kendini yola bırakmak
Asfaltın tenindeki beyaz kesik çizgiler, sizi tutup çekmeye başladığında direnmek zordur. Bir ucundan tuttuğunuzdaysa sizi ulaştırmayı düşündüğü yere götürmeden bırakmaz. Beni ve arkadaşlarımı bu kez Enez’e doğru savurdu. Yollarda göreceğimizi düşündüğümüz ayçiçeği tarlalarının dolgun silüeti, mevsim itibariyle rengini yitirmişti; ama belli ki bu çiçekler, haziran temmuz aylarında bir tarla dolusu güneş gibi gökyüzüne uzanıyorlardı. Köye vardığımızda çok da bakımlı olmayan evler, dükkânlar, ağzına kadar dolu kahvehanelerin görüntüsünde İç Anadolu’da bir köyde olduğumuz izlenimine kapıldık. Enez’den çıkıp Altınkum mevkiine doğru gittikçe uzun sahil boyunca inşa edilmiş ve edilmekte olan iki katlı villâların denize mesafe bıraktığını görünce rahatladık. 2004te imara açılmış olan bu yerler, yine de Ege’nin en dokunulmamış bölümlerini oluşturuyor. Villâların arka kısımda kalması ve az katlı olmasından kaynaklanan bu yatay yerleşim plânı, denizin nispeten sakin kalacağının garantisi olacak gibi görünüyor.
İstanbul’dan yola çıkacaklar için Kınalı çıkışından sonra, Tekirdağ, Keşan yönünü izleyip, son olarak Enez oklarına sapmak yeterli. Enez (antik çağlardaki adıyla Ainus) , Türkiye ve Yunanistan’ın aynı fotoğraf karesinde görülebileceği bir yer. Bütün gün denizin içinde sakin ve keyifli olmanın tadına varmak, gün sonunda güneşin ebruli bir tarlada nar çiçeğine dönüştüğü nefis bir gün batımı izlemek ve gece olduğunda elinizi uzatsanız dokunuvereceğiniz hissi uyandıran yıldızları saymak mümkün burada. Tarih itibariyle meteor yağmurlarının da olduğu gecelerden birine denk geldiğimiz için biz gerçekten şanslıydık. Gecenin karanlığında şezlonglara uzanmış kayan meteorlarla bütünleşirken içimden bir şarkı mırıldanıyordum: “Bir çapkına yangınım, her yanı bilsen ne hoş, neşesine baygınım, sarhoşum sarhoş…”
Piri Reis on altıncı yüzyılda kaleme aldığı Kitab-ı Bahriye’sinde Enez’i ticaret merkezi olarak tanımlamış ama bugün bunu çağrıştıracak pek bir şey kalmamış görünüyor. Enez’i benim için unutulmaz yapacak olan ise denize ait iki görüntü. İlki, elinde biraz önce denizden çıkarmış olduğu ahtapotla birlikte duş alan adam; diğeriyse yüzerken tanık olduğum, denizin üç metre altında kuma saplanmış dev bir ölü midyeyi oradan sökebilmek için ayaklarını kuvvet almak maksadıyla dibe dayamış, elleriyle midyeye asılan bir başka adam. Durumu şöyle özetlemek de mümkün: İnsanın ölü veya diri denizden kendisi için illâ bir şeyler alma ihtiyacı. İhtiyaçları belirleyen şey nedir, diye düşünüyorum. Ne için Enez Kalesi’nde köylü çocuklar, oralardaki şişeleri tarihi yapıya fırlatma ihtiyacı duyarlar. Belki sadece oyundandır. O şişeleri içip içip orada bırakanlara ne demeli peki? Belki sadece unutmaktandır. Ya üzerinde “ Dikkat! çıkmayın, çökebilir ” şeklinde yazan uyarı tabelâsının hemen yanından, sanki hiç bir sorun yokmuş gibi sakince kalenin yıkık dökük taşlarına tırmanan insanlar. Belki sadece meraktandır onlarınki de. O halde asıl soruyu çıkarmalı torbadan; ne için Enez’deki yüzlerce yıllık kaleyi koruma ihtiyacı duymaz hiç bir kurum?
