahraman kesilir. Bu eda ile karşısındaki erkeğe açık açık sorar.
20. Hz. Meryem'in bu sorusundan açıkça anlıyoruz ki, kendisi bilinen erkek-kadın çiftleşmesi dışında başka bir çocuk peydahlama yöntemi olabileceğini bir an bile aklının ucundan geçirmiyor.
21. Tıpkı surenin evvelinde, Zekeriya (a.s)’a denenin aynısı. Evet bu iş böyledir. Yani gerçekten durum senin dediğin gibidir. Yani ne nikâh yoluyla, ne de zina yoluyla bir erkekle bir araya gelmedin. Sana bir erkek dokunmamıştır. Sen iffetli ve namuslu bir kızsın. Ama Allah dilediğini dilediği şekilde yaratandır. Allah güç ve kudret sahibidir. Allah mutlak egemenlik sahibidir. Yasayı koyan Allah’tır. Dilediği zaman yasasını değiştirme gücüne, yetkisine sahip olan da Allah’tır. Allah bir şeye hükmetti mi, Allah bir şeyin olmasını diledi mi ona “Ol” der, o da oluverir. Bu Rabbin için zor bir şey değildir. Bu Rabbine çok kolaydır. Çünkü yasanın sahibi Allah’tır, hayatın sahibi O’dur.
22. Neticede Allah melek vasıtasıyla ruhu üfleyince Meryem hamile kaldı. Enbiya 91; Tahrim 1). Tefsirlerde hamilelikle ilgili olarak bir saat ile dokuz ay arasında farklı sürelerden söz edilmiş olmakla birlikte çoğunluk sürenin dokuz ay olduğu kanısındadı. Çocuk ana rahminde büyüyüp gelişmeye başlayınca Meryem, insanların kendisini kınayacağından endişe ettiği için, durumu ailesinden gizlemek maksadıyla uzak bir yere çekilerek bir müddet hamileliğini gizledi.
23. Bu ayet Hz. Meryem’in de her kadın gibi doğum sancılarıyla doğurduğunu özellikle vurgulamak için yer alıyor. Yani Meryem’i ilahlaştıran Hıristiyan düşüncesine tokat gibi aslında bir cevap bu. Çünkü teslis akidesini ortaya koyan, icat eden kilise bununla da yetinmeyip ondan 100 yıl sonra, İznik konsülünden 100 yıl sonra Meryem’i de bu üçün yanına koyarak, onu da ilahın anası olarak ilahlaştıracaklardı.
Bu psikolojik acılarının yanı sıra fizyolojik sancıların pençesinde de kıvranmaktadır. Kendisini bir hurma ağacı dalının yanına koşturan, bu hurma dalına tutunmaya zorlayan amansız doğum sancıları çekmektedir. Bu ıssız yerde tek başınadır, yapayalnızdır. Bakire bir genç kız olarak bu tür sancılarla ilk kez tanışmanın şaşkınlığı içinde bocalamaktadır. Karşı karşıya geldiği durum hakkında hiçbir ön bilgisi olmadığı gibi, kendisine en ufak bir yardımda bulunacak bir kimsesi de yoktur. Bu yüzden bunalım derecesine yaklaşmış bir bezginlik içinde şöyle dediğini duyuyoruz:
"Keşke daha önce ölmüş ve hafızalardan silinmiş olsaydım."
Biz onun bu sözleri söylerken yüzünde beliren ızdıraplı mimikleri görür gibi oluyor, duygusal çırpınışların nabzını avucumuzda hisseder gibi oluyor, çektiği acıların yüzlere yansıttığı izlere ellerimizle dokunur gibi oluyoruz. O karşı konulmaz bir özlem ile "unutulmuş" olmayı arzuluyor. Tıpkı aybaşı kanını silmek için kullanılan ve sonra fırlatılıp atılan bir paçavra gibi olmak istiyor.
3
24. 25. 26. Diyor ki; sakın üzülme; "Rabbin senin için ayaklarının altından akan bir dere açtı." O seni unutmuş, sahipsiz bırakmış değildir. O senin ayaklarının dibinde bir akarsu var etti. En akla yakın yoruma göre hemen o anda bir yeraltı kaynağından su fışkırdı, ya da dağdan kaynaklanan gizli bir suyolundan ansızın su kaynamaya başladı. Gövdesine dayandığın şu hurma ağacı var ya, silkele onu da olgun ve taze hurmalarını kucağına döksün. İşte sana yiyecek ve işte sana içecek.
Tatlı yiyecek, lohusalar için uygun bir besin maddesidir. Hurma ise lohusa kadınlar için en yararlı bir yiyecek türüdür. O halde afiyetle "ye ve iç". "Gönlün rahat olsun" kalbin huzur içinde olsun. Eğer biri ile karşılaşacak olursan kendisine, hiç ağzını açmadan işaret yolu ile rahmeti bol olan Allah'a konuşmama orucu adadığını, kendi kendine konuşma yasağı koyduğunu, kendini Allah'a ibadet etmeye adadığını anlat ve hiç kimsenin sorusuna cevap verme.
Öyle sanıyoruz ki, Hz. Meryem, elini uzatıp yanı başında ki hurma ağacını silkelemeden ve böylece taze ve olgun hurmaların kucağına düşmesini sağlamadan önce uzun bir süre dehşet içinde, olduğu yerde donakaldı. Biraz sonra kendini toparlayınca yüce Allah'ın kendisini sahipsiz bırakmadığını kesinlikle anladı. Doğru yola iletici kılavuzunun yanı başında olduğunu fark etti. O kılavuz, daha kundaktayken konuşan bu minicik yavrudur. Şimdi bu minik yavrunun kişiliğinde kendisine sunulan harikayı, olağanüstülüğü açıklamaya, tanıtmaya sıra gelmişti.
27. Demek ki bu arada bir geçiş var, onu doğurdu, büyüttü besledi ve aynen Hz. Zekeriya’nın oğlu Yahya’da olduğu gibi.
Müslümanların, Allah’a samimiyetle inanmış peygamber ailesine bağlı yaşayanların yüzlerindeki müthiş hali bir tasavvur edin. Tıpkı Ayşe annemize yapılan o iftiradan sonra Rasulullah efendimizin ve onun yoluna canını fedaya hazır Müslümanların yüz ifadeleri gibi, mahvolmuşlar, yerin dibine geçecek duruma gelmişler.
28. Harun soyunun kız kardeşi. Ki Harun’un kız kardeşi diye çevirmek lazım ama, bu Sami geleneğinde saygı ifadesidir. Ailenin ünlü bir erkeğine kadın nispet edilirse bu o gelenekte saygıya delalet eder. Ona bir konum vermektir.
29. Hz. Meryem, daha önce almış olduğu ilâhî talimat gereğince, hiç heyecanlanmadan ve bozuntuya vermeden konuşması için eliyle bebeğe işarette bulundu. Oradakiler, Meryem’in susup, kendilerini beşikteki bebekle konuşmaya, ona sormaya ve gerçeği ondan öğrenmeye yönlendirdiğini anlayınca, böyle bir şeyin imkânsız olduğunu dile getirdiler. Fakat Allah için imkânsız bir şey yoktu, O istediğini yapmaya kadirdi. Derken bebek konuşmaya başladı.
30. Âdeta o, daha ilk günden, sonraları kendisini ilâh edinecek olan Hıristiyanlara açık mesajlar vermiştir. Burada Hz. İsa’nın bizzat kendi ifadeleriyle dile getirdiği güzel hasletlerini kısaca şöyle izah edebiliriz:
Kulluk: عَبْدُ اللّٰهِ (Abdullah) ismiyle önce onun Allah’a kulluk vasfına dikkat çekilir. Allah Teâlâ, İsa’ya öncelikle bunu söylemesini emretmiştir. Çünkü Allah, ileride Hıristiyanların ona “Allah’ın oğlu” diyeceklerini bilmektedir.
