Tahir Topraaaaak!
Bağıran, beşinci sınıftan yemekhane nöbetçisi Ağabey’ di. Kimsesi, gidecek yerleri olmayan öğrenciler karne tatilinde okulda kalmışlardı. Öğle yemeği yiyorlardı yemekhanede. Tahir kaşığını bıraktı, ayağa kalkarak sesin geldiği yana bakındı.
Başkan, ayağa kalkan Tahir’i görünce: “Gel, yanıma gel! dedi. Ürkek adımlarla yanaştı Başkan’a Tahir. İçine bir korku düşmüştü. Bir suç işlememişti ama, belli de olmazdı.: “Tahir Toprak mı senin adın “ “Evet Ağabey” diye yanıtladı. “ Öyleyse gel benimle.” dedi ve yürüdü.
Ağabey önde, Tahir arkasında, yemekhane giriş kapısından çıktılar. Biriz Çeşmesi’nin yanındaki Öğretmenler Lokali’ne doğru yürüdüler. Başkan, dört beş adım önde gidiyor, arkasına bile bakmıyordu. Tahir, Ağabey’den geride kalmamak için koşar gibiydi sanki.
Lokalin merdivenlerini çıktılar. Ağabey, kapıyı yavaşça tıklattı. Bir sürü olumsuzluk geldi, doldu Tahir’in kafasına. Bakalım ne olacaktı. Okuldan atmasınlar da geri kalan cezalara razıydı… En küçük bir olumsuzluklar da bile, okuldan atılmakla korkutulurlardı… İçi ürperdi, titremeğe başladı birden. Lokalin kapısını aralayıp, başını uzatan Çaycı Ali Dayı:
“ Ne var oğlum” diye sordu Ağabey’e.
“Müdür Bey’e haber verir misin, Tahir Toprak’ı getirdim de.” diye yanıtladı Başkan. Kapıyı aralık bırakıp girdi içeri Çaycı Ali Dayı. Beklediler biraz, kapı takrar açıldı. Geri geri çekildi Ali Dayı ve Okul Müdürü çıktı dışarı. Uzun boylu, yapılı, saçları yana taralı, ablak yüzlü bir adamdı Ahmet Oğuz Keyvan. Duruşu, bakışları, yumuşak tonda davudi sesi ve gülümsemesiyle; öğrenciler tarafından çok sevilen, güven duyulan birisiydi. On bir, on iki yaşlarında; ailelerinden kopup gelen yüzlerce köy çocuğuna babalık ediyor, onların okulla kaynaşmalarına katkı sunuyordu.
“Tahir sen misin? ” diyerek, titremekte olan Tahir’in omzuna koydu elini. O an bir sıcaklık duyumsadı Tahir: “Okuldan atacak olsalardı, böyle sevecen davranmazdı herhalde.” diye geçirdi içinden. Umutlandı…
“Evet efendim.”
“Gel bakalım içeriye.”
“ Sen de işinin başına oğlum! ” dedi Başkan Ağabey’e.
Soba gürül gürül yanıyordu, sıcaktı içerisi. Hiç girmemişti Tahir buraya. Merak ta etmiyor değildi hani. İşte görmüştü görmesini de, ne olacaktı şimdi, neden çağırmıştı müdür kendisini… Okuldan atılmak korkusunu duyumsadı yeniden. Hızlı çarpıyordu yüreği…
Öğretmenlerin bazıları gazete kitap okuyor, bazıları da iskambil oynuyorlardı. Başlarını kaldırarak Tahir’e baktılar. Çoğu, Tahir’in derslerine giren öğretmenlerdi. Tanıyordu onları. Kışta kıyamette, çoluk çocuk karne tatiline gitmeyip, okulda kalmışlardı belli ki… Okul müdürü yürüdü, köşede ki koltuğa oturdu. Tahir hemen O’nun karşısında hazır ol duruşuna geçti. Paltosu sırtındaydı ama, ayakkabılarının arkaları yarık olduğundan, içlerine dolan kar suları ayaklarını üşütüyordu. Kısa kesilmiş saçlarını da taramayı unutmamıştı…
“Sen tatile gitmemişsin Tahir?
“…………….”
“ Gitmek mi istemedin?
“……………..”
“Bana yanıt vermeyecek misin? “
Şöyle bir sallandı hafiften Tahir. Ayaklarını yer değiştirdi. Korkak ve cılız bir sesle:
“İstedim efendim”
“Neden gitmedin öyleyse, paran mı yoktu”
“…………………….”
“…………………….”
“Konuş yavrum, bilmek istiyorum.”
“Biraz param vardı efendim. Veysel’e verdim.”
“Kim bu Veysel? ”
“…………………….”
“…………………….”
“Amcamın oğlu.”
“O gitti mi? ”
“Gitti efendim”
“Asıl sen neden gitmedin, özlemedin mi anneni, babanı, kardeşlerini…? ”
Özlemez olur muydu hiç? Kaç gece, kaç yastık ıslatmıştı gözyaşlarıyla, onlardan ayrı düşmenin acısıyla…
“Çok özledim hepsini”
Hüzünlendi, şöyle bir hafif sendeledi, birkaç damla yaş yuvarlandı yanaklarına…
“Madem ağlıyorsun da evladım”
Müdür de mi duygulanmıştı ne? Daha babacan bir tavırla:
”Neden gitmediğini henüz söylemedin”
İki yumruğu ile gözlerini kurulamağa çalışan Tahir:
“Şey efendim. Bir zayıfım var, matematikten. Karne tatilinde sadece matematik çalışacağım ve yılsonunda doğrudan sınıfımı geçmek istiyorum. Eğer bütünlemeye kalacak olursam, yaz tatilinde sınavlara gelmek zorunda kalırım ki, geliş- gidiş çok para tutuyor. Gelemem efendim, babamın parası yok.
Okul müdürü Ahmet Oğuz oturduğu koltukta ırgalandı, arkasına iyice yaslandı:
“ Ali Usta, bir orta yapsana! ” diye seslendi. Elini cebine soktu, bir kâğıt para çıkardı, Tahir’e dönerek:
“ Al şu parayı, koy cebine. Sakın düşürme ha! Baban bize telgraf çekti. ”Acele oğlumu yollayın” diyor. Sen şimdi git, bavulunu hazırla. Yarın sabah saat dokuzda Biriz Çeşmesi’nin önüne gel. Başkan Ağabey’in Ladik’ten gelen arabayla seni uğurlayacak. Samsun’a varınca, otobüs şoförü de, Ordu’ya giden minibüslerden birisine bindirecek. Peki, söyle bakalım, Ordu’ya varınca ne yapacaksın? ”
“Çarıkçılar Otel’de yatarım efendim. Orayı biliyorum. Akpınar’a sınavlara gelip giderken hep orada konaklarız… Sabah olunca da Mesudiye minibüsüne binebilirim.”
“Aferin Oğluma. Ne de akıllıymışsın sen böyle. Hadi şimdi git ve hazırlığını tamamla! ”
Hazır ol durumunu bozmamış olan Tahir, Müdürü’nü başıyla selamlayarak sessiz ve minik adımlarla dışarıya çıktı… Her taraf apaktı. Karşıdaki Akdağ’ın başlarında, yamaçlarında, bulut kümeleri hızla savruluyor, Hamamönü Sırtları’ndan batmakta olan güneşin solgun ışıkları, gökyüzüne yansıyordu hafiften. Akpınar, Lâdik Ovası hafif sis bulutu altındaydı. Doğa buza kesmiş, ölüm sessizliğine gömülmüştü.
Tahir, etüt saatine yetişmek için derslik binasına yöneldiğinde, sevinçten ayakları yere basmıyor, uçuyordu… Gülümseyen yüzüyle anası canlandı gözlerinde. Tezek kokulu, buğday kokulu anası Fatma Gelini çok özlemişti… Kardeşleri Rifat, Ahmet, Metin… Ağabeyi de vardı ama; gurbete, İstanbul’a gitmişti iş aramaya…
…………………………………………………………………….