Yerleşim alanına göre akropol* denilebilecek yüksek bir yerde yapılmış çok büyük bir kalesi var Enez’in. Anıtsal giriş kapısı yanındaki duvarda beyaz mermerden bir Trak süvarisinin tasviri bulunan, küçük boşluklarından içine girebileceğiniz tünelleri, kilise kalıntıları olan, içindeki sivri Osmanlı kemerinden de Osmanlılarca da kullanıldığı anlaşılan, dört yanından Enez’in farklı yüzlerini görmenize olanak tanıyan etkileyici bir kale. Enez Kalesi’ne gittiğinizde büyük olasılıkla tanışacağınız birisi var. Mit Orhan, Bulgaristan’da yıllarca Türk casusluğu yapmış gençliğinde. Günün birinde bir gümrük memurunun haber vermesiyle yakalanmış. Üstünü başını yırtıp deli numarası yaparak hastaneye götürülüş esnasında kaçmayı başarabilmiş Bulgar hapishanelerinden. Şimdilerdeyse kendisini, kaleye gezmeye gelenlere “Sizi gezdirmemi ister misiniz? ” derken bulmak mümkün. Bu anlattıklarıma bakıp da hemen bir fikir sahibi olmayın onun hakkında. O da Enez gibi güzel tarafını ilk görüşte açık etmiyor, olabilir. Böyle diyorum çünkü, onun okuttuğu çocuklardan, yardım ettiği ailelerden söz edildi daha sonra. “Sordular. Sorular benim insanlarımdır.” demişti ya şair Edip Cansever bir şiirinde; yanıtı henüz bulunmamış sorularla birlikte yerini alıyor Mit Orhan da benim aklımda.
kıpkırmızı bir denizyıldızı
Enez de Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi kendine has insan tiplemelerini bünyesinde barındırıyor. Öncelikle, bahçesindeki salkım söğütlerin yerleri öptüğü evini kiraladığımız Kâzım abiden söz etmeliyim. İlk gördüğünde oldukça soğuk davranmıştı bize. Ancak biraz sonra bu mesafenin sebebi anlaşıldı. Ekipteki iki arkadaşın sakallı oluşu, bir ön yargı oluşturmasına neden olmuştu bizler hakkında. Daha önce kalanların araya tahta koymadan mutfak tezgâhında et kırdığının, başka bir tanesinin televizyonu bozduğunun, titiz görünen nice hanımların pislikleri koltuk altına süpürüverdiğinin tedirginlikleri sohbetimizin konusu oluverdi. Gözlerimizdeki samimiyeti kısa sürede fark edecek kadar da anlayışlıydı Kâzım abi. Hele benim yazdığımı da öğrenince iyice ısındı bize. Akıtacağı bir kanal bulmanın coşkusuyla içinde biriktirdiği ne varsa kısa kısa değinmeye başladı ülke gündeminden.
Yavaş yavaş çevremizdeki insanlarla tanışmaya başlamıştık. Emekli bir komiserin her sabah teknesiyle balığa çıktığını öğrendik. Artık ertesi sabah erkenden gidip sahilde onu beklemek şarttı. Derken, uzaktan göründü Komiser Ahmet. Ağında çeşit çeşit balıklar, başında hasır şapka, gözünde gözlükler, üzerinde yağmurluğu ve ayaklarında çizmesi ile birazdan yanımızdaydı. Oltasına ayrı, ağına ayrı balıklar takılmıştı. Sandalın kenarına dizili denizyıldızları, balık almaya gelenlerin hediyesiydi. Göz alıcı bir şekilde içlerinde kıpkırmızı parlayan denizyıldızı için ayda yılda bir çıkan çok özel bir cins olduğunu söylüyordu. Teknede olan her canlıyı tek tek incelememe rağmen her gelenin gözüne çarpan bu kırmızı yıldıza hiç yakından bakmıyordum. Komiser, onun ancak koleksiyonculara verilebilecek özel bir yıldız olduğunu söylerken o kişinin ben olacağımı hissediyordum için için. Çünkü hissediyordum ki, balıkçının gözünde beni özelleştiren bir şey vardı. Dokunana elektrik verir gibi çarpan vatoz, teknede ona dokunmaya çalışan herkesi çarptığı halde bana bir şey yapmıyordu. Komiserin yardımcısı Ruşen, ona tamamen dokunmama izin verdi. Öyle ki artık tüm parmaklarım ve avuç içim vatozdaydı ve bir şey olmuyordu. Hâlâ canlıydı. Kuyruğundan tutarak tekneden aldım ve çevredekilerin Ne yapıyorsun, çocuklarımızı çarpacak şeklindeki itirazlarına aldırmadan vatozu denize bıraktım. Çocuklarınız da bu doğanın parçası, vatoz da... dedim. Hiç kimsenin “Doğa, öncelikle benim” demeye hakkı yok. Son gücüyle kendisini kuma gömdü vatoz. Biraz enerji topladığında uzaklaşacağını biliyordum. Balıkçı komiser, ağları tek tek ayıkladıkça kasanın içinde kırlangıç, ispari, çupra birikiyordu. Ayrıca yandaki kova, dil balığıyla dolmuştu. Çıkan iki yavru köpek balığını çocukların olduğu tarafa gönderdi. “Amacım, insanımızın denizleri tanıması” derken yüzündeki sakin ifade dikkatimi çekti. Ölü köpek balığı yavrusunun ağzını açtım. İlk baştaki irkilişlerine rağmen balıkların boğazı, dişleri, yüzgeçleri çocukların ilgisini çekmişti. Mürekkep balıklarının hokkasını denize akıtıp, kemiğini aldık. Annemin muhabbet kuşlarına hediyem şimdiden hazırdı. Mürekkep balığının tulum çıkarılmış beyaz etli hâli ise balıkçının komşusu mühendis beyin avlayacağı balıkların yemi olacaktı. Sandalın kenarında birikenler, elleriyle seçtikleri iri balıkları kaptırmamak için birbirinden kaçırıyorlardı. Balıkçı komiser ise, ısrarla bize soruyordu:
- Kıyıya yaklaşırken beni bekleyen sadece sizdiniz. Size ne ayırayım?
