Ön Söz
Böyle bir kitaba neden ihtiyaç vardır…
Birinci kitabımız olan özelleştirmeleri anlatırken ve özelleşen kuruluşların geride bıraktığı izleri incelerken, beraberinde getirdiği işsizlik, alım gücü kaybı, üretimsizlik ve beraberindeki sosyal kaosun nedenlerinin, bilinçli olarak görülüp, kurtuluş savaşının hemen ardından başlayan kalkınma planlarının rast gele olup olmadığı, planlamanın kurtuluş savaşının özünde Lozan anlaşmasının imzası ile bitip bitmediğini, gözler önüne serebilmek için, baş komutanın konulara bakış açısının derinliğini görme açısından önemli olması nedeni ileydi.
Aynı zamanda bu kitap serini üçüncü kitabı olacak olan sosyal, iktisadi ve kültürel savaşın detaylarına girildiğinde anlaşılabilirliğinin açılımı için gerekliliğindendi.
Sosyalizm tanımı da, Bilimsel Sosyalizm tanımı da gökten düşmedi, insanoğlunun var olduğundan bu güne kadar, üretimde ve paylaşımda bir birlerine duydukları ihtiyaçta en adil sistemin oluşturulması için yüzlerce yıllık bilgi ve emek birikiminin bilimsel temellerde günün koşullarına ve bilme uygun olarak süzgeçlerden geçerek çok yönlü irdelenmelerinin ürünü olarak ortaya çıktı, çağın her aşamasında, çağın gerektirdiğini bilimin ateşinin beslenmesi ile gelişti ve gelişimini de sürdürmeye devam edecek.
Doğmaya dönüştürülmesi mümkün olmayan bu düşünce, doğru analiz ve çözümlerle sürekli olarak yaşama hizmet edeceği açıktır.
Akla uygunluğun başlangıçta gözle görülene üstün olması, bununla beraber akla uygunluğun gözle görülenle terbiye esası.
Evvela Sosyalist olmalı, Maddeyi tanımalı! *
M.Kemal Atatürk 30Kânunuevvel(12Ocak1904)
Güneş Hüzünlü Batar ın ikinci kitabı olarak neden bu sözlerle başladığımı kitabın okuma sürecinde çok daha iyi anlaşılacağına eminim.
Düşünceler doğma olarak kabul edildiğinde, doğasına aykırı olduğunu açmak, o dönemin şartlarına uygun köhnemiş bir imparatorluğun yağmalanmış parçacıkları arasından filizlenen yeni ülke oluşturma mücadelesinin temelindeki yöntemlerin hedeflerinin kesintiye uğratılmaması durumunda nereye geleceğimizin anlaşılması için bu kitap gerekli idi, bu kitap için de bu başlangıcın önemli olması gibi.
T.Öğer KOÇ
Akla uygunluğun başlangıçta gözle görülene üstün olması, bununla beraber akla uygunluğun gözle görülenle terbiye esası.
Evvela Sosyalist olmalı, Maddeyi tanımalı! *
M.Kemal Atatürk 30Kânunuevvel(12Ocak1904)
Bir sözün bu denli yaşama ışık tutacak boyutta özetlenmesi çok zor bir olgudur diye düşündüm. Kimin söylediği, söyleyenin alıntı mı yaptığı değil, içinin doluluğu ve kapısının davetkâr biçimde açık oluşu önemliydi.
Bu sözü anı defterine yazmak ya da alıntı olarak kabul etmek büyük bir bilgi birikiminin ve inanmışlığın ürünü.
“Akla uygunluğun başlangıçta göz ile görülene üstün olması,”
“Akla uygunluğu gözle görülene terbiye esası.”
“Evvela sosyalist olmalı”
“Maddeyi tanımalı! ”
Sıralama ile gidildiğinde, yaşamın gelişiminin özetini maddeci çerçevede, diyalektik içerisinde, bir bütün olarak görmemizi sağlatan bu tümceler, sonuçta maddeyi tanımalı ile biterken, maddenin gelişiminde ve onu değiştirmede öncelikle onu tanımanın gerekliliğini vurgulamakta, bunun için de insanın önce diyalektik, tarihsel materyalizmi temel alması gerektiğini ortaya koymaktadır.
*Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt-1,sf15,Kaynak Yayınları
“Maddeyi tanımak için neden sosyalist olmak önemlidir? ” diye sorarsak, madde yaşamın kendisidir, bir enerji oluşumudur. Maddeyi tanımamak yaşamı tanımamaktır, yaşamın oluşumunu ve yaşamın devamını sürdürebilmenin temel koşullarından uzak kalarak, yaşamı şekillendirici olmanın uzağına düşmemek demektir. Maddenin tanınması onu sadece o kesit içerisinde ele almakla mümkün olmaz. Oluşum sürecinden ve bu süreçten sonraki tüm dönüşüm süreçlerinin sebep sonuç bağıntılarıyla her türlü etkileşim süzgeciyle incelenmesi gerekir. Bu da, maddenin tanınması için insanla olan iktisadi, sosyal ve siyasi yönünün bir bütün olarak ele alınmasının zorunluluğu demektir. Bu nedenle maddeyi tanımak için, sosyalist olunmalı, bir başka deyiş ile tarihsel diyalektik materyalizmin işlevsel bütünlüğünü bilmeli. Yani maddenin yaratılmışlığına inanmak değil, maddenin oluşum (dönüşüm) yasalarına hakim olunmalı. Elbette ki burada nedir “sosyalist olmak” kestirme bir soru olarak ta kestirme bir cevap almak için sorula bilinir, konuyu kestirmeden cevaplamak bir çok sıkıntıyı da beraberinde getireceğinden, daha çok sosyalist birisin nasıl düşünmesi gerekliliğini ortaya koyarak yanıtlamanın doğru olacağına inandım.
Burada karıştırılmaması gereken iki konu var sosyalistlik ve bilimsel sosyalistlik. Bizim burada ele alış biçimimiz sosyalist kavramıdır. Elbette ki bu girişim kafaları biraz karıştırmış olabilir, bu konu sözün yazıldığı tarih “1904” itibarı ile olması nedeni ile dönemin içerisinde incelenmesi gerekliliği sonucudur, iki kavram arasındaki fark maddeyi tanıma yöntemleri ile ayrılmaz, maddeyi bir üst aşamaya çıkartmadaki yöntemler farkı ile ayrılır, günümüze kadar gelen süreç bu yöntemlerin tamamının tekrar incelenmesi gerekliliğini de ayrıca ortaya koyması açısından ayrı bir önem taşıdığı da ortadadır.
Bu nedenle konumuza tekrar dönersek;
Yaşamın milyonlarca yıl önceden ilk ortaya çıkışı tüm bilimsel yaklaşımlarda ortak noktası enerjinin şekillenmesi ve maddeye dönüşümü ile ilgilidir. Bu süreğenlik bilimsel bir olgudur. Bunun takibi bize yaşamın sırlarını verirken, yaratılış teorilerindeki kaderciliği ortadan kaldırarak bilginin ve emeğin önemini ortaya kor.
Güneş patlaması, dünyanın oluşumu, okyanusların yükselmesi, canlı patlaması, oksijen ve karbondioksit üretimi, atmosferin oluşumu, güneş ışınlarından koruyucu tabakanın ortaya çıkışı, tek hücreli canlılar ve süreç içerisinde çok hücreli canlılara dönüşüm ve ilk insanın ortaya çıkması... Bunların hepsi maddenin tanınması ve incelenmesi ile netlik kazanılan sorgulama yanıtlarıdır.
Yaşamın süreğenliğindeki değişimler elbetteki yaşamın içindeki çözümlemelerle değerlendirilecek ve bir ileri aşamasına taşınacaktır.
Maddenin incelenmesi maddeci düşünceyi doğuracak, o düşünce maddeyi değiştirmeye çalışacak, maddedeki o değişim yeni düşüncelere rahim görevi yapacaktır. Bu etkileşim elbette ki kendiliğinden olmayacaktır. Maddenin diyalektik tarihsel materyalist gelişimini tanımak; bu nedenle yaşamı tanımaktır. Sorunları çözmede, ileri gitmede atılacak zorunlu adımdır.
Günümüz ilişkilerine bakıldığında maddede hızlı bir değişim olurken ki aynı zamanda gelişme diye de adlandıracağımız aynı şeyi, yaşamda diyememekteyiz.
Madde yaşamı her geçen gün sıçramalar yaparken, bunun yansımaları sosyal yaşamda olumsuz bir biçimde kalıyorsa, bu madde ile olan bilgileşim sürecinde aklın uyum sağlayamamasından kaynaklanır. Yani maddenin gelişimine toplumsal katmanlar ya da sınıfsal yapılanmanın bir kısmının aklı uyduramaması engel oluyor. Bu durumda da kaçınılmaz olarak, maddenin gelişiminde bilinçlenme ve mevzileşmede herkes aynı oranda (emeği oranında) payını alamıyor. Toplumsal yaşamın açmazı gibi görünen bu olayın çözümlemesinin aranacağı yerin yine maddenin aldığı bu yol güzergâhı ve onun oluşturuluş biçiminde olduğu açık ve nettir. O zaman yapılması gereken de bu güzergâhın incelenmesi ve sağlıklı çözümlemeler yapılması temelinde yükselmelidir.
Akılla madde arsındaki bağıntının birbirleri üzerindeki etkileşimine açıklık kazandırılması birçok karmaşık yapılanmaların basite indirilmesi olur. Bilgilenme aklın çalışımının daha verimli olmasını sağlar. Bilgilenmenin temel yolu da, tarihsel sürecin içerisindeki diyalektik, ortaya çıkarılan kuramların doğru yönde algılanması ve bunun yaşam içerisinde doğruluğunun kontrolleri ile mümkündür.
Canlı organizmaların yaşam içerisindeki oluşumu belirli fiziksel, kimyasal reaksiyonların ve ortamların bir araya gelmesi ile biyolojik yapılanmaya dönüşümünü sağlamıştır. Biyolojik canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için, bünyelerindeki o değişim ve beslenme yapısının korunması için, bunun devamını getirmeleri, yaşama tutunmaları için önemli bir koşul olmuştur. Canlılar arası farklılaşma incelendiğinde görürüz ki madde ile olan ilişkiler önemli rol oynamıştır. Canlılar arası farklılaşmada gelişimi sadece maddeyle de sınırlandırmak insanı yanlışlığa götürür. Çünkü insanlığın gelişim sürecinde göreceğiz ki, benzer birçok maddi oluşuma rağmen topluluklar arası gelişim farklı süreçlerde farklı aşamalardan geçmiştir.
Maddenin gelişimi kadar madde karşısında aklın eğitimi de önemli rol oynamaktadır. Bilgilenme, aklın devreye doğru çerçeveye girmemesi durumunda olumlu gelişme sağlanamaz. Uygun zaman yer ve ortam olmazsa olmazlardandır.
Yaşamlarının devamı için beslenme ve üreme refleksi, yaşama tutunma refleksi süreç içerisinde canlıların gelişimi ile önemli roller ve farklı biçimler almıştır. Kimi canlı bu refleksi geliştiremezken kimi canlı çok hücrelilik süreci ile birlikte farklı biçimlerde hayata geçirmeye başlamıştır. Doğa içinde cansız maddelerin sürece dayalı mücadelesi, süreç içerisinde canlı maddelerin de önce kendi içlerinde sonra da çevre ve diğer maddelerle reaksiyon ve mücadele biçimi ile devam etmiştir. Bu mücadele yaşama tutunma mücadelesidir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, yaşama hakkı, yaşamak içinse kutsaldır.
Konumuzun sosyal yaşam ve insan olması nedeni ile insanoğlunun yaşam içerisinde maddelerle olan ilişkisini takip etmemiz gerektikçe de diğer alanlara girmemiz konuyu dağıtmamızı en aza indirecektir.
Yaşamın oluşumundan bu güne gelen sürecin milyonlarca yıla tekabül etmesi ve bu süreç içerisinde yazının 3200’lerde bulunduğu düşünülürse 5000’yıllık bir yazılı geçmiş ile ilgili izlerde somut, daha öncekilerde ise somuta dayalı aklın yolu ile zor bir yolculuğun gerçekleştirileceği kaçınılmazdır.
İnsanoğlunun yaşam süreci içerisindeki diğer canlılardan ayrılma aşamasını; ilk ayağa kalkışı ile başlatmamız sanırım yanlış olmasa gerek. Bu sürecin gelişiminin her bölgede aynı anda başladığını düşünmeninse yine maddeyi anlamamak değil ama geniş etkileşim ağını göz ardı etmek olacağını belirtmede yarar olduğuna inanıyorum.
Diğer birçok oluşumda olduğu gibi, doğada hiçbir şey bir diğeri değildir. Hiçbir oluşum bu nedenlerle tekerrür oluşturmaz, oluşturmadığı gibi, hiçbir oluşum bir diğerinin simetriği değildir.
Şöyle ki; kimi bölgelerde toplayıcı olma özelliği ağaçlardan yiyeceğini sağlama zorunluluğu bunu erkene alırken, kimi bölgelerde yerden toplama niteliğinden dolayı daha farklı zaman çizelgesinde olduğunu düşünmek daha gerçekçi olacaktır, Bu da yapılmış kazılardan çıkan buluntularla sabittir. Biz de bu yolda hareket etmenin bilimselliği çerçevesinde davranacağız.
“İnsanoğlunun ayağa kalkışı neden bu kadar önemlidir? ” sorusu elbette ki akla ilk gelen sorudur ve yanıtı arkeologlar ve antropologlarca verilmiş olmasına rağmen kısaca bizim de bu konudan bahsetmemizde yarar görüyorum.
Ayağa kalkış ilk etapta fiziki gelişmede:
- Hareketi esnasında ön ayak olarak kullandığı uzvun ele dönüşmesini sağlatmıştır,
- Elin kullanılışı beslenmesine yönelik ve beslenmede kullandığı doğal maddeleri geliştirmesine yönelik kolaylıklar sağlamıştır,
- Sopa, taş ve benzeri maddeleri kullanmasında unsur olmuştur,
- Toplayıcılığın yanı sıra avcılığında gelişimine katkıda bulunarak beslenmenin çeşitlenmesini sağlamıştır.
Beyinsel gelişiminde:
- Ki daha önemlisi görüş mesafesinin çeşitlenmesi ile tercihlerinin çoğalması muhakeme yeteneğinin önünü açmıştır.
- Ayağa kalkışı hareket halinde iken de çevreyi görmesine ve tanımasına neden olmuştur.
- Kendisinden güçlü yaratıklardan korunmak için kaçarken çevreyi görmesi seçenekler zenginliği içinde karalar vermesine muhakemesini daha hızlı yapma yeteneğini geliştirmesine ilk adımları oluşturmuştur.
Ve diğer tali unsurlar…
İnsanı diğer canlılardan ayıran şeyin düşünme yetisi olduğunu söyleseler de, bu maddenin tanınmasına uygun düşmemesi nedeni ile bu ayrımın temeline inmek gerektiğini düşünüyorum. Her canlının şu ya da bu biçimde algılama ve algıladığını özümseme yetisi vardır. Bu yetinin sorgulama sonrası karar verme aşamasına getirilmesi muhakemeyi (aklı) oluşturur. Bu nedenle insani değer yargı ve seviyesinin düşünme ile değil muhakeme gücünün (akıl gücünün) birikimleri ile, doğru tercihe götürme şekli ile tartılması gerekir. Bu yetiye akıl diyorsak insanı diğer canlılardan ayıran özelliğin akıl yapısındaki gelişmişlik olduğunu söylememiz gerekir.
