Doğarken dünyaya her tatlı bebek
Yaklaşır yanına nur yüzlü melek;
Dikkati çekerek hesap gününe
Bir avuç zamanı koyar önüne...
Yegâne hazinen budur diyerek
Eğilir usulca, gülümseyerek;
Hayatî önemde konu fısıldar
Rahmân ve Rahîm'i; O'nu fısıldar!
Sevgiyle verilir gereken emek
Günbegün gelişir "minik kelebek"
Geceler zor geçer gün çabucaktan
An sayar inmeye dar salıncaktan
Meleğin yerini alsa da anne
Dudak bükmek için çoktur bahane
Cendere cezası(!) canını sıkar
Dar gelir kozası, kundaktan çıkar
Uzar mesafeler... büyür adımlar
Ne kırlar uzaktır... ne kaldırımlar ...
Göz kırpınca güneş, iner kucaktan
Ne koşmaktan bıkar, ne oyuncaktan
"Yavrum!" dendiğinde gözleri ışır
Darda kaldığında o'na danışır.
Annedir bebeğin başöğretmeni
Annedir, elinde tutan dümeni
Çocuk takviminde mevsim bahardır
Kar denen oyuncak(!) top için vardır
Saklambaç oynayıp, söylerken şarkı
Gençliğe yol verir feleğin çarkı
Gönül semasında aşkla tanışır!
Afallar aniden; aklı karışır...
Değişir dünyası, ağzında tat da
Ağrı zirve yapar her vukuatta
Aczini göstermek kastıyla kader
Kabına köz koyar, kalbine keder
Bazen, bir yudumluk bir vuslat için
İçine hicran da katar sevincin
Toprak haykırırken s/onu vaazda
Haz bulur, ikaza her itirazda
Gençliği saklarken yasaklı katta
Aynanın şamarı patlar suratta
"Hatırlar gibi"dir bir yerden, fakat
Hiç hesapta yoktur yediği tokat
İncinir gururu, sendeler birden...
Zorlanır kalkmakta düştüğü yerden
Duygular coştukça akıl yavaşlar
İşte yol ayrımı burada başlar!
"Bir Mâni" olmazsa savrulan gence
Sahne alır şeytan... başlar eğlence!..
Ufkun ötesine açarken kanat
Şer meziyet olur, arsızlık sanat
Nefsi her fırsatta dedikçe "şımar!"
Gafil, itaatten eşsiz tat umar
Mel'un nazarında her tuzak haktır
Ve... İnsan, ömürlük tek oyuncaktır!
Hadsiz heveslerden alırken neşe
Şahittir n/isyana her kuytu köşe
Kibirden payını verirken bıçak
Aslına uzaktır, ahtine kaçak
An artık metadır, hayat bir kumar!
Kul paramparçadır, akıl tarumar
Kâr sayar dizine gezdiği "muhit"
Bilmez ki şer muhit cürmüne şahit!
Sayarken saçına düşen akları
Zor çıkar kalan son basamakları
Ne ayna sır bilir, ne ecel hatır
Hakikat, kalpleri kötü kanatır!
Sarsar acımadan derin uykudan
Hayaller buz keser, titrer korkudan...
Tükenmek üzredir an denen nakit
Mevsim, o mevsimdir... vakit, o vakit!
Nisyanla maluldür dense de beşer
Hayatın sillesi öğretir ne şer...
Konuşur yelkovan, akrep ve saat
Konuşur kabirler; yer, gök, kâinat...
Haddini bildirip tendeki "ben"e
Kul, kulak kabartsa ses gelen yöne;
Görürdü; bir ibret kastıyla bazen
Üryan bir ağaca dokunur hazan
Kuruyan dallardan birer ikişer
Sararmış yapraklar çamura düşer...
Lisan-ı hâl ile, der ki; vakit dar!
Sinden de öteye bir yolculuk var!
Ne gençlik ebedî, ne çelik bilek
Göç vakti gelince olmaz ömre ek...
Ne lügat gerekir, ne lehçe, lisan
-Az akıl etse de düşünse insan-
Bazen bir karınca, bazen bir serçe
Haykırır gerçeği... konuşur bahçe!
Kaçışı olmayan sonu fısıldar
Müntakım olanı; O'nu fısıldar!
Müntakım olanı; O'nu fısıldar!
Mecit AktürkKayıt Tarihi : 3.1.2021 02:24:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
.HÜZÜN ÇEŞMESİ Şafak sökmüş, gün ışımaya başlamıştı. Lütfü Bey, bugün de sütlü kahvesini bitirmiş, tulumunu giymişti. Binayı çevreleyen geniş balkonda yine bir tur atarak usulca diğer kapısından girip, ağır ağır merdivenlerden aşağıya süzüldü. Zülbiye Hanım, sabah namazının ardından eşinin kahvesini hazırladıktan sonra bir süre daha dinlenme ihtiyacı hissettiğinden, uyanmaması için olabildiğince sessizdi. "Misafir işçi" olarak gittiği Almanya'dan döneli yirmi sene kadar olmuştu. Bir süre İstanbul'da yaşadıktan sonra yapamayacağını anlamış, yerleşmek için gürültüden uzak, havası güzel, yeşili bol bir muhit aramış, sonunda Yalova'da, Termal kaplıcalarına da yakın bir yerde, tam da gönlüne göre güzel bir arsa bulmuştu. Vakit geçirmeden inşaata başlamış, bir seneye yakın süre içinde de bitirmişti. Kolay olmamıştı tabi. Oldukça sert geçen kışın kar ve soğuğunda dahi inşaatın yanından ayrılamadığından, karşı komşusunun kullanılmayan tek göz odunluğuna serdiği bir yatak ve eski bir sobayla idare etmişti. Bu harabe kulübede günlerce hasta yatmış, çok sıkıntı çekmiş ama başarmıştı. Mutluluğuna diyecek yoktu. Etraf dağlık, sakin bir yerdi. Arada bir nükseden diz ağrılarını saymazsak iki büyük derdi vardı. Biri yalnızlık, diğeri ise, yazın gölgesine sığınıp serinlediği şu çınar ağaçları. Güz her kapıyı çaldığında dökülen bu yaprakları süpürmekten yorulmuş, lakin pes etmemişti. Temizlik konusunda çok titiz bir adamdı Lütfü Bey. Etraf düzenli, bakımlı, her şey yerli yerinde olmalıydı. Her sabah günün ilk ışıklarıyla başlayan temizlik kahvaltı ile bölünse de, genellikle öğlen vaktine kadar devam ederdi. Balkonun bir ucuna kurulu sandalyesine oturur, yaktığı bir sigaranın dumanları arasından uzaklara bakar... dalar giderdi. Çok teşebbüs etse de bırakamamıştı bu mereti... Dış kapıyı açtığında hafiften yağmur çiseliyordu. Son günlerde havalar hayli soğumuş, Eylül ayı kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. On adım kadar daha ilerledikten sonra merdiven altındaki emektar süpürgesini alarak demir bahçe kapısından sokağa indi. Etrafta kimsecikler görünmüyordu. Bu vakitlerde uzanıp giden ince dağ yolundan nadiren gelen bir kaç aracın motor homurtusu haricinde sükûtu bozan tek şey kuşların cıvıltısıydı. O gün yine bir yandan binasının önünü süpürüyor, bir yandan da muhtemelen yarım kalan hayallerine hayıflanıyordu. Her şeyi düşünmüştü de, bu koca binada yapayalnız kalabileceklerini hiç hesaba katmamıştı. Tahmin edebilse o kadar uğraşıp dört katlı koca bir bina yapmazdı elbet. Planına göre dört evladı da bulundukları yerlerden gelecekler, kendileri için özenle hazırlanmış daireleri şenlendirecekler, ailece neşe ve huzur içinde yaşayacaklardı. Oysa aradan geçen onca zamana rağmen, tatiller haricinde ne gelen vardı... ne giden. Kader, hayallerin üzerine kalınca kara bir çizgi çekmiş, düşlerini kâbusa çevirmişti. Yalnızlık iliklerine işliyordu. Lakin, yapacak bir şey yoktu. Pişmanlık için çok geç, "keşke"ler anlamsızdı. Tevekkül etmeliydi, sabretmeliydi. Ediyordu da zaten... Düşüncelerini bölen, hafta arası her gün evin önünden geçen, DSİ'de görevli iki üç memurla, birkaç işçiden ibaretti. Bugün de öyle olmuştu. Hacı Amcanın çalışkanlığına gıpta ediyor, geçerken takılmadan duramıyorlardı. Her selamın ardından illâ ki tebessüme sebep kısa bir sohbet olurdu. Tanıyan herkes Hacı Amcasını çok severdi. Mahalle çocuklarının kalbinde bile ayrı bir yeri vardı. Minik ellerini öpüp alnına götürmesi çok hoşlarına gidiyordu. Adı "El öpen amca"ya çıkmıştı. İçtendi. Misafirperverdi. Evde yemek olup olmadığına bakmaz, yoldan geçerken selam veren herkesi sofraya davet ederdi. Zülbiye Hanım eşinin bu huyunu bildiğinden, pek hazırlıksız yakalanmaz, „yarım elma gönül alma“ babından da olsa sofrayı donatır, lokmalarını bölüşürlerdi... Yapraklar toplanıp binanın önü temizlenmiş, güneşin ilk şuaları şehri ısıtmaya başlamıştı. Lütfü Bey, nedense bugün her zamankinden daha durgundu. Biraz da baş ağrısı vardı. "Tansiyondur yine" diye geçirdi içinden. Tam eve yönelmişti ki, büyük bir gürültüyle irkildi. Uzaklardan gelen bir Kangal köpeği az ötede komşusu Fatma Hanımın bekçi köpeği Duman'ı altına almış, adeta parçalıyordu. --- Yetişiiin... yetişiin! Oysa tek tük evlerin bulunduğu bu mahallede etrafta Lütfü Beyden başka kimsecikler yoktu. Lütfü Bey yaşından beklenmeyen bir çeviklikle koşup, süpürge sapıyla müdahele etse de, hayli geç kalmıştı. Kangal köpeğinin açtığı yaralar oldukça derindi. Duman, hayli hırpalanmış, perişan bir halde topallaya topallaya gözden kaybolmuştu. Gururlu bir köpekti. İşaretlediği bölgesini ölümüne savunur, kendinden iri ve güçlü köpeklere kafa tutardı. Her sabah bu vakitlerde zincirden çözülür, ihtiyacını görsün diye dışarı salınırdı. Son zamanlarda uzaklardan getirilip, gizlice mahalleye bırakılan başıboş köpekler rahatsızlık verse de, şikâyetler yetkililer tarafından dikkate alınmıyordu. Bu dalaşma ne ilkti, belli ki ne de son olacaktı. Lakin, bu kez yaraları ağır, kan kaybı fazlaydı. Mağlubiyetin utancından olsa gerek, çağırmalara aldırış etmemiş, kulübesine dönmemişti. Fatma Hanım iki gözü iki çeşme ağlayarak geri geldi. Gün içinde geri geleceğini umuyor, yaralarının yine iyileşeceğine inanıyordu. Daha doğrusu buna inanmak istiyordu... Lütfü Bey, süpürgesini yerine koyduktan sonra kapıları ardından yeniden kilitleyip dairesine çıktı. Her gün olduğu gibi iş giysilerini yine merdiven başında soyunup lavaboya yöneldi. Zülbiye Hanım da çoktan uyanmış, mutfakta kahvaltı hazırlamakla meşguldü. Aniden bir inilti ile irkildi. Çaydanlığı yeniden ocağa bırakıp hızlı adımlarla sesin geldiği yatak odasına ulaştığında Lütfü Bey iç çamaşırları içinde yere yığılmış, gözleri kaymıştı. Kendinden geçmek üzereydi. Vücudu, döktüğü soğuk terden sırılsıklam olmuştu. "Hacı" diye hitap ederdi kendisine Zülbiye Hanım. "Hacı!" dedi yalvarırcasına; "Elini sırtıma koy, seni banyoya götüreyim, ne olursun kendini bırakma!" Narin bedeni bu koca cüsseyi taşıyamazdı ki! Lütfü Bey anlamış olsa gerek ki, söyleneni yaparak az ötedeki tuvalete kadar birlikte adeta süründüler. Oraya kadardı. Lütfü Bey kendinden geçmiş, bayılmıştı. Telaş içindeydi Zülbiye Hanım. Nasıl olmasın ki? Daha önce hiç böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Aklına komşusunu aramak geldi hemen. Titrek parmaklarıyla adres defterini karıştırıp bulduğu numarayı çevirdi. ---- İshak Abiiii, n'olur yetişin, Hacıya bir şey oldu! Hacıya bir şey oldu! Ancak bu kadar diyebilmişti. Gerisini getiremeden ahizeyi bırakıp eşinin yanına koştu. Nefes alıp veriyor, ancak sesi çıkmıyordu. Zülbiye Hanımın gözlerinden yaşlar süzülürken, bir yandan da kuru bir havlu ile terini siliyordu. İshak Bey bu civarda en güvenilen aile dostuydu. Durumun ciddiyetini anlamıştı, yetişkin çocuklarını da alıp çok geçmeden eve gelmişlerdi. Bu arada Zülbiye Hanım yerde hareketsiz yatan eşinin üşümemesi için giyindirmeye çalışmış, başaramayınca da üzerini bir battaniye ile örtmüştü. Dizleri üzerinde, terini silmeye devam ederken, bir yandan da -belki duyar ümidiyle- teselli etmeye çalışıyordu. Kendisini ilk kez bu kadar yalnız ve çaresiz hissediyordu… İshak Bey, gelirken ilk yardımı aramış, bu arada Lütfü Beyin Ankara'daki büyük oğlu İbrahim Beyi de durumdan haberdar etmişti. Çok geçmeden ambulansın sireni acı acı çalarak eve doğru yaklaştı. Zülbiye Hanım o telaş içinde ne yaptığını, ne yapması gerektiğini bilecek durumda değildi. İshak Bey gelenleri karşılayarak hemen Lütfü Beyin yanına getirdi. İlk müdahele yapılırken, bir yandan da Zülbiye Hanıma hazırlanmasını, birlikte hastaneye gideceklerini söyledi. Gürültüye komşular da kapıya yığılmış, endişeli bakışlarla olan biteni anlamaya çalışıyorlardı. ---- Hayırdır! Ne oldu İshak Abi? ---- Hacı amca bu sabah aniden fenalaşmış. Geldiğimde baygın haldeydi. Durumu hiç iyi görünmüyor. Hastaneye götürüyoruz. Çok duaya ihtiyacımız var. İnşallah sağlığına yeniden kavuşur. Lütfü Bey bir ara gözlerini açmış, Zülbiye Hanımın elini sımsıkı tutuyor, lakin ne konuşabiliyor, ne de söylenenlere tepki verebiliyordu. Acele ile tüm kapıları kapatarak en yakın hastanenin yolunu tuttular. Zülbiye Hanım eşinin başucunda sürekli dua ediyor, elini bırakmıyordu... Ambulans yolu yarıladığında İshak Beyin telefonu çalmaya başladı. Arayan İbrahim Beydi; --- İshak Abi, az önce hastane yetkilileriyle görüştüm. Hiç vakit kaybetmeden İstanbul'daki GATA'ya götürecekler. Babamın tansiyon problemi vardı. Beyin kanaması geçirmiş olabilir. --- Haberleri varsa mesele yok. Hiç endişe etmeyin İbrahim Bey, ben de birlikte gideceğim. Ambulans hastaneden içeri girer girmez süratle ilk tetkikler tamamlanmış, tahmin edildiği gibi, beyin kanaması teşhisi ile hemen ameliyata alınmıştı. İbrahim Bey aceleyle Ankara'dan yola çıkmış, bir an önce hastaneye yetişmeye çalışıyordu. Yollar her zamankinden uzun, tükenmek bilmiyor gibiydi. Bu arada, İstanbul'daki kız kardeşini aramış, hastaneye gitmesini tembihlemişti. İbrahim Bey öğlene doğru hastaneye vardığında ter içinde kalmıştı. Önce annesinin yanına koştu. Kardeşi Aynur Hanım da oradaydı. Annesine sarılarak teselli etmeye çalıştı. Arada bir yanaklarını öpüyor, sırtını okşuyordu. Bir süre sonra doktorla görüşmek için oradan ayrıldı. Ameliyat henüz bitmişti. Fakat haberler hiç de iyi değildi. "Kurtulması mucizelere kalmıştı". Odasına girdiğinde bir ara gözlerini aralamış, İbrahim Beyin gözlerine sabitlenen sevgi dolu anlamlı bakışlarıyla adeta "Anneniz size emanet!" der gibiydi. Bu, hayli çileli geçen ömründe hayata son bakışıydı. Ardından, kapanan gözleri bir daha hiç açılmayacaktı... Beyin kanaması, sonuçları önceden kestirilemeyen zor bir vakaydı. Yapılacak şey belliydi; Dua ve sabır! Bir de acilen kalabilecek bir yer ayarlanması gerekiyordu tabi. Aynur Hanım, hastaneye bir saat mesafede, küçük sayılabilecek bir evde ikâmet ediyordu. Uzak olmasına rağmen, ne kadar süreceği belli olmayan bu sıkıntılı durumda evde kalmak, otel odasında kalmaktan daha iyiydi. Abisini ikna etmek zor olmamıştı. Her sabah yeşeren umutlar akşam yerini endişeye bırakıyordu. İbrahim Bey, İstanbul'a gelirken Almanya'daki kardeşlerini de haberdar etmiş, -gelişmelere göre- gelmeleri gerekebileceğini, hazırlık yapmalarını belirtmişti. Komada geçen on uzun günün sonunda uykusuzluktan çehreleri solgun, yorgun ve hayli perişandılar. O gün, annesini ve kardeşlerini evde bırakan İbrahim Bey, hastaneye geldiğinde koridorda Lütfü Beyin odasından çıkan doktorla karşılaştı. Doktor, hemen sağ taraftaki odasını işaretle "buyur" ederek birlikte içeri girdiler. Hâl ve bakışlarından bir olağanüstülük sezmişti İbrahim Bey. Sebebini tahmin etmiş, lakin kabullenmek istemiyordu. Kendisine gösterilen koltuğa yığılırcasına oturduktan sonra doktor hayli üzgün bir ses tonuyla; --- Lütfü amcamızı kaybettik maalesef. Başınız sağolsun. Eli İbrahim Beyin omuzundaydı. İşittiği cümleler beyninde yankılanıyor, başı uğulduyordu. Gözleri buğulanmış, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. İkram edilen suyu içtikten sonra babasını son bir kez görmek istediğini belirtti. Birlikte morga giderlerken ayakta güçlükle duruyordu. Metanetli olmak zorundaydı. Ailenin sorumluluğu artık onun omuzlarındaydı. On dakika kadar sonra morgdan çıktığında doktor kapıda kendisini bekliyordu. Yapılması gereken işlemler konuşulduktan sonra İbrahim Bey yıkılmış vaziyette eve doğru yola koyuldu... Vardığında hemen yukarı çıkmamıştı. Kapının önünde bir süre dalgın dalgın gezinip durmuş, özellikle de annesine bu acı haberi nasıl vereceğini düşünüyordu. Zili çaldığında kapıyı kardeşi Kadri Bey açmıştı. Doktor ve ağabeyi ile yapılan konuşmalardan, babalarının sağlık durumunun umut verici olmadığını sezerek, ağabeyi Metin Beyle, ikamet ettikleri Berlin'den gelmişlerdi. Bu arada Metin Bey de kapıya yönelmiş, ağabeyinin kızaran gözlerinden