Şanlıurfa'da Yakup Kalfa İlkokul ve ortaokulu
Şanlıurfa Urfa Anadolu Lisesi
Kilis 7 Aralık Üniversitesi Coğrafya Bölümü
Gecekondularda oluşmuş sıcaklık tümüyle insanların benliğine işliyordu. Muğrup vaktinde taş kömürünün çıkardığı karbon monoksitle göz gözü görmeyen sokaklarda bir tebessümle her taraf aydınlanıyordu. Kıraathanenin yuvarlak masaları etrafında toplanıp sigara dumanından birbirini unutan amcaların yanında meşe ağacının yanarken çıkardığı sese, soba üstünde tüten demli kaçak çaylarının da karışmasıyla koyu olan sohbetlerine daha da bir sıcaklık geliyordu. Komşunun şefkat dolu sepeti balkondan salınırken, bakkal çırağının gamzeleri belirginleşiyordu elinde domateslerle. Mahalle de oturmuş, dedikodu yapan teyzelerin sohbetine meze olmuş çekirdekleriyle, yanlarından bağırarak geçen işportacıların kalabalıklaştırdığı eğimli sokaklarda sürekli top oynayan çocukların gülüşleri de vardı. Sitelerde büyümüş birbirini tanımayan çocuklar yerine, çocukların sokaktaki koşuşturmaları ve bitmek bilmeyen oyunları vardı. Oynarken kanayan dizleri, kırılan başları, açılan kaşları ve her an yeni doğuyormuş gibi hiç bitmeyecek samimiyetleri vardı. İnsanları yutmaya başlayan tablet ve telefonlar; çocukları, oyunları hatta kültürleri de yavaş yavaş yutuyordu. Küreselleşen dünya ile sitelerden oluşan sokaklarda sessiz parkların yer edinmeye başladığı ruhsuzluklar ortaya çıkıyordu. İç içe yaşayan ama birbirini tanımayan insanların evleri ile iş yerleri arasında dokuduğu mekikten ibaretti her şey. İnsanlara olan sevgi de, saygı da bir kadının giydiği topuklu ayakkabıyı geçmiyordu oysa. Çünkü insanların çok olduğu dünyada insanlığın yok olduğu açıkça fark ediliyordu.
Saatin kaç olduğunu bilmediğim;
Loş sokak lambaları altında görünen,
Pörtlek kocaman gözleri vardı,
Okyanusun mavi derinliklerindeydi.
Her gün yeniden;
Yeniden yüzer gibi görünüyordu,
Eğreti tebessümlerden doğan yalancı gülüşlerle,
Her şeyden vazgeçmiş öylece oturuyorken,
Sıkı sıkıya sarıldığım yarım kalmış ince belli çay bardağına,
Acı acı gülümsedim.
Henüz haziranın girdabından kurtulamıyorken,
Temmuza kucak açmış olmanın, burukluğu yansıyordu bir bardak çaya.
Süzülürken gözyaşlarım yanağımdan, her şeyin yeniden başlıyor olma ihtimallerine takılıyordu göz bebeklerim. Oysa ben dizlerimi kanattığım çıkmaz sokakların karanlığında vermiştim asıl kavgamı. Çoğu zaman her şeyin benden uzak olmasıyla yalnız başıma aynalarda seyrediyorken kendimi, dünyaya karşı çaresizliğimi de gizleyemiyordum. Hızla koşarken durmak zorunda bırakılıyordum yokuşu dik, karanlık sokaklarda. Nefes nefese ebelenecek miyim heyecanını yaşıyorken yerden yüksek basamakları arıyordu yeşilimsi gözlerim. Dipsiz denizlerin mavimsi gökyüzü rengine bürünmesiyle, her günün ışıltısında yeni bir albeni tadında yaşıyorken hayatı hiç sanmadığım zorlukların ötesine itiliyordum....