Bu nedenledir ki insanın ayağa kalkması, her attığı adımda seçenekler oluşturması, aklın gelişimindeki önemli olgularından birisidir. ilk dönem için; ilk insanın küçük sürüler halinde yaşaması içgüdüsel bir olgudur, araştırmacıların ağırlığın anaerkil olarak adlandırdığı bu dönem, günümüzdeki aile yapısındaki üretim ve tüketim açısından günümüzdekinden farklı bir biçim olmadığı, sadece çeşitliliğin günün koşullarına uygunluğunun söz konusu olduğu ortadadır. Bu süreçteki insan sürülerinin 30 ile en fazla 80 kişi arasında olduğu bu güne kadar yapılan araştırmalardan da anlaşılıyor.
Neden 100 ya da daha fazla olmadığı sorusu akla gelebilir. Her soru kendi içerisinde nesnel ortamında değerlendirilmelidir. Anaerkil süreç doğurganın korumacılığı içgüdüsüne bağlı ve yetiştirme süreci içerisindeki bu korumacılığın getirdiği içgüdüsel şartlandırma refleksi ile kurduğu otorite sayesinde üretimi oluşturucu ve paylaştırıcıdır. Üretim tamamen bu süreç içerisinde ihtiyaç içindir. İhtiyaç hayatta kalma, barınma, yaşamı devam ettirme (biyolojik) ve beslenme ile sınırlıdır.
Anaerkil süreç içerisindeki sayısal yapılanmayı sorguladığımızda, sayısal anlamda bu süreçte genişlememenin doğurgan olan canlının analık içgüdüsü ve yavrularına sahip çıkışı, diğer canlılarda olduğu gibi insan sürüsünde de aynı gerçekliğin kaçınılmazlığı ilkel benlik dönemine en iyi örnektir.
Sayıların çoğalmaması canlının yapısındaki denetleme, yönetme ve benzeri güdüsel reflekslerinin sonucu iç çekişmeleri doğurmasındandır. Birçok antropolog bunu toplayıcı süreçteki besin tedarikinde çekilen bölgesel sıkıntıya dayasa da, bu tezin tek başına tüm topluluklara mal edilmesi bana doğru gelmiyor. Bunun da bir payı vardır elbette o süreç içerisinde. Doğadakini sadece toplaması açısından bakıldığında, tek neden olarak bakılmadığında bu mümkündür.
Yine de bipedalizmin (insanın ayağa kalkışı) ilk ortaya çıkışı olarak adlandırılan sürecin 5 ile 7 milyon yıl önce oluşu, o süreç içerisindeki canlı yaşamının verimliliği, bu toplama ve avlanma sahalarının bolluğu varsayımı, ayrılıkları sadece bu düşünceye bağlamayı zayıflatıyor.
Ana, koruma içgüdüsünü sürekli taşırken erkekte büyük kıtlık dönemlerinde sürüyü terk etme, yavrularını yiyebilme özelliği, süreç içerisinde anaerkil yönetimde erkeğin konumundaki değişimlere neden olmuştur. Bazen dışlanmalarda bu dışlamayı gerçekleştirecek erkin olmaması, anaerkil yapının farklılaşması, toplayıcı dönemde erkeğin fonksiyonunu kadının da yapabilmesi, kadının otoritesinin yoğunluğunun getirdiği ortamda erişkin hale gelen erkeklerin süreç içerisinde topluluklardan ayrılışı, bu süreç beraberinde avcı toplayıcılarını oluşturmaları, ilkel toplum sürecinin tek bir çizgide gelişmediğini, maddi yaşamın ve ihtiyaçların şekillenmesi doğrultusunda çeşitlilikler arzettiğini ortaya koyuyor.
Bu bahsettiğimiz olayların oluşum süreci milyonlarca yılı içerisine alan bir zaman kesiti içerisinde cereyan etmiştir.
Bu süreci incelerken genelleme yaparak bir sonuca ulaşmaya çalışmanın zorluğun ötesinde birçok yanlışlığı beraberinde getireceği kaçınılmazdır. İlk insanın topluluklar halinde yaşaması anaerkil olarak başlamasına rağmen, erişkinlik ve farklılaşım, toplulukların kendi içerisindeki örgütlenme biçiminde de farklılaşmaları doğurmuştur.
Kaynaklar incelendiğinde, anaerkil yapılanmaların alt süreçlere inildiğinde yapılarındaki değişimlerin hızla ataerkil ve benzeri türden topluluklara dönüştüğünü görülüyor. İlk baştaki toplayıcı sürüleri, avcı toplayıcılığa geçildiğinde anaerkil süreçteki bu değişimin ve etkileşimin erkekten yana işlediğini gösteriyor.
Erkeğin öncelikli ve hakim duruma gelmesi, kadınına sahip çıkması beraberinde iç çelişkileri ve toplumsal yapıdaki değişimlerin öncülüğünü oluşturuyor.
Kadının doğurganlığından kaynaklanan sahiplenme güdüsünün temelinde yatan besleme ve koruma duygusu, erkeğin sahiplenmesindeki sahip olma duygusunun farklılığı, erklerin işleyişinde de kendini yaşam içerisinde belirgin bir biçimde gösteriyor.
Kadının doğal yoldan elde ettiği erk; uzlaşı ve ihtiyaçların karşılanması yönündeki yönetim anlayış erki, ataerkil süreçte erkeğin, erki zapt ederek ele alışı; topluluk içerisindeki çelişki yapılanmalarının farklılığını oluşturuyor.
Anaerkil yapıdaki; yapıda temel ihtiyacın beslenme ve korunma düzeyindeki doğa ile çelişki olarak şekillenmesi durumu var iken, ataerkil yapıda beslenme ve korunmaya ilave olarak erk ile ilgili iç çelişkilerinde olması, erki ele geçirmek toplulukta gücü temsil etmek, bunun sürdürmek gibi ilişkilerinde olması, ataerkil yapı ile anaerkil yapıların değişim ve gelişim süreçlerinin en belirgin nüveleridir.
Erkin mücadeleye açılması, topluluk içi çelişkilerin oluşması, beraberinde çelişkilerin çözüm yollarının zorlanması ve çözümlerin oluşturulması, topluluğun gelişiminde önemli bir ivme görevinin de oluşmasını sağlar. Kişi beceri ve yetenekleri daha fazla ön plana çıkmaya ve iletişim kurma zorunluluklarındaki artma iletişim yollarının gelişmesine neden olur.
Anaerkil toplumdaki durağan yapı ve içe dönük model, ataerkil toplumda daha hareketli ve dışa dönük bir model oluşmasına neden olur. Katmanlaşmalar çeşitli nedenlerle daha belirgin bir hal alır.
Sosyal yaşamın normal bir süreçte alt yapıyı değiştirmesi mümkün olmazken, yaşamın ilk dönemlerindeki üretimin sadece beslenme ve toplayıcılık boyutunda olması, bu değişimin katman farklılıklarıyla da olabilirliğini güçlendiriyor.
Her toplulukta oluşan, yöneten güç ile yönetilenler arasındaki farklılık, yönetimin devamlılığının sürmesi açısından, yönetenlerdeki ayrıcalığı kaçınılmaz olarak oluşturuyor.
Toplulukların bu evrede kan bağına dayalı oluşması, çelişkilerin anaerkil süreçte ana otoritesi ile barışçıl yollardan çözümünü mümkün kılarken, ataerkil toplumlarda bu durum biraz daha farklı biçimlerde olabiliyordu. Bunun nedeni de çocuğun yetişmesinde ataerkil toplumda da annenin sürekli yakınlığı, babanın annenin oluşturduğu otoriteyi sağlayamayacak yakınlıkta olması nedeniyledir. Soyun devamı anaerkil yapıda ana, ataerkil yapıda ise baba ile takip edilmektedir.
Bu düşünceye göre geniş verimli arazi toplulukları ile dar alanlardaki sayısal farklılıkların katlamalı farkları oluşturması gerekirken, bunun kazılardan çıkan sonuçlarda görünmemesi, bu tezin zayıflığını göstermektedir.
“Aklın gözle görüleni terbiye esası”, bilgilenmenin süzgeçten geçmesi ile anaerkil sürecin bir aradalığının, doğurganın çevresindeki etkisi ve denetimi altında kalabilen bir sayı olarak görülmesi, kan bağı esası ve bu esasın dışında kendi iç yasalarına uyum sağlama temelini gösteriyor. Anaerkil yapıdaki yaptırım yasaları fiiliyatta erkin elindeki güç seviyesi düşünüldüğünde icrada mümkün olmadığı dönemlerinde olduğu varsayımı mümkündür. Bu nedenle zorunlulukların oluşturduğu erkte paylaşımlar olma olasılığı yüksektir. Bunun ananın kardeşleri biçiminde ve yakın ergen çocuklar ile çözümlenmiş olma olasılığı yüksektir.
Hangi biçimde olursa olsun, anaerkil düzen içerisindeki üretim ve paylaşım sisteminin, yönetimdeki kişinin doğurgan olmasıyla yoğun artılar kazanması kaçınılmazdır.
Sonraki toplumları da incelediğimizde; kadının yönetimlerde söz sahibi olduğu süreçlerin, savaşçıl olmaktan çok paylaşımcı ve üretime yönelik sistemci olduğunu görüyoruz.
Kadının fiziki zayıflığı ihtiyaçlarının karşılanmasında daha çok akılcılığı zorlamasına neden olurken, çağın gereği olan savaşçıl olmayan toplumsal yapılanmaların ayakta kalamaması süreç içerisinde yok olması bundan ötürü olsa gerek.
Bu nedenlerle ilk toplulukların oluşum sürecine genel olarak bakıldığında anaerkil ağırlıklı yaşamdan bahsedilse de bu toplulukların anaerkil olarak çoğunlukta olmasından değil, yaşam biçimi olarak, üretim ve paylaşım, yönetim ve iş dağılımı açılarından farklı olmasından dolayıdır.
Bu düşüncenin tam tersi olarak ilk insanda benlikler gelişmeye başladıkça avcılıkla beraber fiziki gücün ortaya çıkışı, öldürme olgusunun gelişimi, erki ele geçirme mücadelelerinin de başlangıcı olmuş ve bu durumun süreç içerisinde toplumlarda ataerkil yapılanmaların çoğunluğunu oluşturmuş olduğunu düşünmemiz yanlış olmaz.
Bu süreçlerin ilk dönemlerinde erkin biçimi nasıl olursa olsun, üretim biçiminin ilkelliği, üretimdeki zorluklar nedeni ile üreticilerin ancak kendi beslenmelerine yetecek kadar ürün toplayabilmeleri, erkin üretimde pay almasındaki adaletsizliğin başkalarını besleyecek konumda olmaması, emek sömürüsünün dikkate alınacak bir konumdan uzak olduğu muhakkaktır.
Sürecin ilerlemesi güdüselliğin yerini seçenekselliğe bırakmıştır. İlk toplulukların ilerlemiş zamanlarında erkeğin ya da bir başka deyiş ile farklı gücün, bazı topluluklarda yönetimi ele aldığını, sadece insanda değil diğer canlı yaşam türlerinde (Goriller, Aslanlar, Kurtlar) de bunun farklı biçimde gelişmediğini görüyoruz. Bu, yaşam süreci içerisinde aynı olguları yaşayan canlıların, sürünün liderliğini ve paylaşımını her zaman için yöneten katmadan yana pozitif olarak kullandıklarını gösteriyor.
Bu süreçte üretimin ihtiyaç nispetinde olması ve paylaşımın, gücü elinde tutan erkin inisiyatifinde şekillenmesi nedeni ile farklılaşma sınıfsal olmamakta, katman biçiminde kalmaktadır.
Ürün, farklı paylarda dağılıma uğrasa da ihtiyaçların karşılanması doğrultusunda kolektif bir elde ediş vardır. İlk süreçlerde avcılık ve benzeri konularda besin elde etmede erkin katkısının diğer üyelerin katkısından fazla olduğunu düşünmek yanlış olmasa gerek.
Erki elde tutabilmesi için gücünü süreklilik içerisinde göstermeye devam etmesi gerekiyor. Erkin; avcılığının yetersizleşmesi, av aletlerindeki kullanım yetisini kaybetmesi, yerine geçmeye hazır bekleyen rakiplerinden dolayı, bu becerisini sürekli besin elde etme konusunda gösterme devamlılığını zorunlu hale getiriyor.(Kimden bahsediliyor?)
İnsanoğlunun gelişim sürecindeki ikinci kırılma (sıçrama) noktası ateşin bilinçli olarak kullanılmasıdır,
Bulgulardan hareket edilecek olursa ateşin kullanımının bilinçli olarak ilk kez bir milyon dokuz yüz binlere tekabül ettiği gözlenmekte.
“Ateşin bulunuşu neden önemlidir? ” sorusu da tabi kaçınılmaz bir sorudur.
İnsanın ilk oluşumundan milyonlarca yıl sonraya uzanan ateşi kullanma serüveninin; veriler dikkatlice ele alındığında farklı gelişimler izlediğini görüyoruz.
Kimi bölgelerde sert metallerin birbirine çarpmasından çıkan kıvılcımların kuru bitkileri tutuşturması ile öğrenilen ateş olgusu kimi bölgelerde sürtünmenin sıcaklığı ile ahşabın ahşaba sürtülmesi ile elde edilmiştir. Bilinçli olarak kullanılan bu ateş, zamanın daha gerisinde, ateşin yıldırım düşmesi veya bir başka nedenle oluşumu sonrası ateşin sürekliliğinin korunması konusu da insan beyninin gelişiminde farklı gelişmelere neden olmuştur. Ateşin korunmasındaki nöbetleşme zorunluluğu görev paylaşımını geliştirirken diğer yandan da pişirme yöntemi ile yiyecekte çeşitlenmenin artışı, seçenek açısından muhakemeyi geliştirirmiş, besin açısından da beynin aldığı enzimlerin çeşitlenmesini sağlamıştır.
Milyonlarca yıl ateş bu nedenlerle bir çeşit tapınma aracı olmuş ve ateşi bilinçli olarak oluşturup kullanma aşamasında bu mitin bitişi, bu gelişimlerin sonucu olmuştur.
Ateşin yıldırım düşmesi ile ortaya çıkışı, değdiği yerde müthiş acılar vermesi ve değdiği yeri yakması kaçınılmaz olarak ilkel insanda korku uyandırırken, soğuktan korunma yiyeceklerin pişirilmesi ile elde edilen lezzet gibi, aydınlanma gibi faktörler hayranlık uyandırmıştır.
İlk insanda, bu duygunun onu tapınma boyutuna götürmesi elbetteki fazla şaşılacak bir olgu değildir. Tapınma süreç içerisinde farklı yaşam birimlerinde, farklı bilinmeyen güçlere tapınmayı getirirken ilerleyen dönemlerde, bilinmeyenleri çözen, bilinçli kullanımlara geçiren bireylerin ön plana çıkarak yönetimlerde büyük söz sahibi olduklarını görüyoruz.
