Mavi Uzaklardan Herman Hesse’ye Mektup V ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Mavi Uzaklardan Herman Hesse’ye Mektup Var...

Ak saçlı ihtiyarlar misali huzurlu bir güvenle dünyayı seyreden dağların sarp yamaçlarına kurulmuş şehirde dolaşırken seni düşünmek beni iyileştirdi. Daha geçenlerde okuduğum denemelerden birine Mavi Uzaklar adını vermiştin. Güneşle birlikte alçalan sis perdesi yüzünden kehribar tozlarıyla kaplanmış gibi görünen kadim şehrin tepesinden, camilere, surlara, hanlara, mescitlere, türbelere, çiçeğe durmuş ağaçlara ve onların tabii ahengini bozan çirkin suratlı binalara bakarken ‘dünyanın derin ve mavi güzelliği’ diye tarif ettiğin ruh haline büründüm. Bakışlarım dağları gölgeleyen kayın ormanlarının kıpırtısızlığına, yılankavi dere yataklarına takılıp kalınca o yumuşak maviliğin ruhu nasıl yatıştırdığını hatırladım. Gezgin, göçebe bir yaşama özlem duymuyorum epeydir. Hatta özlemediğimi bile unutmuşum. Buğulu manzarayı seyrederken tabiatın dili içimdeki mağrur buz kütlesini buharlaştırdı sanki.

Ne ilk gençliğimde ne de sonraki yıllarda münzevi bir hayata pek heves etmedim ama artık yalnızlığın saf uğultusunu tutkulu bir sevgili gibi sürüklendiğim her yere taşımak istiyorum. İnsanın gençliğin doyumsuz arzularının peşine takılıp uzaklara, hep daha da uzaklara, farklı lezzetlere, kokulara, dokunuşlara gitmek istemesi, ama sonra ‘yuva’ dediği yere göçmek için yanıp tutuşması ne tuhaf. Yazın bu kaçınılmaz teslimiyeti anlatıyordu: “Eski yurdundaki tepeler ne kadar da yumuşak, yeşildi! Ve bilir hissedersin ki, ilk çocukluk oyunlarını oynadığın ev ve bahçede eski yurdunda durup durmaktadır, gençliğinin bütün kutsal anıları orada düşler içindedir ve anneciğinin mezarı da oradadır.” Haklıydın, söylediğin gibi tedirgin yaşamımızın bütün alışkanlıklarında da durum çok farklı değildi. Uzak olan günün birinde yakınımız oluyordu ya da neredeyse bir ömür boyu yakın sandığımızın aslında çok uzak olduğunu kabullenmek zorunda kalıyorduk nihayetinde. Dağların mavi esrikliğine eşlik ederken böyle buruk düşünceler de eşlik ediyordu yorgun ruhuma..


Zamanın müphem gölgesi...

Yedi yüz yıllık bir Osmanlı köyünün yamuk taş parkeli yokuşlarına ağır ağır tırmandım. İklimlerin ruhunu arayan, henüz olmamış halini severim ben. Durup yüzümü okşayan dağ yellerinin taze, serin hışırtısını dinledim. Ilık bahar güneşi, ensemi, avuçlarımı, sırtüstü gerinen kedinin karnını iyice ısıtmıştı. Zamanın müphem gölgesi çivit mavisi evlerin duvarlarında şöyle bir dolaşıp gitti. Zaman yok ki; biz onu her çağda, kültürde, coğrafyada, inançta, felsefede yeniden icat ediyor ve bundan anlaşılmaz bir haz duyuyoruz. Belki de senin “aradığım ve sonunda kendi içimde bulduğum sığınak” diye anlattığın ipekböceği kozasıdır zaman. İnsan, nedense önce mekanik zamanı kerteriz alıyor; tabiatla, varlıklarla, materyalist dünyayla ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenliyor. Gündelik meselelerden sözederken bile, hayata geç kaldığını, hedefe erken vardığını kendine ve başkalarına hatırlatıp, hiç durmadan ‘doğru zamanlamanın’ erdemlerinden bahsediyor. Ruh Üstüne başlıklı denemende, bu türden bir salgından bahsediyordun: “Zaman hastalığına yakalananlar ve mutluluğa kavuşma yeteneğini kaybedenler yalnızca güçsüzler, yalnızca değersiz kişiler değildir. Daha çok iyilerdir, geleceğin tohumlarıdır bunlar, ruhları ortadaki durumdan memnunluk duymayanlardır. Salt çekingenliklerinden, kendilerini sahte bir dünya düzenine karşı henüz savaşın dışında tutarlar.”

