Sıcak bir gündü. Hem restorandaki masalar, hem de çimenlikteki şezlonglar hıncahınç dolu olduğuna ve oturacak yerler yetmeyip depodan sürekli sandalye çıkarıldığına göre, Temmuz ya da Ağustos aylarında bir Pazar olmalı. Sahilde irili ufaklı şemsiyelerin açılmasına ve terasta büyük tentenin altındaki devasa vantilatörün hızla dönmesine rağmen herkes ter içindeydi.
En dip köşedeki masada oturmuş elimdeki kitabı okurken, önümden gelip geçenleri gözümün ucuyla fark edebiliyordum. Konuşmalar, kahkahalar ve tavla sesleri istemim dışında kulağıma çalınıyor; ancak, ne kadar çoğalırlarsa çoğalsınlar beni yine de kitabımdan uzaklaştıramıyor; yalnızca sayfaları çevirmek ya da sigara yakmak için ara verdiğimde teker teker cisme bürünüp canlanıyorlardı. Denizden çıkmış, mayosunu değiştirmek isteyenler... Parkta piknik yapmaya gelip de tuvalet bulamayan çaresizler... Mutfağa bildirilen siparişler; hazırlanıp servis edilmeyi bekleyenler... Tam karşımda kâğıt oynayanların arasındaki espriler, gülüşmeler... Patronun her masaya uğrayıp müşterilerle sohbet edişi... Garsonların ellerinde bazen dolu bazen boş bir tepsiyle içeri, dışarı gidip gelişleri...
Bir sigara yakıp arkama yaslanmıştım ki kulağıma aşçının sesi çalındı. “İki numaranın siparişi hazır! ” Kitabıma dönerken, Memo’nun “Yetiştim! ” diyen sesini ve her zamanki gibi içeriye doğru koşan adımlarını bekledim ama duyamadım. Aşçı az sonra tekrarladı. “Tepsidekiler soğuyacak. Neredesin? Koş! ” Cevap yoktu.
Bir süre durup bekledikten sonra, restoranın sahibinden müşterilerine kadar herkes önce etrafına, sonra birbirine baktı. Oturduğum yerden başımı uzatıp sahildeki kalabalığın arasında onun beyaz kasketini arandım; ben de göremedim. Daha biraz önce yanımdan uçarcasına geçmemiş miydi? Nerede olabilirdi? Her kafadan ayrı ses çıkıyordu. “Bakkala mı yolladılar acaba? ” dedi çalışanlardan biri. Diğeri tepsiyi kaptığı gibi dışarı fırlarken ona seslendi. “Depodan şezlong çıkarmaya gitmiştir.” Kimi çarşıya indiğini öne sürerken, kimi de denize girmiş olabileceğini iddia ediyordu. Zaman ilerliyor, fikirler çoğalıyor; ancak Memo hala ortada görünmüyordu.
Güneş gözlüklerimi takıp bahçe kapısından sahile çıktım. Ne kalabalıktı! İnsanlar, sanki şehrin bunaltıcı havasında terledikleri yetmiyormuş gibi, sabahın erken saatlerinde kalkıp gelmişler; tatil günlerini burada, bu güneş yağı ve ter kokuları arasında geçiriyorlardı. Şezlonglara ya da çimene yaydıkları havluların üzerinde, yönlerini güneşe doğru ayarlayıp sere serpe yatanlar; şemsiyelerin korunmasındaki masalarda, restorandan ısmarladıklarını yiyenler... Palmiyelerin gölgesine serdikleri kilime bağdaş kurup bir yandan evden taşıdıklarını yerken, diğer yanda piknik tüpünde çay demleyenler... Dibine sığınacak bir ağaç bile bulamayıp güneşin tam alnında, deniz suyuyla ıslattıkları mendili başına sarıp oturmak zorunda kalanlar...
Bir süre onları izledikten sonra ayaklarım beni Marina’ya doğru götürdü. Kalabalıktan uzaklaştıkça dalga sesleri çoğalıyor, yosun kokulu rüzgâr keskinleşiyordu. Martıların açıktan geçen balıkçı motorlarının peşine takılmış çığlık çığlığa gidişlerini seyretmek insanın içine huzur veriyordu. Gözlerimse elimde olmadan hala Memo’yu arıyordu. Köşeyi dönüp çay bahçesine ilerlerken, gördüm onu. Orada, teknelerin yan yana sıralandığı limanın biraz uzağındaki kayalıklardaydı. Yüzü denize dönük, sırtı bükük, betonun kenarına çömelmiş; elindeki kasketi buruşturup duruyordu. Yine denize, karşı dağlara bakıyordu.
