Gür, siyah sakallarının arasında sakladığı eski kelimelerle süslediği hikâyeleri çoğaltarak anlatan eski bir dostu hatırlıyorum bazen. O konuşurken giderek ısınan rakı bardağı elinin doğal bir parçası gibi görünürdü. Bütün hikâye anlatmayı sevenler gibi şakalarını bıkıp usanmadan tekrarlamayı da severdi. Önce kendisi gülerdi sonra biz. Sık sık “beyana itimat esastır” derdi ciddi bir tonla. “Esastır” derdik hep bir ağızdan. Onu artık göremiyoruz ama ne vakit doğruluğundan şüphe ettiğimiz bir durumun içine düşsek birbirimize bakıp “beyana itimat esastır” deyip gülümseriz. Parçalanmış bir ailenin önemli kayıplarından birisine selam gönderir gibi gülerek anıyoruz onun cümlelerini.
Artık bu eğlenceli ‘sloganımız’ beni eskisi gibi mutlu etmiyor nedense. Galiba bu hissiyatım bir rüyadan uyanıp hiç yıpranmayacağı düşünülen dostlukların, ilişkilerin bir gün aniden çatlayıp kırılabileceğini fark etmekle de ilgili biraz. Başkalarına ne ifade eder bilmiyorum ama ‘itimat’ denen o sağlam, kunt kelimenin benim dünyayla kurduğum ilişkide önemli bir yeri var. Onsuz kendimi çıplak hissediyorum. Belki biraz abartıyorum ama güveni yitirdiğim zaman sistemim çöküveriyor, karanlık bir boşluğa düşüyorum sanki. Ve böyle ürkütücü zamanlarda itimat etmeden hayatta kalabilen bir ‘rahatlığı’ hakikaten kıskanıyorum. İsterdim öyle olmak ama o tekinsiz rolleri sürdürebilecek kadar sabırlı değilim; iyiliğimden değil, sıkılıveririm hemen. Geçenlerde arkadaşıma dinlediğim bir hikâyeyle ilgili saf, çocukça sorular soruyordum; “İnsan neden sevmediği halde birisine ısrarla sevdiğini söyler ama yine de sevmiyormuş gibi davranır sence? ” Çok farklı sebeplerle yönü değişebilecek olan bu acayip soruma pek masum olmayan basit ama zeki bir cevap verdi: “Kendi kurallarıyla oynamayı seviyordur. Yenilmekten, kaybetmekten korkanlar bazen öyle yapar.”
İnsan denen varlığın tuhaf çelişkilerinden birisi de kendisiyle ilgili kötülük potansiyelinin pek bilincinde olmaması galiba. Birisine yalan söylerken onu kendince muhtemel bir acıdan korumaya çalışır bazen, sonuçlarını göremez. Ya da sırf başkasını aldatmanın kötücül hazzını yaşamak için kaybetmekten ölesiye korktuğu ‘iktidarını’ korumak için oynar. Tutkuyla, yalanla beslenen çarpık ilişkilerde işler daha çok karışıyor haliyle. Şehvetin kırbaçladığı hazzı elde etmek için savaşırken kurallarını bilmedikleri tehlikeli oyunlara katılanlar öyle kolayına vazgeçemiyorlar ‘kötülüğün’ çekiciliğinden.
O disiplinli bir askerdi...
Bu türden karanlık bir çaresizliği edebiyat tarihinde en iyi anlatanlardan birisi Laclos bence. Yıllardır orasından burasından karıştırıp her seferinde iki buçuk asır önce yazılmış olduğuna inanamadığım tuğla kitabın tamamını sonunda okudum. Aslında disiplinli bir asker olan yazarın kırk bir yaşında yazdığı ‘Tehlikeli İlişkiler’, insan ruhunun korkunç kırılmalarını, iktidar hırsının sahibini zehirleyen kibrini, intikam saplantısını, birini ayartmanın benzersiz hazzını, mahremiyetin önemini, yalanın, kötülüğün çekiciliğini muhteşem tesbitlerle tarif eden uzun mektuplardan oluşuyor. Kitap insanları aldatarak birbirlerinin hastalıklı sevgisine oyunlarla tutunan –Vikont ve Markiz- iki şeytani karakter üzerinden döneminin yüksek sınıfının ahlaksız zaaflarını eleştiriyor. Henüz hayat tecrübesiyle bozulmamışlara nasihat eder gibi yazılmış kimi satırlarda Laclos’un uyarılarını duymak mümkün: “Ahlaksız bir erkekle ahbaplığı kabul eden her kadın, er geç onun kurbanı olur. Kötü ahlaklı kimselerin gençleri kendilerine bağlamak için geliştirdikleri dostluk, onların erdemleri gibi mutluluklarını da yok edecek tehlikeli bir tuzaktan başka bir şey değildir.”
Biraz ahlakçı gibi görünen bu açıklamaya aldırış etmeyin. Onun zehirli karakterlerini ölümlüleri aldatmak için yeryüzüne inen tanrılar olarak tarif eden Andre Malraux’nun söylediği gibi Tehlikeli İlişkiler, gücünü ve bugüne aynı güçle kalmasını Laclos’un açık görüşlülüğüyle saplantıları arasındaki muhteşem uyuma borçlu. Bir de bana göre hazzı yaşarken değil, o kışkırtıcı baştan çıkarma dürtüsünün peşinden koşarken düşüp kendisini parçalayan insanın sefaletini eşsiz bir cesaret ve hayal gücüyle yazabilmesine...