Peki ya taşların, ağaçların, dağ keçilerinin ezdiği otların ruhu, bir iç vakti yok mudur? Onlar da acı çekmez mi biz insanlar gibi? Henüz acıyla, tecrübeyle olgunlaşmamış bir dönemde yazdığın Bir Parça Günlük’te ruhu parçalayan seslerin yükseldiği bir düşten bahsediyorsun. “Acıyla pazarlık yapma sakın, ondan kurtulmaya bak” diyen sıradan o sesin aksine, “Acı hiçbir şeydir, kuruntudur. Onu yaratan yalnızca sensin, yalnızca sen kendi kendine acı veriyorsun. Acı acı değildir, ölüm ölüm değildir yeter ki sen onları acı ve ölüm yapma” diyen başka bir ses daha yankılanıyordu. Issız köy mezarlığında durmuş, sonsuzluğa uzanır gibi göğe yükselen serviye bakarak bunları düşünüyordum işte.


Garip bir hiçlik...

Ve tam da o puslu ânın içinde kendimi şairin söylediği gibi tenha hissettim nedense: “Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin/ Bir kuş olsa mavilik derdi buna.” Öylesine bir mavilik, diye iç geçirdim. Garip bir hiçlik duygusuyla kuşatılmış gibiydim. Hâlbuki acının kızkardeşi mutluluk, Tanrı’nın gizli parmak izleriyle yanı başımda duruyordu. Özlenen bir çocukluk arkadaşı gibi yürüyüşüme eşlik eden odun sobasının geniz yakan dumanı, kuru dalların ucuna usulca yürüyen hayat suyu ve topraktan gelişigüzel fırlayan gelinciklere sarılmış acı papatyalarla sızıyordu neşe hayatıma. Ama yine de kış ortasında güneşe aldanıp gelinlik giyen badem ağaçları kadar tedirgindim. Ya bir kez daha hayata kanıp yanarsam? Olsun yanalım... Ya hakikaten istediğim her şeye geç kaldıysam? Olsun geç kalalım... Ya yeryüzüne harf kazımanın sandığım gibi derin bir karşılığı yoksa? Vardır değil mi? Biliyor musun bazen böyle dipsiz, karanlık bir kuyuya bakar gibi başım dönüyor, içim aniden boşalıveriyor. Ama sonra tek bir cümle, tanımadığım, yabancı sözcüklerin davetkâr tınısıyla aydınlanan mana beni umutsuzluk girdabından çekip çıkarıveriyor.

O ulu servinin altında uzaklardan seslenen bir puhunun yanık haykırışıyla ürperiyordum. Sonra yazının, şiirin, kelamın ‘sonlu’ sanılan bir hayattan daha güçlü olduğunu ama bu hakikate yüz çevirdiğimizi söyleyen sözlerini hatırladım. Bizi çaresiz bırakan ironik çelişkiler hiçbir dönemde değişmiyor aslında: “İnsanların yazarlara gereksinim duyması, hatta onları sevip bağrına basması, onlara aşırı değer vermesi, ama kendilerini asla anlamayarak çağrılarına kulak tıkaması, yapıp ettiklerini ciddiye almaması, hayatımızın ağır ve trajik çılgınlıklarından biridir. İnsanlık yazarlardan yoksun olsa, yaşam oyunu en çarpıcı güzelliklerini yitirirdi kuşkusuz. Ama insanlık yazarlarını anlasa, onları anlayıp peşlerinden gitse, bir gemi gibi dengesini sağlayan safradan olur ve batıp giderdi.”