اَلْكِتَابُ (kitap): Kitaptan maksat, Hz. İsa’nın tatbikle vazifeli olduğu şeriattır. Değiştirilmekten ve bozulmaktan korunması için yazılması gerektiğinden dolayı ona bu isim verilmiştir. Bu şeriatın kitabı tabiatıyla İncil’dir. Fakat bundan Tevrat’ın kastedilmiş olması da mümkündür. Çünkü Hz. İsa’ya Tevrat’ta bulunan bütün ahkam ve kaidelerin ilmi de verilmişti.
31. (Mübarek): Allah Teâlâ Hz. İsa’yı bulunduğu her yerde mübarek kılmıştır. “Mübarek”, bütün hallerinde, amellerinde, davranışlarında ve konuşmalarında hayır ve bereket bulunan, bereketli kimse demektir. Hz. İsa gerçekten bereketli bir peygamberdir. Allah onu İsrâiloğulları’na göndermiş, onlara daha önce haram olan bir kısım şeyleri helâl kılmış ve onları güzel ahlâka davet etmiştir. Bu onda bulunan bereketin en bariz tezahürüdür. O bir yere vardığı zaman, o bölge halkının iyiliğine ve hidayete ermelerine ve hayırlı işler yapmalarına vesile olurdu. Onunla cahiller, kasvetli kimseler ve bozguncular karşılaşsa bir anda salih kimseler haline gelir, kalpleri iman ve hikmetle dolardı.
Zekât: Arınmak, temizlenmek artmak için insanın vermesi gereken şeyi çıkarması, vermesi. Çünkü aslında her şeyin zekatı kendisindendir. Sıhhatin zekâtı sıhhatten Allah’a adamak, ilmin zekatı ilimden adamak, servetin zekatı servetten adamak olmalıdır.
32. Berr, iyilik yapan kimse demektir. Hz. İsa kavmi arasında en çok iyilikle maruf kişiydi. O anasına karşı da son derece müşfik ve merhametli bir evlattı. Bu vasfın belirtilmesindeki hikmet şudur: O dönemler İsrâiloğulları arasında ana babaya iyilik zayıflamış ve neredeyse yok derecesine gelmişti. Burada sadece “anne” kaydının olması, Hz. İsa’nın babasının olmaması sebebiyledir. Ayrıca anne daha zayıf yapılı olması sebebiyle iyiliğe daha çok muhtaçtır. Bir de annenin evladına olan şefkati ve onun meşakkatine katlanması, çocuğun kendisine iyilik yapmasını kolaylaştırmaktadır.
Cebbar, insanlara karşı olan davranışlarında kaba ve kibirli kimse demektir. Şakî: zarara uğramış, davranışları kendisi için bir leke ve elem kaynağı olan kişi demektir. Cebbarın şaki ile sıfatlanması, böyle kişinin dünya ve ahiretteki acı akıbetini bildirmek içindir. Yani cebbâr vasfı onun dünyasının, şakî vasfı da âhiretinin berbat olduğunu bildirmektedir. Hz. İsa ve diğer bütün peygamberler böyle olumsuz vasıflardan uzaktırlar.
33. Ben Allah’ın kuluyum dedikten sonra, doğan, yaşayan, ölen, Rabbine kulluk eden bir insan olarak asla Rab olmadığını, Rabbin sıfatlarına sahip olmadığını ortaya koyuyordu.
30-33. Ayetlerde Hz. İsa’nın başlıca nitelikleri şöyle sıralanmaktadır. 1. Sonradan Hıristiyan dünyasının iddia edeceğinin aksine o Tanrı’nın oğlu değil, kuludur. 2. Aynı zamanda kendisine kitap verilmiş bir peygamberdir. 3. Her yerde mübarek bir şahsiyet olarak bilinecektir. 4.Her mümin gibi namaz, zekat vs. ibadetlerle mükelleftir. 5. Annesine saygılıdır. 6. Zorbalık yapmaz. 7. İsyankâr değildir.
34. Hz. İsa Kur’an da anılırken sürekli Meryem’in oğlu İsa kalıbının kullanılması, onun ona yapılan iki iftirayı ret içindir.
1 – Onu indirgeyen ve aşağılayan Yahudilerin, onun zina mahsulü olduğu alçakça iftirasını ret, Yani annesine nispetle.
2 – Onun ilah olduğunu düşüneni yücelterek ona iftira eden Hıristiyan kilisesinin bu düşüncesini bu iftirasını rettir.
3 – Hz. İsa’nın yaşadığı çağda erkek merkezli bir toplumda kadını bir büyük, muhteşem bir isme nispet ederek, daha doğrusu Hz. İsa’yı annesine nispet ederek kadının konumunu yücelten ve erkekçi kültüre tokat gibi bir cevap bu aynı zamanda.
Peygamberiniz bizzat kendi dilinden ben bir kulum dediği halde, bunu duyduğunuz halde hâlâ ne diye Onun Rab olduğunu, Allah’ın oğlu olduğunu iddia eder durursunuz? Nereden çıkarıyorsunuz bunu? Bakın kendi dilinden Onun kendisi hakkındaki beyanını duydunuz. Vazgeçin bu küfürlerinizden, şirklerinizden. O ne tanrıdır, ne tanrının oğludur, ne tanrının yetkilerine sahiptir. İş bu kadar açıkken, bu kadar ayan beyanken hâlâ ne diye bu tür sapıklıkların peşine düşüyorsunuz? Eğer Onun böyle mucizevi doğumu sizi yanıltıyorsa, işte Allah anlattı; Yahya’nın doğumu da böyledir, Adem’in (a.s) dünyaya gelişi de böyledir, ama onların birer insan olduklarını, tanrı olmadıklarını, tanrının oğlu olmadıklarını söyleyen sizler; İsa (a.s) hakkında neden sapıyorsunuz?
35. Aslında Allah’tı, Allah’ın oğluydu, Allah’ın yetkilerine sahipti derlerken hainler Allah yanında etkili, yetkili, torpilli varlıklar icat edip işledikleri günahlara şefaatçiler bulmaya, kılıflar ayarlamaya çalışıyorlardı. Başka bir dertleri yoktu adamların. Öyle ya bir insana çocuğundan, oğlundan daha yakın birisi olmayacağına göre, ya da adam çocuğunun hatırından çıkamayacağına göre, bunlar da sanki Allah’ı insan gibi, kendisine çocuğu vasıtasıyla yaklaşılabilecek bir varlık bildiklerinden ötürü torpil yaptırma derdiyle bu herzelere yöneliyorlardı.
Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söyleyerek iftira ediyorsunuz. O’nun oğlu da yoktur, kızı da yoktur, hanımı da yoktur, yetkilileri de yoktur, yeryüzünde yetkilerini devrettiği varlıkları da yoktur, temsilcileri de yoktur, O’nun namı hesabına iş yapacak, karar verecek hiç kimse yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun kulu ve mülküdür. Her şey ve herkes mülktür mâlik olan sadece O’dur. O bir şeyi yaratacağı zaman sadece ol der ve oluverir. Allah böyle irade, böyle güç kuvvet sahibiyken hayrola, yâni bu dünyayı, bu yaratıklarını idare etmekten âciz kaldı da onun idaresini İsa’ya (a.s) Üzeyir’e (a.s), ya da başka birilerine devretti mi demeye çalışıyorsunuz yoksa?
36. Sizin için de benim için de kendisine kulluk edilecek, hayat programı uygulanacak O’ndan başka Rab yoktur. Bu konuda benim sizden bir farkım yoktur. Ben de sizin gibi Allah’ın kuluyum. Benim boynumdaki ipin ucu da Rabbimin elindedir. O ne tarafa çekerse ben o tarafa gitmek zorundayım. Ben her zaman O’na muhtacım. Beni yaratan, beni besleyen, beni yaşatan ve bana yol gösteren O’dur. Ben nasıl O’nu Rab bilmiş ve irademi O’na teslim etmişsem gelin siz de sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin ve O’ndan başkalarını Rab bilmeyin.
37. Hz. İsa hakkında ayrılığa düştükleri belirtilen grupların, yahudilerle hıristiyanlar veya Hıristiyanlık’taki farklı mezhep mensupları olduğunu söylemişlerdir. Yahudiler onun peygamber olduğunu bütünüyle reddederken, hıristiyanların büyük çoğunluğu onu “Allah’ın oğlu” dolayısıyla tanrı olarak kabul etmiş; az bir kısmı ise “Allah’ın kulu ve resulü” olduğuna inanmıştır.
38. Allahü teâlâ, kendisini inkâr eden, ortaklar koşan ve Hazreti İsa'nın onun oğlu olduğunu iddia eden kâfirlerin halini beyan ederek buyuruyor ki: "Dünyada iken hakka ve Allah'ın varlık ve birliğini gösteren delillere karşı kör olanlar, Peygamberlerin davetlerine ve okudukları ilahi kitapların davetlerine karşı sağır olanlar, Allah'ın huzuruna çıkarıldıklarında öyle bir işitecek ve göreceklerdir ki... Ne var ki onların o gün işitip görmeleri kendilerine fayda vermeyecektir. Allah'a yakışmayan şeyleri ona isnad eden kafirler, apaçık bir sapıklık içindedirler. Hallerinin nereye varacağını da hesap etmemektedirler.
39. “Pişmanlık günü” iki türlü yorumlanmıştır:
a) Maksat kıyamet günüdür. İnsanlar gaflet içinde, Allah’ın dinine inanmaz ve dünya tutkusuyla âhireti düşünmezlerken birden bire kıyamet kopar, dünya yok olur, yükümlülük kalkar ve iş bitirilmiş olur. İşte yüce Allah insanların yaptıkları kötülüklerden veya yapmadıkları iyiliklerden dolayı pişmanlık duyacakları o gün gelmeden önce, onları uyarmasını Hz. Peygamber’e emretmektedir.
b) Pişmanlık gününden maksat hesap günüdür. O gün herkesin hesabı görülmüş, sevap ve cezaları açıklanmak suretiyle iş bitirilmiş olacaktır; bu hesap sonunda cennete gideceklerle cehenneme gidecek olanlar birbirinden ayrılacaklardır. Bu dünyada gaflet içerisinde yaşayıp iman etmeyenler, ebedî hayatlarını yitirmiş olacakları için o anda hasret ve pişmanlık duyacaklardır.
Resûlullah (s.a.s.), biz ümmetini gaflet uykusundan uyandırmak için:
“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur” buyurmuştu.
“–O pişmanlık nedir yâ Resûlallah?” diye soruldu. Efendimiz:
“–Ölen, iyilik ve ihsan sahibi, salih bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır” cevabını verdi.
4
40. Bu ayeti de iki şekilde yorumlamak mümkündür:
a) Dünya ve üzerinde bulunan her şey geçicidir, hiçbir gücün desteğine muhtaç olmaksızın kalıcı olan yalnız Allah’tır.
b) Sura üflendiğinde bütün canlılar ölecek hem mülkiyet ilişkisi hem de maliklik son bulacak her şey asıl sahibine dönecektir.
41. İbrahim’i de gündem yapın. Örneklerinizden, önderlerinizden İbrahim’e de hayatınızda yer verin. Onu da hatırlayıp gündem maddesi yapın. Ona da zaman ayırın. Muhakkak ki o sıddık idi, dosdoğru bir peygamberdi. İnandım dediği her konunun eylemini gerçekleştiren bir peygamberdi. İmanını, iddiasını ameliyle ispat eden bir elçiydi. Bunu da haber ver insanlara ey peygamberim. Onun gibi sadakat ehli olmak isteyenler İbrahim’i de tanısınlar.
42. Buraya kadar Hz. İsa’nın şahsında Allah’a karşı, Allah inancına yönelik yapılan tahribatı, yani insanın tanrılaştırılmasını. Yüce insanların, ulu insanların ilahlaştırılmasını işleyip bunun bir şirk olduğunu ve bunun hem insanın iç dinamiklerini yok eden ve manevi tüm enerjisini sıfıra indiren bir tehlike bir durum. Hem de yer yüzünde İnsanın Allah ile, İnsanın insanla, insanın eşya ile ilişkisini bozan bir ters durum olduğunu açıklamıştı. Şimdi de Hz. İbrahim’in babası ile olan diyalogundan yola çıkarak şirke, küfre, putlaştırmaya farklı bir açıdan yaklaşıyor bu ayetler.
Burada muhteşem bir terbiye var, davetçi terbiyesi. Babasına konuşan bir peygamber evlat ile karşı karşıyayız. Baba putperestte olsa evladın terbiyesine bakınız. Davet usulüne ve üslubuna bakınız.
Bu üsluptaki incelik şu; Hatayı yapanı değil, hatayı hedef alıyor. Önce hatayı yapanla hata arasına bir duvar çekiyor burada ve doğrudan hatayı tanımlıyor. Eğer hata yerine hatayı yapanı hedef alsaydı o zaman hiç kimsenin böyle bir üslupla sonuç alması mümkün değil. Ama Hz. İbrahim bu üsluba rağmen sonuç alamamışsa artık sorumluluk muhatabındır tabii. Fakat bu üslup bize aynı zamanda bir örneklik teşkil ediyor.
43. Bu ilim benden değil Rabbimdendir. Onun içindir ki Allah’ın elçisi son derece saygıyla, hürmetle hitap ediyor. Bunların kendisinden değil Allah’tan olduğunu ortaya koyuyor. Bana vahiy geliyor, ben Rabbimin vahyiyle hareket ediyorum. O halde gel bana uy, bana tabi ol. Allah’a kulluğu benden öğren.
44. Nefse, iç güdülere, hazza, hevaya, hevese, tutkuya, el hasıl arzu ve dünyevi şehvetlerin her birine olan kulluk, aslında Kur’an a göre şeytana kulluktur. Yani Allah dışında neye kulluk ediyor olursanız olun şunu iyi biliniz ki şeytana kulluk etmiş olursunuz diyor Kur’an.
45. Sanki baba İbrahim, evlatta baba Azer, şuna bakın. Bir peygamber ümmetinin babasıdır. İsterse öz babası olsun. Davetine ister icabet etmiş olsun, ister etmemiş olsun Peygamberin çağında yaşayanlar onun ümmetidir. Bu tasnif ve bu tarife göre Hz. İbrahim, ümmetinden biri olan babasını İmana çağırıyor bir baba şefkatiyle.
Roller nasıl değişiyor görüyorsunuz değil mi? Aslında burada şefkatli olanın baba olması gerekirken, oğul babalığa soyunuyor. Hem de öyle bir babalık ki, dünya ve ahiretini mamur edecek. Ebedi mutluluğu ona kazandıracak bir baba.
46. Evet, manzara ortada. İbrahim’in üslubu bir tarafta babası Azer’in üslubu öbür tarafta. İbrahim’in üslubu müşfik ve sevecen ve nazik, babanın üslubu zorba, kaba ve nezaketsiz. Biri imanın üslubu diğeri ise inkarın üslubu. Biri Allah’a davetin üslubu, diğeri şeytana çağrının üslubu.
Küfür daima zorbadır. İman daima naziktir. Çünkü iman üstündür. Çünkü iman haklıdır, haklı olmanın sükûnetini taşır. Küfür haksızdır, haksız olmanın hırçınlığını taşır. Onun için kaba kuvvet kullanır. Onun için zora başvurur, onun için susturur. İman ise konuşmaya çağırır, dinlemeye çağırır, diyaloga çağırır. Çünkü söyleyecek sözü vardır. Çünkü Hakk sözü elinde bulunduruyordur. Bunun üstünlüğünü duyuyordur.
İşte iki taraf arasındaki o bitimsiz mücadelenin iki sembolü. Ve bugün de baktığınızda, aslında bir tarafta imana çağıran İbrahim’in yolundakileri öbür tarafta ona karşı zorbalıkla duran, onu susturmaya çalışan, ona karşı güç kullanan küfür ehlini görürsünüz.