Yirmili yaşların başındaydı. İstanbul’a Van’dan gelmiş; yerleştikten kısa bir süre sonra, yaz ayları boyunca burada çalışmaya başlamıştı. Çalışkandı. İşini severek yapar, yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmazdı. Önceki gece kaçta yatmış olursa olsun, sabah gün doğmadan uyanır; sahilde, yeşilin bitip mavinin başladığı noktadaki büyük, kaygan, sanki başka bir âlemden uçup buraya saplanmış gibi ortama aykırı duran kayanın üzerinde oturur; şafağa doğru bakardı. Güneş yavaşça doğar, dalga dalga yayılırdı. Suyun yatağından taşıp etrafında ne var ne yoksa avucuna alması gibi, şehri sarmaya karşıdaki çorak tepelerden başlar; oradan sahile doğru çağlarcasına kademe kademe inerken ağaçların dallarında oyalanır; sonra çatıları, yolları yalayarak sırt sırta yatmış kayalıkları ve denizi ısıtıp tüm renkleri geceden griye, griden beyaza, beyazdan altın sarısına dönüştürürdü.
Her sabah orada öylece karşı sahili seyrederken neler düşünür, ne hayaller kurardı acaba? Ayakları serin sularda, sabahı içine çekip saatlerin koşmaya başlamasını mı beklerdi? Bir yandan günlük işlerini, kazanacağı ve biriktirebileceği parayı hesaplarken diğer yandan da evine, toprağına olan özlemiyle içi dağlanır mıydı? Yarınlarını da düşünür müydü? Neyle karşılaşacağını bilemediği ama yine de planlar yapıp kendini hayallerinin er ya da geç gerçekleşeceğine inandırmaya çalıştığı yarınlarını…
Arkasında sessizce durup önce ona, sonra onunla birlikte dağlara baktım. Evler kıyıdan tepelere doğru her yıl biraz daha yükseliyor; yeşil renk giderek azalırken griler çoğalıyor; güneşin batışı ağaçları usulca okşayacağına, binaların camlarını cayır cayır yakıyordu.
O an içinde olduğu âlemin büyüsünü bozmaktan, belki de yaşamdan kaçıp sığındığı hayal dünyasını incitmekten korkarak, elimi omzuna usulca koydum. Hemen toparlanıp ayağa kalktı ve kasketini aceleyle, bir an önce altına saklanmak istermişçesine başına geçirdi. Gözleri hala düşüncelerine saplanıp kalmış gibi donuk bakarken, yavaş yavaş utangaç ışıltılarla bezendi ve nihayet gülümsedi.
“Öylesine bakıyordum. Dalmışım...”
Sonra, ben daha ağzımı açmadan, hayatını anlatmaya başladı. Ve kendini bildiğinden beri ona öğretilenlerle burada, İstanbul’da gördüklerinin arasındaki çelişkileri... Farklılıkları tespit edebiliyor, iki diyarı birbiriyle kıyaslayabiliyor ama tercih yapmak zorunda kaldığı anda hangisinde karar kılması gerektiğine emin olamıyordu. Burası moderndi, değişikti, şehirdi; büyük para kazanılan yerdi. Köyünde ise ailesi, gelenekleri, alışkanlıkları vardı. Ve töreleri... Ne kadar uzağa giderse gitsin, önünde sonunda gelip kendisini bulacak ve zehirli bir hançerin ani darbeleri gibi onu parçalayıp yere yıkabilecek kadar kuvvetli töreleri...
Sanki aklımdan geçen soruyu anlamış gibi köyünden bahsetti sonra. Akşam olurken, kızılın, morun ve lacivertin, karşı tepelerdeki kıvrımların, uçurumların arasından yavaşça ovaya doğru süzülüşünü; sonra mucizeler saklı, derin karanlıklara gömülüşünü... Ve gece kuşları son turlarını atarken yatağına yatıp, hayallere dalışını... Ne deniz vardı oradaki yaşamda, ne de akarsu... Sadece, Dağbaşı dedikleri bir pınar vardı. Yüzyıllardır devam eden gelenekle, genç sevgililerin buluşma, yaşlı kadınların da dedikodu yeri olan pınar... Denizi hayatında ilk kez İstanbul’a ayak bastığı an gördüğünde nasıl da şaşırmıştı! Bu kadar büyük bir su olabileceğini hiç düşünmemişti. Ya evler? Köyündeki evlerin hepsi çamur rengi hüzne bulanmış gibiydi. Oysaki buradakiler birbiri üzerine yığılmış gibi görünse de, özellikle geceleri camlarından dışarı taşan neşeli ışıklarla onu mutlu ediyordu. Kelimeler dudaklarından fışkırırcasına çıkıyor, beni de peşlerine takıp apayrı, bana ve çevremdekilere yabancı olan bambaşka bir dünyaya sürüklüyordu.
“Allah seni inandırsın abla, nah masa kadar büyük bir taş var bizim köyde.”
“Ne taşı bu Memo? ”
“Dilek taşı... Elini altındaki oyuğa sokuyorsun ve bir dilek tutuyorsun. Vallahi de billahi de gerçekleşiyor tuttuğun.”
“Nerede bu taş? Köyün içinde mi? ”
“Yok; mağaranın ağzında...”
“Mağara? ”
“Dağbaşı’nın az ilerisinde mağara var. Taş orada.”
“Peki, sen de dilek tuttun mu? ”
“Tuttum ya...”
“Ne dilemiştin? ”
“Büyük şehre, İstanbul’a gelmeyi... Buradaki yaşamı öğrenmeyi... Ve... Ve kalmayı...”
Birdenbire sustu. Belki de ne denli çabalarsa çabalasın avuçlarında bir türlü tutamadığı yaşamına kendi başına ağıt yakmak ve içindeki yaraları yeniden açmamak, yeniden kanatmamak için sustu.
Orada öylece denize ve dağlara karşı yan yana dururken, anlattıkları yüreğimi öylesine doldurmuştu ki sanki onunla aynı kişi olmuştum. Memleket hasreti çeken, evine döndüğünde işini kurup evlenebilmek için para biriktiren sanki bendim. Köyünün yoksulluğundan sonra, umutlarını bağlayıp geldiği bu şehre ayak uydurmakta zorlanan... Başka çare olmadığından Anadolu’nun değişik yörelerinden, özellikle de doğu ve güneydoğudan gelmiş, bir bakıma kendisine hiç benzemeyen, bir bakıma da kardeşi kadar benzerlik gösteren kişilerle dostluk kuran... Yine de, her şeye rağmen kent yaşamına ayak uyduran ama zamanı geldiğinde geleneklerine ve törelerine boyun eğerek burada edindiği arkadaşlarını, tanıyıp sevdiklerini ardında bırakıp gitmek mecburiyetinde olan...
Aniden beynimde bir şimşek çaktı. Memo İstanbul’a vedâ mı ediyordu yoksa? Yazın bitmesini beklemeden köyüne, ailesine mi dönüyordu? Son zamanlarda babasıyla amcasının onu sık sık telefonla aramasının; haftanın en kalabalık gününde, hem de günün en dolu saatinde ortadan kaybolup denizi ve karşı dağları seyretmeye gelmesinin sebebi belki de buydu.
Yavaşça dönüp ona baktım. Yıllar boyu her yaz görmeye alıştığım yüzüne; kızgın olduğunda kor gibi yanan, darıldığında donuklaşan, heyecanlandığında ışıldayan, sevindiğinde gülümseyen gözlerine baktım. Aklımdan geçenlerin doğru olup olmadığını tam soracaktım ki arkamızdan gelen patronun sesini duydum.
“Memo! Nerdesin oğlum? Herkes seni soruyor. Koş hesapları al. Bak, rüzgâr iyice hızlandı. Şemsiyeleri toplamayı unutma.”
Yanlış Zaman Hikâyeleri
Hayal Yayınları - Şubat 2008
Kayıt Tarihi : 9.3.2008 11:22:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