Bu nedenlerle ateş bir yandan beslenmedeki çeşitliliği arttırırken diğer yandan da insanın korku ile tanışmasına ve mit’lerin oluşumuna neden olmuştur. İlk toplumlarda ilkel bellekli insanlar çözümünde zorlandığını tanımak için temasa geçtiği, canının yandığı bir bilinmez olarak algıladığı, mistik bir gücün temsilcisi olduğu olgusuna vardığı şeylerde, ananın doğurganlığından sonra ateşle birlikte bir başka mistik güç olarak karşılarına çıkması şekline dönüştürmüştür.
İnsanların ilk tapınmalarını doğurgandan sonra, ateşle başlamış diyebiliriz, süreç içerisinde ateşin aşama aşama çözümlenmesi ile bu inanış yerini daha başka çözümlenemeyen ama kaderlerine etki eden diğer doğa unsurlarına yönelmelerinin önünü açmıştır.
Genel olarak ateşin önemini vurgulayacak olursak:
Fiziki olarak;
- Isınmanın sağlanması ile soğukla başa çıkabilme,
- Yabani diğer canlıları uzak tutabilme,
- Işığından yararlanarak karanlık olan mağara içlerine kadar inebilme,
- Ateşin sönmemesi için nöbet tutma aracılığı ile görev paylaşımını bilinçli hale getirme,
- Ateşin gizemli yanının verdiği korku ile tanışma ve bunu kullananlara tapınma,
- Ateşin çevresinde bir aradalılık, yakınlaşma.
Biyolojik olarak;
- Ateşle birlikte beslenme çeşitliliği vücudun ve beynin gelişimine büyük katkı sağlamıştır,
- Ateşin beslenmede kullanılması mikrobik hastalıkların öldürülmesi ile daha sağlıklı bir yapılanmayı oluşturmuştur,
Psikolojik olarak;
- Ateşle insanın tanışması ilk korkuyu yaşatması nedeni ile bir güç olduğuna inanmasına ilk tapınmaya ve ilk dini inanışa neden olmuştur. Ateş erkin kullandığı ilk tanrı motiflerindendir.
Yazılı tarihe geçildiğinde görüyoruz ki maddenin soyutlamasındaki çözümsüzlükler beraberinde yönetim anlayışlarında erki tanrı veya tanrı kral konumuna getirmiş. İnanç, toplumun yönetiminde ve geleneksellik oluşumunda tanrı temsilcilerinin ayrıcalıklı bir yeri doğmuş, dağılımdaki adaletsizlik erk tarafından kurallar çerçevesine sokulmaya başlanmıştır.
Bu oluşumun nasıl olabileceği ile ilgili somutlama yapacak olursak, herhangi bir araçla ateşi taşıma, ateşi yönetme becerisini sahiplenmiş kişiler bu beceriyi topluluk üzerinde kullanarak erki elde etme ya da erkin yanında yer alarak ayrıcalıklar sağlatma girişimlerinde mistik inançların oluşumunu ve yayılışını sağlamış görünüyorlar. İnsan zaafının soyutlamasının bu ilk aşamalarında doğan inanç, süreç içerisinde kendine ayrıcalık sağlatmaya çalışan insanların oluşumunda, üretime katılmadan bu ayrıcalıkla, adak ve istemlerin güç tarafından yerine getirilmesi için tanrıya hediye ve sunularla pay alma biçimine dönüşmüştür. Bu zenginlikler süreç içerisinde gelişerek erkin pekişmesi ve yönetim aracılığı ile ayrıcalıkların çekirdeği olmasını sağlamıştır.
Bu süreç içerisinde kan bağı ve inanç bağı toplum içerisinde erki elde tutarak gücü oluşturmadaki iki temel unsur olmuştur. Kan bağının önemi toplulukların klanlaşması ile başlamıştır. Küçük topluluklar halinde yaşanırken akrabalık ilişkisi, kan bağının önemini sayısal azlık ve sürekli birliktelik, karışık ilişkiler nedeni ile atıl bir konumda tutar.
İletişimin gelişmesi, topluluklar arası anlaşmaların ve değiş tokuşun başlaması süreç içerisinde korunma ve daha verimli alanlarda yaşayabilme şartlarının oluşmasında sayısal artışın önemi, klanları doğururken beraberinde de, sosyal yaşamda başka iç çelişkilerin yaşanmasına neden olur.
Klan lideri ataerkil düzende güç ve beceri fazlalığı ile oluşurken burada güç aynı zamanda kan bağını ve doğadaki o dönem için çözülemeyen gizemlerin soyutlayanlar tarafından bir güç olarak kullanılması ile yapılanır.
Klan yapısı içerisinde artık kadın ve çocuk kan bağı ile erkeğe bağlı, erkeğin metası konumundadır. Değiş-tokuş ve gücün oluşumunda ve korunmasında temel müttefiktir, üretimde de zenginliğin ifadesidir.
Benliğin devreye girdiği bu süreçte özel mülkiyet de şekillenmeye başlamıştır. Yerleşik düzene geçişe kadar bu yapı materyal kullanım biçimleri ile topluluklar içerisinde farklı yollar alacaktır.
Düşüncenin oluşumu maddenin salt varlığı ile ilgili değildir. Aynı zamanda da bir ihtiyacın oluşması gerekir. O ihtiyacın karşılanması, çözümlenmesi için maddenin işlenme birikimini oluşturan tanıma emeği ve süreci gereklidir. Bu süreç birikimin ve materyal azlığının olduğu süreçlerde çok yavaş bir yol kat ederken, materyal zenginliği ve birikim zenginliği sürecinde daha hızlı yol almıştır. İlk insanın oluşumundan yazının bulunuşuna kadar milyonlu yıllardan bahsederken, fakstan görüntülü telefonlara geçiş zamanı bir ömürlük zamanı bile almamıştır.
İlk aletlerin mevcudiyetinin, mevcut veriler eşliğin- de 1,4 milyon yıl önceye dayanmakta olduğunu görüyoruz.
Bu dönemlerde ilkel insanlar saldırı ve savunmada olduğu kadar torağı da eşelemekte kullanabilecekleri baltalar oluşturmuştur. Sapsız el baltaları diye tanımlanan bu yontulmuş taş parçaları insanın düşünme yapısının muhakeme aşamasında ilerlediğinin ve üretime geçiş aşamasında olduğunun işaretlerini teşkil ediyor.
Buraya kadar olan kısımda yani ilk primatların ortaya çıktığı 55 milyon yıldan 1,4 milyon yıla gelene kadar geçen evrimleşme sürecinde aklın ve muhakeme yeteneğinin gelişiminin çok yavaş olduğunu görüyoruz. İlk aletlerin ortaya çıkışı ve bilinçli olarak kullanılmaya başlanması ile beraber çok yavaş denilecek bu düzey kısmi de olsa hızlanacaktır.
Madde beyni etkiledikçe ve beslenme biyolojik olarak geliştirdikçe oluşan düşünce maddeyi şekillenmeyi öğretecektir. Her şekillenmiş madde yeni düşünceleri oluşturacak; bu, evrim maddelerinin çoğalması ile seçeneklerin artmasını, kararların fazlalaşmasını ve muhakeme yetisinin her geçen gün biraz daha ilerlemesini sağlatacaktır.
İlkel toplulukların ilk aşamalarında akla uygunluğun gözle görülene üstünlüğü ön plandadır ama insanoğlunun beslenmesini güdüsel gereksinimler olarak karşılaması çizgisinde sınırlı kalmıştır. Aklın gözle görülen tarafından terbiyesi mevcut ilişkilere dayalı alet ve edevatın kıtlığı ile kısır bir gelişme rotası izlemektedir. Bir başka deyişle kişiliği oluşturan nesnel koşulların sınırlılığı, gırtlak yapısının gelişmemiş olması, üretim araçlarının işlenir hale gelmemesi, bu sürecin yavaş olmasının ana temellerini oluşturmuştur. 1,4 milyon yıldan sonra insanoğlunda gırtlak yapısının geliştiğini görüyoruz. Gırtlak yapısının gelişimini izlerken bu süreçte de kazılarda artık alet ve araç gereçlerin çeşitlendiğini görüyoruz. Gırtlak yapısındaki gelişim ve konuşmaya geçiş çok daha sonraki dönemlerde sürecini tamamlayacak olsa da, bu sürece de kendi izlerini vuracaktır.
Ayağa kalkma, ateşin bulunması, gırtlak yapısının gelişmesi insanoğlunun anaerkil süreçteki belirgin ve değişimdeki öncü oluşumu olacaktır. Kısaca bu süreci incelersek; yaşam biçimi, anaerkil başlayıp, hızlı farklı değişimler yaşamış olup, 80 kişiyi geçmeyen küçük guruplar halindeki yaşamda belirgin özellik olmuştur. İlk dönemlerde üretim araçlarından yoksunluk, toplayıcılık ağırlıklı bir yaşam, süreç içerisinde taş ve benzeri doğal aletlerin kullanılması ile toplayıcı avcılık süreci, avcılıkta ve diğer üretim tarzlarında haberleşmenin pratikleşmesi ile kolektif davranışı ve sık alan değişimli doğal barınaklarda yaşam tarzı belirginleşir.
Anaerkil topluluklarda; ana otorite ve koruyucu, görev dağıtıcı ve paylaştırıcı herkes, gücü oranında üretimin içerisinde yer almakta olup, ihtiyacı oranında paylaşımda bulunmakta, her topluluk kendi içerisinde kendi oluşturdukları kurallarla yaşamakta, doğal şartların zorluğu oranında farklı gelişim süreçleri izlemekte, kimi topluluklarda, zayıflara yaşam hakkı tanınmazken kimi topluluklarda korumacı davranılmakta, kimi topluluklarda kendi yavrularını yiyen erkek erişkinler topluluktan uzaklaştırılırken, kimi topluluklarda daha farklı tepkiler oluşmakta, kimi topluluklarda ana otoritesinin devamı için hemcinsler yok edilirken kimi topluluklarda da erkeklerin uzaklaştırılması, kazılar sonucu ortaya çıkan verilerin çeşitliliğinden kendini göstermektedir.
Bu nedenle ilkel toplum incelenirken bir veya birkaç buluntunun değerlendirilmesi ile genellemeye yönelik tespitlere gidilmesinin bizi birçok yanlışa götüreceği açık ve nettir. Her topluluk kendi içinde evrimini sürdürmüştür.
Ataerkil topluluklarda üretim biçimi ve paylaşım, anaerkil biçime benzese de yaşanılan çelişkilerin fazlalığının, güç mücadelesinin daha yoğun bir biçimde yaşandığı açıktır. Grubun liderliği güdüsel olmaktan öte güçseldir. Bu güçsellik grubun kendi içerisinde oluşturduğu kuralların uygulanmasında biraz daha katılığı getirir. Yönetenlerin ayrıcalığının gelişimi, yöneticiliklerinin devamlılığını sağlar ve onlara pozitif katman ayrıcalığını daha yoğun kullanma haklarını(!) getirir.
Ataerkil topluluklar, çelişkilerin fazlalığı nedeni ile anaerkil topluluklara göre daha hızlı araç, gereç edinme ve bu yolla farklılaşmaları arttırarak yönetimdeki kişinin kadın seçme ve benzeri ayrıcalıkları ile mülkiyet olgusuna doğru giden yolu aralamış olurlar.
Erkeğin, süreç içerisinde aletlerin gelişimi, avcılığın ilerlemesi, alan savaşlarının başlaması, gücün yaşamda unsur olması ile beraber anaerkil topluluklarında azalmasına neden teşkil ettiğini genellemeden düşünmek yanlış olmasa gerek.
Orta paleolitik döneme gelene kadar (200.000 ile 40.000 yılları arası) artık insanoğlunun hayvancılık ile tarımı bir arada, göçer olarak yaptıklarını, avcıların ok ve yay gibi aletlere sahip olduğunu, gırtlak yapısındaki gelişmelerle takasçıların oluştuğunu, sistemli olmasa da, biraz daha örgütlü avcılık yaptıklarını, ölülerini toprağa gömdüklerini, ilk korkuları ile beraber bu korkularının kişiler tarafından kullanılmaya başlandığını görüyoruz,
Ateşe tapma, yıldırıma, yağmura tapma gibi olguların kendini yavaş yavaş kendinden farklı yaratıklara ve toprağa ve toprak ürünlerinden oluşturdukları putlara tapmaya doğru gidişin başlangıcını oluşturduğunu görüyoruz. Bu oluşumun alt yapısı topluluktan dışlanan süreç içerisinde takasçılığı oluşturan kişiler tarafından, farklı biçimlerde çıkar amaçlı kullanmalara kadar götürülecektir.
Yarı göçerlikte belirgin olan üretim, toplayıcılıkla ve avcılıkla beraber hayvan evcilleştirmeyi de beraberinde getirir. Topluluk nüfusları artmasa da, aletlerdeki çoğalma, alet kullanmada yetenekli, güçlü insanların topluluk alanlarının dışına çıkma şansını arttırması, çevre ile olan ilişkileri geliştirir, yeni toplulukların oluşumuna neden olur. Bu durum topluluklarla ilişkide iletişimin ve daha farklı ilişkilerin doğmasına neden olur. Ayrıca topluluklar içinde bağımsız hareket eden küçük talancı gurupların, mübadele için dolaşan insanların oluşması da kaçınılmaz olur.
Yaşam içerisinde aletlerin gelişimi yaşama tarzını sürekli değişimlere zorlar. Talancı güçlere karşı korunmak için toplulukların bu yönde önlem almaları, güçlenmek için de aletlerini ve barınak yapılarını geliştirmeleri gerekir.
Yer değiştirmeler, yeni sıkıntıların yaşanmasına neden olur. Yerleşimlerde korunaklı yerler yapma zorunluluğu, insan topluluklarını bir yandan üretimde kalıcı çözümlere zorlarken, diğer yandan da, örgütlü hareket etme bilincini geliştirir. Takasçı, koruyucu alet yapımcısı gibi katmanlar doğarken, birlikte hareket devam etmektedir.
Yarı göçer yerleşim sürecine gelindiğinde insanoğlu artık toprağı işlemeyi, esir kullanmayı, esirler aracılığı ile fazla ürün elde etmeyi, takas yöntemlerini geliştirmeyi, zanaatkârlığı ve önce takasçılar aracılığı ile başlayan süreç içerisinde sanatçılarla(usta zanaatcı) oluşan diğer yaşam toplulukları ile ilgili bilgilenme sürecini başlatır. Bu farklılaşmalar artık nicelikten niteliğe dönüşme sürecini doğurur.
Katmanlar çeşitli biçimlerinde varlıklarını sürdürürken yöneticilerden oluşan bir koruyucu ve yönetici farklılaşmış soylular oluşmuştur. Bu süreç de yerleşik yaşama gidişi hızlandırmıştır.
Güçlü olan topluluklar daha önce doğal korunaklı yerler seçerlerken, koruyucuların gücü oranında daha açık verimli arazi çevrelerinde, göl kenarlarında, dere kenarlarında yerleşime geçme şansına sahip olmuşlardır. Buralarda inşa ettikleri göl üzeri evler, ilkel çitlerden oluşan setlerle yapılaşmaya gidiş, ileriki dönemlerin kentlerinin alt yapısını oluşturmuş ve yerleşik üretimin önünü açmıştır.