‘Utanç da acı gibidir..’
Kitapta göremediğim ama filmden kalan çarpıcı bir cümle var. Genç kadınları yatakta eğitmeyi seven Vikont de Valmond’un şantajla seviştiği kızlardan birisi, dert yanmak için gittiği Markiz de Merteuil’e çok utandığını söylediğinde kadın ona şöyle cevap veriyordu: “Üzülme, utanç da acı gibidir sadece bir kez gerçekten tam anlamıyla hissedersin.” Laclos, işte bu ve buna benzer yırtılmaların tahribatından sonra acıyla kırılmanın insanı nasıl değiştirdiğini pek az yazarın görebildiği incelikli ayrıntılarla anlatıyor. Üstelik bunu 1782 yılında, kendisinden sonra gelecek pek çok büyük yazarı derinden etkileyecek bir zekâ ve kıvraklıkla yapıyor.
Romanda eski sevgililer kendi aralarında korkunç bir iddiaya giriyorlar. Eğer Vikont o erdemli, güzel kadını baştan çıkarıp bunu bir mektupla kanıtlayabilirse Markiz kendini yine ona teslim edeceğine söz veriyor. Ama sadece kendisinden uzaklaşanları tuzağına düşürmeye çalışan erkeğe sıradan, sofu bir kadını ayartmak yetmiyor. Onun doğasında var olan iyiliğini kaybetmeden zaaflarına yenilip teslim olmasını istiyor. Sonunda istediğini elde ediyor, o saf kadını ilk defa çok farklı bir biçimde sevdiğini söyleyerek, yalvararak, kaçarak, bazen aşağılayarak kendisine âşık ediyor. Aslında o yalanları söylerken işini iyi yapan oyuncular gibi canlandırdığı karaktere inanmaya da başlıyor. Markiz ilk defa yenilmiş hissediyor çünkü bu defa oyunlarıyla, kibriyle, hırsıyla kendisine en çok benzeyen gösterişçi adamın başka bir kadına gerçekten tutulabildiğini fark ediyor. “Bir kadın başka bir kadının kalbine nişan aldığında nadiren ıskalar ve bu yara öldürücüdür” cümlesini doğrularcasına anlaşmayı bozup Vikont’u öteki kadını terk etmeye ikna ediyor. Adam dürüst bir kadını sevmekten utandığı için bir yalancıya teslim oluyor. Sonunda değişen duygularıyla, tuzaklarıyla birbirlerine sokularak, savaşarak bilmeden yarattıkları kötülük çukurunda beraberce boğuluyorlar.
‘Versin kendini ama çarpışıp versin...’
Aşkla erdem arasındaki hastalıklı savaşı merakla izlerken kabuğunu soydukları insanları anlatan korkunç mektupları okudukça fena halde ürperdim. Ve hamlelerini tecrübeli bir satranç oyuncusu gibi tasarlayan, zekânın düşünce sistemindeki, türler arasındaki önemini anlatan Laclos’a daha çok hayran oldum. Onun topçu okulundan mezun bir asteğmen olarak hayata başlayıp, general olarak öldüğünü hatırlayınca, savaş stratejileri hazırlayan birinin sistematiği bu kadar kuvvetli bir kitap kurgulayabilmesine de pek şaşırmadım doğrusu.
Malraux’nun da hatırlattığı gibi aslında sürekli tutkudan bahseden kitap tutkunun kitabı değil. Bence Tehlikeli İlişkiler, alçaklığın ve insanı mutsuz etme sanatında ustalaşanların kitabı. Vikont başkanın karısı olan sofu Madam de Tourvel’i ayartmak istediğinde düşüncelerini Markiz’e en çıplak haliyle anlatıyor: “Evet, versin kendini, ama çarpışsın da sonra versin; yenmeye gücü yetmesin, ama karşı koymaya gücü yetsin; kendisinin de güçsüz bir yaratık olduğunu, öyle birdenbire değil, uzun uzun kavrasın; bundan bir tat alsın, artık yenildiğini açıklamak zorunda kalsın. Başıboş ceylanı, izinsiz avlanan adsız sansız avcı vurur, gerçek avcı hayvanı zorlamak ister.”
Ve kötülüklerin kraliçesi Markiz kadınları anlatıyor: “Biz kadınların bayıldığımız iki şey vardır. Kendimizi savunmak onuru bir, yenilmenin verdiği zevk iki... Ne saklayayım, içimin pek çekmediği zamanlarda bile bazen kendimi sırf bir ödül olarak sunduğum olmuştur. Hani eski şövalye çarpışmalarında güzellik, yiğitlikle becerinin ödülünü verirmiş, işte onun gibi bir şey.”
Laclos, bu kitabı tamamladığında “ben öldükten sonra yankıları dünyada sürüp gidecek bir kitap yazmak istedim” demiş. Az sayıda yazara yaşarken eserinin geleceğini doğru sezebilmek nasip olmuştur. Başkalarının sırrını öğrenebilmek ve ifşa edebilmek için duygularıyla kendileri arasına mesafe koyan acımasız insanları ancak onun gibi bir ‘tanrı-yazar’ anlatabilirdi. İki yüz otuz yıl sonra insanın değişmeyen trajedisini, acımasız oyunların muhtemel sebeplerini, ikiyüzlülüğü Pierre Choderlos de Laclos’un edebiyata hediye ettiği cümlelerle hatırlamak güzeldi. Hayatın bütün kusurlarına rağmen...
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:31:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/mektuplardaki-tehlikeli-iliskiler-ve-laclos.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!