Hindistan'da sığırlar sokaklarda dolaşır. Kutsal oldukları için kimse onlara dokunmaz. Türkiye'de de insanlar kural bilmeden, düzen tanımadan sokaklarda dolaşır. Biz de onlara kimse dokunmaz. Bizim ülkemizde de insanlar kutsaldır. Şehirlerimiz solunum yetmezliği çeken hastalar gibi. Nefes aldırmazlar insanlara. Şehirler, şehirlerimiz ne açık hava müzesidir ne de açık hava tiyatrosu. Kuralsızlığın sahnelendiği merdiven altı bir atölyedir şehirlerimiz. Rize, Zincirlikuyu mezarlığından bile daha yaşanabilir bir yer değildir ve buradan Rize belediye başkanına sesleniyorum: Rize, Zincirlikuyu mezarlığından en azından daha yaşanabilir bir yer olsun. Çam ağaçlarıyla dolu, toprakla barışık, çiçekle bezenmiş, herkesin boyunun ölçünü bildiği bir yer olsun. Rize ne beton yığını ne araba mezarlığı ne de insanların yemek sonrası genirip durduğu bir yer olsun. Dağlarıyla, dereleriyle, deniziyle küsmüş, kuzuları sadece midesinde gören bir halkla bütünleşmiş bir şehirdir Rize. Binalarının içinin koktuğu, insanlarının etle, kumaşla, parayla yıkandığı ve her gün yüreğim temiz diyen insanlarının yaygaraya verdiği bir şehirdir Rize. Bu şehir akbabalara yeterince tat vermedi mi sizce? Ne zaman bu şehirden insanlar tat alacak sorarım size? Sokaklarının labirenti andırdığı bu şehirde, aydınlığa açılan bir kapı yoktur. Tüm kapılar tüpçüye, sütçüye, lahmancuncuya açılır bu şehirde. Rize, Fransız balkonlarından lümpenliğin bir tanga misali sarktığı şehirdir. Rize, donsuzluktan tangaya geçmiş ve bu sayede çağdaşlaşmış bir şehirdir. Rize, yüzyıl sonra umut vadeden bir şehirdir. Köylüler en azından evinin yanında bir bahçe yapar. Bizim şehirliler köylüleri beğenmez ama; evinin yanındaki çöp kutusuyla yaşar. Bu yüzden şehirlimiz çöp gibi ince olmak ister. Şehirlimizin bildiği en güzel doğal manzara çöp dağlarıdır. O da bu yüzden çöp gibi incelmek ister; güzelleşmek ister. Bu ülkenin en medeni canlıları ayılardır. Bal yer, armut yer, balık yer. Şehirliğimiz gibi hak yemez... Çöp gibi de incelmeye çalışmaz. Bir pislik olmaya çalışmaz ya da bir domuz jambonu gibi olmaz. Rize, bir köy mezarlığı kadar güzel olsun, bu şehir adam oldu diyeceğim. En azından hortlamış gibi kimse barındırmaz. Bu bile yeter.
..
Pencereme vuran güvercinler döküldüler. Ben onlara bir şey yapmadım. Her şey kendiliğinden oldu. Sadece ben evim sıcacık olsun istemiştim. Karda kışta evim soğuk almasın diye cam taktırmıştım. Nereden bilecektim güvercinlerin pencereme çarpacağını. Nereden bilecektim benim rahatlığımın bir başkasının huzurunu bozacağını. Evim benim yuvamdı sadece. Sığındığım bir dört duvardı. Oysa masmavi gökyüzü ve yemyeşil dallar onlarındı. Cami önleri ve şehir meydanları hep onlarındı. Neden beni sımsıcak evimde buldular. Neden pencerelerimden kan içinde döküldüler. Bir manzara istemiştim sadece doğanın güzelliklerini camlarıma vuran. Neden benim mutluluğum bir başkasının mutsuzluluğu oldu. Oysa hep insanlara kızardım kendi rahatlıkları adına başkalarının rahatlığını kaçırdıklarından için. Güvercinleri kaçıramadım pencerelerimden. Ekmek kırıntılarıyla doldurdum ben gözyaşlarımı. Öyle bir dünyada yaşamaktayız ki birisinin eti bir başkasının sofrasında. Bir başkasının gözleri bir başkasının bakışlarında. Herkesin bir başkasından ne koparabilirim çabasında olduğu bu zalim dünyada evime