tutundukları son umut dalının da kırıldığını anlamıştı. Zülbiye Hanım son günlerin yorgunluğuna yenik düşmüş, yan odada uyuyordu. "Gelin!" dedi sessizce kardeşlerine. Birlikte dar koridorun sonundaki odaya girdiler, kapıyı kapattılar. İbrahim Beyin dudakları titriyor, bir türlü söze başlayamıyordu. Bir şey söylemesine gerek de kalmamıştı zaten. Hıçkırıklar yükselmeye başladığında İbrahim Bey müdahele etme gereği duydu. Annelerinin yanında metin olmalarını, daha fazla üzülmemesi için teselli etmelerini sıkı sıkıya tembihledi. Sakinleşene kadar beklemelerini belirtip odadan çıktığında annesi ile karşılaştı. Sese uyanmış, durumu anlamıştı. Metanetini korumaya çalışsa da, kolay olmuyordu. Yanağından süzülen gözyaşlarını örtüsünün ucuyla siliyor, İbrahim Beye yaslanarak destek almaya çalışıyordu. Kolay değildi tabi. Yaklaşık elli senelik bir birliktelik nihayet bulmuş; hayatını paylaştığı, lokmasını bölüştüğü, sitemine alıştığı eşi kendisine veda etmişti. Keşke basit sebeplerden olay çıkarıp kızsaydı... Küseydi yine... Naz etseydi. Gitmeseydi yeter ki... Acı haber tez duyulurdu. Çok geçmeden akraba ve dostların da vefattan haberi olmuş, bir gün sonra herkes hastaneye akın etmişti. Son senelerini Yalova'da geçirse de İstanbul'da önceden oturduğu muhitteki aile kabristanına defnedilmesini vasiyet etmişti. Semtin en eski esnaflarından ve yakın dostlarından fotoğrafçı Emrullah mezar işini üstlenmiş, çalışmalara ön ayak olmuştu. Mezar yeri oldukça sert bir zemine denk geldiğinden, çalışanlar kan ter içinde kalmıştı. Bu arada Lütfü Beyin naaşı yıkanmış, kefenlenmişti. Gasilhaneden çıktıklarında Metin Beyin gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Cenaze arabası Sanayi Mahallesi'nin Merkez Camiine vardığında öğlen ezanı okunuyordu... Sanayi Mahallesi, zenginlerin gözde semtleri Etiler ve Levent'e çok yakın olmakla birlikte, yetmişli yıllarda henüz imar ve iskâna açılmamış, halk arasında varoş tabir edilen bir muhitti. En yükseği üç katlı, çoğunlukla gecekondulardan oluşan bir kaç mahallesi vardı. Çevredeki Çeliktepe, Gültepe gibi semtlere nisbeten henüz gelişmemiş sayılırdı. Lütfü Bey iki katlı bu gecekonduyu yaparken hayli sıkıntı çekmiş, yüklüce bir borca girmişti. Ödemede zorlanınca, Misafir İşçi statüsünde Almanya'ya gidebilmek için müracaatta bulunmuş, olumlu haber geldiğinde çok sevinmişti. Konsolosluk yetkilileri, sadece imtihana tabi tutmakla kalmamış, sağlık taramasından geçirirken dişlerine kadar kontrol etmişlerdi. Geçimini sağlamak için binlerce kilometre ötelere, "yaban elleri"ne gitmek zorunda kalan Lütfü Bey, ihtiyacı olan parayı biriktirir biriktirmez geri dönecekti. Oysa gurbet, mahiyeti bilinmeyen bir "Kara Delik" gibiydi. İçine giren kayboluyor, çıkışı bulanlar ise yılların çehreye bıraktığı nakışlardan, ağaran saçlardan tanınmaz hâle geliyordu. Lütfü Bey de ömrünün en güzel senelerini gurbette geçirmişti. Gidişinin daha ikinci senesinde elim bir trafik kazası geçirmiş, yerel basına da haber olmuştu. Haftalarca komada kalmış, ameliyatların ardından, kırılan çene kemiği ve dişlerinin tedavisi de aylarca devam etmişti. Kesin dönüş yaptığında hiç bir şey eskisi gibi değildi tabi. Bunda yadırganacak bir durum da yoktu aslında. Ama, gördüğü manzara umduğunun ötesinde şaşırtıcı, ondan da öte; üzücüydü. "Vatanım" dediği topraklar… İnsanlar… Komşular... Giderken bıraktığı o sessiz, sakin muhit seneler içinde sürekli göç almış, gürültü had safhaya ulaşmıştı. Gecekonduların yerinde on, on iki katlı binalar, az ötesinde gökdelenler, Avrupai markaların şubeleri vardı. "Var"ların çok olduğu sevgili semtinde, yokluğunu hissettiği ne varsa içini sızlatıyordu; dostluklar… Komşuluklar… Samimiyet… Huzur! Hele de kadim dostları. Ne -muziplik olsun diye- balkona kuruması için asılı halısını alıp gizleyen İnegöllü keresteci Mahmut vardı, ne de kıtlık ve karaborsanın hüküm sürdüğü senelerde geride bıraktığı ailesine büyük boy yağları, kesme şekerleri, Aygaz tüpleri tedarik eden bakkal Salih Efendi. Çoroş Niyazi, Gudu Bayram, Pala Memmed... Daha niceleri. Kimi bozulan düzene dayanamayıp çekip gitmiş, çoğu da rahmetli olmuştu. Lütfü Bey de Yalova'ya o yüzden gitmemiş miydi... Dönmemek üzere... Kaçarcasına! Metin Bey, öğleyi müteakip musallaya yaklaşırken uzun zamandır göremediği, görüşemediği akraba ve dostları da cenaze namazı için saf tutmuştu. Kılınan namazın ardından akrabaların ve çocuklarının omuzlarında mezara taşındı Lütfü Bey. Yapılan duaların ardından herkes dağılmış, en sona Metin Bey kalmıştı. Ailenin belki de en duygusal bireyiydi. Ayrılmak zor geliyordu. Babasının asabiyetinden sayısız kereler nasibini alsa da kırılmamış, kin gütmemişti. Yedikleri her dayaktan sonra gittikleri dondurmacı, Metin Beyin nezdinde babasının pişmanlığının ifadesi, özür mahiyetindeydi. Babasının sorumlusu olmadığı cehaleti affedilmeye değer bir mazeretti nazarında. Bir tokatla babanın, bir kulak çekmeye annenin satılmadığı devrin adamıydı Metin Bey. Saygıda asla kusur etmemiş, sevgisi hiç eksilmemişti. Mezarın başucunda toprağı okşarken, dudaklarının hareketinden dua ettiği anlaşılıyordu. Eksikliğini ilk fark eden İbrahim Bey olmuş, geri dönmüştü. Kardeşinin koluna girerek birlikte araca doğru ilerlediler... Vefalı dostları cenaze namazından sonra da İbrahim Beyi yalnız bırakmamışlardı. Bunlardan biri de elli yıllık çocukluk arkadaşı Tamer'di. Yalova'ya kadar refakat etmekle kalmamış, gelirken tedarik ettiği yiyecekleri de beraberinde getirmişti. Yalova'ya vardıklarında hava çoktan kararmıştı. Binanın buz gibi oluşu sadece sonbaharın soğuğundan kaynaklanmıyordu. Zülbiye Hanım hiç vakit geçirmeden bir kova dolusu odunla sobayı tutuşturdu. Ev müsait olmasına rağmen, birlikte yenen yemeğin ardından misafirler izin isteyerek, gecenin geç vaktinde yeniden İstanbul'a hareket ettiler... Dört kardeş annelerini yatırdıktan sonra da hemen uyuyamamışlardı. Kadri Beyle Aynur Hanımın durumları uzun süre kalmaya müsait olmadığından, yapılması gerekenlerin bir an önce konuşulmasında fayda vardı. En öncelikli mesele de, annelerinin nerede ve kiminle kalacağıydı. Koca binada tek başına yaşaması mümkün olamazdı. Her biri sırayla söz alarak düşüncelerini söyledi. Herkes annesine bakmayı arzu ediyor, ancak hiç biri Yalova'ya yerleşmek istemiyordu. Herkesin kendine göre haklı sebebi, gerekçeleri vardı. Başka çare olmadığı anlaşılınca, Metin Beyin teklifi kabul edilerek Zülbiye Hanımın Berlin'e götürülmesine karar verildi... Vakit gece yarısını çoktan geçmiş, sabah ezanı okunmak üzereydi. Kardeşler dinlenmeye çekilirken, Metin Bey namaz vaktine kadar Kur'an okudu. Dualar etti. Namazdan sonra ise artık göz kapaklarına yenik düşmüş, koltuğun üzerinde uyuyakalmıştı. Saatler sonra oturma odasından gelen sesler üzerine uyandığında vakit öğleye yaklaşmış, kardeşleri Yalova'dan ayrılmışlardı. Kapı aralığından annesinin komşu Fatma Hanımla sohbet ettiğini gördü. Rahatsız etmemek için arka kapıdan balkona çıktı. Seracı İshakların Kangal köpeği yine salıverilmiş, bir kaç gün önce onmaz yaralar verdiği Duman'ı aşağılarcasına, bölgesindeki ağaçlara iz bırakıyor, sahipleniyordu. "Belli ki Duman yakınlarda değil, olsaydı yine ölümüne buna müsaade etmezdi" diye içinden geçirdi Metin Bey. Az daha ilerleyip, boynunu uzatınca yanıldığını anladı. Duman, Kangal köpeğinin üç-dört adım arkasından aksayarak ilerliyor, sesini çıkarmıyordu. Duman gibi onurlu bir köpek için hazmı kolay bir durum değildi bu. Ya yeterince ağaç dibi mühürlenmiş, ya da "mürekkep" bitmiş olacak ki, Kangal on adım kadar ötede yola uzanmıştı. Öyle pek gidecek gibi de görünmüyordu. Duman, belalısını bir süre daha hareketsiz şekilde izledikten sonra, bahçe kapısından girerek kulübesine doğru gözden kayboldu. Metin Bey odaya girdiğinde Fatma Hanım da gitmek üzereydi. Annesi ile birlikte komşularını kapıya kadar uğurladıktan sonra geriye döndüler. Sofrayı kurmak üzere mutfağa daha yeni girmişlerdi ki, Fatma Hanımın çığlığı ile irkildiler. Gerçi kaz ve tavukları kümeslerine sokarken çıkardığı gürültüsüne alışmışlardı, ancak, bu bağırtı öncekilerine pek benzemiyordu. Hemen balkona koştular. Kangal henüz sokaktan gitmemiş, lakin korktukları gibi yeni bir köpek dalaşı da yoktu. Metin Bey Fatma Hanıma sesleniyor, bir türlü cevap alamıyordu. Aceleyle ayağına bir çift terlik geçirip karşı komşuya koşuşturduğunda kulübesinin önünde Duman'ın cansız bedenini gördü. Fatma Hanım feryadı bırakmış, dizlerinin üzerinde sessizce ağlıyordu. Bir insan ailesinden birini kaybetse ancak bu kadar üzülebilirdi. Müteakip günlerde de işe başlarken her sabah gözleri şiş, akşam evine dönerken ise ağlamaklıydı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Bu durum yaklaşık bir hafta kadar böyle devam etmişti. Aldığı yaralara ve kan kaybına bir de aşağılanmak eklenince daha fazla dayanamamıştı Duman muhtemelen. ... Evde, Lütfü Beyden geriye kalan o derin boşluk ve eksiklik anbean hissediliyordu. Hiç bu kadar garip kalmamıştı bu bina. Havaların günden güne daha da soğuması, bir an önce Berlin'e gitmelerini gerektiğini gösteriyordu. Hem geniş aile ortamında Zülbiye Hanım bu zor günleri buraya nisbeten daha kolay atlatabilirdi. İşlemlerin tamamlanması üç hafta kadar sürmüş, vizenin hallinden sonra biletler de alınmıştı. Berlin'e gitmeden önce annesinin de yardımıyla binayı terastan zemin kata kadar yıkayıp, iyice temizlediler. Komşular, yapılan hazırlıktan durumu anlamış, imkânı olanlar yardıma gelmişlerdi. Çok sevdikleri komşularından ayrılık hüzün verse de, yalnız kalmayacağını bilmenin mutluluğu vardı. Karşılıklı iyi temenniler ve dualar arasında taxi hareket etmişti. Feribotla İstanbul'a geçerken de, havaalanına giderken de derin bir sessizlik vardı. Belli etmemeye çalışsa da; evinden, yuvasından ayrılık Zülbiye Hanıma zor gelmişti. Yolculuk tahmin edilenden uzun sürmüş, uçağa son anda yetişebilmiştiler... Vardıklarında Berlin’de akşam üzeriydi. Önceden haber verdiği için Metin Beyin büyük oğlu Ahmet karşılamaya gelmişti. Babaannesinin, babasının boynuna sarılıp valizin birini aldı. Sıradaki taxinin bagajına eşyaları da yükleyip birlikte eve hareket ettiler. Oturdukları yer havaalanına yakın mesafedeydi. On beş dakika içinde eve vardıklarında Berrin Hanım da yemekleri hazırlamış, sofrayı kuruyordu. Gelenleri kapıda karşılayıp kayınvalidesinin boynuna sarıldığında duygularına yenik düşmüş, gözleri nemlenmişti. Çok hassas yürekliydi. --- Anneciğim başımız sağolsun, Allah rahmet eylesin. --- Sağol kızım. Allah razı olsun. Pardesüsünü çıkarmasına yardım etti. Yol boyunca pek bir şey yenmemişti. Zaruret haricinde kimse konuşmuyor, konuşamıyordu. Yemek bittikten sonra birlikte oturma odasına geçtiler. Zülbiye Hanımın odası önceden itinayla düzenlenmiş, yeni giysiler alınmıştı. Metin Bey de, ilk günlerin garipliği geçene kadar annesi ile aynı odada kalmaya karar vermişti. Üçlü kanepe de kendisi için hazırlandı. Nisbeten sessiz ve sakin geçen ilk günlerin ardından, biraz da çocukların muzipliğinden olsa gerek, evin kasvetli havası dağılmış, Zülbiye Hanım da suskunluğunu bozmuştu. Birlikte sohbetler ediliyor, yürüyüşler yapılıyor, ağız tadıyla yemekler yeniyordu. Bunda Berrin Hanımın içten gelen ilgi ve gayretinin payı büyüktü elbet. Berrin Hanım okumaya çok hevesli, hafızası çok güçlü bir kadındı. Öğrendiklerini kolay kolay unutmazdı. Ailesinin ilgisizliğine biraz da ihmalkârlık eklenince, çok arzu ettiği halde okula devam edememiş; evlilik, ev işleri, çocukların eğitimi derken bu özlemini bir türlü gerçekleştirememişti. Nihayet, yıllar sonra da olsa, eşinin teşviki ve desteğiyle çok arzu ettiği Tamamlayıcı Tıp Bölümü’ne kaydını yaptırarak, Akupunktur, Hacamat ve Sülük tedavisi derslerine devam ediyordu. Berrin Hanım öğrenmekten büyük mutluluk duyuyor, yorgunluğu umursamaz görünüyordu. Günden güne şekillenen idealleri vardı. Mesleğini öğrenip, diplomasını aldıktan sonra, açacağı muayenehanesinde ekonomik durumu iyi olmayanları ücretsiz tedavi edecek, seminerler verecekti. Ailesine, topluma, ihtiyaç duyan insanlara elinden geldiğince faydalı olabilmenin hayalini kuruyordu. Bu yoğunluk arasında, Alzheimer teşhisi koyulan annesinin bakımı da ona kalmıştı. Hastalık, henüz başlangıç aşamasındaydı. Yaşlılık ve aşırı kilolar sebebiyle, asansörsüz binada üçüncü kata çıkmak iyice zorlaşınca, Metin Bey diğer çocuklarının yardımcı olabileceğini düşünmüş, düşüncesini onlarla da paylaşmıştı. Herkesin halletmekle yükümlü olduğu işleri, sorumlulukları vardı elbet. Ancak, söz konusu anne olduğunda herkesin özveride bulunması gerekiyordu. En çok da kayınbiraderi Mansur Beye güveniyordu. “Genişçe bir eve taşınarak anneni yanınıza almanız en makul çözüm. Emekli maaşı ile dul aylığını bütçenize katar, gül gibi geçinirsiniz. Taşınmanıza ben de yardım ederim.” Dediğinde; "Annem öldüğünde evin kirasını ödeyemem, taşınacak kirası uygun bir ev de bulamazsam zor durumda kalırım." Demiş, rengini belli etmişti. Her türlü bahaneyi beklemişti de, bu kadarını tahmin edememişti. Her iki baldız da iş durumlarını gerekçe gösterince söylenecek bir şey kalmamıştı. Eve yüz metre mesafede zemin katta, bahçeli, iki odalı güzel bir daire tutularak gerekli ihtiyaçları tedarik edilmişti. Bu arada ortopedik yatak ile masaj koltuğu da unutulmamıştı. İlk aylarda Berrin Hanım geceleri annesi ile kalmış, yedi ay kadar sonra da üniversiteye giden büyük oğlu Ahmet görevi devralmıştı. Çare olarak görülen bu durumun ne büyük bir hata olduğu ancak seneler sonra, çocukların psikolojileri bozulduğunda anlaşılacaktı... Aile bölünmüş, işler daha da zorlaşmıştı. Her şeye rağmen, Berrin Hanım neşesini kaybetmiyor, hayata hep olumlu tarafından bakmaya çalışıyordu. Başarıyordu da... Derslerinin yoğunluğuna rağmen, en ufak bir bezginlik belirtisi göstermeden, büyük bir sabırla annesinin de, kayınvalidesinin de mutlu olması için elinden geleni yapıyordu. Yoruluyordu tabi... ... On beş dakikalık yürüme mesafesinde genişçe bir parkın olması büyük şanstı. Havaların durumuna göre, Metin Bey hemen her gün annesini gezmeye çıkarıyor, hareketsiz kalmamasına dikkat ediyordu. Zülbiye Hanım evde kaldığı sürelerde ibadet ederek, Kur'an okuyarak vaktini değerlendiriyordu. En mutlu olduğu anlar ise; mısır gevreği, dilimlenmiş meyvalar eşliğinde computer odasında izlediği Hz. Yusuf dizisiydi. Çok arzu etse de; aşırı sigara içtiğinden, Pakize Hanımı ziyaretten pek hoşlanmıyordu. … İstemeyerek de olsa, bu akşam yine Pakize Hanıma misafir olmuşlardı. Daha girişten itibaren kesif bir nikotin kokusu hissediliyordu. Mizacı uygun olmasa da, Zülbiye Hanım kapıdan girerken kararını vermişti. Pakize Hanımı bu sigaradan vazgeçirecekti. Daha doğrusu, kolay ikna edebileceğini sanıyordu. Dumanın yoğunlaştığı, sohbetin dem aldığı bir anda; --- Neden şu sigarayı bırakmıyorsun Pakize Hanım? Üstelik sağlığına da çok zararlı! Eyvah ki ne eyvah! Yanlış kişiye, çok yanlış bir soru sormuştu. Her şeyine karıştırırdı da, Pakize Hanım sigarasına laf