Eğer göremiyorsak, eğer iman ehli Azer’in üslubunu takınmışsa burada bir problem var demektir. Burada roller değişmiş demektir. Burada ciddi bir sıkıntı var demektir. bence o sıkıntı da iman ehli henüz kendi inancından emin değil. Bu da cehaletten kaynaklanır. Bilmiyor üstün olduğunu. Kendi inancının, kendi değerlerinin yüceliğinin farkında değil demektir.
47. Her peygamber bir şefkat pınarıdır. Bir Adem, bir alem diye çıkarlar yola. Bir yürek seferberliğinin bitimsiz yolcusudurlar. Ellerinde asa, ayaklarında çarık, mataralarında su sonsuz bir yolculukta insan ararlar. İmanı yudum yudum sunmak için dünya çölünde susamış olan insana ve bize de bu çağrıyı getirirler. Ve bizim de kendilerinin arkasına takılmamızı isterler. Ve bunun sevincini, bunun hazzını yaşamamızı isterler. İnsan doğurmanın, insan doğuran adam olmanın, adam doğuran adam olmanın sevincini. İşte o sevinci biz bu satırlarda görüyoruz.
Kâfirin, küfür üzere öleceği kesin olarak belli olmadan önce bu şekilde ona mağfiret dilemenin caiz olduğunda şüphe yoktur. Mahzurlu olan, küfür üzere kalmasıyla beraber ona mağfiret dilemektir.
48. 49. Evet, armağan ettik diyor yani açıkça. Burada kullanılan şey “vehebna leh” ona armağan etmiştik. Bir armağan sebepsiz verilmez dostlar. Hak etmek gerekir değil mi? Hangi ödül hak edilmeden alınır. Allah armağanı hak edenlere verir. Burada söylenen açık. O Allah’ı tercih etti, yurdunu yuvasını terk etti. O Allah’ı tercih etti ateşe atladı. O Allah’ı tercih etti ağır sınavlar verdi ve biz de onun tercihini ödüllendirdik. Bu ödüllendirmeyi ahirete bırakmadık, daha dünyada iken verdik ve ona evlat, hem de ömrünün sonunda evlat ile ödüllendirdik, taltif ettik.
“ve küllen ce’alna Nebiyya” ve onların her birine de peygamberlik verdik. Bakın ödülü verdik, ödülü çift kat verdik. Sadece evlat vermiş olmadık, verdiğimiz evlatları da peygamber olarak verdik. İşte madden ve manen iki taraflı ödül. Ödüllerin en güzeli, aslında ödüllerin en büyüğü. Salih bir evlat. Bir evlat bir ödül. Ama Salih bir evlat iki ödül. Bir evlat dünyevi bir ödül. Ama ahlaklı, imanlı bir evlat aynı zamanda uhrevi bir ödül. Çünkü devam eden ameldir o. Süre giden ameldir o. Siz öleceksiniz o yaşayacak. Yani siz öldükten sonra yaşayan amelinizdir o.
50. Burada anlatıldığı kadarıyla Hz. İbrahim kıssasında şu işaretlere ve inceliklere dikkat çekilir:
Bir; yumuşaklık ve güzel ahlâk. Hakk’a çağıran kimsenin yumuşak olması gerekir. Sertlik ve kabalık insanların yüz çevirmelerine sebep olur.
İki; İslâm’da doğruya davet eden kişiye ve doğru yola uymak esastır. Peygamberler başta olmak üzere Allah’a yönelmiş salih kulların yoluna uymak da Kur’an’ın emridir:
Üç; Hakk’a yakınlık için uzletin yani masivadan uzak durmanın önemi büyüktür. Dünya ve ahirette maddi-manevî selamet isteyen kimse kötü yakınlarından ve kötü dostlarından uzak durmalıdır. Bunu başarabilmesi için de Allah’a sığınması, O’na yalvarması ve bu konuda kendini başarılı kılması için O’na yalvarması lazımdır.
Dört; sırf dünyevi dostluk ve akrabalık sebebiyle sevdiği insanları Allah’ın rızasını arzulayarak terk eden kimseye, Allah ondan daha sevimli ve daha hayırlı olanı verir. Nitekim İbrâhim (a.s.), en yakını bile olsa babasını ve babasının dininde olanları terk edince Allah ona onlardan daha hayırlı olan İshak ve Yakup gibi peygamber namzedi evlatlar ve torunlar lütfetmiştir.
5
51. Hz. Musa’ya geçti. Hz. Musa ve daha sonra diğer peygamberlerle devam edecek bu silsile. Bütün bunların geçit resmi yapmasının sebebi ne? Açık, şu; Onlar da İsa gibi seçilmiş peygamber idiler. Ama hepsi de insandır bunların. Yani biri diğerinden ayırt edilemez. Eğer siz İsa’yı tanrılaştırıyorsanız o zaman diğer peygamberler de aynısı olması lazım. Oysa ki İsa tek değil ki. Bu anlamda İsa, Allah’ın nebilerinden bir nebidir.
Muhlis, ihlaslı yani ibadetinde riyakarlık yapmayan, kulluğunu sırf Allah için yapan samimi ve gönüllü kimsedir. Allah Teâlâ tarafından bu manevî rütbeye erdirilen kişiye de (muhlas) denilir. Diğer bir ifadeyle “muhlis”, nefsini zararlı arzu ve isteklerden temizleyip arındıran ve kullukta samimi hale getiren kimsedir. “Muhlas” ise nefsini Cenâb-ı Hakk’ın rabbani ve ruhani vasıflarla tezyin edip arındırdığı ve samimi kıldığı kimsedir. İşte Musa (a.s.), Cenab-ı Hak tarafından ihlâsa erdirilmiş ve seçkin bir kul kılınmıştı.
52. Buradaki yaklaştırma mekân yaklaştırılması değil makam yaklaştırılmasıdır. Yani Allah Ona değer verdi de kendisine, kendi kelâmına muhatap kabul edip konuştu onunla.
53. Hz. Peygamber inşa ediliyor burada. Yani daha önceki peygamberlere daraldıklarında ve sıkıştıklarında nasıl yardım etmişse rabbim, korkma, çekinme, endişe etme, kaygılanma. Seni de yalnız bırakmaz. Bittim dediğin yerde yettim kulum, yettim peygamberim diyecektir. Hiç şüphen olmasın garantisidir bu aslında.
54. Bir resul ve bir nebi olan Hz. İsmail, verdiği sözde durmakla meşhur olmuştu.. Verdiği her sözü mutlaka yerine getirir, bu hususta fevkalade bir hassasiyet ve titizlik gösterirdi. Meselâ o, kurban edileceği zaman babasına: “İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” (Saffât 37/102) diye söz vermiş ve yerine kurbanlık bir koç gelinceye kadar sabretmiştir. Dolayısıyla Hz. İsmail’in bu önemli özelliğinin burada zikredilmesi, bunu işiten herkesi sözünde doğru olmaya ve vaadini yerine getirmeye teşvik etmektedir.
55. Namaz kılarak Allah’la diyaloglarını sürdürmelerini, namazla Allah’tan mesaj almalarını, namazla Allah’a hayatlarının raporunu vermelerini, namazla bedenlerinde Allah’ı söz sahibi bilmelerini, zekâtla da toplumu ıslah etmelerini, zekâtla da mallarında Allah’ı söz sahibi bilmelerini emrediyordu.
56. Hz. Nûh’un üçüncü batından dedesidir. Hz. Şît’ten sonra kendisine 30 sayfa vahiy indirilerek peygamberlik görevi verilmiştir. Kitaplı dinlerde ortak rivayet ve inanışa göre İdrîs ilmin, medeniyetin ve aklî sistemlerin ilk kurucusudur. Hesap, tıp, bitkilerin sırları, yazı yazmak, dikiş dikmek, terazi kullanmak gibi meslek ve sanatları İdris icat etmiştir. Çok sayıda talebesi olan İdris demiri keşfedip ondan aletler yapmış, ziraatı geliştirmiş, deri ve kumaşlardan elbise dikmiştir”.
57. Bu yüksek makam, peygamberlik şerefi ve Allah katındaki yakınlığıdır. Diğer bu yüksek makam, güzel anılmakla olan yüksek rütbedir. Bir diğer görüşe göre ise, bu yüksek makam Cennettir.