kapanmıştım. Camlarımı tüm insanlara kapatmıştım. Şimdi bu güvercinler de nereden çıktı. Neden benim gökkuşağı rengindeki dünyamı bir yağmur kaçağı gibi griye boyadılar. Dünyanın tüm kuşları evimin üzerinden geçerken, ben yerden göğe kadar haklıyken, neden tüm güvercinler penceremden döküldüler. İnsanlar hep dört bacakları üzerine düşerken, ben yine yüzümün üstüne düştüm. Yine her şeyi elime yüzüme bulaştırdım. Pencereme vuran güvercinler döküldüler. Ben onlara bir şey yapmadım. Her şey kendiliğinden oldu. Sadece ben evim sıcacık olsun istemiştim. Kuş tüyü yastıklarda yatmak istememiştim oysa. Nereden çıktı bu kuşlar. Neden beni kanatlarıyla acılara attılar. Kanadı kırık bir kuş görsem sanardım ki bütün gökyüzü başıma yıkılacak. Bütün kuşları alıp uçurmaya çalışırdım. Şimdi güvercinler uçarak tüm gökyüzünü başıma yıktılar. Kollarımı kanatlarımı kırarak beni kediler dünyasında, bir güvercin tedirginliğinde yaşamaya mahkum bıraktılar. Nereden çıktı bu güvercinler. Onların üzerine arabamı sürmemiştim ki. Onları ben gözlerinden vurmamıştım ki. Niçin beni böyle ağlattılar. Neden beni hayatın en güzel yerinden, pencerelerden vurdular. Hayatımı neden bir zindana döndürdüler. Ben insanları hiç rahatsız etmek istemezken, neden insanlar beni karanlığa boğdular. Neden insanlar güvercin edasıyla pencerelerimi kurşunladılar.
..
Karanlığında yıldız yap beni. aydınlığında gölgen olayım. Her gün geçtiğin yol olayım. Eteğinin ucunda dantel, ellerinde eldiven olayım. Hep seninle olma isteğidir bu. Göz kapaklarında kirpik, bakışlarında manzara olayım. Olayım olayım sevgilin olayım. Şiirlerinde ahenk, kaleminin ucunda yazı... En mutsuz anında yüzündeki gamzende gül olarak biteyim. Burnunun dibinde hep olma isteğidir bu. Lütfen burun kıvırma bu isteklerime. Dualarındaki amin olayım. Senin de hep dualarında olayım. Öpemediğim yüzünde bir ben olayım. Saçlarının diplerinde tarak izi olayım. Bir duygu anıdır bu. Sen hiç duygudan anlamaz mısın? Senin başka kapılarda ne işin var? Ellerinde tokmak ben olayım. Vur yüreğimin kapıları sana ardına kadar açılsın. Yüreğimde sen yoksan, nabzım durmuştur. Bir sevgi çığlığıdır bu? Sen hiç sevgiden anlamaz mısın? Hiç yankılanmaz mı, coğrafyanda sesim. Yüce dağlarında bir eşkiyayım. Silahımın namlusu zirvelerindedir, sesim bir kurşun çınlamasıdır. Sesimle çığ düşür ayak dibime. Gel bana yeter ki... İster kar olarak gel, ister çığ olarak gel, ister ölüm olarak gel. Ne olursan gel, bu beden soğuğuna da, karına da razıdır. Helaldir sana yüreğimdeki her kan. Gel dök kanımı. Belki öldüğümde canımı ne kadar yaktığını anlarsın. Bütün sinir uçlarımdasın. Tenime damla damla düşmekte aşkın. Beni çıldırdığının farkında mısın? Hiç çocuk oyununda kaçar bilyeler bir baba gibi geri döner mi? Benimle oynama bu kadar. Bir gidersem, dağların büyüklüğüne bakmam. Salarım kendimi yokuş aşağı. İşte o zaman ellerin bomboş kalır. Parmakların karanlığı yırtar sonra. Bir kelebek misin yoksa, ne bu gül gülüşlerine tutkunluk. En çok karanlıktan kelebekler korkar. Çünkü karanlığın yalnızlığında, kelebekler gülleri ararlar. Gülleri göremeyince de yalnız ağlarlar. Gel öyleyse kelebeğim, gel yanıma. Yüreğimi gül bahçesi yapayım sana. Ne renk istersen o renge bürüneyim. Acılarınla mor olayım. Mutluğunla sarı olayım. Senin yanında rengarenk olayım. Lütfen sevgilin olayım.
..