ettirmezdi. Asabiydi de! Sözünü hiç esirgemezdi. Çehresi değişmiş, bakışları sertleşmişti. Başkası olsa ağzına gelen, dilinden çoktan dökülmüştü. Hayret! Bu kez öyle olmamıştı. Ama, damarına basıldığı belliydi. Konuşacaktı da, nereden, nasıl başlamalıydı? Sigarasını göstererek; --- Bu benim arkadaşım. Bırakmam, ölsem de bırakmayacağım! Konuşurken gözleri yuvalarından çıkacak gibi hiddetliydi. Pakize Hanım, altmışlı yıllarda Almanya'ya gelen ilk nesil gurbetçilerdendi. Eşiyle beraber yaptıkları müracaatta öncelik ona verilmiş, gelirken ardında eşini ve küçük bebeğini bırakmak zorunda kalmıştı. Sigaraya başlamasının tek sebebi de o günkü hayat şartlarının zorluğu ve yalnızlığıydı. Dilini bilmediği, kültürüne yabancı insanlar arasında genç bir kadın olarak yaşam mücadelesi vermek bugünkü kadar kolay değildi tabi. Zaman içinde ailece bir arada yaşama imkânı bulsalar da, birikimlerini doğru değerlendiremedikleri için bir türlü rahat yüzü görememişlerdi. Yıllarca güneş görmeyen, bakımsız, iki odalı küçük bir dairede beş, bazen altı kişi birlikte yaşamak zorunda kalmışlardı. Aile bütçesine katkı amacıyla Pakize Hanım da değişik fabrikalarda, bazen de temizlik işlerinde çalışmış, eşinin anlamadığı işlere girişmesi sebebiyle, para biriktirmek bir yana, borca dahi girmişlerdi. Evlenip evden ayrılan çocuğu kendisini kurtarmış sayıyordu. Doksanlı yılların başında dördü de evlenip, kendi yuvalarını kurunca, Türkiye'ye kesin dönüş yaptıklarında, yerleştikleri Adapazarı'nda yeni bir hayat kurmak için artık çok geçti. Her fırsatta dile getirdiği zor hayat şartlarını, acıları, sıkıntıları unutamıyor, hatırladıkça da o günleri yeniden yasarcasına öfkeleniyordu. Onunda sayısız "keşke"leri, ve "eyvah"ları vardı. Saygısı öfkesinden baskın çıkmış, Zülbiye Hanımı incitecek bir söz söylememişti. Sigarasından derin bir nefes daha aldı... daldı, gitti. Sohbetin tadı bozulmuştu. Zülbiye Hanım gereken dersi almış, bu arada alınmıştı. Hiç bir mazeret sağlığa zararlı kötü bir alışkanlığa dayanak olamazdı… Olmamalıydı! Yalvarsalar, yine de tekrar gelmeyi düşünmüyordu. Nitekim, Türkiye'ye dönerken dahi vedalaşma gereği duymamıştı. … Zaman geçtikçe Berlin'e alışır diye düşünmüşlerdi. Oysa herkesin tüm gayretine rağmen, Yalova'yı unutturmak mümkün olmamıştı... Olacak gibi de görünmüyordu. Almanya'da sürekli kalma düşüncesi hiç işine gelmiyordu Zülbiye Hanımın. "İlle de Yalova" diyor, başka bir şey demiyordu. O'na göre "İnsanın evi gibi yok"tu. Israr ve yalvarmalar sonuç vermeyince üçüncü ayın bitiminde Metin Bey annesini yeniden Yalova'ya götürmekten başka çaresi olmadığını anlamıştı. Akşam eve elinde biletler ile geldiğinde Zülbiye Hanımın gözlerinin içi gülüyordu. İki gün sonra "yuvam" dediği evine dönebilecekti. Ertesi gün, bu kez babaannesini gezdirme sırası ortanca torundaydı. Yunus, annesinin omzuna yerleştirdiği sırt çantasında ne olduğunu dahi sorma gereği duymamıştı. Her zamanki gibi; bir termos dolusu çay, nefis bir kaç dilim börek, sandviç, dilimlenmiş elma, biraz kuruyemiş, bir kaç dilim de havuçtu muhtemelen. Şayet şansı yaver giderse bir tane de çikolata! Yükten ziyade umut taşır gibiydi. Desteğe gerek duymasa da, babaannesinin koluna girerek yavaş yavaş merdivenlerden inip, minyatür bir orman niteliğindeki parka doğru yola koyuldular... Yunus, Metin Beyin çocukları içinde en vicdanlı, en merhametlisiydi. Yirmi yaşına yeni girmişti. Yaşıtları arkadaşlarıyla vakit geçirip oyun oynarken, anneannesi Pakize Hanımla da o ilgileniyor, parkta gezdiriyordu. Mâzinin derinliklerinden aynı hikâyeleri sayısız defalar duymuş olsa da, bıkkınlık belirtisi göstermeden dinliyor, ses çıkarmıyordu. Hatta arada bir pişti oynuyor, yaptığı sohbet ve espirilerle anneannesine yalnızlığını unutturabiliyordu. Bu yüzden olsa gerek, diğer torunlar ziyaretine gelse dahi, Pakize Hanımın gözü sürekli Yunus'u arıyordu... Bu kez de öyle olmuş, daha sokağa ilk adımı atar atmaz sohbeti başlatmıştı. Üstelik merak ettiği, bilmek istediği çok şey vardı; --- Babaanneciğim! Babam küçükken seni çok üzdü mü? Konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih eden Yunus için, akıllıca bir soruydu. Cevabını da merak ediyordu doğrusu. Önlerinde parka doğru uzanan uzunca bir cadde vardı. Zülbiye Hanım, sol taraftan geçen araçlara bir göz attıktan sonra başını yine öne eğdi. Kısa bir sessizlik olmuştu. Semanın sağanak öncesi bulut toplamasına benziyordu sessizliği. Nitekim; --- Üzmüştür tabi, üzmeyen çocuk mu olur? Dedi önce... Fısıldarcasına. Cevabı bu şekilde bırakamazdı. Bırakmadı da; --- Eskiden yokluk vardı, fakirlik vardı. İstanbul'a ilk geldiğimiz seneler üç katlı eski, ufak bir ahşap binada kayınvalidem, kayınpederim, diğer çocukları, gelinler, torunlar yirminin üzerinde nüfus yaşıyorduk. Bir tek deden çalışıyordu. Karnımız zor doyuyor, kavga eksik olmuyordu. Baban o zamanlar daha beş-altı yaşlarındaydı. Sofraya oturunca isterdi ki istediğinden arzu ettiği kadar yesin. O kadar nüfus içinde bu mümkün değildi tabi. Zeytine, peynire elini uzattığında ya eline vurup engelleyerek, ya da peynirin üstüne çay otu koyup "Karınca var" diyerek önünden almaya çalışıyorduk. Ağlıyordu tabi. Dövmek, susturmak için en kolay yoldu. O da dayağı yedikten sonra karyolanın altına girer, yorulana kadar ağlamaya devam ederdi. Bazen de içini çeke çeke uyurdu. Yoksulluk kötü bir şey Yunus. Ama, cahillikle birleşince çok daha kötü oluyor. Çocuk peynire el uzattı diye dövülür mü?! Allah kimseyi yoklukla sınamasın. Cahil de etmesin! Biliyor musun Yunus, baban da yürümeyi çok sever. Çocukken bile Sanayi Mahallesinden Beşiktaş'a babaannesine kadar yürüyerek gider gelirdi. Az mesafe değil ha! Nereden baksan, yaya olarak iki saatlik yol! Biraz soluklandı. Nasıl olsa aceleleri yoktu. Yol üzerindeki bir banka oturdu. Yunus da yanına ilişmişti. Yüzündeki tebessümden anıları anımsadığı anlaşılıyordu. Tam “yeri geldi“ diye düşünmüş olacak ki biraz da tebessüm ederek; Baban bazen huysuzluk yapardı Yunus. Kızdığında kapıyı çarpar, Beşiktaş'a doğru yola koyulurdu. Hiç unutmam; bir keresinde de yine bir şeye kızmış, kapıyı çarpıp çıkmıştı. Anladım. Yine Beşiktaş'a gidecekti. Hava kararmaya yüz tutmuş, akşam üzereydi. Bende bir endişe başladı tabi. Ne yapsam ne etsem diye düşünürken dayısı geldi. Kardeşim o zamanlar ailesiyle henüz İstanbul'a taşınmadığından, işleri sebebiyle bizde kalıyordu. Bendeki telaşı görünce sordu tabi. Sebebini öğrenir öğrenmez; "Sen hiç merak etme, ben onu bulur getiririm." Dedi. Hafriyat işleri yaptığından, tanıdık arkadaşlarının kamyonları vardı. Hemen bir kamyonu yoldan çevirip Beşiktaş'a doğru hareket etmişler. Zincirlikuyu denen bir yere yaklaştığında bir de bakmışlar ki baban koşarak Beşiktaş'a doğru gidiyor. Belli ki hedefe kilitlenmiş. Ne sağa bakıyormuş, ne de soluna! Dayısı, biraz daha gittikten sonra kamyonu durdurmuş, inmiş. Yakında bir ağacın arkasına güzelce saklanmış. Son sürat hızla yanından geçerken de aniden kollarını açarak hooop yakalamış. Baban, hiç beklemediği bu durum karşısında tabi şok olmuş. Allah'tan ki, sadece kulaklarını çekmekle yetinmiş. O gün bu gündür, ne zaman bir araya gelsek, o günü hatırlar, güler, gülümseriz. Hey gidi günler... Anlatılanlar Yunus'un ilgisini çekmiş, çok hoşuna gitmişti. Babasının kulaklarının çekilişini hiç tasavvur edemiyordu. Zülbiye Hanım da, Yunus'un ilgisini fark edince neşelenmiş, yeni bir anıyla devam etmek istemişti; Babanın böyle hikâyeleri çoktur Yunus! Bir köprü hikâyesi var ki anlatsam gülmekten kırılırsın. Yunus bu fırsatı kaçırmak niyetinde değildi. Babaannesinin beklediği ısrar gecikmemişti; --- Anlat babaanneciğim. N'olursun anlat! Yetmişli yıllardı. Sene 1973. Yöneticiler 30 Ekim Bayramına denk getirmişlerdi. Baban daha on bir, Kadri Amcan da on yaşındayken yani. İbrahim amcan, babanla Kadri amcanı alıp, Boğaziçi Köprüsü'nün açılışına gitmişti. Giderken de, babanın cebindeki beş lirayı da, kaybolmasın diye almış. Önce Beşiktaş'a gitmiş, ardından da vapurla Üsküdar’a geçmişler. Oradan da açılış töreninin olacağı köprünün başına! Her taraf hıncahınç dolu tabi. Aşırı kalabalık yüzünden köprü sallanınca büyük bir panik olmuş. Bu arada, boyları da kısa olduğundan babanla amcan nefes alamayacak duruma gelmişler. Çok sıkıştıklarını ve kalabalıkta nefes almakta zorlandıklarını görenler İbrahim amcana; "Bu çocukları buradan çıkarsana, görmüyor musun, neredeyse boğulacaklar!" Diye çıkışmışlar. İbrahim amcan da mecburen kalabalık arasından sıyrıla sıyrıla babanı ve Kadri amcanı çıkarmaya çalışmış. O kalabalıkta sakin bir yer bulmak ne mümkün! Bu arada ellerini bırakınca kaybolmuşlar. Bir de baktım ki İbrahim amcan geliyor, diğerleri yok! Yaşananları öğrenince bende yine bir telaş başladı. Ama, beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey de yok. Yunus heyecanla ve hayretler içinde dinliyordu. Dayanamadı; ---- Eeee... Nasıl geldiler? Ondan sonrasını da babandan öğrendik. Hayatlarında yalnız olarak hiç gitmedikleri, tanımadıkları bir semt. Üstelik denizden karşıya geçtiklerinden, yine denizden geçerek bu tarafa gelmek mecburiyetindeler. Baban bakıyor ki, abisi yok. Gözden kaybolmuş, gitmiş. Kalabalık ne tarafa doğru akıyorsa, onlar da o tarafa doğru gitmişler. Üsküdar'a varınca karşıya geçmek gerektiğini öğrenmişler. Lakin Üzerlerinde vapur bileti alacak paraları yok! Baban bakmış ki dilenmekten başka çare de yok. Yabancı birinden para istemek kolay değil tabi. Baban utandığı için bu işi Kadri amcana yaptırmaya karar vermiş; "Bu insanlara durumu anlat, burada mahsur kaldığımızı söyle, yardım talep et! Birisi gereken parayı verir.” Demiş. Kadri amcan dilenmek nedir ne bilsin. Amcanın gönülsüz olduğunu görünce, baban bu kez tehdit etmiş; "Ya birinden para bul, ya da beni takip etme! Ben başımın çaresine bakarım." demiş. Kadri amcan bunun onu para istemeye zorlamak için olduğunu anlamamış tabi. Anlasa ne! Başka çareleri yok. O da bunu anlamış. Bir yandan ağlarken, öte yandan para isteyecek birilerini araştırıyormuş. Baban da bu arada gizlendiği bir aracın arkasından amcanı izliyormuş. Neyse, sonunda adamın biri iki bilet parası vermiş. Hatta az da artmış. Beşiktaş'a gelince bu kez de otobüs için paraları yetmemiş tabi. Baban yolu ezbere bildiğinden, bu sefer dilenmeye gerek görmemişler. Artan para ile çekirdek alıp, çıtlata çıtlata eve gelmişler. Onları karşımda görünce ne kadar sevindim bilemezsin. İbrahim amcan bana hiç farkettirmedi ama, sonradan öğrendim ki o da çok endişe etmiş. Banktan kalkıp yeniden yola koyuldular. Zaten parka az bir mesafe vardı. İçeriye girdiklerinde, farklı bir dünyaya adım atmış gibiydiler. Yemyeşil ağaçlar, pırıl pırıl bir hava! Az önceki araba homurtularının yerini kuş cıvıltıları almıştı. Az ötede göl kenarında ördekler ile bir ağaç kütüğü üzerinde güneşlenen iki kaplumbağa gelenlere huzur telkin ediyordu. Çok geniş bir alanı kaplayan parkın en güzel yerine doğru ilerlerken Zülbiye Hanım, anlattıklarını can kulağıyla dinleyen birini bulmanın hazzıyla anılara anlam katmaya devam ediyordu; --- Fakirdik, ama mutluyduk Yunus. Azla yetinmesini, şükretmesini bilirdik. Aynı yerde uzun süre kalamadık. İki göz bir daire bulup oraya taşındık. Derme çatma bir yerdi. Öyle ki, bazı sabahlar babanın yattığı yer minderinin altında fare ölüsü buluyordum. Yunus'un gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Hayretler içerisindeydi. --- Fare ölüsü mü? Soruyu sorarken bir yandan da babaannesinin yüzüne bakıyordu. Acaba kendisiyle kafa mı buluyordu. Mimikler, anlatılanların pek öyle uydurma olmadığını gösteriyordu. --- Yaa... Ne zannettin. Baban sizin gibi rahat yaşamadı. Ne mutlu size. Her şeyiniz var. Kıymetini bilin! O zaman şimdiki gibi televizyon, telefon, çamaşır makinası gibi şeyler bile yoktu. Sözün tam burasında şüpheye düşmüştü. Düzeltme ihtiyacı hissetti; --- Belki de vardı da... biz alamıyorduk. Buzdolabı bile yoktu. O zamanlar buz satan dükkânlar vardı. Paramıza göre kestirir, alırdık. Gelene kadar erimesin diye de talaşa koyarlardı. --- Talaş ne babaanne? ---Marangozların odunlara şekil verirken, keserken çıkan artıklara denir yavrum. Gölün kenarında güneşi cepheden gören güzel bir yerde kısa mesafelerle üç bank vardı. Hafta arası olduğundan parkta çok ziyaretçi yoktu. Boş olan banklardan en temiz olanına oturdular. Yol boyunca dinledikleri dikkatini çekse de Yunus'un aklı hâlâ taşıdığı sırt çantasındaydı. İlk işi çantayı sağ tarafına koyup, içindekileri özenle babaannesiyle arasında bıraktığı boşluğa dizmekti. Önce termos, bardaklar... Dilimlenmiş havuçlar, elmalar, salatalık... Peynir ve domatesle takviye edilmiş sandviçler... Az kuruyemiş. Hayal kırıklığı yüzünü buruşturmak üzereydi ki, çantanın ön cebindeki sertliği fark etti. Aceleyle fermuarı açtığında aradığını bulmuştu. Oradaydı! Tam ağzına layık çikolata! Hem de fındıklısından! Keyfine diyecek yoktu. En sevdiği şeyi en sona saklardı. Bugün de öyle yaptı. Çayları doldurup, birini babaannesine ikram ederken sandviçin dörtte biri çoktan dişlerinin arasındaydı. Sohbet kaldığı yerden devam edebilirdi. Yapması gereken tek şey, yeni bir soru ile fitili ateşlemekti; --- Kadri amcam neden seni hiç arayıp sormuyor babaanne? Zülbiye Hanımın birden yüzü değişmiş, gözleri buğulanmıştı. Farkında olmadan babaannesinin yüreğine dokunmuş, kabuk bağlayan yarasını kanatmıştı. Yunus artık çocuk değildi. Münasebetsiz bir soru sorduğunu anlamış olsa da yapacak bir şey yoktu. --- Kadri amcası, Berlin'de bulunduğu üç ay içinde bir kez olsun annesini aramamış, hal-hatırını sormamıştı. Diğer kardeşlerinden farklı bir mizacı vardı. Başından beş nikâh, iki evlilik geçmesine rağmen hayatta bir türlü dikiş tutturamamıştı. Son eşinden de boşanmış, yalnız yaşıyordu. Rüzgâr önünde uçan yaprak gibiydi. Ne zaman nereye düşeceği, ne zaman ne yapacağı bielli değildi. Dağılan yuvasından payına düşen eşyaları götürecek yer bulamayınca babasının yanına getirmiş, terasa yerleştirmişti. İlk eşinden olan çocuklarını Berlin'de annelerinin yanında bırakmış, Türkiye'ye dönmüştü. Turizm işinde başarısız olunca, bir arkadaşıyla ortak olarak alkollü içecek satış bayiliğine başlamıştı. İş yaptığı dönemlerde bile Yalova'ya çok nadir uğrar, geldiğinde de fazla kalmazdı. Son ziyareti bir Ramazan ayına denk gelmişti. Aniden karşılarında görünce çok sevinmişler, bir ay boyunca yalnız kalmayacaklarını düşünerek mutlu olmuşlardı. Oysa Kadri Bey, bu sefer de gelir gelmez teras dairesine geçmiş, vaktinin çoğunu ya dışarıda, ya da odasında internet başında geçirmişti. Üstelik fazla kalmayı da düşünmüyordu. Dört gün kadar sonra gitmek için hazırlandığında yine önce annesi haberdar olmuştu. Endişeliydi. Lütfü Beyin bu hayal kırıklığını kolay kolay hazmedemeyeceğini biliyordu. Ricasının faydası olabileceğini ummuş, adeta yalvarmıştı. Aralık olan kapıdan Lütfü Bey odaya girdiğinde durumu anlamış, yıkılmıştı. Bir evlat nasıl bu kadar sevgisiz, bu kadar vicdansız olabilirdi? Ne umutlarla yetiştirmişti oysa çocuklarını. Ne hayaller kurmuştu gelecek için! Böyle mi olmalıydı sonu düşlerinin, son demleri ömrünün? Üzgündü. Öfkeliydi de aynı zamanda! Saklamaya da hiç gerek görmemişti. Zülbiye Hanım endişeden tir tir titrerken olabilecekleri tahmin etmişti. Yalnızlığı iliklerine kadar hisseden Lütfü Beyin sakin halinden eser kalmamış, ağzına geleni söylemişti, Her sözü kurşun gibiydi. Yaralıydı… Acımadan da yaralamıştı. Ne Zülbiye Hanımın araya girmeleri... ne yalvarmaları... Duyulmamıştı bile! Kadri Bey, hakaretler arasında evden hızla kaçarcasına uzaklaşırken babasını dünya gözüyle bir daha göremeyeceğini nereden bilebilirdi! Kavgalı ayrılmışlar, bir daha görüşememişlerdi. Sorunun yanıtı gecikmiş, sessizlik uzamıştı. Yunus, dilimlenmiş elmalardan bir tanesini uzatırken, Zülbiye Hanım peçeteyle gözyaşını siliyordu. Yunus da üzülmüştü. Bu güzel günün böyle olmasını hiç istememişti. O kadar sevdiği çikolatanın bile tadı kaçmıştı artık. "Konuyu nasıl değiştirebilirim" Diye düşünürken, Zülbiye Hanım; --- Kadri amcan bizi çok üzdü Yunus, çook... Dedi, derin bir iç çekerek. --- Küçükken de çok yaramazdı. Derslerine çalışmaz, kırık notlar alırdı. Deden de babana kızar, "Neden yardım etmiyorsun?" Diye sürekli çıkışırdı. Hevesi olmayana zorla ders çalıştırılmaz ki! Biz Türkiye'ye kesin dönüş yaptıktan sonra da yanlış işlere girişmiş, babana çok sıkıntı vermiş. “Şimdi kim bilir nerede, ne haldedir” Derken Zülbiye Hanımın gözleri bir noktada sabitlenmiş, uzaklara bakıyordu. Bir süre sessizlikten sonra derin bir nefes alarak sözünü tamamladı; “Sağlığı yerinde olsun da varsın annesini aramasın...” Bu arada çayı da soğumuş, buz gibi olmuştu. Yunus hemen bardağı elinden alıp çimlere serpti. Termostan sıcacık bir çay daha doldurup yeniden babaannesine uzattı. Dersini almıştı. Şimdilik yeni bir soru sormaya niyetli görünmüyordu. Cep telefonundan babaannesinin sevdiği bir Bayburt türküsü ile kara bulutları dağıtmanın tam zamanıydı; "Bayburt dağlarında tabakam kaldı Şen ol Bayburt, şen ol sende nem kaldı..." … Ardı ardına gelen güzel türküler kasvetli havayı dağıtmış, yerini Yunus'un esprilerine bırakmıştı. Hal böyle olunca çikolatanın canına okumanın tam zamanıydı. Allah'tan ki babaanne şekerli yiyeceklere mesafeliydi. Tadımlık bir parçanın gerisi kendisine kalmıştı. Hâlinden şikâyetçi değildi tabi. Tamamını bitirecekti. Mecburiyetten! İkisi de, sandviçten arta kalan kırıntıları ördeklere atarken çok mutluydular. Bu arada vakit ilerlemiş, hava kararmaya yüz tutmuştu. Yunus, artan malzemeleri çantasına doldurup sırtına alırken babaannesi de ayaklanmıştı. Bu kez en kısa yoldan parktan çıkarak caddeyi karşıya geçtiler. Köprünün altından ilerlerken az ötelerindeki bir "yığın" dikkatlerini çekmişti. Yaklaştıklarında o gizemli tümseğin kirli bir yorganın altında uyuyan birine ait olduğunu fark ettiler. Yüzü tam görünmese de, uzamış sakallarından, dışarı sarkan bir elinin kırışıklıklarından ileri yaşlarda biri olduğu anlaşılıyordu. Belli ki binlerce, belki de on binlerce evsizden biriydi. Almanya gibi bir ülkede böyle bir manzara hem üzüntü verici, hem de düşündürücüydü. Düşenin dostu olmuyordu maalesef. Bir anne kucağında başlayan hayatlar, bazen köprü altında sahipsiz bir "yığın", bir gölge olabiliyordu. "Allah kimseyi bu hâle düşürmesin", Diye mırıldandı Zülbiye Hanım... Hızlı adımlarla oradan uzaklaştılar... Bu akşam diğer günlerden oldukça farklıydı. Her zaman geç vakitlerde uyumasına rağmen, bugün yemekten sonra, televizyon dizisini dahi izlemeden odasına çekilmişti. Metin Beyin de dikkatini çekmiş olacak ki, kapısını tıklayıp odaya girdiğinde annesini uyumaya hazırlanırken gördü. Gelirken getirdiği valiz de karşı kanepenin üzerinde duruyordu. Göz göze geldiklerinde Zülbiye Hanım mahçup bakışlarını önüne indirirken; "Oğlum, Allah sizlerden razı olsun. Ama, oraları yalnız bırakmak olmaz, bahçeye birşeyler ekmem gerek." Deme ihtiyacı duymuştu. Oysa mevsim henüz kış, aylardan Mart ayıydı! Sabah, tahmin edilebileceği gibi, herkesten önce Zülbiye Hanım uyanmış, akşamdan hazırladığı giysilerini giyinmişti. Mümkün olsa uçağın önünden gidecekti. Yolculuk öncesi fazla yemeyi pek sevmezdi. Bir bardak çay ile bir kaç lokma ekmek atıştırmak yeterli gelmişti. Ailece havaalanına giderlerken sevinçten içi içine sığmıyordu. Alan hıncahınç dolu olmasına rağmen, Zülbiye Hanım bu kalabalığın farkında bile değildi. Yolculuk sevincinin gölgesinde kalsa da, yine de gözlerinde, aylar içinde iyice alışıp çok sevdiği torunlarından ayrılığın hüznü vardı. Gözyaşları bunun şahidiydi... Gece fazla uyuyamamış olsa gerek ki, uçağın tekerlekleri piste değdiğinde Zülbiye Hanım yeni uyanmıştı. Bagajlık bavulları olmadığından, fazla beklemeden polis kontrolünden geçip Yalova Otobüsüne bindiler. Geçen her an, Zülbiye Hanımı özlemini duyduğu yuvasına biraz daha yaklaştırmaktaydı. Son iki günde yağan şiddetli yağmur yollarda birikintilere sebep olmuş, yer yer göletler oluşmuştu. Aracın içinin sıcaklığıyla buharlanan camı elinin tersiyle silip, dışarıyı seyre koyuldu. On dakika kadar sonra araçtan indiklerinde yağmur yeni durmuştu. Etrafa kısa bir göz atıp gidilecek yönü çıkarmıştı. Metin Bey, annesinin kendinden iki adım kadar önde minibüslere doğru gidişini tebessüm ederek izliyordu. Buradan sonrası Zülbiye Hanımın ezbere bildiği bir yoldu. Evlerine en yakın durakta minibüsten indiklerinde hiç beklenmedik bir şey olmuştu. Zülbiye Hanım, ters yöne doğru bir kaç adım gittikten sonra durdu. Geri döndü. Tereddüt içindeydi. Yardım umarcasına bir Metin Beye, bir de etrafına bakınıyordu. Metin Bey, beklemediği bu durumun şaşkınlığı geçtikten sonra, annesini rahatlatmak için hemen doğru yönü göstermiş, pek üzerinde durmamıştı. Yol üzerinde bakkala uğrayarak acil gerekli olan yağ, yoğurt, ekmek v.s. gıdalardan da almayı ihmal etmemişlerdi. Yağmur bulutlarının karanlık gölgesine rağmen henüz hava iyice kararmamıştı. Uzaktan ev göründüğünde Metin Bey annesini izliyordu. Yanılmamıştı. Adımları daha da sıklaşmış, bir an önce kavuşma arzusunun telaşını yaşıyordu. Sağ tarafta belediyenin çöp bidonu ağzına kadar dolup taşmış, başıboş köpekler dişe dokunur yiyecek aramakla meşguldü. Ayak seslerini işitir işitmez sağa sola dağılsalar da, mesafe açılınca yine geriye, çöp bidonunun başına dönmüşlerdi. Dikkati ilk çeken binanın önündeki yaprak yığınlarıydı. Asırlık çınarlar yapmıştı yine yapacağını... Bahçe kapısından içeri girdiklerinde gördükleri manzara hüzün vericiydi. Üç ay gibi kısa bir sürede dahi her taraf tozlanmış, kirlenmiş, bakımsız bir haldeydi. Bahçe içi ise çalılarla, kırık ağaç dallarıyla doluydu. Bina virane haldeydi yani. Kapılar ve pencereler sıkı sıkıya kapalı olduğundan odalar temizdi. Yapılması gereken ilk iş belliydi; soba yakılacaktı! Sahipsiz bir binanın bu aylarda bu kadar soğuk olmasından doğal ne olabilirdi? Metin Bey, valizleri bir kenara koyup, babasının tulumunu giydikten sonra önce su vanalarını açtı, elektrik şalterlerini indirdi. Seri adımlarla garaja giderek istiflenmiş odunlardan koca bir çuval doldurdu. Bir kaç çıra almayı da ihmal etmedi. Sobayı yakarken Zülbiye Hanım da boş durmamıştı. Evde yeterince dayanıklı kuru gıda ve acil gerekebilecek olan malzemeler vardı. Çok geçmeden oda ısınmış, karınları doymuştu. Çay demlenirken, Metin Bey de annesine fark ettirmeden teras kata çıktı. Tahmin ettiği gibi, çınar ağaçlarının dökülen yaprakları çatı çevresinde uzanan olukları doldurmuş, ızgaralar tıkanmıştı. Hortumu uzatarak, tazyikli suyun yardımıyla su borularını tamamen temizledi. Yorulmuşlardı. Çay faslından sonra fazla oyalanmamışlar, istirahata çekilmişlerdi. Metin Bey uyandığında Zülbiye Hanım mutfaktaydı. Bir yandan kahvaltıyı hazırlıyor, bir yandan da bildiği ilâhilerden birini mırıldanıyordu. Bu durum, huzurlu ve mutlu olduğuna işaret ediyordu. Annesini böyle huzurlu görmek Metin Beyi de çok mutlu ediyordu. Bu mutluluk kahvaltı boyunca katmerleşerek devam etti. Birlikte binayı baştan aşağıya gezmeye, kontrol etmeye karar verdiler. Diğer daireler ne durumda bilmek istiyorlardı. Endişe edecek bir durum yoktu. Balkona geçtiklerinde karşı komşu Sedat Bey de kapı önünde gözüktü. Çaykara'lı Sedat Bey seksen yaşına rağmen oldukça dinçti. Geldiklerinden en önce o haberdar olmuş, çok sevinmişti. Şiveli konuşması Metin Beyin çok hoşuna gidiyordu. Uzaktan, kısa bir sohbetin ardından aracına doğru ilerlerken aniden geriye dönüp; --- Metin! Kargalar çatınızın ön tarafında, lambirilerinde delik açmış, orayı bir an önce kapatsan iyi olur. Dedi ve aracına binip gitti. Hâlinden acelesi olduğu belli oluyordu. Metin Bey, tarif edilen tarafa doğru yöneldiğinde, on adım kadar ötedeki kurumuş çınar ağacının kolları üzerinde çok sayıda karga gördü. Başını yukarıya doğru kaldırdığında iki karganın açtıkları deliği büyütmekle meşgul olduklarını gördü. Çıkardığı gürültüyle kargaların tamamı uzaklara uçarak gözden kayboldular. Metin Bey süratle çatıya çıkarak dairenin etrafındaki malzeme koridoruna geçti. Durum tahmin ettiğinden daha vahimdi. Kargalar resmen koca bir delik açmışlar, bu arada yalıtım süngerini de parçalamışlardı. Getirdiği bir tahta parçasını bir kaç çiviyle üzerine çaksa da, tamamının elden geçmesi gerektiği anlaşılıyordu. Zira, binanın bu cephesi yazın güneşten, kışın yağmurlardan en fazla etkilenen bölümüydü. Lambiriler olabildiğince eskimiş, kısmen çürümüştü. Metin Bey, tam işini bitirmiş, gitmek üzereyken bir ses işitti. Fare endişesiyle takımların arasını kontrol ederken pırrr diye kanatlanan bir kuş başının üzerinden geçerek pencere pervazına konmuştu. Her yaklaştığında bir taraftan öbür tarafa uçuyor, bu arada pencere camlarına çarpıyordu. Bırakılsa açlıktan öleceği kesindi. Bu arada, pencerelere çarpmaktan, kaçmaktan yorulmuş, bir köşeye sığınmıştı. Bu fırsat kaçmamalıydı. Metin Bey elini uzattı... Bir iki kanat çırpmasına rağmen artık yakalanmıştı. Metin Beyin avuçları arasında tuttuğu, sıradan bir kuş, bir serçe değildi. Bu bir baykuştu! O güne kadar duyduğu bir gerçekle yüz yüzeydi. Virane evlerine baykuşlar dadanmıştı! Kim bilir... biraz daha gecikseler, belki yuva da yapacaklardı. Metin Bey, avcunda baykuşun yüreğinin atışlarını hissediliyordu. Korktuğu belliydi. Hayretler içinde bakışlarını izliyor, inceliyordu. "Bülbül kadar olmasa da, söylendiği kadar fena bir kuş da değilmiş" diye düşündü. Başını arada bir geniş daireler çizerek dönderiyor, iri gözleriyle Metin Beye bakıyordu. Alt kata indiklerinde annesiyle göz göze geldi. Metin Bey gecikince merak etmiş, yukarı çıkmak üzereydi. Avcunda baykuşu gördüğünde o da hayretler içinde kalmıştı; --- Yavrum, uçur gitsin! Yuvası, belki de yavrusu vardır. Metin Bey annesini işitmemişti bile. Hiç de acelesi yoktu. Hemen, genişçe bir sepeti kafes haline getirerek kuşu içine yerleştirdi. Yiyecek bir şeyler bulmak gerekiyordu. İyi de; acaba baykuşlar ne yerdi, ne ile beslenirdi? Cep telefonundan baykuşların hayatını incelemeye başladı. Çok geçmeden çok şey öğrenmiş, ne yapması gerektiğini biliyordu. Hiç vakit kaybetmeden bahçeye indi. Son günlerde yağmurlarla ıslanıp, yumuşayan toprağı eşeleyerek bir kaç solucan çıkardı, ufak bir kavanoza koyup döndü. Önceleri biraz nazlansa da, fazla direnmemiş, baykuş tamamını bitirmişti. Bu tür hayvanlar koruma altındaydı. Metin Bey, kısa bir araştırmadan sonra yetkilileri arayarak kuşu, şeklini tarif etti. Aldığı cevap kendisini çok mutlu etmişti. Aynen söylendiği gibi, iki görevli çok geçmeden gelerek Zülbiye Hanımın şaşkın bakışları arasında kuşu alıp, gitmişlerdi. Metin Bey, vazifesini tam olarak yerine getirmiş olmanın hazzını yaşıyordu. Soğuk ve yağışlı hava, gezmelerine fırsat vermiyordu. Arada bir Metin Bey çarşıya iniyor, zaruri ihtiyaçları tedarik edip, vakit geçirmeden eve dönüyordu. Berlin'den geleli bir hafta kadar geçmişti ki güneş yüzünü göstermiş, hava diğer günlere nisbeten daha sıcaktı. "Tam temizlik havası" diye geçirdi içinden Metin Bey. Mükellef bir kahvaltının ardından iş tulumunu giyerek çatıya doğru yöneldi. Zülbiye Hanım oğlunun niyetini sezmişti. --- Sen çık, ben de bulaşıkları bitirdikten sonra gelirim. Dedi. Metin Bey, yardımına ihtiyaç duymasa da, annesinin yalnız ve meşgalesiz kalmasındansa, hareket etmesinin daha iyi olacağını biliyordu. Cevap vermemesi kabul ettiği anlamına geliyordu. Koca bir kova dolusu su ve temizlik malzemeleriyle dairenin etrafını çevreleyen ara hole girdi. Yapılacak çok iş vardı. Başlamak bitirmenin yarısıydı; işin yarısı bitmiş sayılırdı. Bir yandan eşyaların yerini değiştiriyor, öte yandan tozunu alıyordu. Temizlik için boya kutularını kenara çektiğinde şaşkınlıktan öylece kalakalmıştı. Yüreğinin sızısı çehresine yansımış, gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Tam o esnada annesinin ayak sesini işitti. Onun da üzülmesini istemiyordu; --- Anacığım! Sen alt katın balkonlarını temizle istersen. Burayı ben temizlerim. Zülbiye Hanım için mahzuru yoktu. İtiraz etmeden alt kata inerken, Metin Bey de bir poşetle yeniden holdeydi. İçini sızlatan ve annesinden gizlediği şey bir kuş ölüsüydü. Üstelik bu da bir baykuştu. Daha bir hafta önce yakalayıp, yetkililere teslim ettiği baykuşun aynısıydı. Belli ki, kargaların açtığı delikten birlikte içeri girmişler, bu o gün saklanmayı tercih etmişti. Kapanan delik ise aç kalan baykuşun sonu olmuştu. Yüreği sızlamıştı. Annesine bu olaydan hiç bahsetmedi... Temizlik işi gün boyu sürmüş, kazan dairesi dahil, her taraf temizlenmişti. Akşam yemeğe oturduklarında ikisi de yorgundu. Annesine hiç belli etmese de, çalışırken kararını vermişti. Vakit geçirmeden bir kiracı bulunmalıydı. Koca binanın temizliğinin zorluğu bir yana, boş tutulması da anlamsızdı. Kim bilir... Şansları yaver giderse, bulunacak kiracı Zülbiye Hanıma arkadaş olabilir, ufak bir ücret karşılığı işlerinde yardım bile edebilirdi. Düşüncesini komşularla ve tanıdıklarla paylaşmış, hemfikir oldukları bu önemli kararda onların da yardımını rica etmişti. Ana oğul huzurlu ve mutluydular. Havada bahar kokusu vardı. Metin Bey sürekli hava durumlarını takip ediyor, fırsat gözlüyordu. Annesine sürpriz yapacağı gün nihayet gelmişti. Her gün bu vakitlerde olduğu gibi, yine elma dilimlerken Zülbiye Hanım da bulaşıkları bitirmiş, televizyonun karşısında yerini almıştı. Eskiden kalma alışkanlıktan olsa gerek, haberleri hiç kaçırmıyordu. En çok sevdiği ise, oğluyla birlikte, bir yandan çaylarını yudumlarken, sevdiği bir diziyi seyredip, yorumlar yapmaktı. Bu arada yeni huylar edinmişti. Bunlardan biri de, filmlerde rol gereği yapılan kavga görüntülerini gerçek sanarak korkup, telaşlanmasıydı. Bu nedenle, Metin Bey dizi seçiminde oldukça titiz ve dikkatliydi. Kaygılıydı da aynı zamanda! Annesinin arada bir nükseden tuhaf davranışları dikkatini çekiyor, anlam veremiyordu. Uzatılan elma dilimlerini afiyetle yerken gözünü diziden ayırmıyordu. Metin Bey; --- Anacığım, yarın erkenden İstanbul'a gidelim, ne dersin? Babamı ziyaret edip, biraz gezeriz. Dediğinde dizinin önemi kalmamıştı. Sevinçten gözlerinin içi parlıyordu. Mutluluğuna sebep, sevdiği geziden ziyade, İstanbul'a gidecek olmasıydı. Artık İstanbul onun için eskiden ikamet ettiği şehir olmaktan öte bir anlam taşıyordu. Hayat arkadaşı orada medfundu; --- Gidelim oğlum. Uzun zaman oldu, bir ziyaret edelim. Az önceki sevinci hüznün gölgesinde kalmıştı. Kim bilir aklından neler geçiyor, ne düşünüyordu... Kim bilir... Çiçekler tomurcuklarını patlatmış, yapraklar uç göstermişti. Yola koyulduklarında tatlı bir meltem yanaklarını okşuyordu. Yenimahalle'nin horozları ses yarıştırırcasına yine vakitsiz ötüyor, sokak köpekleri haftalık olağan toplantıları için tespit edilen köşe başına geliyorlardı. Dört, beş, altı, yedi... Tam dokuz köpek! Bu sokak için biraz fazla sayılsa da, kimse ses çıkarmıyordu. Ta ki arada bir birinin azı dişleri, geçen bir yabancının baldırında iz bırakana kadar. Konu "başıboş gezen köpekler" olduğunda, yetkilinin adı her defasında "Marko Paşa"ydı… Allah'tan ki feribotun fazla yolcusu yoktu. Aldıkları biletin numarası kapalı salonu gösterse de, hareket eder etmez geminin ön tarafına geçip, boş koltuklardan birine oturdular. Deniz çarşaf gibiydi. Uğurlamaya gelen martıları boş çevirmek olmazdı. İyi ki yanlarına simit almışlardı. Metin Bey simidi parçalara ayırarak annesine uzatmış, o da yakına kadar gelen martılara atıyordu. Yüreğinin kuytu bir köşesinde uyuyan çocuk uyanmış, yaşlı ve yorgun bir bedende martılara simit uzatıyordu. Çocuklar gibi şendi... Huzurluydu Zülbiye Hanım. Feribot Yenikapı iskelesine yanaşırken manzara ne kadar da farklıydı. Her şehri, her yöresi ayrı güzellikte olsa da, İstanbul bir başkaydı. Selatin camileri, semaya şehadet parmağı gibi uzanan upuzun minareleriyle, mimarisiyle Müslümanların gözbebeği; yüzyıllardır yan yana, kardeşçe huzur içinde yaşamanın canlı şahidi kiliseleri, havralarıyla barışın gözde kentiydi. Kirlenen, kirletilen havaya inat, buram buram tarih kokuyordu... Ulaşım imkânları geçmiş senelere göre çok gelişmiş olsa da, Metin Bey taxiyi tercih etmişti. Gün boyu gezilecek çok yer olduğundan, annesinin yorulmasını istemiyordu. Trafiğin en yoğun saatleri olmadığından çok geçmeden Sanayi Mahallesine varmışlardı. Tahmin ettiği gibi, girişten itibaren her yer kalabalık, trafik tıkalıydı. Ücreti ödeyip taxiden indiler. Metin Bey ne zaman İstanbul'a gelse, her fırsat bulduğunda gençlik yıllarını geçirdiği bu muhite uğramadan dönmezdi. En canlı anıları, dokuz yaşında geldikleri bu mahallede saklıydı. Adım adım ilerlerken kayıp tanıdık izler arıyordu sanki. Değişen onca şeye rağmen, uzayıp giden caddenin sağ tarafında okulu ilk günkü gibi, dimdik ayakta, Başarı Kırtasiye hemen karşısındaydı. Arada bir arkasına bakıyor, sık sık daralan yaya kaldırımında annesinin geride kalmamasına dikkat ediyordu. Zülbiye Hanım, ilerlemiş yaşına rağmen oldukça sağlıklı görünüyordu. Kadınların diyetlerle boğuştuğu bir dünyada hiç bir zaman obezite problemi olmamıştı. Oldum olası hep ideal kilosundaydı. Metin Beyi takip ederken, o da kim bilir hangi düşünceler içindeydi. Merkez Camisinden yükselen ezan sesi vaktin su gibi aktığını gösteriyordu. Evden çıkarken abdestlerini almışlardı. Metin Bey annesini kadınlar bölümünün kapısından içeri uğurlayarak cemaatin arasına karıştı. Metin Bey namazı müteakip dışarıya çıktığında, Zülbiye Hanım aynen kararlaştırdıkları yerde hazır bekliyordu. Birlikte mezarlığa doğru ilerlerken nihayet tanıdık iki sima görmüşlerdi. Eski komşuları Zülbiye Hanımı hemen tanımış, ayaküstü derin bir sohbete dalmış gibiydiler. Bıraksalar gün bu sohbetle bitebilirdi. Metin Bey buna müsaade etmeye hiç hevesli görünmüyordu. Yanlarına yaklaşarak komşularından müsaade istedi. İnşallah başka zaman uğrayacaklardı. Zülbiye Hanım sohbetin bölünmesinden pek rahatsız olmamış, bilakis memnun bir hali vardı. Metin Beye dönerek; --- Oğlum, bunlar kimdi? Dedi. Son zamanlardaki şaşkınlığına yeni bir şaşkınlık daha eklenmişti Metin Beyin. Kapı komşuları Aynur ve Zeliha Hanımı hemen tanımış, annesinin de tanıdığını düşünmüştü. --- Sinop'lu Hacer Hanım'la eltisiydi anacığım. Hani yanımızdaki iki katlı daire vardı ya! Orada oturanlar. Ne dese boştu. Hatırlayamamıştı Zülbiye Hanım. Üzerinde daha fazla durup üzmek istemedi. "Aradan onca sene geçmiş, hatırlayamaması o kadar da anormal değil" diye düşünmek biraz da işine gelmişti. Bir tepe üzerine kurulan mezarlıkta, aile kabristanı yoldan otuz metre kadar içeride, yamaç bir yerdeydi. Gelişigüzel açılan mezarlar yüzünden, dikkat edilmese aile mezarlarını bulmak kolay olmayabilirdi. Rampa bir yere vardıklarında, yol kenarındaki mezar taşının üzerindeki isimden yaklaştıklarını anlamıştı. Buradan ötesi biraz beceri, akrobasi ve özen gerektiriyordu. Yirmi santimlik bir boşluktan yol almak kolay olmadığından, çevre mezarların taşlarına basmadan yürümek mümkün değildi. Metin Bey, annesinin elinden tutarak yardımcı oldu. Nihayet, çerçevesi betondan kapısız bir kabristanın önündeydiler. Girişte hemen sol köşede Lütfü Bey yatıyordu. Orta kısımda babası Mustafa Bey ile annesi İfaket Hanım yan yana bulunuyordu. Dördüncü mezar ise Metin Beyin kanserden vefat eden Rıfkı amcasına aitti. Dirisine bile saygısı olmayan insanlardan ölüye saygı beyhude bir beklentiydi. O nedenle, gördükleri manzara kendilerini üzmüş, ama şaşırtmamıştı. Bira kutularından ve kırılan mezar taşlarından, mezarlığın sarhoş gençlerin hışmına uğradığı anlaşılıyordu. Nasılsa, Lütfü Beyin mezar taşı henüz daha sağlamdı. Toprak biraz çökmüş, üzerini ot bürümüştü. Metin Bey okşarcasına mezarı otlardan temizlerken Zülbiye Hanım duaya başlamıştı. Gözleri nemli, yüreği elemliydi. Yol boyunca yüreğinde biriktirdiklerini dualarına katmış, eşine hitap eder, cevap bekler gibiydi. Lakin bir muamma olan ölümün sırrı, ancak ölünce çözülüyordu. Az aşağıda uzanıp giden yolun öte yanında yüksek yüksek binalar... Kalabalıklar... Hayatla ölüm iç içe, yan yanaydı. Acaba manzarası mezarlık olan şu binalardaki insanlar hayatın ne kadar kısa, kısır kavgaların ne kadar anlamsız, hırsın ne kadar gereksiz olduğunun farkında mıydı? Şüpheliydi! Mezardan ayrılırken midelerinin homurtusu hayatın devam ettiğini hatırlatır gibiydi. Susturmanın tek yolu en yakındaki bir lokantanın kapısını çalmaktı. Lakin buraya kadar gelip de, yıllarca oturdukları evi görmeden dönmek olmazdı. Metin Bey, annesine sürpriz yapmak amacıyla, hiç bir şey söylemeden, arka sokaktan dolaşarak iki yüz metre ötedeki evlerinin önüne kadar götürdü. Bir zamanlar bir-iki katlı evlerin tamamı yıkılmış, yerine yedi-sekiz katlı, pasajlı binalar yapılmıştı. Tüm bunların arasında iki katlı tek bir tane ev kalmıştı. O da Metin Beylerin eski eviydi. Evlerini sattıkları komşusu varlıklı olmasına rağmen, buraya nedense hiç dokunmamış, eski halinde bırakmıştı. Sini kurup, etrafında bazen aynı tabaktan yemeğe kaşık salladıkları bu fakirhanede kim bilir bugün kimler oturuyordu?! Yıllar içinde kazanıp, tahta döşemenin deliğinden içeri atarak biriktirdiği misketler duruyor muydu acaba? Hayalleri, heyecanları saklıydı orada... Tozpembe düşler kurmuştu gıcırdayan karyolasında... Metin Bey yanında annesinin olduğunu unutmuş, dalıp gitmişti. Zülbiye Hanımın sesi ile kendine geldi; --- Oğlum, biz neden buraya geldik? Haydaaa... Sorulacak sorumuydu bu da! Annesini yıllarca oturduğu evin tam karşısına getirmiş, senelerce çamaşır astığı balkonun önünde durduğu halde; "Biz neden buraya geldik?" diye soruyordu. Acaba şaka mı yapıyordu? Annesinin yüzüne baktı. Bakışlarında büyük şaşkınlık vardı. Biraz da hayal kırıklığı tabi. Sözde sürpriz yapmak istemişti... Parmağıyla göstererek; --- Evimiz anam! Eskiden oturduğumuz evimiz! Hatırlamadın mı? Zülbiye Hanım, oğlunun gösterdiği yere doğru kafasını çevirdi. Baktı... baktı... Bir şeyler hatırlamak ister gibiydi. Ama olmuyor, olmuyordu. Bakışlarından hayret, üzüntü ve biraz da endişe seziliyordu. Kaşları çatılmış, inanmak istemez gibiydi; --- Biz önceden burada mı oturduk? --- ? ? ? Üzülmek sırası Metin Beye geçmişti. Zorlamanın gereği yoktu. "Belki de etrafına yapılan binaların yüksekliği kafasını karıştırdı. Ya da babamın ölümünden sonra yaşadıklarının etkisi olsa gerek" diye düşündü. Fazla vakit geçirmenin anlamı yoktu. Zaten çok da acıkmışlardı. İstikamet, çocukluğundan beri tanıdığı, damak tadı meşhur Salim amcanın kebap dükkânıydı. Nesil değişmiş olsa da kaliteden ödün vermemiş, gönül rahatlığıyla yemek yenebilecek nadir lokantalardandı. Siparişleri vermişlerdi ki Metin Beyin telefonu çaldı. Ne zaman telefonu çalsa, elinde değil, tedirgin olurdu. Yıllar önce, Berlin'e dönüş yolundayken Yugoslavya'da ailesinin geçirdiği trafik kazasından da, dedesinin vefatından da telefonla haberdar edilmişti. Babasının beyin kanaması geçirdiğini de bu şekilde öğrenmişti. O nedenle, mecbur kalmadıkça yanında telefon bulundurmazdı. Endişe etmeyi gerektirecek bir durum olmasa da, aldığı haber pek hoşuna gitmemişti. Gelen mektuba göre, malulen emeklilik için Almanya'da yaptığı müracaat kabul edilmemiş, iş hayatına yeniden kazandırmak için Rehabilitasyon Merkezine gönderilmesi uygun görülmüştü. Emeklilik yaşının yetmişlere dayandığı bir ülkede, elli iki yaşındaki bir insanın emekliliği elbette kolay değildi. Her ne kadar kronik hastalık ve mücbir sebepler belgelense de, yapılan müracaatlarda öncelik bir Rehabilitasyon Merkeziydi. Dağılan aracı toplar gibi, bir, bir buçuk ay kadar bir bakıma alacaklar, mümkünse yeniden iş hayatına kazandıracaklardı. Ücretsiz ve mükemmel bir tatil niteliğindeki bu tür kliniklere gidebilmeyi arzu eden çok kişi vardı. Metin Beyi üzen de zaten haberin niteliğinden ziyade sonuçlarıydı. İki hafta içinde Berlin'e dönmesi gerekiyordu. Oysa annesi ile birlikte ne kadar da huzurlu ve mutluydu. Yalnız bırakıp da nasıl gidecekti? Zihninden cevabını arayan onlarca soru geçerken yemeği de soğumuştu. Zülbiye Hanım oğlunun değişen yüz ifadesinden hoş bir haber almadığını hissetmiş, sormaya cesaret edememişti. Metin Bey de bu güzel günün tadını bozmamak için hiç bir şey söylememeyi tercih etti. Lokantadan ayrılırken belediye otobüsü de durağa yaklaşmaktaydı. Şirintepe - Eminönü arasında sefer yapan yirmi yedi numaralı bu araç mahallenin yegâne belediye otobüsü, adeta sembolüydü. Programda Beşiktaş'taki akrabaları ziyaret olduğundan, taxi beklemektense binmeyi tercih ettiler. Tüm koltuklar doluydu. Metin Bey etrafa bakınırken, genç bir delikanlı ayağa kalkarak annesine yer vermişti. Rahatlamıştı Metin Bey. Mütebessim bir çehreyle gence teşekkür etti. Zülbiye Hanım oturduğu cam kenarından cadde boyunca insanları, binaları izliyordu. Geçtiği bu güzergâh, sıra sıra dizili dükkânlar kendisine hiç yabancı değildi. Sayısız kereler bindiği bu otobüslerle kim bilir kaç kez Beşiktaş'taki Et ve Balık Kurumuna gitmiş, şafak sökmeden kuyruğa girmiş, sabırla beklediği uzun kuyruklarda sırası gelince bir kilo kıyma ve bir kilo kuşbaşıyla eve dönmüştü. O da şansı varsa tabi... Bazen ya kıyma, ya kuşbaşı erkenden biter, hatta eve eli boş döndüğü bile olurdu. O zamanlar kasaptan et alabilmek bütçelerinin boyunu aşıyordu. Nisbeten ucuza alınan bu etler yemeklere tadımlık olarak konur, uzun süre idare edilirdi. Hatırası hüzün veren zor zamandı o yıllar. Yaşı müsait olan herkesin yüreğini sızlatan o günlere dair birçok anısı vardı muhtemelen. Mesela, şu anda önünden geçtikleri dükkânın da Metin Beyin hafızasından silinmesi mümkün olmayan izleri vardı. Kırk beş dakikalık mesafedeki Yeni Levent Lisesine buradan geçerek gidiyordu. Terörün en yoğun olduğu seksen öncesinde, bir sabah yine buradan okula giderken ilk kez bir cinayete tanık olmuştu. İki adım önünde, tanımadığı bir adam silahını doğrultmuş, caddenin karşısındaki hasmını tabancayla yere sermişti. Daha da üzücü ve tuhaf olan, katilin kaçmaya gerek duymadan, ağır adımlarla geldiği sokaktan yürüyerek gözden kaybolmasıydı. Ne zaman buradan geçse zihnindeki o eşkal beliriyor, gördüğü manzara hafızasında yeniden canlanıyordu... Vakit geç olmasa Beşiktaş'ta ziyaret edecek akrabalar da vardı programda. Kısa bir uğrayıp çıkmak da olmazdı. Ertelemekten başka çare yoktu. Annesinin de aynı düşüncede olduğunu öğrenince hiç vakit geçirmeden evin yolunu tuttular. Yalova'ya vardıklarında kararmaya yüz tutan hava verdikleri kararın doğruluğunu gösteriyordu. Yine de minibüsten bir durak önce inerek, çınar ağaçları altından, kuş cıvıltıları arasında yürümeyi tercih etmişlerdi. Buna ihtiyacı da vardı zaten. Gelen telefon, bir an önce Berlin'e dönme mecburiyeti huzursuz etmiş, canını sıkmıştı. Oysa ne kadar da mutlu ve huzurluydular. Aniden gelen sesle düşüncelerinden sıyrıldı. --- Oooo Abi, anneyle gezmeden mi geliyorsunuz? Sesin sahibi, yolun kenarında kurulan Tabiat Cafe’nin sahibinden başkası değildi. Coşkun Bey, çalışkan, becerikli, espirili, dürüst ve mert bir Karadeniz delikanlısıydı. Aslen Rizeliydi. Esen ekonomik rüzgâr ve umutları onları da önce İstanbul'a, ardından buraya sürüklemişti. Metin Beyin Mahalle'deki en yakın dostuydu aynı zamanda. Fırsat buldukça gelir, sohbet ederlerdi; --- Merhaba Coşkun. Bu sabah annemle babamın mezarını ziyarete, İstanbul'a gitmiştik. Nasılsın, her şey yolundadır inşallah. Bu soru abesti aslında. Coşkun Beyi az çok tanıyan herkes bilirdi ki, yolunda giden bir şey varsa o da şanssızlığıydı. Şu dükkânı işletmeye açtı açalı, tüm gayretlerine rağmen arzu ettiği sonucu bir türlü alamamıştı. Oysa mahallenin en temiz, en nezih Cafe’siydi. Tek başına koca bir tarlayı bu hâle getirene kadar çok da masraf etmişti. Köy halkının ilgi ve desteği olmayınca bütün gayreti boşa gidiyordu. --- Abi, buyrun bir çayımı için, az önce demledim. Metin Bey annesine baktı. Bakışlarından itiraz sezilmiyordu; --- Bir çayını içelim öyleyse On adımlık hafif rampa yolu yukarı çıktıklarında Coşkun Bey çayları hazırlamıştı bile. Açık alanındaki asmanın altında kahvelerini yudumlayan genç çifti saymazsak, Cafe yine boş görünüyordu. Arada bir düzenlenen özel günlerde gelen gruplar da olmasa hiç çekilecek gibi değildi. Coşkun Bey çayları getirmiş, masada yerini almıştı. Yine dertli görünüyordu. Dokunsalar bin âh etmeye hazır bir hâli vardı. Bu kez dokunulmasını dahi beklemeden anlatmaya başladı. Derdi büyük, sıkıntısının başrolünde komşusu, figüran olarak da arıları vardı; --- Ya Abi, olacak iş mi yani! Şurada dükkân açmış üç beş kuruş kazanmaya çalışıyoruz. Adam az ötemde kovan kurmuş, bir-iki kilo bal için ekmeğimle oynuyor. Bugün kaç müşterim geldiyse arıların verdiği rahatsızlıktan dolayı, kalkıp gittiler. Rica ettim, olmadı, ikaz ettim... olmadı. Bu sabah yetkili mercileri aradım. Tanıdıkları için işi ağırdan alıyorlar. Arılara zarar da vermek istemiyorum. Ne yapacağımı bilemez hâldeyim. Daha sözünü bitirmeden arılardan biri Zülbiye Hanımın bardağın kenarında erimek üzere olan şekerine konmuştu bile. Serzenişinde haklıydı Coşkun Bey. Ne yazık ki bize özgü bir çok güzel hasleti olduğu gibi, empati yapabilme özelliğimizi de yitirmiştik maalesef. Uzun zamandır görüşemediklerinden, fırsat olsa anlatacak çok şeyi vardı Coşkun Beyin. Zaman yine su gibi akmış, akşam ezanı okunuyordu. Müşterinin hesap ödeme talebi kalkmak için iyi bir fırsattı. Müsaade isteyerek oradan ayrıldılar… … Gelen telefon olmasa ne kadar da mutlu ve huzurluydular. Yapacak bir şey yoktu. Emanet edebileceğini düşündüğü en yakın komşuları; "Merak etmeyin, gözünüz arkada kalmasın, Zülbiye Hanımı asla yalnız komayız" deseler de, Metin Bey annesini ilk kez yalnız bırakmak zorunda kalmanın hüznü ve burukluğu içindeydi. Komşu Fatma Hanım, kiralık daire arayan bir kadın olduğundan bahsetmişti. Eşi vefat etmiş, yirmi yaşlarında, üniversiteye giden bir kızı ile birlikte yaşayacaktı. Zülbiye Hanım açısından düşünüldüğünde, koca binada yalnız kalmasındansa, katın birinde bir kiracı olması çok daha mantıklıydı. İyi anlaşabilirlerse, annesine yardımı olur, yalnızlığını da giderebilirdi. Istanbul’da kiracılardan çok sıkıntı çektiğinden, Zülbiye Hanımı buna ikna etmek hiç de kolay değildi. Yine de, konuyu açarak fikrini sordu. Tahmin ettiği gibi, kararlı ve tavizsizdi; binada kimseyi istemiyordu! Yapacak bir şey yoktu. Metin Bey, çok geçmeden biletini almış, her ihtimale karşı da, dayanıklı tüketim gıdalarından uzunca bir süre yetecek kadar tedarik ederek raflara dizmişti. Gelişmelerden abisini de haberdar etmiş, acil gitmesi gerektiğini belirtmişti. Olağanüstü bir durum olduğunda Coşkun Bey de gereken yardımı esirgemezdi zaten. O sabah erken kalkan yine Zülbiye Hanımdı. Oğlunun varlığına çok alışmış, gideceği için hayli üzgün ve durgundu. Çok hassas yürekliydi. Böyle anlarda gözyaşları göz kapaklarının ardında iğretiydi. Dokunsalar ağlayacak gibiydi. Kahvaltı boyunca Metin Bey, annesinin yüreğindeki endişeleri almaya gayret ediyordu. “En kısa sürede işlerini halledecek, hiç gecikmeden yine dönecekti. Hem zaten kısa süre sonra abisi de gelecekti. Üzülmeye ne gerek vardı.“ Üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu. Gider gitmez endişe ve üzüntülerle baş başa kalmaması için de komşusu Fatma Hanım yanına gelecekti. Metin Bey, annesinin tüm ısrarlarına rağmen, kendisi ile Yalova'ya gelmesine müsaade etmemişti. Evin yolunu şaşırdığını unutmamış, dönüşte sıkıntı yaşama ihtimalinin endişesi vardı. Beklendiği gibi, uğurlama vakti geldiğinde, Zülbiye Hanım kirpiklerine yenik düşmüş, saklı incilerini salıvermişti. Zaten fazla direnme gereği de duymamıştı. Metin Beyi de en çok yoran, yıpratan annesinden ayrılık anlarıydı. Taxinin kapısı kapanıp hareket ettiğinde, kararlaştırıldığı gibi, Fatma Hanım Zülbiye Hanımın yanında, kolu omuzundaydı. Yol boyunca hayli durgundu Metin Bey. Kim bilir kaç kez Türkiye'ye gelip gitmiş, kendisini şimdiki kadar huzursuz ve üzgün hissetmemişti. Adını koyamadığı, tarifi zor duygular içindeydi. Öyle ki, bir kaza sonrası yol kenarında hurda yığınına dönmüş otomobilin etrafına yığılmış kalabalığı dahi fark etmemişti. Ağabeyi gelse dahi, uzun süre kalamayacağını biliyordu. Daha Berlin'e varmadan kararını vermişti. Yapılması gereken işleri bir şekilde erteleyip dönmeliydi… ... Metin Beyin Berlin’e ani dönüşü İbrahim Beyi de huzursuz etmişti. Bursa'daki teyzelerinden yardım talep etmeyi düşündü. Emekli ve dul olmaları kısa süreliğine kardeşlerinin yanına gelebilmelerine müsaitti. Zaten önceden de arada bir gelip kaldıkları olmuştu. Telefon açıp görüştüğünde yanılmadığını anlamıştı. Bir gün sonra Rukiye ve Nuriye Hanım ablalarının yanında, Yalova'daydı. İbrahim Bey geçici olsa da güzel bir çözüm bulmanın rahatlığını yaşarken bir hafta kadar sonra gelen telefon tüm sevincini kursağında bırakmıştı. Anlatılanlara göre annesi yeni huylar edinmiş, kardeşlerini bunaltmıştı. Soğuk havalarda bir yorganı, bazen bir çift çorabı kardeşlerinden esirgiyor, huzur vermiyordu. Bir sabah gizlice evden çıkıp bakkala gitmesi çok endişelendirmiş, kaybettiği ev anahtarı yüzünden evde iki gün ekmeksiz kalmışlardı. Rukiye Hanım takatinin tükendiğini bu telefon görüşmesinde olanca açıklığıyla itiraf etmişti; --- Paşam, ne desen yaparım biliyorsun. Lakin benden her şeyi iste, daha fazla burada durmamı isteme. Ablam çok değişmiş, hastalığı çok ilerlemiş. Bu iş bize göre değil. Sağlık durumu elvermese de, İbrahim Beyin hiç gecikmeden annesinin yanına dönmesi gerekiyordu. Öncelikle doktorlardaki randevularını iptal etti. Teyzeleri Yalova'dan ayrıldıkları günün akşamı annesinin yanındaydı. Çok geçmeden, verdiği kararın ne kadar isabetli olduğunu anlayacaktı… İbrahim Beyin annesinin sağlığı geçen süre içinde dikkat çekici şekilde bozulmuştu. Götürdüğü doktorlar ve yapılan tetkiklerin neticesi durumun vahametini gösteriyordu. Teşhis Alzheimerdi ve tedavisi mümkün değildi. Üzüntüsü büyüktü. Tüm çabalarına rağmen annesini Yalova'dan ayrılmaya ikna edemeyince, kolaylık olsun diye evde bazı düzenlemeler yapmaya karar verdi. Lambaları harekete duyarlı hâle getirdi. Dolaplarda bulunan giysilerin, yiyeceklerin isimlerini iri harflerle görünür yerlere yapıştırdı, ilaçlar için de özel bir kutu ayarladı. İlaçların tedavi edecek bir etkisi olmadığının farkındaydı. Süreci yavaşlatıcı etkisi olduğu tezi dahi şüpheliydi. Buna rağmen doktorların tavsiyesine uyuyor, ilaç alımına titizlikle devam ediyordu. Her gün hastalığın özellikleri ile ilgili dergi ve kitapları inceliyor, internet üzerinden araştırmalar yapıyordu. Kısa sürede çok bilgi edinmesine rağmen, içinde bulunduğu duruma adapte olmakta zorlanıyordu. En yıpratıcı olan ise, annesinin sürekli gözetim altında bulunma mecburiyetiydi. Zira teyzesi de aynı hastalığa yakalanmış, evde yanlışlıkla içtiği çamaşır suyu sebebiyle günlerce komada yatmış, kurtarılamayarak vefat etmişti. Daha iki hafta geçmişti ki, Ankara'ya dönmesi gerekiyordu. Eşinin, uzun süredir devam eden kronik rahatsızlıkları sebebiyle annesine bakamayacağını biliyor, beraberinde götüremiyordu. Zaten, imkânı olsa da, bakım için pek de hevesli değildi. Kaldı ki, Zülbiye Hanımın, evinden ayrılmak gibi bir niyeti de yoktu. … Metin Bey, Berlin'e döneli daha bir hafta olmadan halledilmesi gereken işlerin biri hariç, tamamı bitmişti bile. Emekliliğin ön koşulu olan rehabilitasyonun ertelenmesi için yaptığı müracaatın cevabını bekliyordu. Berrin Hanım, eşinin yeniden annesinin yanına dönme mecburiyetini anlayışla karşılıyor, yine de cevabın gecikmesine içten içe seviniyordu. Girdiği her iki imtihanı da birer puanla kaybetmiş, toplam altmış puandan, alması gereken en az kırk beş puanı tutturamamıştı. Eksiksiz tevekküle rağmen etkilenmemek, üzülmemek mümkün değildi. Hevesinin kırılma ihtimalinden endişe ediyordu. Bu zor zamanlarında tek tesellisi, çamaşır-bulaşık yıkamaktan, ütü yapmaktan şikâyet etmeyen eşinin varlığıydı. Zira çocuklar büyüdükçe idaresi de zorlaşmıştı. Üç kardeşin de birbirinden çok farklı karakterleri vardı. Yabancı bir ülkede doğup büyüyen gençlerin öz benliklerinden, kültüründen kopmadan, içinde yaşadıkları topluma adapte olabilmeleri zordu. Bu zorluk, entegrasyonu asimilasyon olarak uygulamaya çalışan devletlerde daha da belirgindi. Teknoloji çağının olumlu birçok kazanımı yanında, olumsuz yansımaları da vardı. Özellikle, medya kanalıyla gelişen sürekli ve hızlı bilgi akışının doğru analizi ve kontrolü gerekiyordu. Aksi takdirde, bugün olmasa da bir gün, kültür çatışmalarının ortasında kalacakları açıktı. Bunun işaretleri daha şimdiden görünmeye başlamıştı bile… … Bu sabah Metin Bey geç uyanmıştı. Türkiye'den döneli, işlerin yoğunluğundan, ailesiyle birlikte gezmeye fırsat bulamamanın üzüntüsü içindeydi. Çocuklar evde olmasa da masmavi gökyüzü, güneşli pırrıl pırıl bir hava bugün bunun tam vakti olduğunu gösteriyordu. Aklına güzel bir fikir gelmişti; --- Berriiin! --- Efendiiim! Evet. Tam da tahmin ettiği gibi Berrin Hanım yine her zamanki yerinde, mutfaktaydı. Altı kişinin her gün beslenmesi gereken bir evde anne başka nerede olabilirdi ki? Mutfağa gittiğinde eşi günlük yemeği hazırlamakla meşguldü. Takılmadan edemezdi; --- Hâlâ bitiremedin mi? Tahrik etmeye dönük bu tür sorularda Berrin Hanım genellikle tuzağa düşer, kendisini savunma ihtiyacı hisseder, illa ki bir kaç cümle ile hakkını müdafaa gereği duyardı. Metin Beyin niyetini sezmiş olacak ki, sadece gülümsemekle yetindi. Yine de altta kalmak olmazdı; --- Daha çabuk yapabiliyorsan, bundan sonra yemekleri sen yap istersen. Bir itirazım yok! --- Yok canım, o kadar da değil. Hem, biraz uzun sürmesinin mahzuru yok. Ne yapalım, bekleriz. Demem o ki, eskiden buzdolabı, çamaşır makinesi, ütü, bulaşık makinesi yokken kadınlar ev işlerini bitirmenin yanı sıra salça yapar, turşu kurar, sohbete bile vakit bulurlardı. Sen mutfaktan hiç çıkamıyorsun. Çok mu yavaşsın ne! Berrin Hanımın bakışları "Şansını fazla zorlama!“ der gibiydi. --- Bak ne düşündüm. Bu işlerin kısa sürede biteceği yok. Öylece bırak. Kahvaltılık bir şeyler hazırlayıp yakındaki parka gidelim, ne dersin? Ne diyebilirdi ki? O da uzun zamandır annesinin bakımı, ev işleri, derslerinden dolayı dinlenmeye fırsat bulamamıştı. Dinlendirici her türlü değişiklik kabulüydü. Yeterli olmasa da hiç olmazsa bir pikniklik bir nefes fena sayılmazdı. Olağanüstü bir teklifmiş gibi sevindi. Gözlerinin içi gülüyordu. Çok bunaldığı anlaşılıyordu. Taşıdığı sorumluluk ve yapmak zorunda olduğu işler, kanaatkâr ve mütevekkil olmayan birinin üstesinden gelebileceği bir yük değildi. Birlikte, bir kahvaltı için gerekli her şeyi çabucak hazırlayıp çıkmışlardı. Bu arada çocuklara telefonla ulaşıp öğle yemeğini dışarıda, bir lokantada yemelerini tembihlemişlerdi. Berrin Hanım çok mutluydu. Hayata olumlu bakışı olaylardan olumsuz etkilenmesini büyük ölçüde önlüyordu. Güzel bir hava, açan bir çiçek, uçan bir kelebek mutlu olmasına yetebiliyordu. Bardağın dolu tarafını görme becerisi vardı. Çevresinin, doğanın, sahip olduğu nimetlerin farkındaydı. Bu karakterde bir insanla evli olmak büyük şans, büyük mutluluktu. Hafta içi olduğundan, etrafta koşu yapan gençler haricinde pek kimse görünmüyordu. Göle yakın bir yerdeki boş banklardan birine oturdular. Burası Metin Beyin annesiyle geldiği, bazen çocukların babaanneleri ile vakit geçirdikleri yerdi. Berrin Hanım, piknikten ziyade, uzun zamandır kendisini rahatsız eden konuları söyleme fırsatı yakaladığına seviniyordu. Metin Bey çayları doldururken, o da konuya nereden başlayacağını düşünüyordu. Bu arada, az ötelerinde oynayan çocukların topu yanlarına kadar gelmişti. Metin Bey gençlik günlerini aratmayacak bir çeviklikle topu alarak, düzgün bir şutla çocuklara geri gönderdi. Yerine otururken; --- Top oynamayalı hayli zaman geçmiş. Ne güzel günlerdi o günler. Buralardaki gibi modern, geniş alanlar, top sahalarımız yoktu. Sokak aralarında, bazen de boş bir arsada plastik topların ardında karanlık bastırıncaya kadar oynar, yorulmazdık. Akşam eve döndüğümüzde, karanlıkta yediğimiz tekmelerin yaralarını pansuman ederdik. Hiç de umursamazdık ama. O zamanki arkadaşlıklar çok farklıydı biliyor musun! Geçmiş günlere süratli bir yolculuk yapmış, sanki oradan eşine sesleniyordu. Söyleyecekleri nihayet bulacak gibi değildi. --- Şu çayını soğutmasan iyi olur. Al, şuradan da bir sandviç ye! --- Biliyor musun Berrin, çok şey değişiyor, gelişiyor, modernleşiyor ama kolaylaşan hayatla birlikte çok şeyi de yitiriyoruz. İnsanlar, özellikle de genç nesiller artık eskisi kadar sosyal değiller. Arkadaşlıkların, dostlukların o eski tadı yok maalesef. Biz eskiden arkadaşlarımızla randevulaşır, beklemenin heyecan ve hazzını yaşardık. Bayramlarda, özel günlerde kartpostal tezgâhlarının önü hıncahınç dolardı. Sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz için en anlamlı kartpostalları seçer, postanelere koşardık. Hasretin önemi, anlamı ve -ne tuhaf di mi- tadı vardı. Şimdiki sanal âlem dostlukları gibi samimiyetten uzak, yapmacık değildi. Berrin Hanım eşinin huyunu biliyordu. Tekrar “Çayını soğutma!“ demesinin faydası olmayacaktı. Hem, zaten o günleri yeniden yaşarcasına özlemle yâd etmesi hoşuna da gidiyordu. Soluklanma gereği duymuştu Metin Bey. Çok iştahlıydı. Şansını zorlamak istemiyordu muhtemelen. Nihayet banka oturmuş, bir çayı yudumluyor, bir de sandviçten götürüyordu. Berrin Hanım, tam zamanı diye düşündü. Ağır ağır anlatmaya başladı; --- Biliyor musun Metin, uzun zamandır beni rahatsız eden bir problemimiz var. Çocuklar büyüdükçe idareleri zorlaşıyor. Üçü de farklı karakterdeler. Ayrıca, annemin bakımı sırasında uzun süre birbirlerinden ayrı yaşamalarının da etkisi var. Psikolog desteğinin de pek faydası olmadı maalesef. Son zamanlarda sık sık tartışıyor, hatta bazen kavga bile ediyorlar. Metin Bey hiç şaşırmış görünmüyordu. O da çocuklardaki bu değişikliği sezinlemiş, bu yaşların özelliği olarak algılayarak önemsememişti. Aslında önemsese de, bu vakitten sonra yapacak fazla bir şey yoktu. --- Anlaşamama sebepleri ne? --- İnanır mısın, dinlediğimde her defasında basit nedenlerin kavgaya, tartışmalara yol açtığını görüyorum. Çoğunlukla fındıkkabuğunu doldurmayacak cinsten. Kime sorsam kendisi haklı. Aç, açıkta değiller. En ufak bir eksikleri yok. İhtiyaç duydukları ne varsa tedarik ediliyor. Anlaşılacak gibi değil yâni! --- İyi de, mutlaka somut bir sebebi vardır. Sence ne olabilir? --- En büyük problem kıskançlık ve internet oyunları! Abisinin ve kardeşinin üniversiteye gidiyor olmaları, Yunus'un ise liseyi dahi zorlukla başarabilmesi kendisini psikolojik olarak çok olumsuz etkiledi. Çevresindeki arkadaşlarının çoğu üniversiteye gidiyor. Hatta çalışıp para kazananlar bile varmış. Yunus'u çok seviyorlar. Gezecekleri zaman mutlaka Yunus'un da yanlarında olmasını arzu ediyorlar. O ise, gün geçtikçe içine kapanıyor. Arkadaşlarının telefonlarına bile çıkmamaya başladı. --- Neden? --- Onlar da Yunus'un en azından bir işe girmesini arzu ediyorlar. Hatta yardım da ediyorlar. Ne yazık ki, şimdiye kadar yaptığı müracaatların hiç birinden olumlu cevap gelmedi. Her buluştuklarında, arkadaşlarının aynı sorularına aynı cevapları vermek zoruna gidiyor. Özgüveni örselendi. --- İyi de, henüz hâlâ kardeşler arasındaki tartışmaların sebebini söylemedin! --- Dedim ya! Kıskançlık. Yunus, kardeşlerini kıskandığından, söyledikleri sıradan cümleleri bile yanlış yorumluyor, kendisine saldırı olarak algılıyor. Hemen savunma ve saldırı pozisyonu alıyor. Görünen sebep ise ya birlikte oynadıkları oyunlar, ya da tuttukları takımlarla ilgili tartışmalar. --- Peki Ahmet'le Yusuf'un arası neden açık? --- Yusuf da Ahmet abisini kıskanıyor. --- Kimden, neden kıskansın ki? --- Benim Ahmet abisini daha çok sevdiğim gibi bir saplantısı var. Bu saplantı, ne yazık ki ona karşı bir öfkeye dönüşmüş durumda. --- Vakit ayırıp bunları etraflıca konuşmadın mı? --- Konuşmaz olur muyum. Kim bilir kaç kez konuştum, anlattım, izah ettim. Hepsini aynı derecede sevdiğimi kaç kere söyledim. Hiçbir faydası olmadı. Bir ara bana açıldı. İlkokula gittiği yıllarda, daha küçükken, mültecilerin çocuklarından oluşan bir grup, Yusuf'u rahatsız etmiş. Öyle sıradan bir rahatsızlık da değil yâni! Diz çöktürüp başına silah dayamışlar! Çok, ama çok korkmuş! Metin Bey hayretler içindeydi. --- Peki neden bize haber vermemiş? --- Bilmiyorum. Benim de yeni haberim oldu. Kardeşlerinin bu olaydan haberi varmış. Kendi aralarında halletmeye çalışmışlar Aynen Ahmet'in olayında olduğu gibi. Berrin Hanım anlattıkça Metin Beyin hayreti biraz daha artıyordu. --- Ahmet'in hangi olayı? --- Ahmet de Orta Okula giderken onun da sınıfında gruplaşmalar, çocuk çeteleri varmış. Ahmet, tabi hiç bir gruba dahil olmamış. Derslerinde de çok başarılı olunca, haliyle bu durum kıskançlığa sebep olmuş. Tehditle yetinmeyip, önünü kesmişler. Bıçaklamaya teşebbüs etmişler. O da senin gibi gurur yapmış. Belirledikleri yere gitmiş. Çok kötü kapışmışlar. Sınıf öğretmeni olaydan haberdar olunca müdahele etmiş. Dışarıda bekledikleri bir gün, Ahmet'i sınıftan çıkarmamış. Polisi çağırmış. Olay emniyete intikal ettikten kısa bir süre sonra da bir daha görünmemişler zaten. --- Peki, tüm bu olaylar yaşanırken neden benim hiç haberim olmadı? --- Ahmet'in yüzünde morartılar vardı. Çok kızacağını düşündüğünden, anneannesinde kaldı o günlerde. Sana da başka bir sebebi gerekçe göstermiştik. Metin Bey söyleyecek söz bulamıyordu. Bu olayların kendisine intikal etmeyişine kızmakla birlikte sebebini anlayabiliyordu. O günlerde yaşadığı sağlık problemleri bu tür hadiselere soğukkanlılıkla ve gerektiği gibi müdahele etmesine pek müsait sayılmazdı. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, belli ki Yusuf o travmayı henüz hâlâ atlatamamıştı. Hatta haber vermediği bu olaydan dolayı, yardım etmediklerini düşündüğü anne ve babasını bile suçluyordu. --- Ben çocuklarla ayrı ayrı görüşürüm. Sen de bir araştır, Yusuf'u da ikna et de, yine psikolojik destek alsın! Berrin Hanım, sıkıntısını eşiyle paylaşmanın rahatlığı ve huzuru içindeydi. Üstelik yapılması gereken de belliydi. Top oynayan çocuklar çoktan gitmiş, hava da serinlemişti. Kalan çayı da bölüşüp bitirdikten sonra ağır ağır, yine sohbet ederek evin yolunu tuttular. Eve vardıklarında postacı da bisikletiyle yeni ayrılıyordu. Zaten, ne zaman dışarıdan gelseler, Pazar günü olsa dahi -alışkanlıktan- önce posta kutusuna bir göz atmadan edemezlerdi. Bugün yine dolu gözüküyordu. Mavi zarflı olan önemli bir mektuba benziyordu. Metin Bey aceleyle açtı. Beklediği cevap nihayet gelmişti. Rehabilitasyon için yaptığı erteleme talebi kabul edilmişti. Okurken, Berrin Hanım da yan taraftan göz atmış, durumu anlamıştı. Metin Bey için yine yol görünmüştü. Beklediği ve arzu ettiği cevabı almasına rağmen, buruk bir sevinç içindeydi Metin Bey. Ailesinin de kendisine ne kadar ihtiyaç duyduklarını biliyor, eşinin üzüntüsünü anlayabiliyordu. Zorlu bir imtihan içindeydiler ve her ikisi de bunun farkındaydı. Her zaman hep aynı duayı ediyorlardı; “Allah bu günlerimizi aratmasın!“ Yukarıya, eve çıktıklarında Metin Beyin ilk işi ağabeyini aramak oldu. Çok bunaldığını ve bir an önce gelmesini beklediğini tahmin edebiliyordu. Yanılmamıştı. Ses tonundan mutluluğunu rahatlıkla hissedilebiliyordu. Zaruretten olduğunu bildiğinden, Berrin Hanım konuşulanlara kulak misafiri olmuş, yine de üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu. Çocuklar her an gelebilirdi. Hiç oyalanmadan mutfağa geçerek yiyecek bir şeyler hazırlamaya koyuldu. Metin Bey, aldığı haberin sevinci ve durumun aciliyeti sebebiyle vakit geçirmeden acil işlerini bitirmiş, bu arada çocuklarla da ayrı ayrı konuşarak birbirleriyle iyi geçinmelerini, annelerini üzmemelerini de sıkı sıkıya tembihlemişti. Kısa konuşmalarla böylesine önemli bir konunun halledilemeyeceği açıktı. O da bunun farkındaydı. "Bir dahaki gelişimde bu durumu etraflıca konuşup çözmem gerek" diye düşündü. Yolculuk vakti gelmişti. Çocuklar okula, Berrin Hanım ise annesi ile doktora gideceği için önceden vedalaşmışlardı. Valizine, Berrin Hanımın gitmeden yaptığı böreklerden iki dilim yerleştirerek evden ayrıldı. Gidiş gelişler sıklaşınca ülkelerarası seyahatler de sıradanlaşmış, heyecanlı ve hüzünlü vedalara mahsus o eşsiz tat da artık mazide kalmıştı. Bunda cep telefonlarıyla, üstelik görüntülü görüşme imkânlarının da etkisi büyüktü tabi. Mesafeler kısalmış, dünya adeta küçülmüştü. Modern hayata uyarlanan teknolojik yenilikler, sanal âlem duyguları da olabildiğince etkilemiş, örselemişti. Hayat kolaylaştıkça yaşamak zorlaşmış, duygular sıradanlaşmıştı sanki... … Metin Bey, durumun vahametini henüz tam bilmese de, çok geçmeden Yalova'ya gelmişti. Yine neşe içinde akşam yemeği yenmiş, sohbet edilmiş ana-oğul istirahata çekilmişlerdi. Gece yarısını az geçiyordu. Zülbiye Hanım Metin Beyin odasına girmiş, incitmekten korkarcasına bir eliyle omuzunu hafifçe okşayarak; "Oğlum, kalk, akşam namazını kılacağız" Diyordu. Metin Bey hayli şaşkın vaziyette yerinde doğrularak; "Anacığım akşamı da, yatsıyı da kıldık ya. İki saat sonra sabah ezanı okunacak, gel seni yatırayım!" Dedikten sonra, koluna girerek odasına götürüp yatırmış, yorganı itinayla üzerine örterek çıkmıştı. Odasına geldiğinde şaşkınlığın yerini tarifi imkânsız büyük hüzün almış, hıçkırarak ağlıyordu. Gerçi geleceğini bilmesine rağmen ilk kez balkona çıkıp yolunu gözlememesi dikkatinden kaçmamış, yine de üzerinde fazla düşünmemişti. Oysa geçmişte şahit olduğu tuhaflıkları da dikkate alınca durum tahmin ettiğinden kötüydü. Yemeklerin bazen aşırı tuzlu, bazen çok tuzsuz olmasının sebebi de anlaşılmıştı. Bulaşık suyunun yatağın altına saklanmasının da. Hatta bir keresinde alt katın bahçe kapısının ardına dek açık unutulduğunu fark etmişti. Annesinin burada bu şekilde tek başına yaşaması artık mümkün değildi. Metin Bey üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu. Neşe içinde yapılan kahvaltıdan sonra anacığının yanağına bir öpücük kondurup Allah'a ısmarladıktan sonra hemen komşuya gitti. Sebebini kısaca izah ettikten sonra bir bakıcı bulması hususunda yardımcı olmasını rica ederek alışveriş için marketin yolunu tuttu. Fazla beklemelerine gerek kalmamıştı. Dört gün kadar sonra aranılan niteliklere uygun biri bulunmuştu. Ümmühan Hanım, kapı komşusunun çok yakından tanıdığı orta yaşlarda, mütebessim, güvenilir biriydi. Kendisine haber verilmiş, o da hiç vakit geçirmeden gelmiş komşuda Metin Beyi bekliyordu. Akşam ezanı okunmaya yakın Metin Bey Yalova'dan ancak dönebilmişti. Rahat konuşabilmek için komşunun bakkalında buluşmayı uygun görmüşlerdi. Metin Bey durumu etraflıca anlatıp, beklentilerini bir bir sıraladı. Ücrette de mutabık kalınmıştı. Hemen işe başlamaması için sebep yoktu. Her gün sabah sekiz-dokuz gibi gelip, akşam ezanı okunurken gidecekti. Evi uzak olmadığından geliş-gidişlerde de bir problem yoktu. Vazifesi genel olarak, Zülbiye Hanıma arkadaşlık etmek, yemeklerini pişirip, alışverişini yapmaktı. Fırsat bulduğunda da bahçe ile uğraşacaktı. Önemli bir işi başarmanın mutluluğuyla Metin Bey eve geldi. Bir koku vardı. Kesif, kötü bir koku. Gaz kokusuna benzemese de, ihtiyaten önce ocak tüpünü yokladı. Bir problem yoktu. Odalara teker teker girip çıkıyor, nereden geldiğini bulmaya çalışıyordu. Zülbiye Hanımın yatak odasına girdiğinde artık dayanılmaz hâle gelmişti. Yatağın altına bakınca torbalar dolusu elmanın çürümüş olduğunu, akan suların da etrafa yayıldığını fark etti. Ayağa kalktığında annesi kapıda duruyor, olan bitene bir anlam veremiyordu. Metin Bey annesine bakıyor, söyleyecek söz bulamıyordu. Kızamıyordu da. Bu hastalık böyle bir şeydi. İnsana olmadık işler yaptırabiliyordu. Vakit gece yarısına geliyordu. Metin Bey annesini bir koltuğa oturttuktan sonra ocakta su kaynattı. Kurtlu ve küflü elma artıklarını büyükçe bir naylon poşete doldurup her tarafı sabunlu su ile bir güzel yıkadı, temizledi. Göz göze geldiklerinde Zülbiye Hanım hayli üzgün ve mahcup, yaptığının yanlışlığını anlamış gibiydi. Başı öne eğikti. Metin Bey; "Anacığım, çürük elmaları evin içine sokma, ağaçlarda yeterince sağlam var, onlardan getiririz" Dese de, söylenenin az sonra unutulmuş olacağını biliyordu artık. Yatağına yatırdıktan sonra yine yanaklarından öperek odasına çekildi. Hayli yorulmuştu. Başını yastığa koymasıyla uyuması bir oldu. Sabah saat 8:30 gibi Ümmühan Hanım gelmişti. İlk günler yadırgasa da, çok geçmeden birbirlerine ısınmış, sevmişlerdi. Hatta öyle ki, Zülbiye Hanım her sabah balkona çıkıp Ümmühan Hanımın yolunu gözleyip, akşam uğurlar olmuştu. Ne zaman ailesinin yanına gidecek olsa aklı hep geride kalıyordu Metin Beyin. Ümmühan Hanımın tüm gayretine rağmen hep bir huzursuzluk vardı içinde. Uzun yürüyüşlere çıkıyor, daha iyi bir çözüm, çareler arıyordu. Sık sık telefonla görüşüp annesinin sağlık durumu hakkında bilgi alıyordu. Yine bir Cuma vaktinde sesini duyup annesinin hayır duasını almak için aradığında telefona Ümmühan Hanım çıkmıştı. Biraz heyecanlıydı. Çok geçmeden sebebi anlaşıldı. Temizlik yaparken oturma odasındaki halının altında altı bin lira para bulmuş, ne yapması gerektiğini soruyordu. Metin Bey, kendi hesabına yatırıp annesinin ihtiyaçları için oradan harcamasını söylese de, içine sinmemiş, sonunda Metin Beyin hesabına yatırmasında mutabık kalmışlardı. Gelen haberler Zülbiye Hanımın hafıza kaybının süratle ilerlediğini gösteriyordu. Yanlarına getirmek için yine Yalova'nın yolunu tuttu. Kesin kararlıydı. Annesinin Berlin'de kalabilmesinin hukuki bir yolunu bulmak için ne lazımsa yapacaktı. Metin Bey bu planından sadece Ümmühan Hanımı haberdar etmiş, artık bakım elemanına gerek kalmayacağı için de hesabını kesmiş, helalleşmişti. Kısa sürede vize işlemlerini halledip birlikte yeniden Berlin'e döndüler. Uzun zamandan sonra Metin Bey ilk kez bu kadar huzurluydu. "Yeryüzündeki en değerli varlığı, çok sevdiği annesi yanındaydı. Hastalığı üzücü olsa da meraklanmasına gerek kalmamıştı. Her gün Berrin Hanımın özenle hazırladığı mis gibi kurabiyeleri, dilimlediği havuçları, elmaları, kuruyemişleri bir poşete koyarak, yine yakındaki parka gidiyorlardı. Termosla çay götürmeyi de asla ihmal etmiyorlardı. Büyükçe bir göl kenarında her zamanki bankta oturup, neşe içinde çaylarını yudumluyor, kuş cıvıltıları arasında poşettekiler bitene kadar vakit geçiriyorlardı. Birlikteyken her zamanki gibi çok mutlu ve huzurluydular. Buna hiç şüphe yoktu. Yine de kesin olan bir şey vardı ki, Zülbiye Hanım Yalova'yı unutamıyor, bir an önce evine dönmek istiyordu. Bu kez ancak iki hafta kadar dayanabilmişti. Her gün boynunu bir yana bükerek; "Yavrum beni evime götür... n'olursun" diyor, âdeta yalvarıyordu. O'nun bu ısrarı, bu arzusu, bu yalvarışı dayanılır gibi değildi... Metin Bey, annesinin bu üzüntüsünü hafifletmek, umudunu zinde tutmak için bir yöntem bulmuştu. Boş bir kâğıda eksi şeklinde on çizgi çekerek anacığının yatağının yanına yapıştırmış; "Anacığım her gün bir çizgiyi artı yapacağız, bitince seni Yalova'ya götüreceğim" Demişti. Götürüleceği günün yaklaştığını görmenin mutluluğunu yaşaması için de her gün bir eksiyi artı yapma görevini de annesine vermişti. Kalemi de başucuna koymuştu. Zülbiye Hanım mutluydu. "On gün, nedir ki, sabreder, göz açıp kapayıncaya kadar geçer" sanıyordu. Birinci, ikinci, üçüncü... Derken eksiler azalmakta, gideceği gün yaklaşmaktaydı. Artılar altı, yedi kadar oldukça Metin Bey fark ettirmeden kâğıdı değiştiriyor, beşten ötesine izin vermiyordu. Zülbiye Hanım unutkanlığın getirdiği zafiyetten durumun farkında değildi. Lakin zamanın bir türlü geçmemesinden de yavaş yavaş sıkılmaya başlamıştı. Bir akşam Metin Bey eve döndüğünde yine anacığının yanına gitmiş, yanaklarını öperken gözü yatağın kenarında duvarda asılı kâğıda takılmıştı. Sonuncusu hariç, tüm eksiler artı olmuştu! Bu hastalığın pençesine düşen insanlar, şayet hastalık çok ilerlememişse, bazen mükemmel bir muhakeme yeteneği gösterip, çareler üretebiliyordu. Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibiydi. Hiç belli etmeden kâğıdı değiştirdi. Üzerinde yine on işaret vardı, bunlardan da altısı artı, dördü eksiydi. Üstelik kâğıt annesinin uzanamayacağı yükseklikte duvara yapıştırılmıştı. Biraz şakalaşma, sohbetten sonra Zülbiye Hanım yine boynu bükük halde; --- Oğlum, hani gidecektik, ne olursun beni Yalova'ya götür, bahçemde yapılacak bir sürü işim var. Diye yalvarmaya başlamıştı. Zaten, ne zaman bahane gerekse, akla ilk gelen bahçe oluyordu. Başka da yoktu zaten. Oysa bahçe ekilmemiş, yapacak bir şey de yoktu. Metin Bey duvardaki kâğıdı göstererek dört gün kaldığını belirttiğinde sükût etse de, annesine bu hasret acısını daha fazla yaşatmaya hakkı olmadığını düşündü. Bu şekilde ancak iki buçuk ay oyalayabilmişlerdi. "Peki anacığım, sabah kalkar kakmaz biletleri almaya gideceğim" dediğinde Zülbiye Hanımın gözlerinin içi gülmüş, sevinçle oğlunun boynuna sarılmıştı. Berrin Hanımla istişareden sonra kesin kararını vermişti Metin Bey. Annesini götürecek, emeklilik işlemlerinin neticelenmesini beklemeden Yalova'ya yerleşecek, ömrünün sonuna kadar annesine bakacaktı. Çocukların okulu ve kayınvalidesinin sağlık durumu elverse, belki ailece Türkiye'ye yerleşmeyi dahi düşünebilirlerdi. Bu arada Berrin Hanımın imtihan günü de yaklaşmış, yoğun olarak derslerine çalışıyordu. Annesinin bakımı ve evin işleriyle birlikte süregelen çalışma temposundan hayli bunalmış olsa da, uzayan süre içinde bilgisi artmış, aldığı ilave dersler ve kurslar ile daha donanımlı hâle gelmişti. Ama yine de artık bu stres ve sıkıntı son bulmalıydı. Metin Bey de yorulmuş, mutfak işlerinin, kendisi için istisna olarak kalmasını arzu ediyordu... ... İmtihan günü saatin çalmasına dahi gerek kalmamıştı. Kahvaltılarını yaparlarken Zülbiye Hanım da, çocuklar da uyuyordu. Bilgisinden ve kazanacağından emin olmasına rağmen, Berrin Hanımın sınav heyecanı oldukça belirgindi. Bir an önce imtihanın yapılacağı binaya ulaşmak istiyordu. Metin Bey hazırlanırken erkenden çıktı. Nasıl olsa orada buluşacaklardı. Metrobüs hareket ettiğinde yaklaşık kırk dakikalık bir yolculuk vardı. "Boş oturmaktansa, tuttuğum notları tekrar bir gözden geçireyim" diye düşünmüştü. Öylesine dalmıştı ki, bir ara başını kaldırıp istasyonun ismini gördüğünde şok olmuştu. Tren, her zamanki güzergâhını terketmiş, farklı bir ray üzerinden, Berrin Hanımın o güne kadar gitmediği, görmediği bir muhite gelmişti. Hareket etmeden, hemen araçtan indi. Haritaya baktı. Gideceği istasyondan hayli uzaktaydı. Evden erken çıktığına sevinmişti. Aksi yöndeki tren rötar gösteriyordu. Beklese imtihana yetişmesi mümkün olmayacaktı. Metro istasyonundan dışarıya çıktığında şaşkınlığın yerini bu kez endişe ve az da korku almıştı. Çift yönlü genişçe bir caddeden geçen tek tük araçtan başka, etrafta kimsecikler görünmüyordu. "İyi ki telefonum yanımda" diye düşündü. Bir an için rahatlamıştı. Taxi çağırmak için numarayı çevirdiğinde telefonun çekim alanı dışında olduğunu fark etti. İnanılır gibi değildi. Ne kadar aksilik varsa bu günü, bu ânı bulmuş gibiydi. Bir taxi bulmalıydı, ama nasıl. Zaman su gibi akıyor, endişesi