Oyuncaklardan uzak, portakalı soydum başucuma koydum deyip saymaya başlarken: Arap kızının yağmurda bile camdan bakmasını bekliyordum. Oysa ben yorulmak nedir bilmeden sokak sokak koşuşturduğum karanlıklara gülümsedim ne yana gideceğimi bilemediğim körebe oyunlarında. Sert kapaklı hatıra defterlerine yazılan onca renkli yazıyla, arkadaşlıktan doğarak bana kalbin kadar temiz olan bu sayfayı ayırdığın için diye başlayıp deli gibi süregelen cümlelerle imkânsıza bürünen aşklarımı yazdım. Ben oynadığım ve oynarken de üşüdüğüm tüm sokak oyunlarında gölgemin ürperiyor olmasına sarıldım. Saatin kaç olduğunu bilmediğim loş sokak lambaları altında çisil çisil yağıyorken yağmur ıslak toprak kokusuyla beraber seni de getiriyordu yüreğime. Islak elbiselerimle eşek sudan gelinceye kadar dayak yeme korkusuyla boğuşurken yağmur altında, oyun oynamaktan vazgeçmeyip akşama kadar terlemeye devam ediyordum. Sadece seksek oynamak için çizdiğimiz yamuk çizgilere basmaktan kaçamayıp kendimi hayatın vazgeçilmezmiş gibi görünün kollarına bırakıyorken; saatlerce beş taş oynadığım soğuk kaldırımlarda oturup taşların yere düşürülmeme ihtimalinden bile terk edilmiş olmanın ağırlığını ödüyordum hastalandıktan sonra içtiğim ağrı kesici şuruplarla.
20 ağustosun sabahına karşıydı her şey. Sabah ayazının serinliğinde ve güneşin yükselirken ki kör edici saatlerindeydi. Merhaba yaşıyla büyüyen bedenim ve onun çok öncesinde koşar adımlarla ilerleyen yaşlı ruhum.
Keşke içimdeki çocukluk masumiyetimin en derinliklerinden yazabilseydim sizlere; uçan kuşa, baharla yeni açan her çiçeğe mesela.
Yedi yaşına kadar her şey kâfi. Yeni doğan bir güneş ve güneşle beraber nice yeni hikâye. Sürüp giden keder dolu bir hayat ve hayata eşlik eden neşeli günler. Yedi yaşından sonra birbirine dişleri geçirilmiş çark gibi dönen hayatla dertlerin aldanışı… Hayatın, mutluluğun ve sevginin bizden köşe bucak kaçmasıyla başlamıştı asıl büyümek.
Gözleri en az gökyüzünün mavi derinlikleri kadar masum olan içimdeki çocuğun mutluluğunu da, hayallerini de, hayatını da bitirmiştim aslında. Ama hep günahsız olarak kalacaktı içimdeki çocuk, gelmemiş baharların açmamış gonca gülleri gibi.
Karanlık gecenin titrek ay ışığı altında sarmaş dolaş uyumuş onca zararsız hayvandan daha da masum kalacaktı içimdeki çocuk, patlamış bombaların enkazları altında kalan veya en az kıyıya vuran canlar kadar masumdu oysa.
Ergenliğe adım atarken katili olmuştum içimde ki masum çocuğun. Akan burnunu silmek yerine koparmış, gülen yüzüne bir buse tebessüm etmek yerine ağlatmıştım. Çevirirken hızlı hızlı bisikletin pedallarını düşüp kanattığım dizimin acısıyla yeniden sımsıkı sarılıyordum tutku dolu gidonun kollarına.
Dön bak sevgilim, geriye bıraktıklarına ve bana
Darmadağın bir şehir ve paramparça bir yürek.
Sana sesleniyorum; sırma saçlı, mavi gözlü daktilom,
Bugün senle değil yüreğimde kopan parçalarla yazacağım.
Ey gönlümün sol yarısından fazlası,
Merhaba…
Salih ben,
Gurbetten Salih.
Uzağım olmamana rağmen;
Hasretinden yanan Salih.
İçimden yazıyorum sana,
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!