Mahmut Said Celayir Şiirleri - Şair Mahm ...

0

TAKİPÇİ

Mahmut Said Celayir

- bab: konya
bir şehri terk etmek, yazgısına ortak olmak demektir.
Yol şimdi, bozkırın anlaşılmayan güzelliğine emanet. Coğrafyanın kudurmuş sarılığına rağmen bir dua dilimde: “ey çıkışını intizarıyla büyülen sema ışıltısı, kapının tokmağını yeniden çalacağımı biliyorsun, kavuştursun o zaman Rahman! ”
Dua, dilimde adına emanet bir sema/zen gibi dönmekte. Ama sen yaslı bir gelini oynama ne olur, dimağım kurur.
Annemin ayetlik sözleri geliyor aklıma: “oğlum dilinden aman Ayete’l Kürsi’yi eksik etme, bolca oku emi! ” Ne zaman bir yol vakasına karışsam, annemin dil zenginliği başıma bir devlet kuşu gibi konuyor işte. Süslemeliyim öyleyse, annemin ağzıyla dilceğizimi. Söz! Ayetler benim durağım, sen de başını semaya yaslamış bir kumru gibi, “sadakte” çırpmalarındasın.
Son söz: “adettendir, arkamdan bir aşk dök! ”

Devamını Oku
Mahmut Said Celayir

‎ bir güzelliği kuru topraklara ekip gidendin!
...
ahrazım,
arazım,
kanayanım.
...

Devamını Oku
Mahmut Said Celayir

İki hece söylerdi annem,
Rüyalarını bu şekilde bölerdi geceleri.
İki heceden sur yapardı, babil’in kanatları altına.
Bana da bir saray kurardı.
Oysa annem bilirdi ki,
Gözlerini aşk,

Devamını Oku
Mahmut Said Celayir

1.
garip bir şehir örüntüsü gözümün önündeki
soframda misafir martılar, duama sığınan bir deniz
köşe başında iskemlesine kurulmuş bir simitçi
elinde tespihi, camiden yeni çıkmış
gözlerinin feri ahretlik gibi duran ihtiyar bir delikanlı

Devamını Oku
Mahmut Said Celayir

1. Yanlı Tarifler
- bana bir akşam, sağımdan gelen peri/şân sözlerin tefsiri:
Yaşamak;
- bir adamın, okudukça eyleme dönüşecek zikriydi.
- gözyaşlarıyla kâinatı süsleyen başörtülü bir kızın, okul önündeki direnişiydi.
- annemin seher arefelerinde, alnını teheccüde vurduğu ihtişamdı.

Devamını Oku
Mahmut Said Celayir

Kafesinden kaçan kuşu kimse fark etmedi. Bahardan artakalan güze tünediğini, sesini tam göğe adayacakken karnına saplanan acıyı görmedi hiç kimse. Sersemledi kuş, bir kadının peçesi düştü. Toprağı bulandırdı bakışları, savaş sonrasını taşıyan esmer yüzü dalgalandı bir çocuğun. Gagasındaki çığlığı bastıran yağmur, bir ressamın fırtınaya kılıç çekişine şahit oldu. Yakasına yapışan ölümden incindi kadın. Camı ardına kadar açıp söylendi karanlığa…

Peçem düşmemişti henüz. Yorgun bedenimi koltuğa emanet ettiğimde, alnımdaki çizgilerin hesabı avuçlarımı kanattı: “Ne çok yara biriktirmişim meğer!” Dünya gözlerimden düşerken, yazgıma dokunan kalem sarsıntılı bir hayat sundu bana. Kasıklarımda ölüler peydahlandı birden, müneccimler kervanlara yeni yollar çizdi. Habil’in masumiyeti Kabil’in nefretini yeniden çoğalttı ve iblis damardaki masum kana dadandı. Gözlerime musallat olan karanlık, bedenimi tersyüz etti ve büyüdü hikâyem! Uzun zamandır ölümü temenni eden gönlüme henüz cevap gelmedi göklerden. Hâlbuki salâm erken okundu, canlıydım. Yüksekten bakıyordum mezarıma, müntehirler listesinde sıramı öğrenmek için fırsat kolluyordum. Son toprak çukuru terk ettiğinde, yalnızlığımın kaç bohça edeceği kurcalıyordu aklımı. Öl(e)medim, peçem düştü. Kafesinden kaçan kuşu gördüm o zaman, bir de duvardaki çocuğu. Çocuğun elinde satılık çiçekler, yüzünde kifayetsiz bir hüzün vardı. Her fırça darbesinde uzuyordu saçları, çiçekler sığmaz oluyordu avuçlarına. Göğsünden bir sur inşa etti onlar için ve durdurdu ressamı, burçlarından düşmeye başlayınca demetler. Tam uzanıp almaya niyetlenmiştim ki, demet demet çiçek yağdı üzerimize. Ressama da atsın istedim, gülümsedi: “Renklerini bitirsin, ona da sıra gelecek.” Yara alan bir gülümseme, kaç günü daha taşır dudaklarında? Bilemedi; balıkların pullarının döküleceğini, uçurtma çıtalarının kırılacağını, yaralarımızı azdıracağını… Bize biçilen paha onun da sonu oldu, düştü duvardan. Ressamın fırçası kırıldı, karıştı renkleri. “Ölülerin, kendi cenazelerine gelenlere çiçek dağıttığını görmedim hiç.” Ressam cevap vermedi, şapkasını çıkardı ve yerden peçemi kaldırdı. Karışan renkleri son kez toparlayarak, göğe bir uçak çizdi. “Bahtının dirildiği yere seferi var demek herkesin.” Uçakta ölüler; kuş yarasına sığınan çocuğa, kefen olan peçe… Gördüm her şeyi, peçem düşmüştü çünkü: Kuşun yarasında büyüyen ölümü, çocuğun duvardan düşüşünü, kırılan fırçayı. Kaldırdım başımı, uçak uzaklaşırken kompartıman camında bir gaga sesi: tık tık!