Yerleşik yaşam diğer toplulukların da bu sisteme katılmalarını cazip hale getirmiş ve topluluk üyelerindeki kan bağı, süre içerisinde kendini kaybettirip ilişkilerin yeni kurallarını oluşturmuştur. Üretim araçlarının ve araç yapımındaki zanaat ustalığının gelişimi, insan gücünün ihtiyacından fazlasını üretir hale gelmesi ile zenginlik, farklılaşma, daha da farklılaşma arzusu, yeni insan gücüne ihtiyaç doğurmuş ve savaşta tutsak edilenlerin artık topluluk üyesi ya da öldürülmesi, yerini köle anlayışına bırakmıştır. Üretimin artması, stok fazlasının çoğalması mübadeleyi körüklemiş ve ticaretlerin başlamasına neden olmuştur.
Buraya kadar ele alınan süreç maddenin tanınması, akla uygunluğun ortaya konması ve bu uygunluğun terbiyesi idi.
Sınıfın olmadığı katmanların varlığının ise topluluk yaşamlarında kaçınılmazlığını, bunun da birtakım farklılıklar doğurduğunu süreç içerisindeki bulgularla görüyoruz. Ki bu süreci yakın geçmişimizde yaşadığımızı, Sovyetlerde, Arnavutluk’ta, Polonya’da, Bulgaristan’da, Afganistan’da, Türkiye’de gördüğümüzü biliyoruz.
Burada yazının başındaki tümce geliyor hemen akla: “Akla uygunluğun başta gözle görülene üstün olması ve akla uygunluğun gözle görülene terbiyesi esası.”
“Evvela Sosyalist olmalı, Maddeyi tanımalı! ”
Sosyalist olmaktan ne anladığımıza bakar bu. Bu anlayışı bitmez tükenmez tartışmaların içine girmeden, her şeyi bir kenara bırakarak, sözün kendi içerisinde değerlendirmesine girersek; maddeyi tanımak için gerekli olan bilgilenmeyi sosyalist olmanın ilk temeli olarak algılamak gerektiğini söyleyebiliriz.
“Maddeyi tanımak için ne gerekir? ” sorusu bile anlamsızdır. Maddeyi algılatabilecek bilim dallarının tümüdür elbetteki; fen bilimlerinden sosyal bilimlere uzanan yelpaze.
İlk primattan İnsanın bu güne geldiği süreci incelerken, bunun sadece bir sosyal gelişmeden ibaret olduğunu düşünmemiz mümkün olamaz. Sosyal gereksinimlerin giderilmesi doğrultusundaki maddi yaşamın içerisinde sarf edilen emeğin yapılanması bu gelişimin izlediği temel rotadır.
İnsanların ilk başlarda kimi zaman kolektif üretip kolektif paylaşımları, süreç içerisinde materyal gelişimi ile beraber, erki paylaşımdaki etkinliği ele geçirme istemlerinin şekillenmesi doğrultusunda yol almıştır.
Paylaşımdaki erkin aktiviteleri şekillendikçe, erke yönelik tepkiler de, bu doğrultuda erkin buna karşı aldığı tutum da değişmiştir. Toplumsal her sürecin ortak olduğu nokta emeğin kullanım biçimi ve üretiminin paylaşımındaki şekillenmedir.
Maddeyi ve maddesel yaşamı tanıma bilinci, emeğe ve emeğin üretimindeki paylaşımlara yönelik hakkaniyet ölçüsünü şekillendirmek açısından maddeci düşüncenin önemini ortaya koyar. Ki bu sözün not defterine düşüşteki en önemli unsur olduğunu bana düşündüren nokta oldu, yine bu notun düşüldüğü süreçte kurulmuş olan Vatan ve Hürriyet cemiyeti, bu sözün yazılmasının alt yapısının çok uzun süre düşünüldüğünü göstermesi açısından önemli vurgusu idi.
Maddeyi şekillendirebilmenin tek bir yolu vardır: Maddenin tüm özelliklerini bilmek! Bu da ancak maddeci düşünce ile gerçekleşir. Hiçbir şey yoktan var olmadığı gibi vardan da yok olmayacaktır. Var olan maddenin özündeki değişim ve gelişim yasasıdır. Maddenin yasasını bilmeden yola çıkmak çözümsüzlüklerde maddenin yaratılış felsefesine girer ki bu da ilkel toplumlarda ortaya çıkan ve süreç içerisinde maddenin çözümlemeleri ile kendi kendisini çürüten bir anlayıştır.
Emeğin ilk sömürüsündeki erkin kullandığı büyücülük, tanrı kral, kral anlayışları bu düşünce yöntemlerinin birer parçaları değil midir?
Emeğin doğuşu ve bu tarihsel süreçteki sömürü sisteminin incelenerek emeğin hak ettiği korunma yasalarının oluşturulması anlayışına sosyalist anlayış dersek yanılmamış oluruz.
Bu doğrultuda; “Evvela Sosyalist olmalı,Maddeyi tanımalı! ” nın ne anlama geldiğini de anlamış oluruz.
Tekrar cümlenin tamamına dönersek,
“Akla uygunluğun başlangıçta gözle görülene üstün olması,
bununla beraber akla uygunluğu gözle görülenle terbiye esası,
Evela Sosyalist olmalı,
Maddeyi tanımalı! ”
Maddeci düşüneceksiniz ve bu sizin maddeye hâkimiyetinizi sağlayacaksa, maddenin değişimi düşüncelerinizin de gelişimini sağlayacak, sadece maddeci düşünmek ile kalmayacaksınız bunun diyalektik olarak geçtiği süreci de incelemek zorundasınız.
Maddeci diyalektik düşünceye sahip olmak, emeğin değerinin anlaşılmasını ve onun yaşam için ne kadar önemli olduğunu, geleceğe yönelik katkılarının toplumsal yaşamı korumadaki temel unsur olduğunu anlamamızı sağlar.
Tarihsel sürece bu gözle baktığımızda toplumsal yapılanmaların oluşumunda, erk kavgalarının ardında, din savaşlarında, her şeyin ardında bir emek üretkenliği sömürüsünün gizli olduğunu görürüz.
Geniş perspektifte bu sözün yazılış zamanına ve ortamına baktığımızda hangi amaca yönelikte yazıldığını, hangi çözümlemelere gidileceğinin belirtileri görülmekte, aynı süreçte emeğin, insan haklarının, kainat oluşumunun çözümleme çalışmalarının iç içeliği, özelde Osmanlı’nın içinde bulunduğu konumla ilgili olduğu ve artık maddenin aklı terbiye etmesi gerekliliğini ama nasıl olacağının arayışı olduğu açık olarak ortaya konulduğunu algılıyoruz.
Kendi kendimize soralım: Akla uygunluk nedir?
Akla uygunluk beynin kabullenebilme yetisidir. Akla uygunluğun gelişimi ve eğitimi yaşam ile direkt bağlantılıdır. Beynin düşünebilme ve kavrama gücü olduğunu düşünecek olursak, akla uygunluğu kişiliğin oluşumundaki temel kavramlar bütünü olarak değerlendiririz. Bu da bize birikimin gözle görülenle yapılan ilk değerlendirmenin akla uygunluğun kabulünde esas alınacağı varsayımını getirir. Bir başka deyiş ile insanın duyu organları ile algıladığı varlığını kabullendiği yapılanmadır. Bu anlamda akla uygunluk, görünenden üstün olma durumudur, diyebiliriz. Bunun böyle olması aklın algılamalarla terbiyesinin doğruluğu anlamını taşımaz, doğruluk ancak duyu organlarına ilaveten bilimin devreye girmesi ile gerçekleşir. Terbiyenin nihai hedefe ulaşması ancak bu biçimde gerçekleşir.
Yaşam süreç içerisindeki eğitiminde insana her görünenin gerçek olmadığını, yanılsamaların olacağını öğretir. Şeker yemenin ardından çaydan aynı tadı alamama gibi, akla uygunluk oluşumun, edinimlerin sonucu uygunluğunu kabullenmedir. Bir başka deyişle kişinin bilgi birikiminin, muhakemesinin sonucu, akla uygunluğun kıstaslarını oluşturur.
“Akla uygunluğun gözle görülene üstünlüğü ne anlama gelir? ” ve “Üstün olmayan üstünü terbiye edebilir mi? ”
Edinimler sonucu oluşmuş birikimin, gözle görülen hakkında hüküm vermesi, elbette ki hüküm veren olarak onu üstün kılacaktır. Mutlaklık kazanmasa da, kabulden geçen maddenin biçimi, aklı oluşturması nedeni ile gelişen düşünce tekrar maddeyi çözümlemeye geçtiğinde doğacak olan çelişkilerin çözümü aklın doğru hükümler içerisinde olup olmadığının sağlamasını yapacaktır. Düşünce maddenin oluşturduğu bir yapılanma olsa da yine de gelişimi, maddenin doğru analizi ve maddeye doğru müdahaleyi gerektirmesi nedeni ile aklı yönlendirecektir. Maddenin ve düşüncenin sonsuz evrimi; bu sistematikte yol alacaktır.
Somutlamaya gidecek olursak fiziki görüntüsü çirkin olan insan kötüyse, fiziki çirkinlikte, kıstas olarak ele alınan nedir, diye sorabiliriz. Bu da kişinin çevresel yaşantısı ile birlikte oluşturduğu normlar bütünüdür. Bu normlara uygunluk, özel ilişkilerinde kendisine zarar verenlerin ortak özelliklerinden hareketle yaptığı şekillendirme sınırı içerisinde kalan insanın, aklın yönlendirmesi ile çirkin olacağı çıkarımını doğurmaktadır.
Bu doğrultuda da çirkin olan kötüdür tümevarımının ilk adım olarak şekillenmesi kaçınılmazdır. Bu bilincin toplumsal şartlamalarla bilinç dışı yönlenmesidir.
Akla uygunluğun gözle görülene üstün olması onun mutlaklığını oluşturmaz, ön yargısını oluşturur. Bu açıdan ön yargıların kalıcılığının ortadan kaldırılması ancak akla uygunlukla gözle görülen arasındaki çelişkinin çözümü ile mümkün olur. Bu çözümleme akıl tarafından genellemeye dönüştürülse de güdüsel olarak bilinç altına atılarak değerlendirmelerde alt bellekli peşin hükümleri oluşturur, bu ön yargı dediğimiz kavramın alt yapısıdır. Ön yargıların kırılması ve gelişim için aklın sürekli olarak gözle görülen arasındaki bağıntıda çelişkilerin algılanarak bilimin ışığında süzgeçten geçirilmesi ile çözümü esas alınmalıdır.
Kişinin gelişimi ve doğruya yaklaşımı ancak maddenin ön yargısız çözümlemeleri ile oluşur. Bilimin girmediği hiçbir alanda ön yargı yok edilemez.
Tüm bu çelişkilere ve devinime rağmen karar verebilme, tercih yapabilme, aklın gözle görülene üstünlüğü ile oluşur. O üstünlüğün kabullenilmediği ortamda, aklın, karar verebilme yetisi ortadan kalkar.
Evrimleşme terk merkezli mi başlamıştır?
Aklın en fazla uğraştığı konulardan biri de yaşamın başlangıcı ve evrimleşmedir.
-Nasıl başlamıştır?
-Nerde başlamıştır?
-Evrimin tek merkezli başladığını düşünmek canlıların evrimleşerek oluşumuna ne oranda uyar?
Bu soruları örneklemelerle ve genel bilgi ile bir muhakeme yapmada yarar var.
Denizlerdeki canlı patlaması denizlerin yükselmesi ve çekilmesi ile karaya sıçramıştır. Bitki patlaması ve diğer etmenler, volkanik patlamalar,gaz bulutlarının güneş ışınlarına yaptıkları filitrasyon, fotosentez sonrası oksijenin bollaşması, süreç içerisinde yağmurlar ve ozon tabakasının oluşması, atmosfer aracılığı ile koruyucu ozon diye tanımlanan tabakayı oluşturması karalarda da canlı patlamasının artışının olduğu bilimsel çıplak gerçekler biçimine dönüşmüştür.
Darvin’in evrim teorisi, tarihsel süreç içerisinde ayağa kalkan bir canlı türünün maddelerle olan ilişkiler sarmalında geçirdiği mutasyonlar ve evrim süreci tartışılmaz bir biçimde bilimsel temellerdedir.
Bu evrim şemasının geçirdiği evrelerin aksine görüş getirmek mümkün gözükmüyor, fakat yeni gelişmeler ve çağın teknolojik katkıları evrim teorisinin tek merkezli mi çok merkezli mi olduğu, sorusunu ortaya koyuyor.
İnsanın gelişiminin ayağa kalkış ve materyal kültürle ortaklaşa bir devinimden geçtiğini var saydığımız yerde milyonlarca yıl içinde canlı patlaması ile bu özelliklere sahip başka başka merkezlerin de olduğunu düşünmek ve sorgulamak bilimsel temelerde düşünmenin diyalektiği gereğidir.
Primatlar, zoolojik sınıflandırmada memeliler sınıfı içerisinde yer alan takımlardan biridir. Primatlar takımının iki alt takımı vardır:
- Prosimiyenler ve antropoidler.
- Bu gün yaşayan yaklaşık 200 tane primat türü vardır. İnsan da temel biyolojik özellikleri ve genetik bakımdan diğer primatlarla çok yakındır. Bu genetik yakınlığın sebebi, bütün primatların ortak bir kökenden evrimleşmiş olmalarıdır.
- İlk primatlar, günümüzden yaklaşık 55 milyon yıl önce eosen dönemde ortaya çıkmışlardır.
- Bu tarihten itibaren geçen milyon yıllar içerisinde pek çok yeni primat türü ortaya çıkmış ve her tür kendi evrimsel sürecini izlemiştir.
- Bu yüzden fiziksel ve genetik benzerliklerine göre bir sistem içerisinde sınıflandırılır.*
Moleküler düzeydeki benzerliklere dayanan bir sınıflandırmaya göre insanın ataları ve modern insanlar Homini adı verilen bir tribusun üyeleri olup kısaca hominler olarak adlandırılmaktadırlar.
*Uygarlık Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2007
– Australopibecus,
– Hoo babilis (ve Homo rudolfensis) ,
– Homo erectus (ve Homo ergaster) ,
– Homo beidelbergenesis, Homo neanderbalensis ve
– Homo sapiens türleri hominleri oluşturur.
Hominleri diğer primatlardan ayıran en önemli özellik bipetalizmdir.*
* Uygarlık Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2007
Bipetalizm iki ayak üzerine kalkma olarak tanımlanır. Ayağa kalkmanın görüş mesafesi ve çeşitliliğini arttırışı, aynı zamanda da iç organların aktivitesindeki değişikliklerin yolunu açmadaki önemi açısından önemli bir olgu olması özelliği vardır.
Canlının tek hücreden çok hücreye ve daha sonra bazı canlıların ayağa kalkması ile madde -düşünce ilişkisi arasındaki bağlantının ve beslenme yapısındaki değişimin insanı oluşturduğunu yani bu evrimleşmeyi kabul ediyorsak; o zaman kendimize sormamız gereken soru şudur: “Bu bir rastlantısal olgu mudur yoksa evrimleşmenin içindeki mutasyonun ürünü müdür? ”
Arkeolojik kazılarda yapılan bulguların tamamı bu görüşün doğrulanması doğrultusundadır. Canlının ayağa kalkışı ve madde ile ilişkileri, onun beslenmeden muhakeme yeteneğine kadar bir çok yönden gelişiminin araştırılması ve yanıtlanmasına olanak sağlaması temelinde geliştirilmiştir.
Bu genelleme ışığında bakıldığında tek merkezli ya da çok merkezli olması evrimleşmenin ve tarihsel sürecin değişik yorumlanmasında önemli bir faktör oluşturmayacaktır.
Maddenin tarihsel yolculuğunun incelenmesinde ele alınması gereken temel unsur, bilimden başka bir şey olamayacağı gibi, tek noktadan hareketle sabit bakış çerçevesi içerisine sokulamaz, bilim her geçen gün insanoğlunun önünü daha fazla aydınlatmakta, bu doğanın milyarlarca yıllık yaşamı inşa deneyimlerinin geleceğe yönelik tuttuğu ışıkla, geleceğinde şekillenmesinde rol alımını sürdürmektedir.
Bu düzlemde süreç içerisinde topluluk yaşantılarının bir birleri ile kaynaşması, kan bağının ve soy devamının ortak ülküler biçimine dönüşmesine bakıldığında, topluluk yaşantılarının kan bağının dışına çıkmasının sağladığını görürüz. Süreç içerisinde de metanın önemi bu ilişkileri rant çevresine yöneltmiştir. Bu açıdan bakıldığında tarihsel sürecin incelenmesindeki en önemli olgunun emek eksenli üretim yapılanması ve üretimin şekillenmeleri süreci tarihi olduğunu görürüz.
“İlk insanların incelenmesinin günümüze katkısı olur mu? ”
İlk insanın düşünce yetisini anlatırken, materyal zenginleşmesinin ve gıda çeşitlemesinin düşünce ve muhakeme yapısına katkısından bahsetmiştik. Aynı olguyu çocuk eğitiminde de düşünmek, çocuğun bebeklik sürecindeki önüne konacak maddelerin çeşitliliğinin gelişimindeki katkısını göstermede bir artıdır. Bu aynı biçimde toplumsal yapılanmalarda da geçerlidir ki bu inceleme toplumsal yapının gelişimi ise, toplumsal yaşamı oluşturan kurum ve yapılanmaların oluşumundaki derinlik aynı biçimde çözümlemelerimizde rehberlik yapması kaçınılmazdır.
Egemenliğin hangi ihtiyaca istinaden oluştuğunu bilmeden egemenliğin gerçek yapılanmasını ve çözümlemesini algılayamayız. Bu da bizi temelsiz yapılanmalara götürür. “Diyalektik Tarihsel Materyalizm “geçmişteki karanlık bir nokta değil geleceğe ışık tutan bir rehberdir.
Gen biliminin çözümlenmesi nasıl canlı kimya-sının çözümlenmesinde ileri aşamalarını oluşturuyorsa, tarihsel materyalizm de toplumlar kimyasının ileri aşamalarını aydınlatacak unsurdur.
Elbette ki bu gelişmeler ve bilgi edinimleri bir anda oluşan ortaya çıkan bir olgu değildir. Milyarlarca yıllık evrenin ve canlıların evrimindeki bir sonraki nesillere aktarılan kültür birikimleridir ve yeniye gidiş o kültür birikiminin üzerinde gelişir. Gerek toplumsal yaşamların incelenmesinde gerek oluşturulan kültürlerin incelenmesinde görüyoruz ki, her şey birbiri ile bağıntılı ve etkileşime dayalı bir gelişme içerisindedir.
İlk başlarda başlayan korkuya dayalı tapınma, süreç içerisinde kendini bu tapınma duygusunu kullanma biçimine bırakırken, ateşe, toprağa ve benzer şeylere olan tapınma biçimi kültür birikimi ve doğanın çözümlenmeleri karşısında, tapınma duygusunun çıkar amaçlı kullanımları daha karmaşık hale sokularak egemen sisteminin bir parçası haline sokulur.
Diyalektik tarihsel materyalizm bilimin ışığında bu oluşumların neden ve niçinlerini ortaya koyarken, bir çok köhneleşmiş düşünceyi de tarihin tozlu sayfalarına atar.
Evrimleşmenin tek merkezli olup olmaması nasıl Adem ve Hava olayını boşluğa alıyorsa, geçmişin doğru izlenimleri, atılan temellerin yapılanma biçimleri, o temeller üzerinde yükselen yapılanmanın görüntüsünden bizleri uzaklaştırarak, temele uygun sağlıklı üst yapılara götürecektir. Bu açıdan bakıldığında katkısı bir yana geleceği sağlıklı kurmak için geçmişteki bu oluşumların bilinmesinin kaçınılmazlığı ortadadır.
“ Maddeci düşünmek ile Diyalektik Materyalist düşünmek arasında bir fark var mıdır? ”
Bir insanın maddeci düşünmesi, onu, o maddenin yasalarının işlerliğine ve toplumlarla olan gelişimindeki aldığı role götürmez. Bunun için kişini maddenin genel evrensel yapılanmalarını da öğrenmesini gerekir. Maddenin önce ya da sonra gelip gelmediği onun oluşumunu ve iç yasalarını anlatmaz. Sonuçta ilk de gelse bunun bir oluşum biçimi vardır. Bu yasaların dışına çıktığınızda son aşamada metafizik yönelişlerin içerisine, maddenin yaratılışı düşüncesinin içerisine girersiniz.
Oysa maddenin tarihsel diyalektik sürecine girerek çözüme yöneldiğinizde her oluşumun bir nedeni olduğunu, bu nedenin hiç birinin kendiliğinden değil diğer bir çok unsur ile bağıntılarını, maddenin hızı yavaşlamış bir enerji oluşumu olduğunu, değişimler ve gelişimlerde her bir gelişimin yeniye rahim görevi yaptığını görürsünüz. Evrendeki dinamizm ancak diyalektik tarihi materyalist düşünce ile takibinde netlik kazandırılır.
Bugün keşif olarak kabul ettiğimiz her düşüncenin altında tarihsel miras yatar.Bu sadece bugünün eseri değil milyarlarca yıllık bir oluşum sürecinin devinimidir.
“Metafizik düşünce nasıl oluşmuştur? ”
İnsanın maddelerle olan ilişkisinde ilk öncelik çözüm konusunda doğum ve ölümlerle ilgilidir. İlk düşünce sürecinde doğumun, anne karnından çıkan bebek, annenin yaratıcılığı olarak algılanması aynı zamanda da anneyi kutsal hale getirir. Bu ilk toplumun anaerkil olmasındaki en önemli unsuru oluşturur. Annenin çocuğu yetiştirirken, (ki en uzun sürede erişkin hale gelen canlı türüdür insan) bir çok konuda yavrunun zayıf olduğu dönemlerde kullandığı yöntemlerle bir otorite oluşturması, bu otoritenin kutsallıkla birleşmesi anaerkin gücünün en büyük nedenidir. Süreç içerisinde doğumlardaki erkeğin fonksiyonunun ortaya çıkması kutsallığı zayıflatır. Yetiştirme süresindeki otorite devam eder. Erkek de kadın kadar doğumda pay sahibidir, cinsellik tabulaşır, basit kurallaşmalar başlar.
Düşünebilme yetisinin farkındalığına varılması insanı bedenle düşünce arasında bir sınıra zorlar. Ölümler sonrası tepkisellik bedenden tepkiyi oluşturan yapı olan ruhun çıkması olarak nitelendirilir. Bunda da anlamı çözülemeyen rüyaların etkisi büyüktür.
İnsanı en fazla meşgul eden konu, düşüncenin bir beden bularak onun içine girmiş olduğu kanısıdır. Milyonlarca yıl ruh olarak nitelendirilen bu yapı ölümsüz olarak kabul edilir ve bunun çözümü ve bu çözümler üzerine yaşamsal işlevleri kurulur. Aranan en büyük ruhtur, bu doğrultuda ruhları yanına alana tapılmaya başlanılır. Kimi toplumlarda bereket veren şeyler algılanırken kimi toplumlarda korkulan, özümlenemeyen yıldırım gibi, güneş gibi güçler kutsal sayılır.
Metafizik düşünce, yaratılma bilinci, düşüncenin gireceği maddeyi yaratan bir olgunun varsayımı ile başladı. Bu yaratan diye tanımlanan olgu onların yeryüzündeki temsilcileri tarafından toplumu yönetmeye tayin edildi. Ve her şey onun denetiminde ve arzusunda şekillendi sonucuna varıldı. Üretim ilişkilerinin çeşitlenmesi ve gelişimine paralel bu inançlar da şekillendi ve gelişti. İnsanlık var olduğu sürece de devam edeceği, her çözümsüzlükte dönemin ilkel kalan düşünce yapılarında var olmasını sürdürmesi, kaçınılmaz olacağı açıktır.
Bu bölümde bence tartışılması gereken ya da bir başka deyiş ile açığa çıkarılması gereken konuları şöyle özetleyebiliriz:
- Kadının yönetimdeki yeri ile toplumsal yapının paylaşımdaki konumu,
- Üretim araçları ve beslenme biçiminin gelişimi ile akıldaki gelişim,
- Güç kullanımının ortaya çıkış nedeni ve ortaya çıkan yapılanmalar,
- Korkunun belirginleşmesi ve korkunun erk tarafından kullanım amaçları ve büyü ile tapınmaların başlaması,
- Kadın ve çocukların erkil yönetimdeki değişimlerle aldıkları konumlamalar,
- Yerleşik düzene geçişteki kan bağı zayıflaması ve ilkel uluslaşma,
- Avcılık aletlerinin gelişimi ile başlayan bireyin tek başına dolaşımının başlaması ve getirdiği bağımsız yapılanmalar yağmacılar ve mübadeleciler,
- Koruyuculuk sistemi ve verimli arazilere yerleşebilme koşullarının oluşumu.
Burada genel olarak bir toparlama yaparsak, doğal süreç ile başlayan anaerkil dönem, süreç içerisinde sayının ve ihtiyaçların artımı ile yeni istemlerin getirdiği yeni yapılanmaları ortaya çıkarır. Ataerkil ve bunun farklı biçimlerini, doğal sürecin bozulması, insanın işini kolaylaştırıcı aletlerin gelişimi, insanın özellikle de güçlü olanın topluluk dışı dolaşım işlevini kazanması, düşünsel anlamda bireyciliğin ve paylaşımdan bu farklılığını kullanarak farklı pay almanın alt yapısını oluşturur.
Sadece bir topluluğa bağlılık değil, topluluklardan, ortamın gelişimine göre takas alan ve benzer yöntemlerle zaman zaman büyü, zaman zaman da güç kullanarak, üretmeden, üretimden pay almaya başlayan bir katman ortaya çıkar. Bu, toplumlarda karakteristik bir yapı olmaması nedeniyle - buna sömürü diyemesek de-ileriki dönemlerde üretmeden erk veya başka yöntemlerle yaşamsal tarzın oluşmasının ilk kıvılcımlarını oluşturur.
Bu açıdan av aletlerinin gelişimi ve silah olarak kullanılmaya başlanması bir yandan üretimin artmasına neden olurken diğer yandan da, üretimin paylaşımındaki adaletsizliğin ilk adımlarının ortaya çıkmasına neden olur.
Bu yapılanma süreç içerisinde yerleşik düzene geçişte erkin temel taşlarını oluşturur. Bu oluşum erk olgusundan egemen yapılanmaya giden yolun ilk aşamasıdır, yani devlet yapılanmasının habercisidir.
EGEMENLİK işlediğimiz konu kapsamında; ister istemez başlı başına bir konu haline dönüştü.
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, sözü de uzun süre beni düşündüren tümcelerdendir. Yasama ve yürütme dururken, meclis dururken, ordu dururken egemenliğin neden kayıtsız şartsız milletin olduğu söylenir? Bunun için de egemenliğin ne olduğunu her ne kadar bilsek de, kavram olarak ortaya çıkışına bir göz atmada yarar olduğuna inanıyorum.
İlkel toplumlarda özellikle anaerkil dönemi incelerken bir otoritenin varlığından bahsederiz. Benlik anlamına gelip gelmediği ile ilgili fazla bir sorgulamaya gerek yok sanırım.
Güdüsel başlayan bu otoritenin ve gücün kullanış biçim ve amacının egemenlik olgusunun tamamen dışında kaldığı açıktır. Otoritenin nerden kaynaklandığına bakıldığında farklı biçimlerini görürüz.
Anaerkil topluluklarda erkin doğurgan olduğunu, toplulukta yetişmesi ve büyütülmesi sürecinde otoritenin doğal bir biçimde geliştiğini, ataerkil topluluklarda bunun biraz farklılık gösterdiğini, erk olmanın güç veya maharetle ilintili olarak şekillendiğini görürüz.
Neden anaerkil ve ataerkil otorite farklılığı var?
Oluşumun sosyolojik boyutuna girdiğimizde canlı doğasının içine dalmamız gerekir. Annenin güdüsel davranışları ve babanın güdüsel davranışları…
Bilincin henüz oluşmadığı süreçlerin içerisine girdiğimizde; insan toplulukları ile diğer canlı toplulukları arasında fazla bir farkın olmadığını düşünmemiz yanlış olmaz. Ana doğurganlığın verdiği güdü ile yavrularını besleme ve koruma içgüdüsüne sahiptir. Yavrularının ihtiyaçlarını güdüsel olarak gözlemler ve paylaşımda bunu göz ardı etmez. Yavrularının hareketlerini kendi algılaması doğrultusunda şartlandırarak zaman zaman şiddete başvurarak belirli bir güdülemenin içerisinde uyulması gereken kurallara dönüştürür. Topluluktan uzaklaşması durumunda, diğer yavruya zarar verdiğinde, veya benzer olaylarda ortaya koyduğu cezalarla, yapılması ve yapılmaması gereken davranışlarda bir otoritenin olduğunu konusunda onları şartlandırır. Süreç içerisinde bu şartlanma yavrunun büyümüş ve erkten daha güçlü bir konuma gelmiş olmasına rağmen otoriteye bağlılık ve otorite güdüsüne biat etme biçimine dönüşür. Bu durum tabii ki istisnaların oluşmayacağı anlamını taşımaz.
Ataerkil yapıda ise erkin oluşturduğu otorite güç ile elde edildiği için, sürekli olarak güç mücadelesi varlığını sürdürür. Babalık güdüsünün analık güdüsüne göre zayıflığı, erkeğin sahip olma arzusu, bu tip toplumlarda erk yapısının daha fazla dinamik olaylarla dolu olması, buradaki kuralların daha farklı olmasına neden olur. Topluluk içerisinden çıkacak daha güçlü birinin erki ele geçirmemesi için, erki elinde tutanın çevresinde ayrıcalıklı topluluk üyeleri oluşturma ihtiyacı yetişkin çocuklarını güç olarak kullanılmasına, yani çıkar amaçlı düşünülmesine neden olur. Bu durum sadece kan bağına dayalı değildir. Avcılıkta maharet kazananlara farklı statüler tanınır, çeşitli hediyeler verilir ve böylece kan bağı olmayanlar da gücün etrafında toplanarak asıl güç sağlamlaştırılır. Benzeri işlevler ataerkin sadece güç ile değil aynı zamanda varlık edinimlerini de kullanması gerekliliği ve bunu yaşama geçirmesi ile erkinin sürekliliğini sağlayış biçimindeki farklılık iki erk yapılanmasındaki farkı oluşturur.