- Merak etme, herkes kısmetini yer, ağ daha dolu. Bakalım kısmete ne çıkacak? Çıkmazsa da canın sağ olsun…
Kısmet bekliyordu bizi. Dil balıklarından, barbunyalardan güzel bir poşet yapıp döndük evimize. Az daha söylemeyi unutuyordum; dönüşte kıpkırmızı bir denizyıldızı vardı çantamda.
gala gölü’nde kuşlar
Sabahın erken saatlerinde sahile çıkıp balık tutmak ya da uçurtmanız gökyüzünde süzülürken ona taklalar attırmak tatlardan birisi olabilir Enez’de. Diğer tat olarak organik tarım ürünü domatesleri söyleyebilirim. İstanbul üniversitesi ve Trakya Üniversitesinin böylesi sakin ve güzel bir yerde eğitim ve dinlenme tesisi açmış olmasına öğrencileri adına seviniyorum. Lezzetlerden söz ederken listenin başında olacak olan balık, buralarla bütünleşmişken, gelip trol yapan Karadenizli balıkçılar yüzünden oldukça zarar görmüş.
Enez’de iki konu biraz can sıkabilir. İlki konaklama bedellerinin peşin alınması, ikincisi ise deltaya yakınlığı sebebiyle doğal olarak gece ortaya çıkan sivrisineklere yem olma olasılığı. Ancak yaşamın sağlıklı devamı için her türlü önlemi almayı öğrenmiş insanlık için bu tür şeylerin sorun olmayacağını düşünüyorum. Meriç’ten söz etmişken, bu kadar yakınında olup da onu görmeden dönmek olmaz. Ama bu pek mümkün değil. Yakınına gidilmesine sınır olması sebebiyle izin verilmiyor. Bunu çok iyi biliyorum, çünkü geçemeyeceğimizi bilsek de sınırda, ilk gözcülerin bulunduğu yere kadar gittik. Bir nehrin iki kenarında farklı yaşamların aktığını düşünmek insana heyecan veriyor. Akan bir nehir boyunca akan farklı hayatlar. Yolun devamında Gala Gölü var. Göle yakınlaşmak da doğa koşullarınca zorlaştırılmış durumda. Göle özel kuşların, koyunların, tayların resmini çekmekle yetindik yoldan ulaşabildiğimizce, biz de. Ancak göl hakkında sonradan edindiğimiz bilgiler hiç de iç açıcı değil. Gölün çevresindeki çeltik tarlalarının deşarj sularıyla gelen nitratlı ve fosfatlı gübrelerin su içindeki bitkilerin aşırı büyümesine yol açtığını bu bitkilerin dip çamurunda kokuşmalara sebep olduğunu, dibin ölü bitkilerle dolduğunu ve dolayısıyla bu şartlarda balıkların yeterli miktarda beslenememesi ile gölün gittikçe çoraklaştığı tehlikesini öğrenmek, içimizde bir burukluk duygusu yaratıyor.
Gelibolu’dan yola çıkan göçmen kuşların denizi aştıktan sonraki ilk uğrak yeri Enez. Ağacın birisinde kurulu leylek yuvası, tüm ihtişamıyla üzerinde kurulduğu ağacın boyutlarını geçmişti. Bir göçmen kuş için böyle görkemli bir yerleşiklik simgesi, insanı ister istemez şaşırtıyor. Her güzel şey gibi Enez’li günlerin de sonuna geldiğimizde yolu canlandıralım diyoruz. Kuleye çıkıp çevreyi geniş açı görmek için başlıyoruz soruşturmaya. Bir şey sormak istediğimizde tek defada doğru insanı bulma konusundaki becerimizi biliyorsunuz; bu kez de şıp diye buluyoruz o kadar insanın içinde yol sorulacak doğru adamı. Bekçi Ali hem yolu tarif ediyor, hem de selâm söylüyor kuledeki arkadaşlarına. Büyükevren’i ve Hisarlı Köyü’nü geçince Hisarlı Dağı’na tırmanış başlıyor. Yan tarafa baktığımızda daha şimdiden güzelleşmeye başlayan tırmanışta inekler, keçiler, keçi sakallı çobanlar çıkıyor yolumuza. İlginç saç modelli çoban için “ Ne yapsın, bağ kurmak için kendisini keçilere benzetmiş” diyor yeğenim. Gülüşüyoruz. Yolun sonu yangın gözetleme kulesine vardığında, hele de dürbünü ele alınca karşımıza çıkan kıvrılarak denize dökülen Meriç görüntüsü, insanı heyecanlandırmayacak gibi değil. Önümdeki geniş karenin bir tarafı Yunanistan, bir tarafı Türkiye. Türk ve Yunan köyleri o noktada yan yana diyebileceğimiz bir deltaya yayılmış durumda. Tam karşıda Samothraki adası (Sadece kendi ülkemizdeki yerlerin adını değil, başka ülkelerdeki isimleri bile kendimize göre değiştirmeye meraklı olduğumuz için Türkçeye Semadirek olarak uyarlanmış) . Yunan köylerine baktığımda neredeyse görecek gibiyim hasapiko figürlerini. Kulede görevli Rasim ve Ömer, ömürlerini denizden dört yüz yirmi beş metre yükseklikteki bu yerde geçiriyorlar. Bizim aşağıda yol tarifi sorduğumuz Bekçi Ali, meğerse yıllarca o fesleğen kokulu kulede birlikte görev yaptıkları mesai arkadaşlarıymış. Onlar da Ali’ye selâm söylüyorlar. Bu durumda Ali’yi tekrar bulup selâmını iletmek de boynumuzun borcu. Dönüş yolunda ilk işimiz, bu borcu ödemek oluyor, elbette.
İstanbul yoluna devam ediyor ekip. Ben Keşan’da onlardan ayrılacağım. Üç kafadar kız arkadaş Gelibolu’da buluşacağız. Keşan’da ofiste sorduğumda Gelibolu’ya gelmeden olduğu söylenen Burhanlı köyü tabelâsı bir türlü görünmek bilmiyor. Yeterince iyi bir tarif almadan yola çıkmanın bedeli de bu heyecan işte. Bindiğim otobüsün muavini ise, Gelibolu’yu geçtikten sonra olduğunu söylüyor Burhanlı’nın. Gözümü yoldan ayırmamaktan başka çarem yok. Elbisemin içinde bikinim, yolda köyü geçip ara bir yerde inerek direk denize girme plânları yaparken, doğru yerde inmeyi başaramazsam elde bavul yürümek de var. Gelibolu’da otobüs yolcu alıp bindirirken hızla cep telefonumu açıp arkadaşımı arıyorum.
Arkadaşım, “Burhanlı köyünü geçince değil tabelâ; evlere bile gelmeyi bekleme, park etmiş arabaları görünce in” diye tarif ediyor ineceğim yeri. Park etmiş arabalar, doğrusu müthiş bir nirengi. Muamma yolculuğum sürerken köy başlıyor ve anında bitiyor. Evet, arabalar sağda. Muavin arabaları işaret ederek “ Görüyor musun senin arabaları” diyor. “Ben görüyorum da, şoföre söylemedin sanırım ki, durmuyor” diyorum. Biraz gecikmeli de olsa iniyorum nihayet. Arabaların yanından el sallayan arkadaşımı gördüğüme hiç bu kadar memnun olmamıştım. Evi boğazı görmesine karşın her geçen geminin peşinden koşan bu heyecanlı arkadaşımın beni beklemiyor olması zaten olacak iş değildi. Kıvrılan yolun hemen altında sere serpe uzanmış mavilik, Lorca’dan Deniz Suyu Türküsü’nü okumaya başlıyor bile. “Deniz gülümsüyor uzaktan / Dişleri köpükten, dudakları gök”
Ve işte Çanakkale Boğazı’nın suları içindeyiz; uzaktan gülümsemesini göremeyeceğimiz kadar yakın mesafede deniz…
Temmuz 2007
Akropol: Eski Yunan şehirlerinde, en önemli yapıların ve tapınakların bulunduğu iç kale.
Cumhuriyet Gazetesi / Gezi Dergisi
07-05-2008
Kayıt Tarihi : 25.11.2007 20:25:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!