58. Evet, sözün özü bu. Yani bütün bu peygamberleri anmasının sebebi, Allah’tan aldıkları vahye teslim olmuşlardır. O vahyi insanlığa ulaştırmışlar ve o vahyin gereklerini hayatlarında yerine getirmişlerdir.
Onun içinde hem bu vahyin ilk muhatabı olan Resulallah’a, hem de bu vahyin tüm muhataplarına ve son muhatabı olan bizlere bu peygamberleri örnek gösteren vahiy bunların yolunu izleyin. Onların ardına düşün. Bu kervanı terk etmeyin. Bu kervanı izlemezseniz eğer şeytanın kervanını izlersiniz mesajını vermiş oluyor.
Ayet-i kerimeden, Kur’an okunduğu zaman o peygamberlere ittibaen Allah’ı tazim için secde etmenin uygun olacağı anlaşılır. Bu örnek şahsiyetler, Allah’ın ayetlerini işitince secde ettiklerine göre, bunun güzel bir davranış olduğunu kabul edip biz de secde etmeliyiz. Bu secdeden maksat namaz olabileceği gibi, tilâvet secdesi veya Allah’ı tazim için yapılan secde de olabilir. Bu sebeple, Kur’an-ı Kerim’de bu ayet “secde ayetlerinden biri” kabul edilmiş ve okunduğu veya işitildiğinde secde edilmesi vacip görülmüştür.
Demişler ki; tilâvet secdesi yapan kimse, okuduğu secde ayetlerine münasip dualar okumalıdır. Mesela, bu tilâvet secdesinde şöyle dua etmelidir: "Allah'ım! Beni, kendilerine nimetler bahşedilmiş, hidayete erdirilmiş, Sana secde eden ve ayetlerim okurken ağlayan kullarından eyle!
59. Gayy, “kötü, yaramaz, azgın ve sapmış” demektir. Gayy kelimesinin Cehennemdeki bir vadinin ismi olduğu rivayeti de vardır
Şekli farklı da olsa namaz bütün peygamberlere ve ümmetlerine farz kılınmıştır. Çünkü namaz kulu Allah’a yaklaştıran, O’nunla irtibatını en mükemmel bir şekilde sağlayan ve kulu kötülüklerden koruyan önemli bir ibadettir. Peygamberler bu ibadeti eksiksiz olarak yerine getirmeye gayret etmişler ve başkalarına da bu şekilde yapmalarını tavsiye etmişlerdir. Ancak eski peygamberlerden sonra gelenler namazı ya hiç kılmamışlar veya onun edasında yerine getirilmesi gereken hususlara dikkat etmemişlerdir. Allah ile aralarındaki bu temel bağı koparmalarının veya zayıflatmalarının kaçınılmaz bir sonucu olarak nefsanî arzuları kendilerine hâkim olmaya başlamış; Allah’ın emirlerinin yerine kendi arzu ve isteklerine uymayı tercih etmişlerdir. Bu ayette bunların yaptıklarının karşılıksız kalmayacağını, cezalarını mutlaka çekeceklerini ifade etmektedir.
Eda’usSalâ; İbadetin, dindarlığın içini boşaltmak, boşalınca ne kalır geriye, gösterisi kalır. Dindarlık gösterisi. Kur’an ın; Feveylün lil musalliyn. (Maun/4) dediği, yani böylesine bir dindarlığa, gösterişçi bir dindarlığa yazıklar olsun dediği şey de işte budur aslında.
Vettebeuşşehevat daha ne yaptılar, dünyevi zevklerin peşine düştüler. Yani ilahi vahyin ve hakikatin peşine düşeceklerine geçici ve yalan olanın peşine düştüler. Sahte olanın peşine düştüler. Aldatıcı ve yaldızlı olanın peşine düştüler. Gerçek altının peşine düşmediler. Altın yaldızla kaplanmış tenekenin peşine düştüler. Onun için gerçek değerlerin ardınca gitmediler. Sahte değerlerin ardınca gittiler. Onun için de kıymetleri olmadı. Fiyatları oldu.
6
60. Tevbe kişinin Allah’la ilişkisini düzeltmesinin adıdır. Bir insan için Allah’la yakın ilgiden mahrum oluş kadar büyük bir hüsran olamaz. Tevbe, dönüş demektir. Tevbe yöneliş demektir. Tevbeyi Hz. Adem’le anlatır Rabbimiz bize. Hz. Adem bir an kıblesini değiştirmiş ağaca doğru giderken, yasaklanmış meyveye doğru giderken, şeytanın yörüngesine girip o istikamette giderken, birden bire hatasını anlar, pişmanlık duyarak Rabbinin arzularına doğru dönüverir. İşte tevbe budur. İşte böyle namazı terk etmiş, Allah’a itaatten çıkmış, Allah-la diyalogu kesilmiş, dünyaya doğru dönmüş, şehvetlerini kıble edinmiş, dünyayı kıble edinmiş, dünyalık programlar peşinde giderken veya şeytana yönelmiş, şeytanın yörüngesine girmiş, onun arzuları istikametinde bir hayat yaşarken, nefsin istekleri peşinde koşarken, bir anda yönünü, kıblesini değiştirip Rabbine yönelen ve O’nun istediği bir hayatı yaşamaya karar veren kişinin bu yaptığına tevbe denir.
Aman bakın burada tevbeyle birlikte iman ve ameli salih istenmektedir. Yani işlenen günahlardan tevbe edilip vazgeçilecek, arkasından da iman edilecek, Allah’la koparılan diyalog yeniden düzeltilecek ve de salih amellere koşulacak.
61. “Cennati adn” Mutluluğun üretildiği merkez. Cennet bu. Aklınıza mükemmel güzellik geliyorsa cennet o dur diyeceğim ama aklınıza, güzelliğin merkezi nasıl gelsin. Çünkü görmediniz ki. Sadece imana konu olması da bu yüzden işte.
62. Burada, bu dünyada da boş sözden sakınmak gereğine dair bir tenbih vardır. Onlar orada ancak meleklerin kendilerine veya birbirlerine olan ”selâm" sözünü işitirler.
”Allah her kavmi, sevdikleri şeylerle teşvik etmek istedi. Bundan dolayı Acemin âdetlerinden olan altın, gümüş bilezikleri, ipek elbiseleri. Yemen eşrafının âdeti olan koltukları zikretti. Araplar için de sabah akşam gıdası kadar hoş bir şey yoktu."
63. Muttaki olan, Allah’a karşı takva sahibi olan, sorumluluğunun bilincinde bir hayat yaşayan müminlere mirasçı olarak kılacağımız, onlara miras olarak bırakacağımız cennet budur.
64. Resulallah teselli bulmak maksadı ile içi daraldığında vahyin bir müddet kesildiğini görüp Hz. Cibril’e; “Biraz daha sık sık gelsen, getirsen..!” der. Yani ister. “Buna bir mani mi var?” diye sorar. O da der ki; “Ben kendim getirmiyorum ki.” İşte bu onun cevabıdır. Bu aynı zamanda vahyin peygamberin kişiliğinden bağımsız kaynağına bir atıftır.
Bu ikisi arasında bulunanla kasıt varlığını meleklerin bildikleri halde, gerçeğini kavrayamadıkları, mahiyetini kavrayamadıkları ara kategoriler. Meleklerin mahiyetini kavrayamadığı elbette çok şey olmalıdır. Yani sadece Allah’ın bildiği, meleklerin dahi bilmekten aciz olduğu. Ona bir atıf var.
65. Tüm varlıkların Rabbi Allah ise öyleyse sen de Rabbine kulluk et, Tüm hayatını Allah adına yaşa ve O’na yapacağın kulluğunda sabırlı ol. Rabbin ne istiyorsa, nasıl istiyorsa onu gerçekleştirme konusunda diren, dayan. Hiç O’na benzer var mı? O’nun bir adaşını biliyor musun? Var mı O’nun gibi güç ve kudret sahibi? Var mı O’nun gibi Rab? Var mı O’nun gibi Malik? Mülkün sahibi Allah’tır. Malik O ise, elbette kulluk edilmeye lâyık olan da O olacaktır. Hayatın sahibi O ise, elbette hayatın karışıcısı, hayatın program yapıcısı da O olmalıdır. Malik Allah ise Rab ta, İlâh ta O olmalıdır.
66. 67. İlk yaratılışı düşünmeyen insanlar, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmekte ve çürüyüp toz toprak olduktan sonra yeniden dirilmenin bir hayal ürünü olduğunu iddia etmektedirler. Oysa insan ilk yaratılışını düşünürse kendisini yoktan var eden bir kudretin, ölüp toz toprak olduktan sonra onu yeniden diriltebileceğine kanaat getirir. Nitekim Allah Teâlâ başka ayetlerde de insanları ilk defa nasıl yaratmışsa öyle dirilteceğini, bunun kendisi için daha kolay olduğunu ifade buyurmuştur.
Cevabını Kur’an verir bu nankörce sorunun. Çünkü nankörce diyorum zira her şeyini borçlu olduğu Allah’ı unutmaktır bu. Sanki kendi bedelini ödemiş gibi davranmaktır bu. Sanki iki gözün iki kulağın, dilin dudağın elin ayağın, aklın, kalbin ve tüm varlığının bedelini önceden birine ödemişte satın almış gibi konuşuyor bu. İşte onun için cevap geliyor.
Peki ama insan hatırlamaz mı ki kendisini hiçbir şey değilken dahi biz yaratmışızdır.
( Rum 27; Yasin 79).
68. Cenab-ı Hak, ahirette herkesi diriltecek ve mahşer yerinde toplayacaktır. Bunlar içinde kâfirler ve dünyada onları Allah’ın yolundan saptıran şeytanlar da elbette olacaktır. Dolayısıyla buradaki “şeytanlar”dan maksat; hem cin şeytanları, hem de bir gün Allah’ın huzuruna çıkıp dünyada yaptıklarından hesaba çekilecekleri bir âhiret günü olmadığını, hayatın sadece bu dünya hayatından ibaret olduğunu iddia ederek insanları aldatıp saptıran inkârcı kimselerdir. Özellikle şeytanlaşmış önderlerdir. Çünkü insanları saptırmada onların etkisi daha fazladır. İşte Allah, bunların hepsini cehennemin etrafında diz üstü çökmüş halde toplayacak, hesaplarını görüp cezalarını verecektir.
Onları şeytanlarla bir araya toplamak anı zamanda, şeytani ameller, şeytani duygular, şeytani düşünceler de bu ibarenin içine girer. İyilikler insanda meleke haline gelince melek oluyor. Kötülüklerin meleke haline gelmesi de insanda şeytana dönüşür. İnsan neyi meleke haline getirmişse huzuru ilahi’ye onunla çıkacaktır.
Buradaki cisiyya; diz üstü sürünmek anlamına gelir. Perişan bir halde, bitmiş bir halde, rezil ve rüsva bir halde.
69. Ancak cezalandırırken hepsine aynı muameleyi yapmayacak; öncelikle kendisine karşı günah, isyan ve azgınlıkta en şiddetli olanları, ileri gidenleri, hatta kötülüklere öncülük edenleri kalabalık arasından söküp ayıracak ve cehenneme ilk olarak onları atacaktır. Yani en azgınlarını en büyük azaba çarptıracak, sonra derece itibariyle onlardan sonra gelenlere geçecektir. Çünkü hem kendisi sapıklık içinde olup, hem de başkalarını sapıklığa sevk edenlerin azabının, sadece kendisi sapık olan kimsenin azabından daha şiddetli olacağı aşikârdır.
70. Bilmez mi Allah. Her şeyden şüphe duyabilirsiniz, Allah’ın adaleti hariç. Ondan kuşkunuz olmasın. Ondan kuşkunuz varsa Allah’tan kuşkunuz var demektir. Allah’tan kuşku duymak Allah’a küfürdür. Adalete iman ahirete imanla özdeştir.
71. Mümin olsun kâfir olsun bütün insanlar aynı zamanda cehennemin üstünde kurulmuş olan sırattan geçmek zorunda oldukları için oraya uğramış olurlar.
Başka bir görüşe göre ise; Variduha, Yani vird ile duhul aynı şey değil. Bu manada Takdim edileceksiniz karşılığı en doğru karşılıktır.
Takdim edileceksiniz, hepiniz. Fakat o, cehennemlik olanları tanıyacak. Onun için hepiniz bir biçimde onu müşahede edeceksiniz. İyiniz ya da kötünüz onun dehşetini müşahede edeceksiniz. Göreceksiniz. Gireceksiniz değil.
72. O zaman hayatımızı çok güzel yaşamalıyız.
73. Genellikle peygamberlere ilk inananlar toplumun zayıfları ve fakirleridir. Onları inkâr edenler ise servet ve iktidar sahipleridir. Bu kesim inananları daima küçümsemiş, horlamış ve ezmeye çalışmıştır.
Biri cehennemle sonuçlanan dünyevileşmiş bir hayat tasavvuru. Diğeri ise dengeli bir hayat tasavvuru. İki dünyalı bir hayat tasavvuru. Biri iç güdülerinin kulu, diğeri Allah’ın kulu. Biri gücü hak bilen bir mantığa sahip, diğeri Hakk’ı güç bilen bir mantığa sahip. Onun için biri tüm varını yoğunu yer yüzüne, dünyaya, hayata yatırmış. Öbürü ise Ahireti de gören bir hayat yaşıyor. Onun için çift dünyalı. Biri ahlaki hiçbir kaygı gütmeden sırf çıkarlarını düşünüyor. Öbürü ise her yaptığında Allah ne der diye yapıyor. Allah’ın gör dediği yerden bakıyor.
74. “Esâsen ve ri’ya” varlık ve görkem. Güç ve gösteriş, servet ve iktidar diye de çevirebiliriz bu ikiliyi. Bu ayet size tanıdık bir uygarlığı tarif ediyor. Kim güce tapıyor, kim görkeme tapıyor, kim içi boşaltılmış sahte bir hayatı süsleyip insanlara dayatıyor.
Bugün aslında batı modernleşmesinin getirdiği şeyde bu değil mi? Batı uygarlığının dayattığı hayatın tarifi işte bu ayette. Ahlaksız, ama ahlaklıymış gibi duruyor. Bencil ve çıkarcı. Ben merkezli bir yaklaşım. Dünyayı kendine göre tanımlıyor. Kendini en üste yerleştiriyor.
7
75. Yani sapıkların ömrü kısa olur diye bir şey yok. Ya da sapıkların sefası kısa sürer diye bir şey yok. Ama dünya hayatıyla sınırlı. Bu tür güç ve iktidarın uzaması, eğer sahipleri öğüt almazsa, ibret almazsa, onların aleyhinedir. Allah’ın bir cezası olarak uzar. Ona da bir ima vardır.
Fakat uyaracak olanlar neredeler. Şu ayetlerin muhatabı olan ve bu ayetler kendi omzuna bir sorumluluk olarak yüklenmiş olan müminler neredeler. Uyarıcılar neredeler. Muhammed AS. ın risaletinin taşıyıcısı olan yiğitler neredeler.
Buradaki cünd, ordu anlamına; yani “Kimin ordusunun daha zayıf olduğunu, kimin ordusunun da daha güçlü olduğunu öğrenecekler.” diyor. Yani Allah’ın ordusu karşısında, kendi ordusuyla Allah’a savaş açanlar, Allah’ın ordusunun güçlü olduğunu öğrenecekler.” diyor ayet.