Güze tüneyen kuş, toprağa düştüğünde ve ona eşlik ettiğinde duvardaki çocuk, sıçradım uykumdan. Kirpiklerimde ressamdan kalan son fırça darbeleri, on iki yılı düğümledim karanlığa. Baştan başlıyorduk işte, dün gibi aklımda her şey! “Gelincik tarlasında üç kişiyiz; oğlum babasının yanında, arkadan takip ediyorum onları. Üzerimde mavi bir kazak, göğün yitiğini üzerime giyivermişim sanki. Hava kapalı, bulutlar indi inecek. Hafif bir rüzgâr, havayı usul usul dövüyor. Kocamda kafes, oğlumda ise küçük bir akvaryum var. Bütün sermayeleri bir kuş, iki kırmızı balık! Birbirlerine bakarak öyle gülümsüyorlar ki, sanırsınız dünyanın bütün yemişlerini babasının ağzından yiyor oğlum. Irmak kenarındaki eve az kaldı, rüzgâr biraz daha şiddetleniyor. Gelincik tarlasında uçurtma uçuran çocuklar karşılıyor bizi. Birisinin uçurtması ağaca takılınca çıtası kırılıyor. Ağaca kusuyor tüm öfkesini, tünemiş kuşlar uçuşuyor. Avcılar, gizlendikleri yerden fırlayıp asılıyorlar tetiklerine. Hayır, umurlarında değil dünyanın dönüşü, uçurtmaların göğü süsleyişi, çocuk sesleri, kuşlar ve balıklar. Saçmalar dört bir yana dağılırken iki kırmızı balık can çekişiyor, kırılan cam parçalarının arasında. Kafesinin telleri kopmuş, dizlerinin feri gitmiş adam iki büklüm oluyor. Açık ağzında kuş yavruları… Çığlığımın boğulduğu yerde iki ölüm, aldanıyorlar toprak kokusuna: Oğlum ve kocam! Gökten uçurtmalar düşüyor. Kafesinden uzaklaşan kuş, son bir saçma kaldığını bilmiyor. Kan tutuyor beni, görmüyor avcılar.” Dün gibi aklımda her şey. Zaman, benim için hakikatini yitirdiğinden beri kaçıyorum. Şimdi bu kompartımanda, nereye gittiğimi çok da bilmeden, yıllar öncesinden kalan bulutlar gözlerimde karargâh kuruyor. Toparlanamaz bir yıkılışla doğrulup, aynaya döküyorum yüzümü. “Ne zaman aynaya baksam, içinde tabutlar…” Damardaki kana dadanan ve sırrı cehenneme mahlas olmuş iblis yeniden gösterdi kendini. Bütün göçünü, sinsi bir gülüşle göğsüme yıkıp raylara sürtünen ıslık sesine karışıp gitti. Bir çocuk son kez baktı geride bıraktığı salıncağa. Hayattan çaldıklarını satmak için geri döndü balıkçılar; denizi bulandıran ve hayatı kuşkulandıran ölümleri arkalarında bırakarak. Evsizler kuluçkaya yattı akşam akşam. Sabahın kendilerine nasıl ve ne için uğrayacağını bilemezlerdi. Bir düş yumurtladılar, soğuk köprü altına yıldırımlar düştü. Şiirleri ve şarkıları mihrabından vuran bir ay kendisini sulara bırakırken, rakkasın elbisesine közler yağdı. Üfledikçe üflediler, tutuştu dünya. Ölümleri birbirine ulayan hayat alınyazıma kuşları ve çocukları bıraktığında kafesin son sahibi vurdu aynaya, ıslak ellerinde gelincik kokusu… “Ne zaman aynaya baksam…” İncindi ayna; kesik kesik öksürdüğümden belki yoksa iblis mi başlattı ve dağıttı her şeyi? Yüzümü çevirip masadaki çantama uzandım. Fermuarı açtığımda beni karşılayan koskoca bir çukur, içinde son nefes sahipleri. Eller uzandı yakalamak için, bir tutsalar saçlarımdan, cehenneme taht kuran zebanilerin alevi yakacak beni. “Avcılar, öğrenmişler yaşadığımı. Toprağın beni yeniden doğurduğunu biliyorlar.” Korkuyla kapattım fermuarı ve camdan dışarıya büyük bir yük bıraktım. Eyvah, kimliğim! Sahi önemli mi? Gözlerimi yakan bir acı kirpiklerimde oynaşırken, koltuğa yuvarlandığımı hatırlıyorum. Koltuklar, ölümlünün yeni evi: Yanaklarımda mehtap kırığı renklerle kocamın yanında almışım soluğu. Gökten uçurtmalar topluyormuş. Güvercin gözlerinde raylara sürtünen çiğ seslerin ayini başlamış çoktan. Kış, güzün sırtına binmiş, evleri yokluyormuş. Hem kış, yumuşak karnıymış ölülerin. Ona hazırlık yapıyormuş. Karnıma dolan rüzgârla birlikte sarılmışım ona, ikimiz birden üşümüşüz. “Ne var yani” demişim, “biz sevdikçe erken sönmesin ışıklar!” Ses çıkarmamış. Dumanını unutan kara tren, çalgıcısını yitiren sokak, hırsızını seyreden evler… Velhasıl, ışıklar erken sönmüş biz sevdikçe! Rüzgâr çanının eteklerinde gizlenmiş bazen kırmızı. Her sallanışta ölümün nefesi dolanmış boynuma. İade edilmiş bir yaşamın koynundan çıkagelmişim, dönmek için.

Devamını Oku