Bir göl ki sularına vurur söğüt dalları. Dalga dalga yayılır serin suları. Bir rüzgar ki saçlarına değmeden gider. Çimenler bu manzara karşısında boynunu eğer. Çünkü saçların çiy düşmüş çimenlere benzer. Tıpkı saçlarına tutamamamın verdiği hüzünle, bükerim ben de boynumu. Yoksul bir çocuğun, eşofmansız haliyle, arkadaşlarının top oynayışını izlemesine benzer sana bakışım. Ben yoksulluğu, ben dışlanmışlığı okulda öğrenirken, kara tahtalar bana iki kere ikinin dört ettiğini gösterir hep. Ama sevgili matematik kitapları ne derse desin, ben seni hesapsız severim hep. Bütün duygularımın altına senin ismini yazarım. Sen olmazsan kalbim çöp tenekesine benzer. Seni sevmek yanarak ölmeye benzer. Bir okyanusun dalga serinliğinde, dudaklarım rüzgarın yanı başıma taşığı teninin tuzuyla yapılmış yemekleri yer. Öyle lezzetlisin ki sen, bir nehrin beslendiği havza gibisin bedenimin açlığında. Bir toprağa sımsıkı sarılan bir ağacın kökleri gibi sevginle ayaktayım ben. Can suyum, hayat kaynağımsın. Sen bana, içimin karardığı anlarda; tıpkı zindandakinin aydınlığı yüreğine doldurması gibisin. Yüreğimin çatı katısın. Duygularımın, yıldızlara açıldığı yerdesin. Sen bana mehtabı sevdirensin. Sen bana bir melemensin, bandıra bandıra yediğim. Tüm açlığımı, domates rengindeki rujunla ve yumurtaya benzeyen dudaklarınla doyuransın. Sen bana, tarlada ter içinde kalıp, kana kana su içen bir çiftçinin susamışlığını yaşatansın. Sen aç sofrasındaki zeytinimsin, soğanımsın ve köy ekmeğimsin. Seni sevmek yanarak ölmeye benzer. Sevgilim, çağlayan gibi dökül yürek yangınıma. Ey sevgili, kuruyan topraklarıma yağmurlar gibi yağ. Bir bahara dönüşsün hayatım. Çimenlerim, çiğdemlerim tekrar büyüsün. Gözlerimin rengi, bir mavi olsun senin okyanus serinliğinde. Gözlerim bir yeşil olsun, ormanı çağrıştıran güzelliğinle. Gözlerim bir toprak renginde olsun; ama göz bebeklerimde güller, laleler filizlensin diye beni ağlatma. Bana gözyaşından oluşan bir dünya bırakma.
..
Günlerden salı... Takvimler yırtılırcasına, günler geçmekte. Her günüm de olduğu gibi bugünümde de kelebekleri salıvermekteyim kavanozlardan. Çünkü ben en çok gökyüzüne açım. Karnımı bulutlarla, gün ışıklarıyla doldurmak istemekteyim. Bugün salı... Kavanozlarımda kelebek yok. Açtığım tüm kapaklardan yokluk uçuşmakta. Boşluk karın boşluğuma dolmakta. Karnım ağrımakta. Kalktığım bütün koltuklarda yorgunluğum oturmakta. Nereye gitsem, zavallı bedenim beni taşıyamamakta. İnsanın kendi ağırlığı içinde bir hafiflik araması ne zor. Bugün gökyüzü bile ağır. Ve ben kelebek kanadında değilim. Kelimeler yerli yersiz bir araya gelmiş insanlar gibi. Cümleler suskun ve anlamsız. Başım sıkışmakta. Ruhum daralmakta. Gözyaşlarım bile beni anlamamakta. O yüzden ağlamaktan yana değilim. Çürük elmalar arasında, sağlam kalmaya çalışmaktayım. Ezelden ebede elma ağaçlarıyla dövüşmekteyim. Tüm ormanlarım yosunlarla, likenlerle kaplı. Asalak bir dünyada yaşamaktayım. Nedendir bilinmez, hiç yaprak kıpırdamamakta dünyamda. Bir ölüm sessizliği mezarlıkların yanından ıslık sesiyle geçmekte. Uykularımda öldürülmekteyim. Yataktan kan revan içinde kalkmaktayım. Manzara aynı, zaman aynı... Bugün salı... Farkı bugün yeni bir gömlek giymekteyim. Gömleğimin düğmelerinde iliklenmiş kanım. İliklerime kadar üşümekteyim. Yalnızlığın sokağında, duvarlara yazı yazmaktayım. Her harf bir taş gibi oturmakta yerine. Ben kelimelerin arasında bir sıvayım. Katılığım işlemekte cümlelerime. Hiçbir göz uğramamakta muhitime. Pasopartum yazısız, kimliğim boş.... Bugün salı... Akşamı bekleyen şair gözlerimde, şiire kavuşmak özlemi var. Özlemler okunmayan bir şiir kitabı... Duygularımın alıcısı yok. Herkes duygu zengini zaten. Oysa tüm yürekler, duygu metropolünde bir gecekondu. Arabesk duygular gezinmekte yüreklerde. Bugün salı... Senfonik mutluluklar istemekteyim bugün. Açmaktayım taş duvarlardaki gramofonları. Bir tatlı ses kulağıma dolmakta. Bir baktım ki, her yerde benim sesim yankılanmakta. Kimseden ses seda yok. Anlamaktayım kimseden bana bir fayda yok. Bende tüm mezarların yanından senfonik mutluluk içinde geçmekteyim. Çünkü susarsam, ölüm sessizliği dolar dudaklarıma. Yaşamak, kadınlarda dudaklara ruj sürmek, erkeklerde şarkı söylemektir. Ben de her renkte şarkılar söylemekteyim.