Kâfirler her ne kadar güçlü görünseler de, gerçekte onlar çok güçsüzdürler. Allah'a teslim olmayan her varlık güçsüzdür. Çünkü her varlığa güç kuvvet veren O'dur. O'nun izni olmadan bir yaprak bile kımıldamaz. Zahire bakıp kâfirlerin güçlü olduğunu zannetmek gaflettir. Belki maddeten onların varlıklı olmaları İlâhî kudretin eseri olarak çalıştıklarının karşılığıdır. Zira Rezzâk-ı Âlem Necm Sûresi'nin 39. âyetinde «ve insan için çalıştığından başkası yoktur- buyuruyor. Görülüyor ki, dünyevi işlerde iman edenlere de, etmeyenlere de ancak çalıştıklarının karşılığı veriliyor.
76. “Doğru yola gidenler” diye çevirdiğimiz ihtedev fiili, sözlükte “doğru yolu bulmak, yol göstermek” manalarına gelen hüda kelimesinden türemiş çoğul bir fiildir (tekili ihteda). Bu fiilin mastarı olan ihtidâ ise “doğru yolu bulmak, gerçeğe ulaşmak” anlamlarına gelmektedir. Terim olarak inançsız iken veya başka bir dine mensupken İslâm dinini benimsemeyi ifade eder. İhtidâ eden kimseye “mühtedî” denir. Kur’an’da seksen beş yerde geçen hüda kelimesi ise sözlükte “yol göstermek, kılavuzluk etmek” anlamına gelmektedir.
Buna göre Allah’ın insanlara olan hidayeti dört merhaleden oluşur: 1. Her mükellefe lutfettiği akıl ve idrak yetenekleriyle hayatını sürdürmeyi sağlayan zaruri bilgiler. 2. Vahiy ve peygamberler yoluyla yaptığı davet ve irşat. 3. Hidayeti benimseyenlere lutfettiği Tevfik. 4. Hak kazananları ahirette cennette mükâfatlandırmak. Bu hidayet türleri buradaki tertibe göre birbirine bağlı olup bir sonraki hidayetin gerçekleşmesi için bir öncekinin meydana gelmesi şarttır.
Hayırlı davranışların Allah katındaki sevabı, yeryüzündekilerin iftihar ettikleri her şeyden daha üstün ve sonuç itibariyle daha iyidir. Çünkü hayırlı iş âhirete intikal edecek ve sahibine ebedî olarak fayda sağlayacaktır.
77. Bu ayetlerin iniş sebebine ilişkin elimizde bir belge var. Bu belgeye göre sahabilerden Habbab b. Art şöyle diyor: Ben bir demirci idim. Müşriklerden As b. Vail'de bir alacağını vardı. Kendisinden bu alacağımı istemeye gidince bana "Hayır, Muhammed'i inkâr etmedikçe, vallahi, sana borcumu vermem" dedi. Bende ona "Hayır, vallahi, Muhammed'i inkâr etmem. Sen ölüp de tekrar diriltilince nasıl olsa yine karşılaşacağız" dedim. O da bana "Ben ölüpde tekrar diriltilince gelirsin, benim orada da malım ve evlatlarım olacak, o zaman borcumu öderim" diye cevap verdi. Bunun üzerine yüce Allah, "Ey Muhammed, şu ayetlerimizi inkâr eden ve 'Bana kesinlikle mal ve evlat verilecek' diyen adamı gördün mü?" diye başlayan ayetleri indirdi.
As b. Vail'in bu sözü kâfirlerin, yeniden diriliş olgusunu alay konusu ettiklerini, hafife aldıklarını kanıtlayan bir örnektir.
Servet ve evlat; İnsan gücü ve ekonomik güç elbette bizim elimizde olacaktı diyenlere söylüyor bunu. Yani sanki, babasının malıymış gibi, sanki yeryüzündeki tüm servet ve güç, ona babasından kalmış gibi davrananlar, ve bunu Allah’tan bir imtihan olarak değil de, sanki dünyanın tüm servetinin üzerine bir baba mirası gibi konduğunu zannedenlere verilen cevap.
78. Tabii ki, kendi içinde zavallı ve aldanan birinin tasavvuru bu. Ona sesleniyor ayet.
79. Yani hiç birisini unutuyor değiliz, atlıyor değiliz. Fakat ihmal etmiyoruz, imhal ediyoruz, mühlet veriyoruz, erteliyoruz. Yani ona süre vermemiz aslında cezasını uzatmamız anlamına geliyor fakat farkında değiller.
80. Ne mal, ne evlat getiremeyecek, kabre götüremeyecek, kefenin cebi olmayacak, mezarda işe yaramayacak. Yani mirasın Allah’a kalması burada Allah’ın baki, dünyanın fani, insanın fani olduğunun bir göstergesi.
81. İşte tüm surenin anahtar ayeti budur dostlar. Surenin başından sonuna kadar anlatılan bütün tevhidi hassasiyeti bu bir tek ayet özetler ve tüm dünya tarihi boyunca başkalarını tanrılaştıran, başkalarını ilahlaştıran insanların amacı budur. Statü ve nüfus kazanmak. Onların tanrılaştırdıkları şeylerin sırtından geçinmek. Onların sırtına binip statü ve nüfus kazanmak. Aslında onlar tanrılarını uşaklaştıranlardır. Veya tanrılarının uşağı olup birbirine uşaklık yapanlar. Görüyorsunuz sahte ilahçıların tek derdi nüfus ve statü kazanmaktır başka bir şey değil. Onların sırtından geçinmektir.
82. Ahirette kendisine dünyada nüfus ve statü kazanmak için tanrılaştırdığı bu kimseler, ahirette kendisi için zillet ve utanç delili olacaklar.
83. İnsan irade ile, seçme ile sınanıyor. Şeytanın musallat edilmesi, insanın iyiliğe mahkûm edilmeyip, iyilikle kötülüğü seçim yetkisinin kendisine verilmesidir. İBRAHİM 22
84. Niye acele edersin. Bizim unuttuğumuzu mu sanırsın buyuruyor rabbimiz. Unutmadığını biliyoruz Allah’ım. Biliyoruz ama insanız, bazen acele ediyoruz.
85. Sorumluluk bilinci ile hareket edenleri ağır konuklar olarak toplayacak ve ağırlayacağız. Yani Allah’ın misafiri olacaklar. Konuğu olacaklar onlar.
(vefd) kelimesinin “binekli” manası da vardır. Buna göre müttakiler, cennet bineklerine binerek Allah’ın huzuruna gideceklerdir.
86. Vird, sürünün suya götürülmek için öndeki insanın eline bir tutam ot alarak koca bir sürüyü bir tutam otun arkasında götürmesine denilir. Ne ilginç bir tasvir. Ne muhteşem bir seçim, kelime tam yerinde. Yani siz dünyada bir tutam otun peşinden giden koyun olmaya razı oldunuz. O halde ahirette dünyada ki gerçek tercihinize bürünün. Dünyada sürü psikolojisiyle hareket ettiniz, şahsiyet olmadınız. Kişiliğinizi yitirdiniz, koyunlaştınız, mallaştınız. Onun içinde kul oldunuz birilerine. Onun içinde kul oldunuz bir tutam ota. Haydi şimdi de sürü olarak çıkın bakalım.
8
87. Allah ile sözleşmesine sadık olanlar, yani iman ve ameli olanların şefaatçisi imanı ve ameli olacaktır. İman zaten Allah ile sözleşme yapmaktır. Bu sözleşmeye sadakat gösterenlerle ihanet edenler aynı olur mu? İhanet edenlerin bir başkasından yardım beklemesi, yataklık beklemesi, O’nun kayırıcılığını umması Allah’ın adaletine aykırıdır.
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ben şefaat edip duracağım. Nihayet, Rabbim «Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah, diyen kimseler hakkında da şefaatimi kabul buyur» diyeceğim. Rabbim şöyle cevap verecek: «Ey Muhammed! O sana değil, bana aittir.»” (Müslim, İman 326)
88. Başta Hz. İsa’yı putlaştıranlar, Yahudiler Üzyir Allah’ın oğludur demeleri ve müşrikler, Melekler Allah’ın kızlarıdır demeleri başta olmak üzere birini, bir şeyi, ya da bir düşünceyi, bir eşyayı putlaştıran herkes bu ayetin muhatabı. Aslında bir üstteki ayetle de bağlantılı. Putlaştıranlar, putlaştırdıklarını aracı olarak görecekler. Hani müşrikler de öyle diyordu ya; ..illâ liyükarribûna ilAllâhi zülfâ (Zümer/3) bu putlara niçin tapıyorsunuz deyince cevapları bu oluyordu. Bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye. Allah ile aramızda aracı olsunlar diye diyorlardı. Yok diyor, öyle yok. Bu Allah’a en büyük iftira.