……………………………………………………………………
Çok şiddetliydi kış. Evin önündeki Kıran Tarlanın yüzündeki kar taneleri; deniz dalgaları gibi yuvarlanıyor, tersine esen şiddetli rüzgârın etkisiyle, her yöne savrulup duruyordu… Kapı Kaya, Evliya, Yağlı Tepe’ler, gecenin karanlığında birer heykel görünümünde göğe doğru yükselmekteydiler. Uzaklardan gelen kurt ulumalarına, köydeki köpekler havlayarak yanıt veriyorlardı…
Mehmet Çavuş; gündüzden soba kararı kestiği köknar odunlarından, sönmekte olan teneke sobaya atıyor, Fatma Gelin de, idare lambasına gaz yağı dolduruyordu. Aniden, sertçe açıldı evin kapısı. Elinde bir file ile içeriye giren Hatice Kadın:
“ Mehemmet…! Veysel geldi. Tahir gelmemiş. Aha bunu yollamış, alın.” dedi. Fileyi odanın ortasına bırakarak: “ Ben hemen gidiyom. Oğlan şimdi geldi, çok üşümüş. Çorba içireceğim.”
Bir kor düştü yüreğine Mehmet Çavuş’un, heyecanlandı…:
“Dur hele! Sen ne diyon kız Haçça! Ne var bu filede ki? ” Açtı fileyi, içindekileri odanın yüzüne döktü.
“ Bunlar nedir kız? Bunlar oğlumun urbaları! Oyyyyy! Oyyyyy! Nerede bu Veysel nerede! ” Hızla kapıya yöneldi. Canik lastiklerini geçirdi ayaklarına:
“ Ben gidiyom! ” deyip, Hatice Kadın’ın evine doğru koşmaya başladı. Hatice Kadın ile Fatma Gelin de peşinden yürüdüler acele… Bağırıyordu Mehmet Çavuş dağlara taşlara: “ Benim oğlumun başına bir şey mi geldi! Urbalarını yolladılar ha! Vayyyy! Vayyyyy
Bağırtısı gecenin karanlığında dağlarda taşlarda yankılanıyordu. Hızla açtı kapıyı:
“ Veysel, ula Veysel! Ne oldu Tahir’e, söyle Veysel! Bir şey mi geldi başına ula! Ne olduysa bana doğru söyle oğlum! ” Yalvarırcasına bakıyordu gözlerine. Ne diyecekti, ne diyecekti. Veysel’de afalladı. Önce ne diyeceğini kestiremedi. Eğildi, sarıldı ellerine Amca'sının, öptü. Biraz geri çekilerek: “ Yok bir şey Memet Emmi.” Dedi. “Çok iyi hem de! Boyu bile uzadı, benim kadar oldu.:”Zayıfım var matematikten, nasıl bakarım babamın yüzüne” diyerek gelmek istemedi. “Bu tatilde durmadan çalışıp ilk yazılıda kurtaracağım zayıfımı. Doğrudan sınıf geçmem gerek. Selam söyle anama, babama… Öp ellerini benim için… Kardeşlerimi de kucakla” dedi. Biraz parası vardı, onu da bana verdi: “Harçlık edersin, gelince ödersin.” dedi… Şaştı kaldı Mehmet Çavuş… İnansa mıydı acaba…? İkirciklendi…
……………………………………………
……………………………………………
Bir kez kurt düşmüştü yüreğine Mehmet Çavuş’un. Yatmadı sabaha kadar. Tüm köylü bir oldu da, yatıştıramadılar O’nu.
Sabah ışımadan kalktı. Kalınca giyindi. Peştamalla sardı kafasını gözünü. Kasabaya indiğinde postane açılmamıştı bile. Bekledi kapısında. Telgraf çekecekti Akpınar’a, doğrudan Müdüre…
“ Ne oldu benim oğluma! Acele yollayın bana! Yüz lira da para yolluyom aha” diyecekti…
…………………………………………………………………
…………………………………………………………………
Melet Irmağı coşmuş, bulanık sularıyla çağıldıyor, kar altında kalmış Mesudiye’nin sessizliğini bozmaya çalışıyordu… Tahir, Melet Köprüsü’nün tam ortasına gelince şöyle bir baktı etrafına. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar, yılan eğrisiyle bir süre yükseliyor, daha sonra da esen yellerle savruluyor, yok oluyorlardı. Acele etmeliydi Tahir. Postaneden köyünün muhtarına telefon ettirecek, “Babama haber ver, akşama köydeyim.” dedirtecekti. Yürüdü, Cafer Eniştesi’nin bakkalına girdi. Eniştesi Tahir’i görünce:
“ Oooooooo … Hoş geldin Gınalı, hoş geldin” diyerek kucakladı Tahir’i… İki yanağını öptü: “ Babanın yüreğine kor düşürdün Tahir. Sen gelmeyip urbalarını yollayınca, sandı ki, oğlum öldü! Yaaa, böyle sandı. Zor zapt ettik. Müdür mü ney: “Tamam, yarın yola çıkarıyorum.” Demiş te, dünyalar O’nun oldu. Seni bekliyor hasretle köyde… Durma şimdi, akşam yaklaşıyor. Hemen yola çık gınalı, karanlığa kalma.!
“Haaa… O omzundaki de ne öyle gınalı? ” Merak etmişti Tahir’in omzundaki torbayı.
Torbanın ağzını açtı Tahir. Pırıl pırıl, cilalı, Metin marka bir mandolindi. Kendisine gönderilen harçlıkları biriktirmiş, bir mandolin almıştı. Zaten Öğretmen Okulları’nda tüm öğrencilerin mandolin alması ve öğrenmesi bir zorunluluktu… “Kardeşlerim de görsün, tangırdatırlar” diyerek, bu karda kışta yanında getirmişti işte…
“ Enişte, bunun adı mandolin.
“Ne ola ki o?
“Müzik dersinde çalıyoruz.
“ Eyi eyi, size gelince çalarsın dinleriz. Hadi, hadi geç kalma gınalı!
Tahir dükkândan biraz delikli şeker, gazete kâğıdına sarılı bisküvi aldı. Tahta bavulunu açıp içine koydu. Şekerleri gördüklerinde ne çok sevinirlerdi kardeşleri… Çok özlemişti onları çok…
……………………………………
Kasabanın dışına çıkıp köy yoluna girdiğinde, yürümesi zorlaştı. Çok az insan izi vardı. O izlere basmaya çalışarak yol alıyordu. Tahta bavulundan çıkardığı pazar ekmeğinden bir parça kopararak yemeye başladı. Yarım ekmeği eve götürmek hoş olmazdı ama ne de olsa acıkmıştı. Biraz yemeli ve güç toplamalıydı. Mandolin torbasını omzuna asmış, tahta bavulunu da sürüklemeye başlamıştı.
Köyüne doğru baktı. Yağlı Tepe sıvama karla kaplıydı. Göğe doğru yükseliyordu. Tahir’in köyü, işte bu tepenin eteklerine yakındı. “Gün inmeden varırım herhalde. ” Diye geçirdi içinden…
Eskidir Köyü’nü geçince, insan izleri de yok oldu. Yol- yolak görünmüyordu. Buralara, önceleri çok gidip geldiğinden, yol güzergâhını takip edebiliyordu. Sıklıkla kara batıyor, bazen de don tutmuş yerlerden yararlanarak yürümeyi kolaylaştırıyordu. Gittikçe hızı yavaşlıyordu Tahir’in. Nigayıs Çeşmesi’ne varınca, çeşmenin yalağına oturarak biraz dinlendi. Su içti. Elleri ayakları iyice üşümüştü… Kalktı “Belki ısınırım. ” Diyerek, hızını arttırdı.
Güneş batmakta, hava yavaştan kararmaktaydı. Buralarda kar daha çoktu. O yüzden daha fazla yoruluyor, hızı azalıyordu. İstavri Köyü’ne yaklaşınca köpek havlamalarıyla irkildi. Ahlat ağaçlarına yakın yürümeyi yeğledi. Fazla yaklaşırlarsa ağaca çıkacaktı. Yürüdü, geçti köyü. Köpekler havlamakla yetinmiş, önüne çıkmamışlardı.
Yolu yarı etmişti ama gücü de iyice azalmıştı. Değirmen Yanını, Güney Tarlayı aşarsa, geriye fazla bir yol kalmazdı. Şöyle etrafı bir kolaçan etti. “ Hava da iyice karardı ha! ” diye söylendi. Ortalıkta ne bir köy, ne bir ışık… Yağan kar, her yanı düm-düz etmiş, yolu belirsiz kılmıştı. Ağaçlar, çalılar, kayalar, karanlığın yardımıyla sanki birer yabani hayvana benzemişlerdi. Derelerin kuytuları karanlıktı. Korktu, sağa sola, arkasına önüne bakındı, kendisine yardım edecek bir şeyler aradı, yoktu… Ayı, kurt, domuz, sansar, tilki çok olurdu buralarda. Az mı çobanlık yapmıştı bu dağlarda, bilirdi…
Ağlasa, bağırsa kim duyacaktı ki? : “Keşke almasaydım yanıma şu bavulu! Şimdiye dek belki de daha çok yol almış olurdum” diye geçirdi içinden. “Bağırır çığırır sesimi duyururdum köydekilere.! ” Bir süre daha yürüdü bata çıka. Artık hiçbir şey düşünemiyor, üzerine gelmekte olduklarını sandığı yabanıl hayvanlardan kurtulmak istercesine koşuyordu. Enerjisini hepten harcadı. Adım atamayacak duruma geldi. “Biraz soluklanayım, kendime geleyim.” deyip, çömeldi karın üstüne. Uzun bir süre bekledi böyle. Tekrar bavulunu ve mandolinini alarak yürümeye başladı. Nedendir bilinmez, köye giden yoldan sapmış, yokuştaki tarlaya doğru ağır da olsa yürümeye başlamıştı. Neden böyle yaptığını kendisi de bilmiyordu. Düşünerek değil, içgüdüsel hareket ediyordu artık. Tarlanın yüzü kaya gibi buz tuttuğundan, yürümesi kolaylaşmıştı. Yokuşu tırmandığında bitmişti artık. Biraz daha bir çaba ile ahlat ağacının dibine ulaşabildi. Oturdu. Dayanamadı, sırt üstü yatmak zorunda kaldı. Uzun bir süre kaldı öyle. Kalkmak ve yürümek zorunda olduğunu anladı: “ Burada donar kalırsam kurtlar parçalar beni.” diye geçirdi içinden. Kalktı, oturdu gene… Bak işte, nasılda yanaşıyorlardı kurtlar kendisine! Can havliyle mandolin torbasının ağzını açtı. Çıkardı mandolini: “Öttüreyim de korkutayım şu kurtları.” diye düşündü. Ellerini topluca vurur gibi yaptı tellere. Tellerden hiç ses gelmedi kulaklarına. Bir kez daha denedi ama nafile. Aslında elleri hareket bile etmemişti. Yarı uyur yarı uyanık kurtarın gelmesini bekledi bir süre ama henüz ısırmamışlardı onu. Korkuyu bile duyumsamıyordu artık. Şöyle bir kalktı mı ayağa, ürkütüp kaçırırdı hepsini… Ama nasıl kalkacaktı?
Ay doğmuş, her yan gündüz gibi olmuştu. Gökyüzü binlerce yıldızlıydı. Rüzgâr durmuştu durmasına da; soğuk, insanın yüzünü ısırıyordu sanki… Son bir hamleyle ayaklandı Tahir. Bir eline bavulunu, diğerine mandolini aldı: “Babaaaaaaa! Babaaaaa! ” diye beş altı kez bağırdı karşılara. Dağlarda bayırlarda yankılanan sesi geldi, doldu kulaklarına. Durdu, doğayı can kulağı ile dinledi. Hiçbir canlıdan ses gelmiyordu. Tekrar, nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Ağlıyordu, sesi iyice kısılmıştı. Burnundan akan sümükler çenesine kadar inmişti. Gözünden yaş bile çıkmıyordu artık… Birden bir bacağı kara gömüldü. “Çekeyim.” derken bir hamle yapınca, diğer bacağı da gömüldü. Ayakları aşağıda boşlukta sallandı. Burasının, bir dere yatağı olduğunu kavradı. İki elleriyle, yandaki karlardan tutunup çıkmak istedi. Yaptığı ikinci hamlede de: “güp” diye bir sesle düştü aşağıya. Yukarıdan düşen kar, kafasına, boynuna doldu. Tahta bavul da yanındaydı ama, mandolin yukarda kalmıştı. Dikeldi ayakları üstüne. Derenin suyu buzlanmıştı. Kafasını uzatıp, dışarı bakmak istedi, göremedi. Bir süre ne yapacağını bilemeden öylece durdu kaldı. Dışarıya göre daha sıcaktı burası. Rüzgâr da esmiyordu. “ Gücümü toplamalı, buradan çıkmalıyım.” diye düşündü. Çıkınca da inadına inadına yürümeliydi. Kim bilir, bel ki de kendisini aramak için yola da çıkmış olabilirlerdi. Umutlandı, sevindi. Ama nasıl çıkacaktı? Deneyimsiz de sayılmazdı aslında. Tek Mezar Ormanları’nda odun toplarken az mı yuvarlanmıştı çalı diplerine; az mı saklanbaç oynamıştı arkadaşlarıyla, kar kürtüklerinin altlarında yaylalarda? Tahta bavulu diklemesine koydu, çıktı üzerine ama altı buz olduğundan bavulun kaymasıyla yuvarlandı yeniden. Hemen kalktı. En dipten biraz toprak parçası kazıdı tırnaklarıyla. Serdi buzun üstüne. Tekrar dikti bavulu. Bu kez daha dikkatli, dengesini korumaya çalışarak çıktı bavulun üstüne, dikeldi. Dışarısı göründü. Az ileride bir kuşburnu çalısı duruyordu. Bütün gücünü kullanarak, kuşburnu çalısına doğru bir hamle yaptı. Çalıyı yakaladı dibinden. Dikenleri saplandı ellerine. O, daha çok sıktı yumruklarını. Asılı kaldı bir süre… Dikenler ellerine batmış, kanatıyordu. Bıraksa yuvarlanacaktı aşağıya.. Birkaç nefes aldı, durdu. İkinci bir hamle ile solucan gibi çekti kendisini yukarıya. Çıkmıştı çıkmasına da, ellerini kuşburnu çalılarından kurtaramıyordu. Dikenler derisinin içindeydi. Akan kanlar karlara bulaşmış, ayın vuran ışığında, kırmızı beyaz karanfillere dönüşmüştü sanki… Tüm gücüyle çekti ellerini, kurtardı dikenlerden. Unuttu akan kanları, diken acılarını. Mandolini parlıyordu ay ışığında. Gitti aldı, bastırdı göğsüne.
Bacakları titriyordu Tahir’in. Neredeydi, nereden gidecekti, ne kadar yolu vardı… Bilmiyordu. Sadece yürümesi gerektiğini biliyordu. Vurdu kendisini yokuşa doğru. Gitti bir süre. Yerdeki karlar buz tuttuğundan yürürken batmıyordu ama bacaklarının feri de kalmamıştı artık… Az daha yokuş çıktı, durdu, oturdu. Daha sonra da sırt üstü düştü. Gök, yıldızlarla doluydu. Kayan yıldızları izler gibiydi ama uykusu da bastırmıştı. Üşümüyordu artık. Altındaki kar tabakası sımsıcaktı. Güzel şeyler hayal ediyordu. Annesi börek koyuyordu önüne. Kardeşleri delikli şekerleri görünce gözleri ışıldamış, ne de çok sevinmişlerdi öyle… Hele de mandolini tıngırdatmak için nasılda kapışıyorlardı. Babası: ”Zayıfın varsa var, ne diye gelmedin de yüreğime ataş düşürdün oğul” diyor, sıkıyor bastırıyordu bağrına. Şu müdür de ne iyi adamdı. Para bile vermişti gelebilmesi için. Ama dönüşte verirdi parasını geri. Öperdi ellerini Müdürü’nün. Şimdi de; uzakta, çok uzakta, Yağlı Tepe’nin arkasındaki yüksek dağlarında ötesinde, bir köy okulunda, mandolinle şarkı öğretiyordu öğrencilerine…
“Gençliğin biz sevgisiyle
“Toplandık her an burda
“Bu sevgi bağı kopmaz hiç
“Dağılsak bir gün yurda”…
Korkunç bir gürültü kuptu birden. Bağırarak ayağa fırladı Tahir. Neydi bu gürültü, nereden geliyordu? Sesler, dağlardan dağlara, yamaçlardan yamaçlara yankılandı. Bilincini yenilemeye çalıştı Tahir. Bu gürültü nereden gelmişti, ben neredeyim şimdi? Düşündü durdu. Nereden bilebilirdi, dağlardan çığ düşmüş olabileceğini…? Tekrar şiddetli bir titremeye tutuldu. Öksürdü uzun uzun. Donma durumuna girmişti şimdi. Az yürüdü, durakladı. Ayaklarını kaldıramıyordu. Tekrar oturdu beton gibi karın üzerine. Yattı yüz üstü. Karlara sürttü ağzını burnunu. Uyumak üzereydi ki, tanıdık sesler geldi kulağına… Aldırmadı, rüyadaydı belki. Kaybolan sesler tekrar geldi kulağına. Zil, kelek sesleri… Ellerini kollarını oynattı, bacaklarını göğsüne doğru çekti, uyanıktı. Kulağına gelen bu sesler gerçekti. Koyun, keçi sürüsü olabilirdi yakınlarda. Umutlanmanın verdiği son bir güçle, zor da olsa dikelebildi. Eğilip aldı mandolini, yürüdü yokuşa doğru. Sesler iyice yakınlaştı. Biraz yukarıda, ay ışığında, çeşmede su içmekte olan koyunları seçebiliyordu işte. Bir sevindi, bir sevindi… Açtı ağzını, olanca gücüyle: “ Behçet dayııııııı! ” diye bağırdı. Tekrar denemek istediyse de başaramadı. Gene de köpekler ürüdü yukarıdan. Behçet Dayı:” Kulağıma bir ses mi geldi ney” diye geçirdi içinden. Köpeklerin Tahir’den taraf havlamaları daha bir sıklaşınca iyice işkillendi. Yürüdü aşağı doğru. Bir karartı gördü. Kıpırtısızdı:
“ Ula kim var orada, kim var! ” diye seslendi. Yanıt yoktu. Köpekler karartıya doğru koşmaya başlayınca, Behçet Dayı’da koştu, karartıya yaklaştı. Bu bir insandı. Şöyle bir döndü durdu etrafını. Eğildi, koltuk altlarından tutarak kaldırdı ama ayakta duramadığını anladı. Tanıdı, bu Tahir olmalıydı. Sırtında paltosu, boynunda kravatı bile vardı. Nasıl tanımazdı köylüsünü. Nefesine baktı, alıp veriyordu. Ellerini tuttu, buz gibiydi. Attı sırtına Tahir’i. Eğildi, ay ışığında parlamakta olan mandolini aldı: “ Kemençeye de benzemiyor, ne ola ki acep.” Diye söylendi. Yürüdü eve doğru. Bir tekmeyle açtı evinin kapısını, girdi içeri. Sırtında bir çocukla içeri girdiğini gören Karısı Naime şaşkınlıkla:” Ula bu ne, kim bu çocuk! ” Diye ünledi.
Naime Kadın soydu Tahir’i. Giydirdi kocasının donunu gömleğini. Bilincini kaybetmemişti… Tahir: “Köye ulaşamadım da “ diye inledi. “Olsun kuzum, sen Fadime Abla’mın oğlusun. Öğretmen çıkacak oğlu hem de… Hele bir ısın, kendine gel, doyurayım karnını… Ateşe odun atarak harlattı. Serdi Tahir’in urbalarını ateşin karşısına, kuruttu. İyi ki koyunları mezraya getirmişlerdi: “Yoksa bu oğlan donar kalırdı yollarda.” diye söylendi. Büyük sahanı indirdi terekten. Peksimetleri parçalayarak attı içine. Üstüne de ağzına kadar doldurdu sıcacık kesme çorbasını. Yedi Tahir, kendine geldi iyice…
“ Sabah olsun götürürüm seni köye” diye araya girdi Behçet Dayı “Yatarsın burada bu gece.”
“Olmaz Behçet Dayı” dedi Tahir: “ Telefon edip muhtara, haber ulaştırdık babama. Bu akşam beni bekliyorlar. Gitmezsek eğer… Aramağa çıkarlar beni.”
Kalktı giyindi. Nacağını aldı eline Behçet Dayı. “Sıkı giydir çocuğu, götürüp ulaştırayım evine. Ben de geri gelmem, yatarım babam gilde.” deyip çıktı dışarı.
…………………………………
Tahir ısınıp, karnını doyurunca canlanmıştı. Karla kaplı tarlalarda yürürken, bazen Behçet Dayı’nın önüne bile geçiyordu. Köye yaklaştıkça, uzun bir ayrılığın özlemiyle ailesine kavuşacağı anı, gözlerinin önünde canlandırıyordu.. Mandolin gene göğsündeydi. Tahta bavuluna ne olduğunu düşünmüyordu bile… Güney Kayalıklarındaki cılga yola girmişlerdi. Yol karla kaplıydı. Gecenin ayazında don tuttuğundan üzerinde yürümesi oldukça kolaydı. Dikkatli olmalılardı. Yoksa ani bir düşme ya da kayma durumunda aşağılardaki uçurumlara yuvarlanabilirlerdi Oradan ancak ölülerini çıkarılabilirdi…
Kayalar arasındaki patikayı yer yer kar kapatmış olduğundan geçit vermiyordu. Bu durumlarda Behçet Dayı, elindeki nacakla karları kesiyor, sağa sola ayaklarıyla savurarak, geçebilecekleri kadar bir yol açıyor ve ilerliyorlardı.
Köyün girişinde duraksadılar: “ Biraz soluklanalım” dedi Behçet Dayı. Tahir Mandolinini göğsüne batırıyordu gene. Zangır zangır titriyor, yüreği de “güp” “güp” diye atıyordu… Issızdı köy… Geldiklerini sadece köpekler sezinlemiş, kesik kesik havlıyorlardı. Ay ışığı gündüz gibi aydınlatmıştı Tahir’in Köyü’nü. Evlerin, öküzgözü büyüklüğündeki pencerelerinden soluk ışıklar sızıyordu. Yağlı Tepe ne de güzel görünüyordu buradan. Bembeyaz yükseliyordu nazlı bir gelin başı gibi göğe doğru. Köyün etrafındaki ahlat ağaçları, gecenin gizeminde antik kentleri koruyan sfenksler gibi ayaktaydılar dimdik… Gökyüzü pırıl pırıl, bol yıldızlı ve yeryüzüne ne kadar da çok yakındı…
“ Mehemmet Dayııııııı”, “Mehemmet Dayıııııı! ” diye bağırdı Behçet Dayı. Bir kurtarıcının gururu vardı sesinde. Bilesinlerdi işte yaptığı iyiliği… O kadar yüksek sesle bağırmıştı ki, evlerin pencereleri ürkek ürkek açıldı. Merakla başlarını dışarı çıkarıp bakındılar sağa sola.
Mehmet Çavuşla Fatma gelin tedirgindiler. Kalınca giyinmişler, oğullarını aramak için dışarı çıkmak üzereydiler. Behçet’in sesini onlarda duydular. Heyecanla evin küçücük penceresinden başlarını uzattılar. Fatma Gelin, kocasından daha çabuk davranarak:
“ Behçet! Ula Behçet! Sen misin, de hele, hele bi de.” Diye bağırdı aşağılara. Behçet Dayı daha gururlu ve daha gür bir sesle:
“ Fadime Abla, Fadime Abla… Aha Tahir. Getirdim, getirdim…! Alın, benden teslim! Biraz duraladıktan sonra: “ Mandalin de var elinde mandalin…”
Ocak 2015/ Altınoluk
Öcalan MustafaKayıt Tarihi : 30.4.2017 11:01:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Öcalan Mustafa](https://www.antoloji.com/i/siir/2017/04/30/mandolin-bu-bir-oykudur.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!