Medine Müdafii Şiiri - Murat Duman

Murat Duman
127

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Medine Müdafii

Tanısın cevri âlem tanısın kahrı küfür,
Çöl bedevisi görsün vahhâbiler tanısın,
Anlatsın yaşlı tarih söylesin ay ve güneş,
Medine çöl kaplanı adım Fahreddin Paşa,
Bedeviler haindir hayatları kargaşa.

Müslümanım diyemez İngiliz’e tapanlar,
İmandan söz edemez Hakk yolundan sapanlar,
Küffarla birlik olup sinsi oyun yapanlar,
Medine müdafii adım Fahreddin Paşa,
İslam değil vahhâbi düşmana oldu maşa.

Efendime söz verdim teslim etmedim şehri,
İki sene dayandım verdim cahile zehri,
Hep yoklukla savaştım çektim sefalet kahrı
Yoksullara can oldum adım Fahreddin Paşa,
Bize bizden olunca aklım gark oldu kışa….

Almana bel bağlayan Ululemre kızgınım,
Cahil Arap yüzünden diyar diyar gezginim,
Hak adalet bilmeyen bedeviden bezginim
İndirmedim bayrağı adım Fahreddin Paşa,
Silahsız kaldı Mehmet başımı vurdum taşa.

Zincirlerle bağlanıp Malta’ya esir oldum,
İngilizler elinden zindanlara konuldum,
İdam fermanı çıktı vicdanlara soruldum,
Medine kahramanı adım Fahreddin Paşa,
Aciz kalan padişah koydu beni telaşa.

Tutsak oldum kalleşçe kaderimin özünde,
Menfaatsiz durur mu İngiliz hiç sözünde,
Sömürdü Arapları kan kalmadı yüzünde,
Muhammed’in askeri adım Fahreddin Paşa,
İngilizler kan emer cahiller döndü kuşa.

Malta sarp kayalık bir kez giren çıkamaz,
Etrafında surlar var engelleri yıkamaz,
Mustafa Kemal Paşa dosta kulak tıkamaz,
Esaretten kurtuldum adım Fahreddin Paşa,
Emir verdi Atatürk yeniden geldim başa.

Dinsize yandaş oldu vahşi cahil Araplar,
Dilerim geçit vermez cennet yolu sıratlar,
Kalleş paraya taptı uçtu gitti Muratlar,
Türkkan oldu soyadım adım Fahreddin Paşa,
Dünya şahit olmadı böyle vahşi savaşa.

Murat Duman
Kayıt Tarihi : 12.2.2009 19:21:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Şiirin hikâyesi 1978 yılının Nisan ayında bir dostun teşvikiyle Suudi Arabistan’da çalışmak üzere, bir Amerikan şirketinin kaynakçı alım için imtihanına katıldım. Soma Termik Santrali’nde yapılan imtihana giren üç bin kişi arasından, kaynakçı olarak imtihanı kazandım. Bütün pasaport ve vize işlemlerim yapıldıktan sonra, İstanbul’dan uçakla Arabistan’ın Cidde şehrine, oradan da aktarma yaparak Dammam şehrine gitmek için uçak saatini beklemeye başladım. Cidde’de bir anımı hiç unutamam: Cidde Havaalanı’nda bir büfeden içmek üzere meyve suyu aldım. Elimde Türk lirasını gören 18-20 yaşlarında bir Arap genci parayı elimden alıp biraz inceledikten sonra kaldırdı, yere attı. Ben öfkeyle yakasına yapıştım. Tam vuracaktım ki, arkamdan bir el elimden tutu ve suç işlediğimi Türkçe olarak bana; Bunlar adalet, kanun bilmez.” dedi. Yerde bulunan 500 lira kağıt parayı alıp bana verdi. O Arap’a, Arapça bir şeyler söyledi. Arap gitti ve parayı yerden alıp elime uzatan kişi bana dönerek; “Ben ona, Türklerin parası namusudur, dedim.” dedi. Ben de teşekkür ettim. Fakat o kişinin kim olduğunu ne ben sordum, ne de o söyledi. Konuştuğu Türkçe çok güzeldi. Hâlâ merak ederim kim olduğunu. Öğrenmediğime üzülür, aklıma geldikçe kendi kendime hayıflanırım. Cide’de beklerken uçuş saatimiz geldi, Dammam’a hareket ettik. Oradan da Hafar al Batın Kral Halit askeri şehrine vardık. Vardık ama ortada şehir yoktu. Bu şehir yeniden kuruluyormuş. Yatacağımız yerlere yerleştirildik. Ertesi gün çalışacağımız departmana verildim. Başımızda bir Amerikalı mühendis ve Türkiye’den Karslı bir kaynakçı, bir de ben geldim. Yardımcı olmaları için de belki on beş Bedevi Arap vardı. Ama yüzlerine bakmak bile gelmiyordu içimden. Cidde’de yaşadığım olayın etkileri üzerimde duruyordu. Bana yardımcı olarak altı Arap verildi. Fakat bu bedeviler hiç çalışmıyordu. Bütün işi nerdeyse sadece ben yapıyordum. Çalışırken dil bilmenin önemini anladım ve hemen bir İngilizce kursuna kaydoldum. Dört ay sonra kendimi anlatacak kadar İngilizce öğrenmiştim. Ayrıca karate kursuna gidiyordum. Araplar benim karate yaptığımı bildikleri için benimle şaka dahi yapamazlardı. Benim yardımcılarımın arasında Abdullah isminde bir Arap bedevisi vardı. Benimle çalışmak için can atardı ve bana devamlı; “Türkleri hiç sevmem ama seni çok sevdim.” derdi. Aradan zaman geçti sohbetimiz arttı ve ben ona; “Neden Türkleri sevmiyorsun? ”diye sordum. Ne dese beğenirsiniz; “Siz bizi 400 sene geri koymuşunuz” dedi. Ben de dilimin döndüğünce her konuşmamızda geri kalmalarının nedeninin İngilizler olduğunu anlatmaya çalıştım. Söylediklerime inanmadı. Ne kadar gerçekleri anlatsam da bir kere şartlanmıştı Abdullah. Kendisi okur-yazardı ama diğer çalışan Arapların okur-yazarlığı yoktu. Abdullah, ne derse diğer bedeviler onun sözünden çıkmazlardı. Ayrıca hiç İslami bilgileri olmamasına rağmen ağızlarından Allah’ın adını ağızlarından düşürmezlerdi. Birgün Abdullah beni, dedesinin evlerine davet etmek istediğini söyledi. Ben de nazik davetine teşekkür ederek; “Elbette gelirim.” dedim. Bir cuma günü 40 km uzaklıktaki evlerine gittik. Bizi dedesi karşıladı. Çok güzel sofra hazırlamışlardı. Kuzu kesmiş, Arapların meşhur olan üzümlü pilavını yapmışlardı. Abdullah’ın iki kardeşi, babası ve dedesi olmak üzere altı kişi sofraya oturduk. Hazırlanan yemekleri afiyetle yedik. Yemekten sonra ben, bir dua ettim ve dede eğilip yüzümden öptü. Belli ki dede, din konusunda çok bilgiliydi. Bana namaz kılıp kılmadığımı sordu. Ben kıldığımı ve orucumu hiç bırakmadığımı söyledim. Çok memnun oldu. Bu durum dedeyi eskilere götürdü ve bana anlatmaya başladı. Ömer Fahreddin Paşa diye bir Türk paşasından bahsediyordu. Ben de bu Osmanlı paşasını ve Medine müdafii olduğunu tarih kitabında okumuştum. Ata’mızın sağlığında Fahreddin Paşa için; “Adını tarihe altın harflerle yazdıran, ilk Türk komutanı” sözünü hatırladım. Dede, Arapça konuşuyor, Abdullah renkten renge giriyordu. Dede çok methediyordu Türkleri. Herkes hayranlıkla dinliyor, Abdullah bana utanırcasına bakıyordu. Sonra, Abdullah bana anlatmaya başladı. Meğer dede Ömer Fahreddin Paşa’nın askeriymiş. Dedenin anlattığına göre Araplar Fahreddin Paşa’nın kıymetini bilmemiş ve kandırılmış. Şerif Hüseyin’in peşinden gitmişler. Aklı selim Arapların ileri gelenlerinin de sözlerine itibar etmemişler. Bu ikiliği çıkaranlın da İngilizler olduğunu söylüyordu dede. Burada kışkırtma çıkarmada İngilizlerin amacı, önceden tespit edilen Arabistan petrollerinden istediklerini almaktı. Aynı İngilizler, büyük bir Arap İslam devleti kurdurmayı da vadederek Şeyh Hüseyin’i de Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Yemen, Katar, Bahreyn, Umman, Abu-Dabi, ve Kuveyt’i de içine alan büyük bir İslam devleti kurduracağız diye kandırmışlardı. Görüldüğü gibi isyancılar savaşı kazandıktan sonra, bu topraklarda tam on bir devlet kurdurmuşlar ve görüldüğü gibi de sömürmeye devam etmişler. Osmanlı İmparatorluğu’na gelince, zamanında Arap Yarımadası’nda kayda değer hiç bir varlık yoktu. Ne petrol, ne altın, ne de ticaret vardı. “Biz Araplar, Osmanlı’dan gelen unlarla ve buğdaylarla karnımızı doyurduk. Gün bulur gün yerdik.” diyen dede; “Biz Araplar, çölün vahşi bedevilerini de kandırarak Osmanlıya ihanet ettik.” diyor ve devam ediyordu; “Oysa Osmanlı aç ve muhtaçları arar bulur, Hazreti Ömer gibi adalet timsali yöneticilerin yaptığı gibi, sırtlarında yiyecek taşırlardı.” diye ilave ediyordu. Dede bunları anlatırken içleniyordu. “Osmanlılar burayı terk ettikten sonra, çöllerde elli bine yakın çöl bedevileri ve çocuklar açlıktan ölmüştür. Şerif Hüseyin, Osmanlı buradan gidince anladı kandırıldığını ama iş işten geçti. İngilizler ve Amerikalılar, Yahudileri başımıza bele ettiler ve petrollerimize el koydular, bütün Arapları param parça ederek küçük devletçikler hâline getirdiler. Oysa Osmanlı paşası, yaklaşık üç sene Ravzay’ı mutaharaya düşman ayağı bastırmadı. Biz Araplar, Osmanlı ve Fahreddin Paşa’nın hakkını ödeyemeyiz. Onlar, sahabe efendilerimiz gibi halkını düşünürlerdi. Türkler, İslama en çok hizmet eden millettir. Onun için onlara çok saygı duymak lazım.” diyerek sözlerini bitirdi ve Abdullah benden özür dileyerek kandırıldıklarını dedesinin bu konuşmalarından sonra kendisi de itiraf etti. Abdllah’a sordum; “Neden deden bu anlattıklarını sizlere daha önceden anlatmadı.” Abdullah, bana ilginç bir cevap verdi; “Şayet dedem, bunu böyle anlatsaydı bu gün bizim ailemiz asla olmazdı” dedi. Ben de; “Neden? ” diye sordum. “Osmanlı hakkında ve Fahreddin Paşa hakkında methedilen bir kelime söyleyeni, vatan haini ilan ederlerdi, yaşatmazlardı. Yine de dedem sıkı sıkı tembih etti. Bu konuştuklarımı başka yerde söylemeyin diye.” Ben de anlıyorum diyerek, Abdullah’a hak verdim. İşte Ömer Fahrettin Paşa, yıllar öncesinden benim gönlümü böylece fethetmişti. Bu duygularımı kaleme alarak vefa borcumu ödeyebildiysem ne mutlu bana. Yüce Yaradan’dan makamının cennet, dünyada bıraktığı o büyük ölümsüz şanını da şimdiki paşalarımıza da Allah’ın nasip ve ihsan eylemesi dileğiyle.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Murat Duman