İnsanın en büyük trajedilerinden biri de yazıyla hayat arasındaki Araf’ta sıkışıp kalması. O tekinsiz köprüyü sarsılmadan geçmek için nasıl mücadele ettiğini anılarında anlatmıştın. Tanrı’nın tasarımı olduğuna inandığın tabiatla insan arasında kurduğun ‘kardeşlik’ ilişkisinin iklimi, yazının sürprizli tehlikelerine karşı seni korudu galiba. Yazmanın doğasına ilişkin bıraktığın notlardan birinde tabiatın harikulade eserlerini yüceltirken yazının da incecik yaz rüzgârları gibi geçici olduğunu senden sonra geleceklere kırıp dökmeden söylemişsin. Tabiatın buyurduğu evrensel kuralı hiç kabalaştırmadan. Esaslı bir yazarın ifade yeteneği ve sezgisiyle: “Yağmurlar zamanla sert taşı yutup yıkar, kuşların, salyangozların, rüzgârların sürükleyip getirdiği tozlar taş yüzeyler üzerine donuk ve bulanık bir sıva çeker, yazılardaki harflerin çukur yerlerine takılıp kalarak pürüzsüz ve duru biçimlerindeki eski görkemi zayıflatır, insan elinden çıkmış eserlerin doğanın eserlerine dönüşüm sürecini hazırlar, sonunda su ve karayosunları gelip örter harflerin üzerini, o güzelim ölümsüzlüğü ağır ağır gerçekleşen yumuşacık bir yok oluştan içeri taşır.” Eğer tüm yazılanlar kısa ya da uzun bir süre sonra silinip ‘hiçliğe’ karışacaksa, ozan neden tek bir cümle için kalabalıklardan ayrılıp belki de yarın olmayacak bir dünyanın yamuk omuriliğini düzeltmek istercesine kendini hiç korkmadan ‘boşluğa’ teslim eder. Sanırım bunun cevabı yazıyla çoğaldığını, derman bulduğunu hisseden herkes için farklı.


İnsan denen muamma...

Peki, yazar hikâye yazmaktansa hikâye olmayı, düşlerinde gıcırdayan bir dal metaforuna sarılmak yerine o dalın kendisi olmak istemeyi neden küçümser? Bunu sadece Tanrısal bir kibrin kölesi olmakla izah edemeyiz. Çok eski bir hatta iç içe geçmiş ‘vav’ harfleri gibi karnıma doğru bükülüp öyle yaşasam, ne çıkar mesela. ‘Mavi Uzaklarda’ ansızın havalanan serçeler gibi kendim kadar hafiflesem var olmanın tadını çıkaramaz mıyım? Uzaklara dalıp gitmiş bir ihtiyarın nemli kirpiği, ağlamanın mani olduğu kayıp bir söz, bir adamın iç cebinde gizlediği kırık fildişi tarak, böğürtlen reçelini itinayla karıştıran kadının nurlu bakışı, süs havuzundaki mavi, melankolik bir balık ya da ne bileyim bütün hayatların üzerinden kayıp giden serseri bir bulut olsam... Yetmez mi? Hem insan denen muamma anlaşılmaz olduğunda gizini daha iyi muhafaza etmiyor mu?

Biliyor musun, bana seni hatırlatan dağlarda dolaşırken ‘elektrikli’ bir not aldım. (Yokluğunda iletişimin kuralları, ölçüsü de epey değişti. Kelimeler solgun ruhumuzu her yerde yakalıyor artık.) Uzaktaki ‘yakın’ı yazmış: “Boş dönme oralardan rüzgâr ve hiçlik getir, boş gelme oralardan, biraz kendini bırak biraz kendinden getir.” Şiir gibi değil mi, ama aslında değil. Sıradan bir cümle işte... Anlam, içimizden gök kubbeye doğru böyle zarif kavislerle yükseliyorsa ve biz yazı sanatını sevenler en çok onun merhametiyle huzur buluyorsak bundan kaçmak niye?

Bak kekeme dilim çözüldü yine... Hayat hissederek düşünmeye cesaret edemeyeceğimiz kadar basittir de biz onu saf aklın hoyratlığıyla zorlaştırıyoruzdur belki. Yazdığın her romanın çekirdeğinde bu hakikat mi gizleniyor? Sır kimi zaman tespih gibi bazen de kendiliğinden yuvarlanıp diziliveren kelimelerde gizli değil mi? Akşamüstü mora kesen dağlarda senin için de yürüyeceğim. Uzun ya da kısa bir süre sonra unutulacak ruhlarımıza, tabiatın kapayacağı harf çukurlarına yeni hikâyeler anlatacağım. Kâinatın bütün varlıkları, göz kırpan yıldızlar, hayvanlar, ırmakların yosunlu çakılları bizi huşu içinde dinleyecek. Sonra kurumuş bir çınar gölgesinde durup sessizce göğe bakacağım. O an kadim dünyanın ağırlığı tek bir ‘an’ın içine sığacak. Söylediğin gibi, resimlere geçirilmiş, şiirlere dökülmüş, romanlara sirayet etmiş yalnızlığı değil de, başka hiçbir şeye benzemeyen kendi yalnızlığımla tanışacağım. Ve hayat masumiyetini hiç yitirmemiş gibi en baştan, hep yeniden başlayacak.

(Öldürmeyeceksin, Herman Hesse, YKY Yayınları, Çev. Kamuran Şipal)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:00:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan