Mektuplardaki Hayatlar...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Mektuplardaki Hayatlar...

Yumuşak bir battaniyenin altında dizlerimi karnıma çekmiş, havai fişek gibi saçılan kızıl alev toplarını seyrediyorum. Kuru odunların sert kabukları çıtırdayarak yanarken, odanın içine yayılan ılıklığın rehavetiyle göz kapaklarım ağırlaşıyor biraz. Yaş kütüklerin yılan gibi tıslayan ıslak sesini de duyar gibi oluyorum. Ateşin büyülü bir bağımlılık yarattığını düşünüyorum o sırada. Kor halindeki parçalardan biri patlayınca irkiliyorum aniden. Sonra tuhaf bir ürpertiyle elimdeki kalın kitaba daha sıkı sarılıp, yerine sadık bir kedi gibi uzandığım kanepeye daha sağlam yerleşiyorum.

Kitabı Londra’dan getiren arkadaşım bana kalın, mavi bir atkı örüyor. Onu sakinleştiren ahşap şişlerin masum tıkırtısını da dinliyorum. Pek konuşmuyoruz. Duvardaki büyük ekranda, geçen yüzyılın başında İngiltere’de geçen bir aşk hikâyesinin kahramanları dolaşıyor. Arada onlara da bakıyoruz. Huzurlu bir sessizlik var odada. O anda zaman hiç akmasın, hayat fazla kıpırdamasın, hep öyle tasasız kalalım istiyorum. Bu tasavvurun mümkün olabileceğine dair çocuksu bir sevinç ısıtıyor içimi aniden. İdil, “kitaplarımızı alıp kaçalım oralara” diyor. Hiç düşünmeden “olur, kaçalım” diyorum. O anda gerçekten yaşadığım ülkenin insanı içini burkan acılı hakikatinden, vahşetinden, şiddetli uğultusundan uzaklaşmak istiyorum çünkü. Aklıyla vicdanını buluşturabilen makul insanların çoğunlukta olduğu, karanlık ‘yeraltı’ meselelerini hiç değilse görünürde çözebilmiş, sıkıcı ama nispeten daha huzurlu bir ülkede yaşamak fikri cazip geliyor.

RUS RULETİ OYNAYAN YAZAR

Usulca sakinleşen alevlerin titrek, koyu gölgelerini izlerken işaret parmağımla kapaktaki Graham Greene’in derin alın çizgilere dokunuyorum. Sevdiğim bir yazarın artık kimse için mahrem olmayan hayatına girip gizli çekmecelerini kurcalayacağım için heyecanlıyım.

15 yaşında Rus ruleti oynarken yakalanınca ‘manik depresif’ teşhisi konulan eğlenceli ve zeki bir yazarın mektuplarında sözcükleri nasıl kullandığını merak ediyorum.

Kitabın ismi Mektupların İçinde Bir Hayat. O mektuplarda, İngiliz gizli servisinde casus olarak çalıştığı yılları, intihar teşebbüslerini, alkolik olmanın ıstırabını, komünist parti üyeliğinden sonra nasıl koyu bir Katolik olduğunu, evliyken kocalarının onayıyla birlikte olduğu kadınları, otuz yıllık metresini de anlatıyor muydu acaba? Ne de olsa, her yıl yazar dostlarına, politikacılara, yayıncılarına, kadınlarına binlerce mektup gönderen, yirminci yüzyılın en ‘takıntılı’ mektup yazarından ve ünlü bir romancıdan bahsediyoruz.

O HEP BİRAZ KENDİNİ YAZDI

Garip bir çelişki! Nedense onun gibi ironik bir yazarın, sadece romanlarını değil kişisel mektuplarını da kıvrak ve mizahi bir üslupla yazdığını düşünüyordum. Binlerce mektup arasında belki öyle olanları da vardı ama ben yayınlanması için seçilenlerde o keskin özelliğini pek göremedim. Tam tersine, ‘en büyük aşkı’ olduğunu söylediği Catherine Waltson’a ve yazar dostlarına yazdığı mektuplar, ‘kırılgan’ bir yazarın ne kadar saf bir bencilliğe sahip olduğunu gösteriyor mesela.

Catherine, sinemaya uyarlanmış romanlarından birini (The End of The Affair) yazmasına neden olan evli sevgilisi. Romandaki olaylar birebir aynı değilse bile, yazılış nedeni, kesinlikle o çaresiz, onarılamaz, yeri başka bir ilişkiyle doldurulamamış, hazin aşk hikâyesi. Romanda, Tanrı’yla kavga etmekten yorulmayan Maurice Bendrix de, kendisine en çok benzeyen karakterlerinden birisi.

Kitabında Catherine’in yerine koyduğu Sarah, sevgilisini yaşatması karşılığında onu bir daha asla görmeyeceğine söz verdiği Tanrı’yla pazarlık yaparken şu eşsiz cümleyle yakarıyordu: “İnsanlar birbirlerini görmeden sevebilirler, seni hayatlarında bir kere bile görmeden seviyorlar değil mi Tanrım? ”

DÜNYADAKİ HİÇBİR KADINI BÖYLE SEVMEDİM...