büyüyordu. Berrin Hanım, caddenin orta kısmında bir o yana bir bu yana koştururken bir yandan da sürekli saatini kontrol ediyordu. İki yönde de bir tek taxi göremiyordu. Artık panik başlamıştı. Sinirler boşalmış, ağlıyordu. O esnada epey uzakta bir benzin istasyonunun yanında bir taxi gördü. Bu son fırsat, son umuttu. Koşarak yanına geldiğinde aldığı cevap o umudunu da tüketmişti; şoför paydos yapmış, çalışmıyordu. Başından kaynar sular dökülmüş gibiydi. Kendisini hiç bu kadar çaresiz, üzgün hissetmemişti. İmtihana yetişemeyeceği anlaşılınca Berrin Hanım ağlamayı kesmiş, gerçeği kabullenmişti. Artık ne heyecan kalmıştı, ne de az önceki panik. Tek düşüncesi, bir an önce eve geri dönmekti. Ağır adımlarla Metroya ilerlerken bir taxinin geldiğini fark etti. Saatine baktı. İmtihan başlayalı epey olmuştu. Gerçeği kabullenmiş olsa da, ayaklar o yana doğru çekiyor, gönül umudu diri tutmak, son âna kadar yaşatmak istiyordu. taxiyi durdurduğunda kararını vermişti. Her şeye rağmen imtihanın yapıldığı o binaya gidecekti... Bu arada Metin Bey de binanın yakınında bir banka oturmuş, eşinin imtihanda olduğundan emin bir şekilde sürekli dua ediyordu. Aradan yaklaşık kırk beş dakika geçmiş, imtihan bitmeye yakındı. Az sonra eşi mütebessim bir çehre ile kapıda görünecek, mutlu haberi verecekti. Bu kez başaracağından en ufak bir şüphesi yoktu. Bu düşünceler içinde kapıya bakarken elli metre kadar önünde bir taxi durmuştu. İçinden ineni gördüğünde şok geçirme sırası bu kez Metin Beydeydi. Vücudu kaskatı kesilmiş, içinde büyük bir öfke vardı. Kendisinden bir saat kadar önce çıkan eşi, hem de taxiyle ve bu kadar nasıl gecikebilirdi? Yaptığı onca dua boşa mı gitmişti? Bir altı ay daha ev işi, mutfak işi... Yok... yok. Bu kadarı fazlaydı! Binaya girdiğinde asansör yeni gelmiş, Berrin Hanım içeri giriyordu. Metin Bey de beraberinde içeri girmişti. Eşinin hayal kırıklığının farkındaydı. Yaşadıkları yetmezmiş gibi, bir de Metin Beyin kızgınlığını, öfkesini hazmetmek zorundaydı. İşiteceklerini tahmin edebiliyordu. Nitekim yanılmamış, kızgınlığı öfke olarak ifadelerine yansımış, söylediği her kelime ile eşinin kalbini kırmıştı. Umursamıyordu Berrin Hanım. Yaşadıklarına kıyasla o kadar da önemli değildi. Susuyordu. Fırtınanın dinmesini bekler bir hâli vardı. Dinmese de asansör durmuş, inmişlerdi. Berrin Hanım uzun koridor boyunca sekreterliğe ilerlerken, her ikisinin de en ufak bir ümidi yoktu. Özellikle de Metin Beyin. Saniyeler... Dakikalar... Her an, az önce umutsuz olarak girdiği kapıdan moralsiz olarak çıkacak bir silüet, yıkık bir beden bekleniyordu. Vakit ilerliyor, Berrin Hanım gözükmüyordu. "Acaba?" diye düşündü. Ruhuna Fatiha okunan ümit canlanmış, kıpırdamış gibiydi sanki. Geçen her an o umudu büyütmüş, yaklaşık yarım saat sonra mütebessim bir çehre olarak karşısına dikmişti. Sabahın erken vakitlerinde başlayan mucizeler silsilesi mutlu bir sonla noktalanmış, imtihan verilmişti. Verilemeyen bir imtihan vardı, o da Metin Beye aitti. Hoş vakitte dizeleriyle tevekkül, tefekkür, sabır vaaz eden Metin Bey, zor vakitte tüm bunları unutmuş, öğrendiklerini öfkesine kurban etmişti. Her zaman olduğu gibi; yüreğinde hüzün, yüzünde mahcubiyet, ifadelerinde büyük pişmanlık vardı. Az önceki kızgınlık ve öfke bumerang gibi yön değiştirmiş, kalbini kanatmıştı. Berrin Hanım eşinin hissettiklerini tahmin edebiliyordu. Bir şey söylemesine gerek yoktu. Söylemedi de. Sessiz ve çok mutluydu. Omuzlarından oldukça ağır bir yük kalkmışçasına rahat ve huzurluydu. Hak etmişti. ... Türkiye'ye gidileceği gün Zülbiye Hanımın neşesi görülmeye değerdi. Kanatları olsa, uçağa gerek kalmaz, havalanırdı muhtemelen. Birlikte yapılan kahvaltıdan sonra Metin Bey ailesiyle vedalaştı. Hayli üzgün olan Berrin Hanımın tek tesellisi, fırsat buldukça Yalova'ya gidebilme ihtimal ve imkânının olmasıydı. Yorucu bir yolculuğun ardından Yalova'ya vardıklarında bina yine toz içindeydi. Yaklaşık üç ay içinde örümcekler hayli mesai yapmış, münasip yerlere muntazam şekilde ağlarını germişti. Üç günlük temizliğin ardından bina kendine gelmeye başlamıştı. Havalar henüz sıcak, her taraf yemyeşildi. Günler tek düze geçse de dayanılmaz gibi değildi. Zülbiye Hanımın en değerli dostu Kur'an'ıydı. Her gün sayfalarca okur, huzur bulurdu. Namaz kılmayı unuttuğundan, Metin Beyin seccadesini açmasını bekler, göz ucuyla onu takip ile taklit etmeye çalışırdı. Sureleri unutmuş olmasının ne önemi vardı ki? Bu derdi veren Rabbi ondan ibadet beklemiyordu. O artık imtihandan muaftı. İmtihanda olan Metin Bey ve kardeşleriydi! ... Kaybolmasını önlemek için evin anahtarı sürekli dış kapının arkasında asılı durur, akşam yatılacağı zaman da ihtiyaten üstten sürgülenirdi. O gün de öyle yapılmış, ana-oğul istirahate çekilmişlerdi. Daha uykuya yeni geçmişlerdi ki Metin Bey bir gürültüyle irkildi. Ses alt kattan, giriş kapısından geliyordu. Zülbiye Hanım da fark etmiş olmalı ki, Metin Beyden önce merdivenlerden inmiş, kapının üstten sürgüsünü açmıştı. Gelen oğlu Kadri Beydi. Kimsenin evde olmadığını düşünmüş olacak ki, gelmiş, anahtarıyla kapıyı aralamış, üstten sürgü olduğundan giremiyordu. Zülbiye Hanım gelenin kim olduğunu görmüş, kapıyı açtıktan sonra oğlunun yüzüne dahi bakmadan odasına geri dönmüştü. Metin Bey de onunla birlikte içeri girmiş, kapısını kapatmıştı. Kadri Bey, babasının vefatından sonra "Ben bakarım" diye böbürlenmesine rağmen annesi ile gerektiği gibi ilgilenmemiş, üstelik bankadaki yüklü miktarda parasını çektirip ortadan kaybolmuştu. Yalvarışları işe yaramamış, geri iade etmemişti. Zülbiye Hanım, Alzheimer olmasına rağmen henüz bunu unutmamış, yüzüne dahi bakmıyordu. Bazen kendini tutamayıp beddua dahi ediyordu. Kızı Aynur Hanım gibi o da arsız ve hayırsız çıkmıştı. Kadri Bey üç gün boyunca çatı katındaki odasından çıkmadı. Ne aşağıya inip annesi ile görüşecek yüzü, ne de mutfağa girip yemek yapabilme imkânı vardı. Bir sabah çekip gittikten sonra Metin Bey, kaldığı odaya girdiğinde kuru bir dilim ekmek, boş bir yoğurt kabı buldu. Belli ki yanında getirdiği bir kaç parça yiyecekle idare etmişti. Kızgınlığına rağmen o an acı ve acıma duygusu hissetmişti. Annesinin hizmetini yaparak hayır duasını kazanmak varken, zillete düşüp bedduasını almak ne korkunç bir şey... Metin Bey Yalova'da yaşama mecburiyetine kendini iyiden iyiye alıştırmaya başlamıştı ki bir akşamüzeri İbrahim Bey aniden çıkıp geldi. Sağlık problemlerine rağmen, vicdanı elvermemiş, zor da olsa eşini ikna ederek Yalova'ya gelmişti. Annesine hizmet edecek, hayır duasını alacaktı. Bu durum yedi aydır ailesinden ayrı kalan Metin Bey için büyük sürpriz olmuş, çok sevinmişti. Bu vesileyle ailesine kavuşup, hasret giderebilecekti. İstanbul ve Berlin arasında bölünmüş hayatın zorlukları yanında, ödenmesi gereken bir de bedeli vardı. Yaşanan olayların hengâmesinden tam olarak fark edilmese de, Metin Beyin evden ayrı kaldığı zamanlar Berrin Hanımın yükünü artırmakta, çocukların eğitimlerini her yönüyle olumsuz etkilemekteydi. Omuzlarından alınan yükün büyük mutluluğunu içinde bir kaç gün sonra Berlin'e döndü Metin Bey. Sonbahar kapıda, kış az ötedeydi. Kendisi de tedavi gördüğünden, İbrahim Bey için zor bir hayat başlıyordu. Nitekim tahmin edilenden de kısa bir süre içinde sinirleri gerilmeye, yorulmaya başlamıştı. Sabır sınırları zorlansa da Metin Beye haber vermemeyi tercih etmişti. Bazen, kendisine hâkim olamayıp annesine bağırıp çağırıyordu. Zülbiye Hanım elinde olmayan bu durumun çaresizliği içinde korkuyor, sesini çıkarmıyordu. Aradaki mesafeye rağmen komşular dahi bu bağırtıları fark etmiş, İbrahim Beyi ikaz etme gereği duymuşlardı. Kültürlü insandı. O da yaptığı yanlışların farkındaydı aslında. Farklı hareket etmek elinde değildi. Annesini çok seviyor, kalbini kırdıktan sonra da kendine kızıyor, gönlünü almaya çalışıyordu. Haftalar, aylar ilerledikçe kendisinin de sağlığı bozulmakta, bunalmaktaydı. Arzularla hayatın gerçekleri her zaman örtüşmüyordu... Hastalık ilerledikçe problemler çoğalıyor, büyüyordu. Mevsim kış, havalar genellikle soğuktu. Koca bir daireyi tek sobayla ısıtmak hayli zordu. Hasta olmak an meselesiydi. Yatak odasındaki portatif ısıtıcının fişini de, muhtemel bir yangın endişesiyle yatarken çekiyordu İbrahim Bey. Mümkün oldukça annesini yalnız bırakmamaya çalışıyor, gece bile yanından ayırmıyordu. Kalktığında haberi olsun diye de geceleri sırt sırta verip uyuyorlar, alışverişe dahi çoğu kez birlikte gidiyorlardı. İbrahim Bey Silahlı Kuvvetlerde Jandarma olarak uzun zaman görev yapmış emekli bir albaydı. Görevi icabı Hakkari, Şemdinli, Şırnak gibi tehlike ve terörün yoğun olduğu yerlerde en zor şartlarda görev yapmasına rağmen hiç bu kadar zorlanmamış, çaresiz kalmamıştı. Kimle ve hangi doktorla konuşsa hep aynı şeyi işitiyordu; "İbrahim Bey, bu sizin üstesinden gelebileceğiniz bir iş değil! Bu hastalığa yakalanan insanların profesyonelce bakımı gerekir. Yapmanız gereken en doğru şey, annenizi bir bakımevine götürmeniz. Geciktirirseniz siz de hasta olacaksınız." Tüm bu telkinlere rağmen, doğruluğunu bilse dahi annesini bir bakımevine götürüp bırakmaya gönlü bir türlü elvermiyordu. Düşüncesi dahi içini sızlatıyor, yüreğini burkuyordu. Mecbur olduğunu kabul etse de, mümkün oldukça o ayrılığı geciktirmeye çalışıyordu. Bir gün alış-verişten eve döndüğünde annesinin evde olmadığını gördü. Hafif ürperse de "Belki komşuya gitmiştir" düşüncesiyle doğruca Fatma Hanımın yanına gitti. Yoktu. Çevrede kime uğradıysa bulunamamıştı. Endişenin yerini korku ve telaş almıştı. Birkaç sokak aşağı-yukarı koşuşturduktan sonra yorgun argın eve geri döndü. Hemen polisi ve jandarmayı aradı. Onlara da bu yönde bir ihbar gelmemişti. Vakit akşamüzeri, hava kararmaya yüz tutmuştu. İbrahim Bey çıldıracak gibiydi. O esnada telefonu çalmaya başladı. Arayan Lütfü Beyin Yalova'daki kuruyemişçisiydi. Zülbiye Hanımı tesadüfen minibüs durağında görmüş, kaybolduğunu anlayınca dükkâna getirmişti. Telefonu kendisine uzattığında Zülbiye Hanım ağlıyordu; --- Oğlum evi kaybettim, n'olur gel beni al! İbrahim Bey önce annesini sakinleştirdi. Beklemesini, az sonra geleceğini haber verip, ardından acele ile ilk minibüsle aşağıya inmişti. Bu ve benzeri durumlar İbrahim Beyin sinirlerini hayli yıpratmıştı. Takati tükenmiş, perişan olmuştu. Bitkindi. Artık aldığı depresyon ilaçları ile ayakta durabiliyordu. En son gittiğinde nöroloji doktoru bu hâlini görmüş; "İbrahim Bey, maç bitmiş, uzatmaları oynuyorsunuz, farkında değilsiniz!" Demişti. O da bunu artık kabul etmiş olacak ki gereken hazırlıklara başlamış, araştırmaları yapmıştı. İkamet ettiği Ankara'da bir huzurevi vardı. Sahibi arkadaşıydı. Kendisiyle konuşarak annesini oraya emanet etmeye karar verdi. Yine de kardeşlerini bu durumdan haberdar edip, onaylarını almak ihtiyacı hissetmişti. İlgisizliklerini bilmesine rağmen Kadri Bey ve Aynur Hanım dâhil üç kardeşine de birer mesaj gönderip fikirlerini ve varsa çözüm önerilerini sordu. Aynur Hanım ve Kadri Bey alınan kararı uygun bulmuş, Metin Bey ise asla düşünmediği ve kabullenemeyeceği böyle bir karardan vazgeçirmek için abisine alternatif olabilecek çeşitli önerilerde bulunmuştu. Huzurevi şayet bir çözüm ise, bu en son çare olmalıydı. Öncelikle yeniden Berlin'e getirerek en azından bir üç ay daha zaman kazanmak mümkündü. Bu süre içinde de kimseden bir öneri gelmezse Yalova'ya birlikte döner, yine bir yardımcı tutarak annesinin bakımını yapabilirlerdi. Denemeye değerdi. Oysa İbrahim Bey kararlıydı. Ancak sekiz buçuk ay dayanabilmişti. Hayli zorlansa da, verdiği kararın doğruluğuna kesin ikna edilmişti. Annesi için profesyonel bakım en ideali ve tam zamanıydı! Metin Beyin, kırmaktan da imtina ederek yaptığı diğer öneriler de kabul görmemiş, her defasında aynı gerekçelerle iknaya çalışılmıştı. Sorumluluğun bedeli büyük olup, sıkıntısını da annesi çekebilir endişesiyle o da daha fazla direnememişti... ... Metin Bey, Berlin'e döndükten kısa bir süre sonra, malulen emeklilik için ön koşul sayılan rehabilitasyon için belirlenen kliniğe gitmiş, sürenin dolması için gün sayıyordu. Düşüncesine göre, çalışamaz raporu vererek emeklilik başvurusunu kabul edeceklerdi. Oysa hiç tahmin ettiği gibi olmamış, yapılan test ve tetkikler sonucu yeniden iş hayatına dönebileceği sonucuna varılmıştı. Açıklanacak karardan önceden bir şekilde haberdar olan Metin Bey büyük üzüntü ve kızgınlık içindeydi. Annesinin durumu, mevcut şartlar... Böyle bir kararı kabul edebilmesi mümkün değildi. Yapılacak tek şey vardı; mücadele etmek! Kazanamazsa da emeklilik hakkından feragat edip, Yalova'ya gitmek! Kahvaltıdan yeni çıkmıştı. Yine dalgın ve düşünceliydi. Tam computer odasının yanından geçerken aklına bir fikir gelmişti. Hemen içeriye girerek boş bir computerin başına geçip yazmaya başladı. Odadan çıktığında öğlen yemeği vakti bile çoktan geçmiş, akşam olmak üzereydi. Saatlerce oturmaktan ayakları uyuşmuştu. Elinde on sekiz sayfalık hayat hikâyesiyle odasına çekildi. Yorgunluktan uyuya kalmıştı. Sabah ilk işi, uzun uğraşlarla hazırladığı bu hayat hikâyesi odasına bırakılan klinik şefinden randevu istemek oldu. Engel çıkarmaya çalışan doktorlarla sözlü ve yüksek perdeden atışması olay olmuş, yaşananlar klinik şefinin kulağına kadar gitmişti. Rehabilitasyonu yarıda bırakıp gitme düşüncesinden de haberi vardı. Seminer sırasında genç bir Doktor Metin Beye gelerek şefin kendisini beklediğini söyledi. Gruptakilerin meraklı bakışları arasında birlikte klinik şefinin odasına vardıklarında, Metin Beyin kavga ettiği ve kendisine "çalışabilir" raporu veren doktor da odadan çıkıyordu. Şikâyet edildiği açıkça anlaşılıyordu. Metin Beyde en ufak bir heyecan yoktu. Olabilecek en kötü sonuca hazır ve rahattı. Odaya girdiğinde klinik şefi ayağa kalkmış; --- Hoş geldiniz Metin Bey. Bay Dr.Müller'in de görüşmemize katılmasında mahzur var mı? Müsade eder misiniz? Metin Bey böyle bir nezaket, bu şekilde bir karşılama, böyle bir soru beklemiyordu. Bir an içinde binlerce soru beyin süzgeçinden geçmiş, cevap tek kelimeydi; --- Hayır! Şefle Dr. Müller bir an için göz göze gelmişler, müspet bir tepki, beklediği destek gelmeyince de Bay Müller arkasını dönüp gitmek zorunda kalmıştı. Klinik şefi odasındaki geniş koltuğu göstererek; --- Buyurun, oturun! Prof. Dr. unvanı olan klinik şefi yetmiş yaşlarında babacan tavırlarıyla dikkat çeken, sakin tabiatlı bir doktordu. Hiç beklemeden hemen söze girdi; --- Yazdığınız hayat hikâyenizi baştan sona okudum. Yaşadıklarınız ve annenizin durumu beni çok etkiledi. Çok üzüldüm. Doktorlarla kavga ve tartışmalarınızdan da haberim var. Hoş olmasa da sizi anlıyorum. Sizden bir ricam olacak. Bu rehabilitasyonu yarıda bırakıp gitme fikrinizden vazgeçin. Hiç endişeniz olmasın. Buradan ayrılırken size "çalışamaz" raporunu bizzat ben vereceğim. Emin olun, yazacağım bu rapor sigorta tarafından dikkate alınacak ve arzu ettiğiniz emekliliğiniz gerçekleşecektir. .

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!