89. 90. Görüyor musunuz, Allah’a oğul isnat etmek, işte falanca Allah’ın oğlu, baba, oğul, şu, bu gibi teslis akidesine benzer sapkınlıkları cenab-ı Hakkın nasıl tanımladığını görüyorsunuz. Rabbimizi gerçekten oldukça fazla üzüyor böyle bir yaklaşım. Onun için dağları toz duman eden bir iftira bu diyor.
91. 92. O rahmetin ebedi kaynağının bir oğul edinmesi olacak şey değil ki, akıl kabul etmez ki. Yani aklen muhaldir böyle bir şey. Oğul sahibi olmak soya muhtaç olmak demektir. Allah ise muhtaç olmaktan münezzehtir. Bu O’nu insansılaştırmaktır, bu ise küfürdür. Halık ile mahluk nasıl aynı olabilir. oğla, babaya yaratılmış olan insanın, aciz olan insanın ihtiyacı vardır. Siz Allah’a böyle bir şey isnat etmekle aslında Allah’a hakaret etmiş olmuyor musunuz?
93. Yani peygamberler de, hatta meleklerde, aziyzler de, veliyler de, aliymler de, aklınıza şu çok büyük bir insan diye gelen kimler varsa onlarda hepsi sadece ve sadece O’nun huzurunda birer kuldurlar. Abduhu ve Resulûhu.
Ne diyordu efendimiz; “La tutruni kema etriyepne Meryem” Meryem’in oğlunu uçurdukları gibi, yücelttikleri gibi beni de uçurup kaçırmayın. “Fein nema ene abdün” ben sadece bir kulum. Benim için deyin ki; “Abdullah ve resulühu” Allah’ın kulu ve resulüdür deyin.
94. Kullarının tümünü bilmektedir Allah. Göklerde ve yerde olan hiçbir şey O’nun ilminden gizli kalamaz. İnsanların, yaratıklarının ihtiyaçlarını en güzel bilen Allah’tır. Onların nasıl yaşamaları gerektiğini, hayatlarını nasıl tanzim etmeleri gerektiğini, hangi kurallara uymaları gerektiğini en iyi bilen Allah’tır. Yâni kullarına nasıl bir kitap göndereceğini, nasıl bir sistem göndereceğini, onları nelerle sorumlu tutacağını en güzel bilen Allah’tır. O’nun emirleri, Onun kanunları bir ilme ve hikmete dayanmaktadır. Onda yanlışlık, onda yanılma kesinlikle yoktur. O Allah ki insanların sadece eylemlerini, amellerini değil aynı zamanda niyetlerini de bilmektedir.
95. Herkes yalnız başına gelecektir Onun huzuruna. Tek başına hesaba çekilecektir. Krallar yalnız, kraliçeler yalnız, ağalar, paşalar yalnız, hacılar, hocalar yalnız olarak gelecekler.
96. Bir sevdanın ateşi ki, onu Allah tutuşturmuş olsun, kim söndürebilir. Allah severse, Allah sevgi ile donatırsa, Allah’ın verdiği sevgi ölümsüz sevgi olur. İnsanın sevda dediği bir çok şey aslında tutkudur. Tutku ayrı sevgi ayrıdır. Tutku tutuklar, sevgi özgür kılar. Allah verirse, Allah donatırsa sevgiyle muhabbet, müebbet olur, ebedi olur. İşte burada Allah’ın sevgi ile donattıklarından olmaya bakın diyor. O zaman alemi bir aşk suretinde görürsünüz, eşyaya sevgi ile bakarsınız. Sizi öldürmeye gelen dahi sizde dirilir. O zaman açan çiçeklerin dilini duyarsınız, sesini duyarsınız. O zaman esen rüzgarların sesini duyarsınız, O zaman Yakub’u anarsınız, O zaman Yusuf’u anar, o zaman İbrahim’i anlar, o zaman Muhammed’i anlarsınız. Salâtu selâm hepsine olsun.
Hz. Ömer (r.a.) der ki: “Üç şey kardeşinin kalbine sevgiyi yerleştirir:
Ona önce senin selam vermen, Mecliste ona yer vermen, Onu en sevdiği isimlerle çağırman.”
İşte Kur’ân-ı Kerîm’in iniş gayesi, insanlara Allah’ı sevmenin ve hem Allah hem de kulları tarafından sevilmenin yollarını tüm ihtişamıyla göstermektir.
97. Evet ondan öğüt almak isteyen, onunla yol bulmak, hayat programlarını ona sormak, hayatlarının tüm problemlerini onunla çözümlemek ve de sonunda cennete, Allah’ın lütfuna ulaşmak isteyenleri cennetle müjdelemen ve inatçı, Allah’a kulluğa yanaşmayan, yolunu Allah’a sormak istemeyenleri de ateşle, cehennemle uyarman için biz bu Kur’an’ı senin lisanında kolaylaştırdık diyor Rabbimiz.
Okunması kolay, öğrenilmesi kolay, anlaşılması kolay, ezberlenmesi kolay, uygulanması kolay, yaşanması kolay, istediği hayat kolay, her şeyi çok kolaydır. Allah onu bizim için kolaylaştırmıştır. Belki onu okurlar, anlarlar, zikrederler, zikir haline getirirler, hatırlarlar, kafalarında kalplerinde canlı tutarlar da hayatlarını onunla düzenlerler diye.
Evet Allah biz onu sizler için kolaylaştırdık diyor ama unutmayalım ki ona yönelenlere kolaydır bu kitap. Onunla ilgilenenlere kolaydır. Ona yönelenlerin hayatları kolaylaşacaktır.
98. İşte yoklar. Helak ettik. Onca iddialarına rağmen arkalarında isim bile bırakmadılar. Kendilerinin hiç yıkılmayacağını sanıyorlardı. Bilmem kaç bin sene yaşayacaklarını düşünüyorlardı. Surlarını düğmelerini yaparken, ordularını hazırlarken, silahlarını hazırlarken, imal ederken, “bizi hangi güç devirebilir” diyorlardı. Fakat bak, bak şöyle insanlığın tarihine. O beni kim yıkabilir diyenlerin yerinde yellerin estiğini göreceksin.
Onun için hangi uygarlık Allah’a karşı başkaldırı gösterisine soyunmuşsa o uygarlık sonu gelmiş bir uygarlıktır. O kendisinden öncekilerin atıldığı tarihin çöp sepetine büyük bir gürültüyle gümbür gümbür yuvarlanacağı günleri düşünsün diyor rabbimiz ve tabii ki hepimize kendisi karşısında, azameti karşısında,i celali karşısında, cemali karşısında, hiddeti karşısında, gazabı karşısında kendimize dönmemizi ve Allah’sız bir hayattan sakınıp Allah’ı, Sadece Allah’ı razı edecek bir hayatı yaşamamızı istiyor. Biz de rabbimizden bunu istiyoruz ve diyoruz ki Ya rab, bize razı olacağın bir ömrü çok görme.
Meryem suresinde birçok peygamberin kıssası zikrolunmuştur. Bunlardan Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. İsa hakkında çok geniş; İbrahim (a.s.) hakkında biraz geniş, Musa (a.s.)’dan kısa bir cümleyle, diğer peygamberlerden de icmalen bahsedildi. Taha suresinde ise bu surede kendisinden özetle bahsedilen Musa (a.s.)’ın kıssası geniş bir şekilde anlatılacaktır. Yine bu surede sadece ismi geçen Âdem (a.s.)’ın kıssasının bir miktar tafsilatı da Taha suresinde verilecektir.
“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”
Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.
Kayıt Tarihi : 14.2.2024 17:42:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!