..
Şiir bahçesinde esiyor yine esin rüzgarları.Kırılıyor en ince yerinden gül dalları.İnciniyor bülbülün ince dudakları.Öpmelerinden geriye bir yığın tarumar kalıyor.Ahhhh gül endamları yerlerde kan ağlıyor.
Yeryüzü sularını ince çizgiler halinde yaralarından süzüyor.Bir sancı halinde yayılıyor vadiler boyunca nehirler.Çocuklar suların debisinde boğuluyor.Yüreğini yırtıyor çakıl taşlarının en keskin uçlarıyla anneler. Bir yürek kanayışı denizin kıyısına varıyor.Gün batımı vaktinde hayat kan kızılı bir manzara oluyor. Mor renkli kıyılar zambakların yalnızlığına dönüşüyor.
Bir kız kızgın taşlarla oynuyor.Elleri yanık buğday tarlaları gibi cehennem kokuyor.Küçük kız bir yüce gönüllülük gösterip dünyanın taşlarını yerinden oynatıyor.Elleriyle ateşten duvarları yıkıp şiirsel duvarlar örüyor.Gül bahçesinde sarmaşıklar mısra mısra imge kokuyor. Şair kanadında bir kuş kızın saçlarına konuyor.İkisi beraber hüzzam tadında bir şarkı dillendiriyor.
Yaşlı ve olgun bir karga şiirin tam ortasına pisliyor.Dışkı kokuyor günün en verimli saatleri. Bütün gün karga kanadında ölgün düşler masmavi gökyüzünde dolaşıyor.Şiir kaçacak yer arıyor.Şair şiirini bir karganın pençeleriyle yakalıyor.Ölüme dair dizeler dünyanın kırılgan yerlerinden akıyor.Sokaklarda cinayet işleniyor.Bir savaş Fırat nehrinin kıyılarında ansızın ortaya çıkıyor.Çünkü bu nehrin adı bütün sözlüklerde kan ağlıyor. Sağır ve dilsiz bir barış Mezopotamya’da kol geziyor.
Şair düşleriyle yetiniyor.Dişlerinin arasında tok sözler bir mine gibi akıyor. Gülümseyişlerinden şiirsel ışıltılar dökülüyor.Şairler ağız tadında bir hayatı kelimelerin tat veren kıvamında yaşıyor.Düş denizinde peynir gemilerini yürütüyor.Şair gönül tokluğunda bir Afrikalı gibi yaşıyor. Afrika çiçeklerini yürek obasına dikiyor. Şair en çok zenciye benziyor.
Gün batımı kızıllığında deniz yüzünün derisini yüzüyor.Martılar çığlıklar halinde denizin mavi gözlerine saldırıyor.Kan ağlıyor deniz.Dalga dalga yayılıyor acı.İnsanlar acılara boğuluyor.Anneler bir balık gibi çırpınıyor.Kızlar ve oğlanlar bir şairin dizeleriyle güneşin altın ışıkları altında can veriyor.Çünkü şair en çok zenciye benziyor.Beyaz tenli insanları göz yaşlarının sularına katıyor.Onları düş denizine sürüklüyor.Onları kum görmüş su görmemiş bir insanın özlemiyle yakarken denizin serin sularında atıp boğuyor. Şair zenci dolu bir hapishaneye benziyor.Ne yaşıyor ne de ölebiliyor.Hep karanlığa mahkum oluyor.
..
Her seferinde daha geniş bir dünyaya açıyorum gözlerimi.
Büyük bir kayalığa tırmanırken her adımda yepyeni bir manzara
/ bizim aşkımız
Ciğerlerimi açıyorum hayata, kendim olamayacak kadar
/ seninle doluyorum.
Senin yanında baştan aşağa, tepeden tırnağa duygu oluyorum.
Kalbim çiçeklerin fışkırdığı bir bahçe adeta senin yanı başında
Sayısız sevinçlerin her birinde bir çiy tanesi gibi parlıyorsun.
Bütün ruh ateşlerimi söndürüyorsun / yağmurlar bırakıyorsun
..