Anlaşılan Greene, roman olmayan hayatında bu tür bir mucizevî ‘masala’ katlanamamış, Yazar, on yıl boyunca kiliseyi, Katolik karısını ve onun cemaatini bahane ederek evlenemediği sevgilisine, 1949’da Dakar’dan yolladığı uzun bir mektubun sonunda şunları söylüyor: “Dünyanın hiçbir yerini böyle sevmedim. Ve dünyadaki hiçbir kadını böyle sevmedim. Sen benim insani Afrikamsın. Senin kokunu seviyorum. Gür siyah saçlarını, buralardaki koyu çalıları sever gibi seviyorum.” Altı ay sonra uzaklardan sızlanmaya devam ediyor: “Şu anda seninle sevişmek istiyorum. Ritz’de başımı bacaklarının arasına koyup yerde oturmak, huzurlu olmak istiyorum... Telefon elimin altında, ama ne işe yarar. Sevgilim, aşkın böyle olabileceğini bilmiyordum, öyle bir acı ki sadece insanlarla birlikte olduğumda, içtiğimde acı kesiliyor.”

Aradan geçen altı yıl içinde, Catherine’i hayatında tutabilmek için, yazıyla insana dokunabileceğini, acıtabileceğini fevkalade iyi bilen usta bir yazar gibi çaba göstermiş. Sonunda vazgeçtiğini anlatan mektuplardan biri şöyle bitiyor: “Geçen kasımda küçük bir kıza biraz âşık olur gibi oldum. İntihar etmiş genç bir yazarın karısıydı. (İsveçli aktris Anita Björk) . Kesinlikle böyle bir şeyin peşinde değildim. Yirmi dört saatliğine Londra’ya geldi. Stockholm’de bir şey olmadı ama Londra’da bir gece birlikte olduk. Aynı gün bana Harry’nin (kocası) seninle planladığımız Paris seyahatine çıkmanı istemediğini söylemiştin. O sırada kız aradı. Benimle birlikte tatil yapmak istediğini söyledi. Dolayısıyla Paris yerine Portekiz’e gittim.”

Harikulade bir romanı doğuran büyülü bir aşkın bu kadar çıplak ve basit bir gerçekliği de var işte! Galiba uydurulan hikâyeleri, bu yakıcı çelişkiler yüzünden bazen hayatın hoyratlığına tercih ediyorum. Greene, romanlarının birinde “İncittiğin biriyle yaşamak kolay değildir” diyordu. O cümlenin zarafetini hatırlamayı seviyorum ama mektuplarını da hayal kırıklığı ihtimaline rağmen herkes gibi merak ediyorum doğrusu.

HAZZIN ÖNEMİNİ ANLAMAK

Malum, yazar mektupları her zaman okurun ilgisini çekmiştir. Yazıldığı döneme ait toplumsal ayrıntılardan ziyade o mektuplarda ismi geçenler hakkında yapılan dedikoduları merak edilir. Yazar o kadını ya da o adamı nasıl sevmiştir, terk ederken ona ne demiştir, parasız kaldığında kimlere yalvarmak zorunda kalmıştır, acısını romanlarından farklı olarak kendi hayatında nasıl ifade etmiştir?

Mahremiyetine dokunulmasından hoşlanmadıkları için iz bırakmadan yaşayan istisnai yazarları bir kenara koyarsak, hemen hepsinin mektuplarını itinayla saklama sebepleri daha çok ilgimi çekiyor aslında. Sonradan kendilerini gözetleyecek olan insanlarla müstehcen bir okur-yazar ilişkisi kurduklarına inanıyorum. Bir gün okunacağını sezerek veya bilerek mektup yazmaları samimiyetlerine olan inancımızı zedelemiyor belki ama her halükârda fena halde kışkırtıcı.

Bir başka sevdiğim İngiliz yazar Lawrence Durrell, henüz genç yaşlarında şair T. S. Elliot’a 1954’de Kıbrıs’tan gönderdiği mektupta dalgasını geçiyor: “Yaşlanıyorum. Artık şiir yazamıyorum. Beni gerçekten mutlu eden şeylerden biri sevişmek, öteki de güneşe uzanmak –hazzın önemini anlamak ve hazzı gerçekten yaşayacak kadar kendi içinde dönük biri haline gelmek çabayla elde edilen bir şey.” Mektuplarını yayına hazırlayan arkadaşı Alan Thomas’a da meşhur olmaya başladığı yıllarda eğlenceli notlarla dolu mektuplar göndermiş: “Şu anda Cannes’da üç tane Mısırlı sosyetik kadın var. Justine’in aslı olduklarını iddia ediyorlar! Şeytan diyor git, ölçüleri uyuyor mu bir bak. Nasıl reddedebilirler. Sevgiler, Larry.”

Graham Greene, başyapıtı olarak kabul edilen The Heart of The Matter adlı romanının anlatıcısına o unutulmaz cümleyi söyletir: “Scobie, kendi yarattığını sevecek kadar insanca duyguları olan bir Tanrı’ya inanabilirdi ancak.”

Sanıyorum basit gibi görünen bu derin cümle, benim ‘tanrı-yazarların’ mektuplarından ziyade romanlarına olan sarsılmaz inancımı güçlendiriyor. Açıkça söylemekten hoşlanmasalar da yarattıkları kahramanları dünyada her şeyden çok sevdiklerini biliyorum çünkü.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:29:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan