Kalktığında, sabah olmuş, günün ilk ışıkları; odanın ovayı gören camından içeriye süzülmüştü. Kuşların seslerini duydu. Bahar gelmişti. Her ne kadar da romatizmasına iyi gelmese de, her baharda, yeniden içindeki yaşama sevinci bir kat daha artıyordu.
Yavaşça yatağından doğruldu. Birazcık oturdu yatakta. Ağrıyan, sağ dizini ovaladı. Yerinden kalktı; camın önüne geldi. Ovaya baktı. Her taraf yemyeşildi. Bahçedeki ağaçlar, çiçeklerini açmıştı. Bir süre seyretti. Camı açtı. İçeriye, tertemiz bir hava girdi. İçine çekti havayı. Buraya bağlayan tek şey belki de bu görüntüydü. Belki de kendini bu şekilde avutuyordu.
Yetmiş küsur yıllık hayatının sonunda, yine başa dönmüştü. Tek başına, yalnız bir yaşam. Oysa, bir zamanlar, çocuklarının şen şakrak sesleri, sevgili karısının, kadife yumuşaklığındaki sesi, onun omzuna dokunuşu… Hepsi mazi olmuş, tarihin tozlu raflarındaki yerini almıştı sanki. Ne çabuk geçmiş, ne olduğunu bile anlayamamıştı.
Şadıman Hanım’ ın ona sevgiyle bakan gözleri yoktu. Omzuna dokunan elleri de. Uzun bir uykuya yatmış, o uykudan kalktığında da, rüyasına giren kahramanlar; aniden kaybolmuş gibiydi. Aradan neredeyse beş yıl geçmesine rağmen, hala unutamıyordu onu.
Yarım düzine çocuğu vardı da… Varlığına vardı da, ona hayırları yoktu. Onlar da haklıydı. Çoğu zaman, onlara hak veriyor, kendine kızıyordu. Huysuzlaşmış, her şeyi sorun haline getirir olmuştu. Yalnızlıktan olsa gerek diyordu kendi kendine. Evini özlüyor, onun için öyle davranıyordu oysa. Bir türlü yalnız oturmayı becerememiş, onlara muhtaç olmuştu. Gittiğinde de, onların kendine uyum sağlamalarını istemişti.
Onların, yüzlerinde oluşan mimiklerinden anlıyordu istenmediğini, fazlalık olarak görüldüğünü. Oğullarının yanına gitse, gelinlerinin yüzünü gözetliyor; Kızlarının yanına gittiğinde de damatlarının yüzünü gözetliyordu. Sadece, onu oralara bağlayanlar torunlarıydı.
Herkes odasına çekildiğinde, odasında; derin düşüncelere dalıyor, bir an önce Şadıman’ a kavuşmak için yalvarıyordu Allah’ a. Yine, bu gecelerden birinde, kararını verdi. Kimseye yük olmayacak, yüz gözetlemeyecekti. Çocukları, ilk başlarda ona kırılacaklar, kızacaklardı. Sonra da unutup gideceklerdi. Bunu biliyordu.
Ertesi gün, evden çıktı. Sosyal Hizmetler Kurumuna gitti. Müracaatını yaptı. Eve döndü. Kimseye bir şey söylemedi. Ertesi gün evine gitti. İçindeki eşyalardan, Şadıman’ a ait olanlardan, en değerlileri seçti. Geri kalan eşyayı, ev ile birlikte sattı. Nasılsa, bir sürü evi vardı. Bütün çocuklarına yetecek kadar.
Bir hafta sonra, kabul edildiği bildirildi. Evde, herkes uyurken, hazırladığı valizini alarak, bir taksiye bindi ve kaldığı yere geldi. Odasını girer girmez, çok sevmişti. Hele o pencereyi…
Baş ucuna Şadıman’ ın resmini koydu. Onun, küçük ayaklı aynasını yerleştirdi. Camın önüne de, ölümünden bu yana her yere taşıdığı, mor menekşeyi, özenle yerleştirdi. Elleriyle, yapraklarını sevdi. Tıpkı Şadıman’ ı sever gibi.
“ Günaydın Ahmet Bey. Nereye daldın böyle. “
Kamil Bey’ in sesiyle kendine geldi. Can ciğer dostu Kamil. Kader arkadaşı, yoldaşı, sırdaşı…
“ Günaydın azizim. Dalmışım işte. Haydi! Kahvaltıya inelim dostum. Sonra da, biraz yürüyüş yaparız seninle. Dönüşte de, tavla! Bugün ben yeneceğim.
“ Zar ne derse o olur dostum “
Hülyalı GönülKayıt Tarihi : 30.4.2010 21:59:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Siz bu olanağı hakkıyla kullanan ve gözlemlerini özenle seçilmiş cümleler kurarak kağıda dökebilen nadir insanlardansınız Nermin Hanım kutlarım...sevgiler...
TÜM YORUMLAR (1)