Doğa olaylarıyla ilgili çözümlenemeyenler kişilerin bu olaylardaki korkuları kullanılarak denetim altına alınmalarında etkili olmuştur. Erk tarafından inanç bağlılıkları ve denetimleri oluşturma yöntemlerini geliştirenler, bunları farklı biçim ve statüde kullanmışlardır.
Ana erkte oluşan ihtiyacın niteliksel yapısı ile ata erkteki oluşan erk olma niteliği bu açılardan farklıdır. Bu durum bu iki erk anlayışının uzantısı olarak paylaşımdaki farklılığın ilk yabancılaşmasıdır.
Toplulukların göçerlikten yarı göçerliğe ve yerleşik düzene geçiş aşamalarında, bu işlevler daha karmaşık biçimlere dönüşür.
Gırtlak yapısının gelişimi, dilin ortaya çıkması, iletişimin yaygınlaşması, bu yapılanmaların ilkel üretim araçlarının da oluşması ile daha organizeli hal almasına neden olur.
Yarı yerleşik düzen sürecindeki ihtiyaç fazlası mal üretimi, farklı toplulukların birbirlerinin mallarına el koyma, bunların galipler tarafından paylaşımı, savaş esirlerinin kullanımı ve benzer gelişmeler dil ile birlikte erki elinde bulunduranların zenginliklerine sahip çıkabilmeleri için egemenliğin ilk adımlarını atan örgütlenmeye gidişlerini başlatır.
Toplumsal kuralların varlığı ve bu kuralların işletilebilirliği, anaerkil yapıda güç kullanmadan hatta güç kullanılamadığı için kimi zaman yaptırımlığı olmayan bir sisteme dayalı olduğunu, sisteme göre ataerkil toplumlarda yaşamın çok daha değişken ve şekillenmelere sahip olduğunu görürüz.
Topluluğun bir arada olmasının ana etmeni doğal ihtiyaçların karşılanması doğrultusunda olması ve ortak hareket etme zorunlulukları bu erki oluşturmaktadır. Erkin zorunlu bir toplumsal yaşamın olgusu olduğu, topluluğun içsel yapısının gelişimi ile ihtiyaç doğrultusunda şekillendiği ve büyük bir ağırlıkla güdüsel bir yapılanma olduğu diğer çeşitli canlı toplulukları incelendiğinde görülür.
Erkin biçim alması yaşam sürecindeki dengelerle ilgilidir. Üretim araçlarının olmadığı dönemlerde sosyal nüfus ön planda iken; süreç içerisinde bunun güç ile yer değiştirmesi, üretim araçlarının şekillenmesi, üretim biçimlenmesi ile de üretim araçlarındaki yönlendiricilikle otoritenin şekillenmesi kaçınılmaz bir oluşumdur.
Aklın gelişimi gırtlak yapısının gelişimi ile iletişimin gelişimini, bu da topluluklardaki üretimden, üretim aletlerine kadar olan birçok oluşumun gelişmesini sağlar. Nüfus artımları ve birikimler yolu ile zenginlikler, farklılaşma ve toplum içerisinde katmanlaşma, yabancılaşmayı, kolektif üretimin yanı sıra bireysel üretimin de meşrulaşmasının önünü açar. Bu gelişmeler erkin konumunda da farklı gelişmeleri beraberinde getirir.
Süreç içerisindeki içsel ve dışsal çekişmeler gücün ön plana çıkmasını ve yarı yerleşik ve yerleşik düzene geçiş süreçleri içerisinde, özellikle de yerleşik yaşam biçimlerinde gücün sistem içerisinde dengelerin oluşmasını sağlaması, üretim güçlerine hakim olunması doğrultusunda kullanılmaya başlaması, bu süreçte savaşlarda kullanılan esirlerin tarımda kullanılması ve farklı alanlarda değerlendirilmesi, yeni yapılanma gereksinimini doğurur.
Üretim ilişkilerinin daha önce sadece ihtiyaca yönelik olduğu avcı toplayıcı dönem, bilinçli tarıma ve hayvancılığa geçişi, zanaatkârlığı da beraberinde getirmiştir. Bu süreç içerisinde ihtiyaç fazlası depolanmaya başlanmıştır. İlk dönemler, kışlık-yazlık gibi gelişen olaylar daha sonra zenginlik biçimine dönüşmüştür. Bu süreçten sonra, salt ihtiyaç için üretimden bahsetmek mümkün değildir.
Köle kullanımının arttığı bir döneme girerken, ilk kez katmanlar yerini toplumdaki haklar konusunda; haklarını kullanamayan bir kesim doğurur ve bu durum sınıfların oluşmasına neden olur.
Sınıfların oluşması, katmanları yok etmediği gibi daha da çok çeşitlendirir. Sıkıntı içerisinde ezilen kölelerin kaçma girişimleri, isyanlarına karşı muhafızlar gibi sayım yapan, depo bekleyen, zanaatla uğraşan kesimlerin varlığı toplumların artık basit kurallarla idare edilemeyecek konuma geldiğinin göstergesidir. Mal varlıkları artan kesimin sistematik bir kurallar zincirine ihtiyaç duyması, gücün sistemli olarak kullanılmasını getirirken ve ilk egemenliğin ortaya çıkışı bu süreçte görülmeye başlar. Gücün sistematik olarak otorite (erk) tarafından kullanılması da bu süreçte ortaya çıkar.
Güç kullanımının sürekli baskı olarak algılanmaması gerekir. Erkin belirlediği ve erkin toplumun uyması gereken kurallar bütününü yürürlükte tutabilmek için sistematik biçimde yürütmek durumunda olması esas konudur.
Toprağa yerleşmek, yurt edinmek erkin zenginliği, bu zenginliğin korunma gerekliliği, iç ve dış etmenlere karşı, bir yapılanmayı zorunlu kılması ilk devlet yapılanmasını da gerekli kılmıştır. Devletin oluşumu egemenliğin devamlılığı içindir. Toplumsal kurallar ve yasalar, gelenekler, inançlar egemen yapının devlet aracılığı ile sürdürülmesi içindir.
Egemenliğin erkin devamlılığı, devletin de bu yapıyı devam ettirmesi için şekillendiği konusunda izlediği aşama ve yöntemleri yüzeysel olarak geçtik. Biraz daha detaylandırırsak egemenliğin önemi daha da ortaya çıkacaktır.
Egemenlikten bahsedebilmek için sadece yerleşik düzene geçmek yetmiyor. Egemen olacak bir yapılanmanın da oluşması gerekiyor. Egemenliğin sürdürülebilmesi için de, bürokratik yapılanmanın oluşturulması yani devletin oluşumu gerekiyor.
Geniş açıdan baktığımızda erkin egemen konuma gelebilmesi için bir güç oluşturması gerekiyor. Bu güç ilk aşamada çeşitli şekillerde yanına topladıkları ile oluşur. Bu toplanmanın alt yapısı ortak çıkar ve toplumun içinde farklı olma şansının verilmesi ve güce itaat biçimlerindedir. Erkin elindeki zenginlikten daha fazla pay alma ya da daha fazla haktan yararlanma arzusu bu yapılanma zincirinin halkalarını oluşturur.
Ortada bir toplum vardır. Toplumun yapısı ilkelliği aşma çizgisindedir, toplumsal yapının kuralları
erkin istekleri doğrultusunda şekillenmektedir. Hayvancılık ve tarıma geçiş yarı da olsa yerleşik düzene geçişin adımlarını attırmıştır. Üretim araçlarının gelişimi, depolama, tüketim fazlası artık üretimi doğurmuş, toplum içerisinde katmanların zenginlik, fakirlik biçimine dönüşmesini de sağlatmıştır. Bundan rahatsızlıklar duyulması doğaldır.
Savaşlar ve savaş ganimetlerinin paylaşımında sürekli olarak güç oranında paylaşım başlamıştır. Oluşan kölelerin muhafazası ve dağılımların esasa bağlanması artık merkezi bir işleyişi ve otoritenin kuralları hayata geçirebilmesi için gerekli ve sistemli bir güce ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç doğrultusunda ilk bürokratik yapılanmalar başlar. Kayıt memurları, erkin adaletini uygulayanlar, muhafızlar ve diğer şekillenmeler devletin ilk adımıdır.
Burada egemenliğin tamamen erkin mevcudiyetini ve varlığını koruma esaslarına dayalı olarak şekillendiğini görüyoruz. Bir başka deyiş ile paylaşım ve güç kültürünün oluşmasından söz ediyoruz.
Topluluklar büyüdükçe de iç çelişkilerin dizginlenmesi için korkuların yaratılması ve bu korkularla iç bütünlüğün sağlanması, sus paylarının oluşturulması için yabancı tehditler yaratılması, farklı topluluklar ile savaşları geliştirmiştir.
Savaş tehdidi her zaman için her dönemde toplulukları bir arada tutmanın bir aracı olmuştur. Korku yaratmak ve bu korkuları kullanmak ilk insandan günümüze kadar olduğu gibi devlet yapılanmasının da temellerinden birisi olmuştur. Korku denildiğinde korkuyu yenmek için inancın gelişimini de unutmamak gerekir.
Bu doğrultuda beğenmeyenlerin topluluktan ayrılarak yapının zayıflamasına neden olmaması kimi topluluklarda güç ile gerçekleştirilirken, kimi topluluklarda kan bağı, gelenekler ve inançlarla oluşturulmuştur.
İlk insanın korku ile tanışması ile birlikte, korkuyu yenmek için inanç süreci de başlamıştır. Yıldırımdan korkmuştur, yıldırıma tapınmış kendisine fenalık yapmaması için ona yiyeceğini sunmuştur. Ateşin yakıcılığını, yok ediciliğini görmüştür, ateşe tapmıştır. Yerleşik düzende verimli toprağa tapmıştır. Güneşe, yağmuru veren gökyüzüne tapmıştır.
Doğayı insanoğlu çözdükçe çözenler ilk zamanlar büyücü, kaman, Şaman gibi unvanlarla erk olmuşlar veya erkin yanında yer almışlardır. Bilinen en eski medeniyetlerden Sümerler, sonraki süreçlerde, Mısır, Çin, Hindistan, Aztekler bu örneklerle doludur.
Bu oluşumlar her zaman için tarih içinde görülmüştür ki toplulukların korkusunu, toplulukların inançlarını erkin çıkarları hizmetine yönlendirmişlerdir.
Bu bir yandan toplulukların yönetiminde ezilmeye, kadere rızaya götürürken insanları diğer yandan da insanların bilinmeyen tarafından korunma güdüsü ve telkini ile bir arada olmalarının şekillenmesini oluşturmuştur.
Her topluluğun bir tanrısı ve inancı oluşurken süreç içerisinde farklı karma inanç toplulukları da oluşmuştur. Özellikle Asya ve Mezopotamya topluluklarında bunu sıkça görürüz. Süreç içerisindeki gelişmelerde ticaret merkezlerinin olduğu yerlerde tanrı çokluklarına ve tanrı temsilcilerinin çokluğuna rastlamak bu nedenlerle garip görünmese gerek.
Sümerler incelendiğinde erkin, güç kadar, inancı da egemenliğin uygulanmasında temel araçlardan biri olarak kullanmış oldukları görülecektir.
Bu nedenlerle erkin egemenliğinin kalıcılığı sadece güç ile ölçülmemelidir. Diğer sosyal etkileri de göz önünde tutmak gerekir. Bu nedenledir ki her egemen yapı, erk ellerindeyken, kendi doğrularını ve anlayışlarını topluma doğru olarak kabul ettirecek güdüleme yöntemlerini uygular.
Erkin ele geçmesi güç ile olduğu zaman bir başka daha güçlünün çıkıp erki ele alması, süreç içerisinde yerleşik topluma geçildikçe aşama aşama sisteme gidilmesi, bunun için de erkini sağlamlaştırmak isteyenlerin yanlarında kendilerine bağlı insanlar oluşturması, erk talibi insanları daha güçlenmek için daha fazla üretime ihtiyaç duyulmasına neden olurken erk sahibinin de toplumsal korkular yaratıp bu korkuların önünde engel gibi görünme ve ayrıcalıklı olduğunun farkındalığını vermesi gerekmektedir. Bunlar bir yandan sistemin alt yapı oluşumunu yaratırken diğer taraftan kavgalardan savaşlara doğru gidiştir, farklı topluluklar arasında.
Üretim ilişkilerindeki bu değişim, erk yapılanmasındaki bu oluşum, kendi kültürünü de beraberinde getirmiştir. Savaş kültürü, savaş kültürü egemenliğin pekiştirilmesine neden olmuş ve ilkel devlet yapılanması bu süreç içerisinde şekillenmiştir.
Bunlar, egemenliğin erkin otoritesinden gücün şekillenmesi ile örgütlü hale gelip toplum üzerinde egemenliğe geçişinin kabaca genel hatlarıydı. Egemenliğin oluşumu kadar, korunması da basitten karmaşığa giden sistemler bütünüdür.
Bu konunun açılması, hem toplumun hem bireyin, bireysel ve toplumsal davranışlarının incelenmesiyle netlik kazanır. Bunun için de yine insanın ilk (ilkel) bilinçlenme sürecine göz atmak gerekir. Bu konu ile ilgili erkin ana ve ata biçimlerini bunun doğaları gereği farklı davranış biçimleri oluşturacağını ve kurallarını oluşturacağını ve hangi nedenle egemenliğin ilk oluşum kaynağının ataerkil yapıda ortaya çıktığını ele almıştık.
Toplumların şekillenmesi ile ortaya çıkan yapılarda erkin doğan yönetim şekillenmeleri, gücün tek başına yeterli olmaz hale gelmesi, doğal sosyolojik olguların ilkel olarak kullanılması, bunun sistemli hale dönüşmesini yazılı tarihe geçişle birlikte Sümerler’de detaylı olarak inceleme şansını verdiğini görürüz.
Üretimin ihtiyaç dışına çıkarak ilişki ve araçların gelişimindeki artışın nüfustaki artışı doğurması, özellikle yerleşik düzenlerde sistemleri zorunlu kılmıştır. Gücün bireysel olmaktan çıkıp toplumsallaşmasının ve örgütlü olmasının önemi artmıştır.
Bilgi ve bilginin kullanılışının ayrıcalıklı insanların oluşumuna neden olması, süreç içinde toplumsal ilişkilerdeki yapılanmanın karmaşık çözümlemelere sokularak, menfaat ilişkilerine dönüştürülmesi, insan topluluklarının yerleşik düzene geçmesi ile daha da önem kazanmıştır.
Bu nedenlerle önem kazanan egemenliğin incelenmesinde, gruplamaların yapılmasının daha sağlıklı olacağı kanısındayım.
A.
- Topluluklarda ilkel kuralların oluşumu,
- Otoritenin biçimleri,
- Güç kullanımı,
- Korkuların kullanımı,
- Üretim biçimleri ve amaçları,
- İletişimin önemi,
- Mübadelenin ortaya çıkışı,
- Üretim biçimlerine göre sosyolojik yapı,
- Kültürel oluşum,
- Aile yapısı.
Göçerlikten yarı yerleşik düzene geçene kadar olan bu kesim, ilk primatların oluşumundan başlarsak, yarı yerleşik düzene geçişe kadar geçen sürenin 55 milyon yıl gibi bir zamanı kapsadığını görürüz. İlk canlının oluşumundan primat aşamaya geçiş ise 4 milyar yıl gibi bir geçmişe sahiptir ki bu evrimin ilk süreçlerde çok yavaş bir ivme ile geliştiğini gösterir.
Bunun nedenlerine girildiğinde fiziksel ve kimyasal çevre etmenlerinin biyolojik gelişime etki ediş biçimleri önem kazanır.
Primatların oluşumuna kadar olan süre egemenlikle ve toplumsal yaşamın gelişimi ile ilgili direkt etkileşimi olmaması nedeniyle konumuzun dışında kalmaktadır. İlk primatlardan insanlaşmaya geçersek, beynin gelişimi ile ilgili materyallerin yetersizliği görülmektedir. Şöyle ki, toplayıcı olan insan güdüsel olarak ihtiyaçlarını karşıladığı süreçte, düşüncesini kullanabilme yetisine ihtiyaç duymamanın getirdiği bilgisizliğin ve tembelliğin içindedir.
Çevre koşulları insanın önüne bir başka beslenme modeli koymamıştır, öncesi yoktur.
İlk taştan alet yapımı ki bunu doğadaki malzeme-yi bilinçli kullanışı olarak da tanımlayabiliriz, 2 milyon yıl öncesine dayanıyor…
İlk aleti yapma aşamasına geçiş sürecindeki gelişmeleri incelediğimizde iki temel olguya rastlarız. Bunlardan birincisi ayağa kalkışı, 7 milyon yıl öncesine dayanır. Bu süreçten sonra elini kullanmaya başlamıştır ve ayağa kakışı ile beraber görüş avantajına da sahip olmuştur.
İkinci önemli oluşum da ateşin bilinçli olarak kullanıma başlanmasıdır. Görsel ve düşünsel gelişimin yanında besinsel olarak da beynin diğer canlılara göre zengin ve farklı gelişimine neden olmuştur. Bu aşama da 1,5 milyon yıl öncesine dayanır.
10 bin yıl öncesine kadar yapılan kazılarda çıkan materyallere bakıldığında, çeşitli av aletlerinin varlığını görürüz. Bunlar tarım aletleri olmuş olsa da yeterli çeşitliliğe ve zenginliğe sahip değildir. Buna rağmen toplulukların büyük bir çoğunluğunun avcı toplayıcı olduğu ama daha çok da toplayıcılıkla yaşamlarını sürdürdüğü, geçici yaşam yerleri ve korunaklarındaki çıkan buluntulardan toplayıcılığın daha yoğun olmasını güdüsel alışkanlıkların devamı nedeninden kaynaklandığı düşünülebilir.
Av aletlerinin artması, avcılığın yoğunluğu, gücün ön plana çıkmasının işaretleridir. Gücün oluşumundaki gelişim, toplumun erk anlayışında da köklü değişmeleri getirir.
İlk dönemler yoğun olan anaerkil toplumlar yerini hızla ataerkil topluluklara bırakır. Anaerkil toplulukların varlığının devamı bu dönemlerde korunmaya ve sürekli yer değiştirmeye zorunlu bırakılır. Erkin güç kullanılarak ele geçirilmesi ve devamı için gereken güç, aile bağlarının ve sayısal niteliğinin önemini arttırması kaçınılmaz olur.
Erkin üretim ilişkilerinde, süreç içerisinde yönetimsel ayrıcalığını koruyarak, ilk katmanların sınıflanmasına gidişin yolunu açması bu sürece hız verir.
Erkin, yönetimi güç kullanarak ele alması ve erkinin devamı için bu gücü büyütme istemi, üretim araçlarındaki gelişim, avcı yapılanmaları ve av aletlerinin aynı zamanda silah olarak da kullanımı, topluluğun silahlı bir gücünün oluşumunu sağlaması ile açık, verimli arazilerde yerleşme ve buraları koruma olanağını doğurur. Yerleşik düzen, üreticiliğin gelişimini ve zanaatın ortaya çıkarak yaygınlaşmasını sağlar.
Oluşan güç aynı zamanda topluluk üyelerinin dışında savaşta alınan esirlerin de üretimde kullanılmasını beraberinde getirir ve ilk sınıfsal nitelikli yapılaşma oluşur.
Yönetimde söz sahibi olan tanrı kral, kral, tanrı ve çevresindeki gücü temsil eden topluluk ile üretimde var olan topluluk arasında üretim araçlarının kullanılması ve üretim ilişkilerinde ilkel toplumlardan farklı bir yapıya gidiş başlatır.
Bu seçkin yönetici gurup üretimde bulunmazken ilk dönemler üretimin dağılımında söz sahibidirler. Süreç içerisinde de devlet yapılanmasına gidiş ile vergilendirme ve benzer yöntemlerle yine üretimin paylaşımında söz sahibi olurlar.
Burada iki önemli oluşum söz konusudur. Üretimin biçiminin kolektif olmasında sistem değişimi vardır. Erk yerleşim bölgesinin korunması ve düzenlenmesi karşılığı toprakların sahibidir, topraklardan elde edilen ürünün toprak karşılığı olarak erkin belirlediği miktarı erke vermekle yükümlüdür. Erk de bu ürünü elde etmek için gerek kendi emeğini gerekse de edindiği savaş esirleri olan köleleri kullanır.
Katmanlaşmanın yanı sıra üretim ilişkilerinde toprağın sahibi erk, erkin ayrıcalık verdiği kesim, üretici kesim ve köleler vardır.
Diğer önemli konu ise zanaatçıların ve takasçıların oluşmasıdır. Bu katmanlar, bu toplumsal yapının rahmine düşen bir üst toplumsal yapılanmanın embriyolarıdır.
Köleciliğin ortaya çıkmadığı dönemde başlayan katmanlaşmalar ve kölelerinde oluşması ile sınıfsal yapılanmalar daha da değişik biçimler almaya devam eder. Burada dikkat edilmesi gereken konu, bu yapılanmaların her toplum yapısında aynı yol haritası ile devam etmediğidir. Her toplumsal yaşam oluşumunun kendi evrimini, kendi çevresel ve geçmiş kültürel mirası ile yaşıyor olmasıdır.
- Topluluklarda ilkel kuralların oluşumu,
- Otoritenin biçimleri,
- Güç kullanımı.
Görülüyor ki toplumsal yapılanmalarda erkin önemi ve ele geçirilmesi, ilk toplulukların oluşum sürecinden sonra, (anaerkil) süreç içerisinde kendini gücün kullanımının farkındalığı ile ataerkil sisteme bırakmaya başlamıştır. Güç erkin ele alınması ve erkin devamı için gerekli bir araç haline gelmiştir.
Gücü oluşturan başlangıçtaki kas gücü, süreç içerisinde kan bağı ile (baba, oğul, kardeşler) önemi artmış ve erkin koyduğu kurallarla toplumun şekillenmesi bu yönde gelişmeye başlamıştır.
Anaerkil süreçteki toplumsal yapının ihtiyaçlar doğrultusunda oluşturduğu kurallar yerini güç ile erki ele alan otoritenin tasarımlarına bırakmıştır. İlk dönemler güdüsel olan bu gelişmeler süreç içerisinde bir sisteme doğru yol almıştır.
Kuralların oluşumu, otorite biçimleri ve güç kullanımına bakıldığında anaerkil toplumla ataerkil ve diğer toplumsal yapılanmaların farklılıklarını çok daha rahat görebiliyoruz.
Güç kullanımının farkındalığı, toplumsal yapılanmalarda köklü değişimlere neden olmuştur.
Kadının doğurganlığının getirdiği koruma, sahiplenme ve besleme güdüsü, erkeğin güç yolu ile sahip olma güdüsü, birbirleri ile çatışarak farklı bir yapılanmanın yolunu açmıştır.
İlk dönemlerde çocukların korunma güdüsü ile babaya ve anneye bağlılığı, anaerkil ve ataerkil topluluklarda farklı amaçlar için kullanılmıştır.
Anaerkil topluluklarda topluluk üyesi iken, ataerkil toplulukta birden, erkin kan bağındakiler gücün otoritesinin oluşumu ve korunmasında baba tarafından araç haline dönüştürülmüşlerdir.
Bu yapılanma özsel birçok değişimin ve beraberinde toplumsal yapılanmaların yönetimsel anlayışında, köklü değişimlere neden olmasını sağlamıştır.
Kuralların oluşturulmasında otoritenin güce dönüşmesinde sistemli hale dönüşümü getirmiştir.
Yarı yerleşik düzene geçiş ve iletişimin gelişimi, üretim biçimlerinde; amacın sadece ihtiyaç için değil erki elinde tutan güçlerin ve erkin devamı için gereken katmanlaşma olarak nitelendireceğimiz yapılanmaya dönüşümü, madde-düşünce deviniminin bir sonucu olarak şekillenmiştir.
Yazman, hizmetli, muhafız gibi üretimde yer almayan kesimlerin de tüketim ihtiyacını karşılayacak artı üretim gereksiniminin doğması kaçınılmaz olmuştur.
Üretimde direkt olarak yer almayan tüketicilerin gücün etkisiyle yaşam konforlarına yönelik üretimde arttırma yöntemleri de bu süreçte baskı olarak gelişecek ve farklı çözümler olarak savaş esirleri daha yoğun biçimde üretime kaydırılacaktır. Savaş esirlerinin köle olarak kullanımları ile toplumda toplumsal haklardan mahrum bir sınıfın doğuşu, sınıf ayrışımında temel unsur olacaktır.
Bu süreç içerisinde çömlek yapımındaki çarkın bulunması, toplu üretimi ve mübadelenin ticari amaçlı olarak şekillenmesini oluşturacaktır.
Mübadeledeki en önemli konu mübadelenin ilk olarak ortaya çıkışı ile ilgilidir. İlk topluluklarda, ataerkil yapılanmanın erki ele geçirme ve elde tutma yönteminde sayısal kan bağı (oğul) ilişkisi, doğurganın öneminin artması, erkin doğurgana sahip olmasını ve bunun için gerektiğinde güç kullanmasının gerekmesi, toplulukta el koyma veya farklı topluluklardan gasp etme süreç içerisinde kadının metalaşmasına neden olacaktır.
Kadının ilk mübadele aracı olarak karşımıza çıkmasına neden olan bu durum, yine toplumsal kurallar içerisinde, kadının günümüzde başlık parası olarak nitelendirilen yöntemle alınması, verilmesi geleneği bu sürecin devamı olarak değerlendirilebilecek konudur. Feodal yapıdaki inanç ve inancın taşıdığı motifler bu anlayışların günümüze kadar yansımalarını sağlayan unsurlardır. Bu tip uzun süreçler içerisinde oluşan kurallar toplumun egemen kültürel yapılanmalarının şekillendirmeleridir.
Kadının doğurganlığıyla getirdiği sistemdeki varlığı, bu doğurganlığın güce sahip olmanın yöntemi de olması, kadınların mülkiyetindeki iç kargaşayı oluşturur. Bu, güç tarafından toplumun sürekliliği için kurallara bağlanmasını zorlar. Kadının ilk mülkiyetinin duyurulması şeklinde biçimlenen törenler yerleşik topluma geçildiğinde evlilik müessesi olarak kanunlaştırılmıştır. Sümerler’de bunu detayları ile görmemiz mümkündür.
- Üretim biçimleri ve amaçları,
- İletişimin önemi,
- Mübadelenin ortaya çıkışı,
- Üretim biçimlerine göre sosyolojik yapı,
- Kültürel oluşum,
- Aile yapısı.
Üretim biçimleri ve amaçları maddenin insan beynindeki etkileri ve bu etkilerin tekrar maddeyi şekillendirmek için temel ihtiyaçlar doğrultusunda zorlaması ile başlayan yolculuk, maddenin ve toplumu oluşturan bireylerin arasındaki iletişimin geliştiğini ve farklılıkların ortaya çıkarak kategorilere dönüştüğünü, toplulukların da gelişiminin, birbirinden farklı bir evrim süreci izlediğini gösterir.
Kimi toplumlarda, toplumsal etkileşimlerle oluşan kurallar, kimi toplumlarda güç ile ele geçen erkin şekillendirmelerine dönüşür. Toplumsal kuralların varlığı kişinin bağımsız gelişimini etkilese de sınırlamaz. Bir yandan toplum içi kurallar devam ederken diğer yandan bu durum iç çelişkileri de beraberinde getirir. Erkin konumu bu nedenlerle sürekli olarak güç kullanımının sistemleşmediği dönemlerde tehlikededir. Bu durum erkin gücü sistemleştirmeye yöneltmesinin en temel koşullarından birisidir.
İletişimin şekillenmesi, sistemlerin kurulması, toplumu güdüsel davranışların sınırlandırmasına doğru götürür. Bir yandan yasaklar, diğer yandan çevredeki üretime yönelik materyallerin çoğalması, hızla insanın yaşama alışkanlıklarındaki bilinçli davranışlara dönüşmesini başlatır.
Yöneten ve yönetilenler konumlarının farkında- lığına ulaşır, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilerdeki çelişkiler tali çelişkilerle beslenmediği sürece, sürekli bir çatışma söz konusu olur.
Üretime katılmadan, üretimin paylaştırılması yetki ve dengesizliğinin bir biçimde açıklanması gerekmektedir. Kimi zaman oluşan sıkıntılar farklı klanlarla yapılan savaşlardaki ganimetlerle ve oradan alınan esirlerin köle olarak kullanılması ile giderilmeye çalışılsa da, köle yaşantısının oluşturduğu daha kötü örneklemeler esas ve kalıcı yöntemin insanın ilk korku ile tanıştığı, tapınmaya başladığı materyallerin kullanılarak korkunun erk tarafından kendi temsilcisi biçimine dönüşmesi erkliği pekiştiren ve erkliğin ömrünü daha da uzatan unsur olmuştur.
İlk dönemlerdeki bu tip doğa olaylarının farkındalık veya rastlantısal çözümlerini yapan büyücüler, bunu güce çevirerek, süreç içerisinde bu farkındalığın daha da gelişmesi sonrası, tanrının temsilcisi, tanrı, tanrı kral unvanları ile kan bağına bağlayarak erklerini kendilerinden sonra da sürecek biçimlere dönüştürürler.
Bu kültürün süreç içerisinde iletişimin ve mübadelenin gelişimi ile çevre klanlara da erişmesi, yapılanmaların yerleşik düzende birbirleri ile yakın klanların ve uzak klanların oluşumunu sağlar. İlk başlardaki temel ihtiyaçlar için oluşan klanların alan savaşları artık bu yeni kültürle, din savaşlarına da dönüşür. Her savaş, galip olan erkin zenginliğini ve beraberinde gücünü arttırırken, mağlup olanların da, ya yeniden yapılanmalarını ya da mevcut yapıda güçlü tanrının yanında yer almalarını zorlar. Artık gelişmiş olan klanların oluşturduğu geniş sistemli işlerliği olan devlet yapılanmasının topluluğu bir arada tutabilmesinin yeni bir aracı olarak din devrededir.
Devlet yapılanmasının oluşumu artık beraberinde toplumun yönetim biçiminin kurallarının daha da sistematik hale getirilmesini zorlar. Bu konuda yazılı tarihe geçildiğinde tabletlerde birçok oluşmuş kanunu görüyoruz. Sümerler’de, Asurlar’da, Akadlar’da, Aztekler’de, Mısır’da ve diğer birçok toplum yapılanmalarında. Aile Hukuku, Borçlar Hukuku, İmar Konusu ve benzerleri.
Bu çıkan kanunlar incelendiğinde temelinde görülen olgu adaletin sağlanması için her türlü mülkiyetin korunması temeline dayalı olmasıdır. Meta mülkiyeti çok belirgin olurken, yaşam mülkiyetinin farklı kategorilere sokulduğunu ve sınıfsallaştığını fark ediyoruz.
Kölelerin yaşam mülkiyeti tamamen sahibinin inisiyatifine bırakılıyor. Seçkin birisi ile halktan birisinin arasındaki olayda yine adalet seçkinden yana çalışıyor. Bu konuda dönem dönem başkaldırıların olması ve düzenlemeler yapılması olmuş olsa bile üretim ilişkilerinin doğurduğu üretim güçlerinde erki yönlendirmeyi elinde tutan güçler, kısa sürelerde tekrar eski haline dönüştürülmüşlerdir.
Üretim ilişkilerinin denetimi ve paylaşımdaki söz hakkının sağlanması için gücü erkin sistemli olarak kullanması, egemenliği doğurmuştur.
Buraya kadar olan kısımda egemenliğin alt yapısının oluşumunu ve bu alt yapının nasıl üst yapıyı şekillendirdiğini, egemenliğin önemini görme açısından toplumların ilk aşamasından egemenliğin oluştuğu yarı yerleşik düzendeki yapılanmaya geldik.
Bunu işlerken de ağırlıklı olarak bu yapılanmanın ataerkil toplumun gelişimi ile şekillendiğini ele aldık. Sistemleşen yapıların güçlenerek anaerkil toplumları hızla bitirdiğini satır aralarına serpiştirdik.
İnsanın düşünce yapısının gelişimine ivmeyi temel ihtiyaçların karşılanması çabasında maddenin verdiğini ve süreç içerisinde bu devinimin materyallerin artması ile hızlandığını belirttik.
Bu ön bilgilerden hareketle bir genellemeye gidecek olursak, anaerkil toplumlardaki sosyal yapı otoritenin toplumsal kuralları ki bu kuralların çoğu erkin yetiştirme sürecindeki güdüsel edinimlerdir, çoğunlukla da doğanın uyum kuralları kapsamının dışında ender şekillenmeler oluşur.
Ataerkil yapıda erkin güç yolu ile ele geçirilmesi ve korunması daha çok despotizmi çağrıştırır ve kurallar da bu doğrultuda gelişir. Kan bağı, büyücülük, din, metanın alım gücünü kullanma ve benzeri oluşumlar bu toplum yapısı içerisinden çıkar, güçlü olan ayakta kalır.
Kadının, korkunun, korumanın, üretimin metalaşması bu toplumsal yapıdaki tarihsel evrimleşmenin süreci sonrasıdır. Bu tip toplumsal gelişimlerde çoğu zaman erk hâkimiyeti varken bazen de zenginliği elinde tutanların gücü erkin üzerine çıkar. Erkin otoritesinin zayıflaması bu tip toplumların yaşamsallığını uzun ömürlü yapmaz.
Yerleşik düzene geçişte toplumsal yapıların uygarlaşması sonucu erkin yönetimi bir takım kurumlar oluşturarak yürütmesi egemenliğin ortaya çıkışı, çoğu zaman erk ile kan bağı içerisinde olan kesime verirken kimi toplumlarda da takas yolu ile mal edinimini arttıran ve bu edinimleri güç oluşturmada kullanan kesimin elinde olur.
Bu kesim bazen erk olmak isterken bazen de erkin üzerinde, erki yönlendiren biçiminde de gelişir. Ataerkil yapılanmanın devamı olan bu süreç, güçlünün ayakta kaldığı, kanun ve hukukun yönlendirmesinin bunların oluşturduğu süreci başlatır.
Yerleşik düzene geçiş ve bu süreçte sulu tarım ve hayvancılığın gelişimi, çanak çömlek yapımında çarkın bulunuşu, bir yandan depolamayı getirirken diğer yandan da mübadele yolu ile ticareti geliştirmiş ve ilk ticaretin yolunu açmıştır. Materyal kültürdeki bu çeşitlenme artışı insanı yönetim anlayışı ve egemenlik kurgusundaki basitten sürekli karmaşığa giden bir sisteme doğru yönlendirmiştir. Bu yerleşik süreçte artık klan örgütlenmelerin 30 ile 80 arası toplu yaşamlarından değil, klanların bir arada ortak kaynaşmaları ile şekillenmiş uygar toplumlardaki nüfus yoğunluğundan bahsedebileceğimiz dönemler başlamıştır.
Geleneksel olarak başlayan, yazılı olmayan kurallarla devam eden, kan bağına dayalı erk sistemi devam eder ama egemen katman, günün koşullarına göre şekillenir.
Erk soy devamı olarak sürse de değişmeyen seçkinleşmiş gücü elinde tutan katman, sınıf yapısına bürünerek egemenliğini erkin üzerinde her zaman hissettirecek bir yapılanmayı sürdürür.
Sonuç olarak egemenliğin erkin elinde toplumun şekillenmesi için en güçlü yapılanmalardan biri olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Gelişmiş ülkelerde egemenlik, yasama-yürütme organları aracılığı ile hakim sınıf olan anamalcıların elindedir. Yasalar sürekli olarak ekonominin serbest kurallarına hizmet için çıkar. Sosyalist ülkelerde egemenlik sınıfsız topluma götürecek olan proletaryanın elindedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci içerisinde egemenliğin proletarya olmadığı için halkın elinde olması, devlet aracılığı ile de proletaryanın oluşturulması düşünülerek sınıfsız topluma gidişin yolu değil ama emeğin korunmasının yolu bu biçimde çizilmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken konu; egemenliğin erki elde tutmak için üretim güçleri üzerinde gücü sistematikleştirilmesi, gücün ise anaerkil yapıdaki otoritenin ataerkil yapıdaki güce dönüştüğüdür.
Devletin ortaya çıkış ihtiyacını işlerken kabaca belirttiğimiz hatların kısa da olsa detaylarına indiğimizde, karşımıza çıkacak olan bazı basit sorular olacaktır. Toplulukların verimli arazilere yerleştiği bu süreçte, gücü oluşturmaları ve bu güç aracılığı ile doğan farklılıklara rağmen katılımların ya da alt katmanlarda oluşan hoşnutsuzlukların sonucu ortaya çıkan yapının kopmalara ve dağılmalara gidişin neden önünü açmadığı, gibi.
Bu konuda sistemin içinde üretim ilişkilerine ve sosyal donatılarına bakarak çözümlemede fayda olduğuna inanıyorum. Mübadelenin gelişimi ve ticarete dönüşümü, zanaatkârlığın lokomotif görevi yapması ile mümkün olmuştur. Ticaret, mübadeleden çıktıktan sonra ihtiyacın ötesinde zenginlik getirmesi ile erk ile aralarında kaçınılmaz bir bağ doğurmuştur. Ticaretin güvenliğinin sağlanması için oluşturulan gücün erki tedirgin etmesi, erkin bu konumu kendi lehine çevirmesi için aldığı önlemler, bir yandan ticaret yollarının güvencesini sağlama düzeyinde ve ticaret yapma bu gücü sınırlama da olsa, bulundurma müsaadeleri karşılığında ticaretten pay alması, ticaretin zanaatkârlara ve üreticilere getirdiği fazla ürünlerin takasa sokulması olanakları, toplumsal yaşamdaki bir arada kalmanın koşullarını güçlendirir. Bir yandan bu güçlenme oluşurken alınan paylar cazibesi nedeni ile ticaretin artırımı için, zanaatkârlığın gelişimi için, devlet zanaatçı yetişmesini teşvik eder; üretimin artmasını sağlatmak için, iş gücünün artmasını sağlamak için, savaşlara girer ve savaş esirlerinin oluşumundan gelen kölelerin çoğalmasını sağlar.
Bu ortamın sağlanması devletin gücü ile ilintidir. Devlet güçlü oldukça, ayrıcalıklı insanlarla halk arasındaki erkin yapısından kaynaklanan egemenliğin oluşumu düzleminde fark büyür. Devletin güçlü olduğu süreç içerisinde bu fark ne kadar açılırsa açılsın, üretim ve üretim dışı savaşlarda alınan ganimet payları, farklı daha zayıf yapılanmalara sahip topluluklardaki yaşamdan daha iyi olması, bu oluşumu bir arada tutan etmenlerdendir. Erkin ayrıca topluluğun doğa korkusunu, yalnızlık korkusunu din eksenli bir yapılanmada bütünlemesi bu biraradalığın unsurlarındandır.
Devlet yapılanmasının oluşumu ve egemenlik kavramının ortaya çıkması ile egemenlerin yetkileri kadar sorumlulukları da artmıştır.
İçte belirttiğimiz gibi üretimin artması ve ticaretin gelişimi için, içteki huzurun ve yaşam kurallarının oluşumu için düzenlemeler getirirken, dışa karşı da topluluğun güvenliği ve yeni zenginlikler için, yerleşim alanları için, çalışmalar yapması şeklinde ilk devlet oluşumunu özetleyebiliriz. Burada topluluğun varlığı, egemen yapılanmadaki gurubun varlığının güvencesi olgusu, topluluğun bunun farkında olup olmaması bir bilinçlenme sorunudur.
Topluluk yaşam gereksinmesi için egemenliğini bir zümreye verdiğinin farkındalığı içerisinde değildir. Yaşamını bilmediği dış dünyaya göre daha refah biçimde gerçekleştirdiği düşüncesindedir. Bu düşünce içerisinde olmalarını tanrısal gücün kendisi ya da temsilcileri aracılığı ile kafasına kazımıştır.
Yaşamının varlığı ve üretiminin karşılığı, topluluğu idare eden ve oluşturan tanrısal güç ile ilgilidir. Sümerler, Akatlar, Asurlular, Mısırlılar ve yerleşik düzene geçen tüm toplulukları incelediğimizde gördüğümüz yasalar, meslek okulları ve diğer unsurların egemenin haklarının ve imtiyazlarının korunması amaçlı olduğunu, aynı zamanda din savaşları, alan savaşları gibi görünen savaşların özünde yatan egemen gurupların topluluklarını kullanarak zenginleşme ve zenginliklerini korumak için daha güçlü olma hırsı olduğunu anlıyoruz.
Bu süreç içerisinde bu savaşların, bu hırsın doğayı da nasıl tahrip ettiğini, insanoğlunun ihtiyaç için üretimden, zenginlik için üretime yönelişinin özünde yatan sistematiğin egemenlik unsurunun farklı ellere geçmesi ile nasıl vahşileştiğini görürüz.
Burada av aletlerinin gelişimi ve çoğalması ile başlayan süreci incelerken, sadece insan ile av aleti açısından düşünmemek gerekir. İnsanın tanıdığı, kendisini doğaya karşı koruyabileceği ve beslenmesine aracılık yapan bu malzemelerin, aynı zamanda da kendisini toplumun dışına tek başına çıkarabilecek bir unsur olması, bu konunun sosyolojik açıdan bizi farklı düşüncelere götüreceği şüphesizdir.
Yani bireyin elindeki av aracını gücünü arttırmada kullanması, becerilerini ve aletini geliştirmesi ile gücünün arttığını görmesi, kendisini bir yandan toplumun diğer üyelerinden farklı hissetmesine ve onlara bağımlılığının azalmasına neden olurken, bir yandan da onların güce ihtiyaç duyumsamalarının farkındalığına varır.
Kimi toplumlarda bu topluluğun ortak kararları karşısında etkinliğe dönüşmeyip bireyin topluluk dışına çıkması şeklinde gelişebileceği gibi, kimi toplumlarda da bireyin yapılanmasından dolayı erk, erke ortak olma, ya da toplum dışında bağımsız yeni erkler oluşturma biçiminde gelişebilir.
Bu durum, insanın ayağa kalkması, ateşi kullanmaya başlaması, gırtlak yapısının gelişmesinin önemi kadar toplumsal yapılanmanın da şekillenmesinde benzer önemdedir. Bu yolla av aletlerini kullanmadaki becerilerin gelişimi, bağımsız avcı guruplarının oluşması, bu gurupların yapılanmalarına göre ganimet anlayışını geliştirir. Ganimet anlayışının gelişimi için üretimin çeşitlileşmesi, toplulukların depolama, hayvan beslemeyi öğrenmesi ile paralel bir çizgide devam eder.
Ganimet için topluluklara saldırı, toplulukların da bu güçlere karşı koymak için yeni önlemler almalarına, bu konuda aletleri silah olarak kullanma ve bu kullanma becerilerini geliştirme çabasına ve toplulukları korumak için bu doğrultuda üretmeyen ama üretimden pay alan koruyucu beslemesine neden olur.
Üretim ilişkilerinin ve araçlarının gelişimi, üretimin artmasını sağlayan açların çoğalması, üretimden daha fazla pay alma çabalarını doğurur. Üretim ilişkilerindeki üretim ve paylaşımın topluluklar içerisinde gelişimlerle beraber doğurduğu çelişki, paylaşımdaki en önemli rolü üstlenen erkin konumunu önemli bir biçime getirir.
Buraya kadar olan kısmı kendi içerisinde sorgulatalım:
Neden ilkel kominal toplum modeli anaerkil toplum yapısı içerisinde teşkil olurken, uygarlık tarihinin sürecinde belirleyici yapı ataerkil toplum yapısı olmuştur?
“Sosyologlar bu konuda anaerkil süreçte neden kominal yaşamın var olduğunu ve bunun oluşum nedenini geniş biçimde kaleme almışlardır? ” Tabi ki neden kominal olunması değil, neden tarihsel süreçte gelişimin önderliğini alamamasıdır asıl soru. Bunun için konunun içerisine girmek gerekir.
Kominal yaşam tarzında ana çelişki yaşamın devamı için gerekli olan ihtiyacın karşılanması ve en iyi şartlarda yaşamın devamı, toplayıcı dönemde doğadan toplanan besin ve otoritenin oluşturduğu adil paylaşım düzeni çelişkilerin azlığını materyal gelişmesinin azlığı düşüncedeki devinimin zayıflığını oluşturuyor.
Ataerkil yapılanmada erki ele geçirmek için gücün kullanımı ve güç ile erkin korunması, gücün sürekli taze tutulmak zorunluluğu, bu yapının üyelerinin daha dinamik ve arayış içerisinde olmalarını sağlatıyor. Bu da ilk zamanlar doğadaki doğal materyallerin kullanılmasını daha sonrada bunların farklı sebeplerle geliştirilmesini sağlatıyor.
Şunu diyebilir miyiz: “Madde-düşünce ilişkisindeki gelişim ilk ataerkil yapılanmadaki insanları geliştirdi.”
Evet, yanıtı elbette ki doğru olandır. Güç sadece kasla bitmiyor, bunun kalıcılığının sağlanması için müttefik ilişkileri de gerekiyor. Basit de olsa yönetim ve bu yönetimin taliplilerinin olması, çelişkinin değişkenliği beraberinde düşüncenin de sürekli değişkenlik sağlamasını gerektiriyor.
Anaerkil toplum yapısında toplayıcılık sürerken; ataerkil yapılanmada avcı toplayıcılığın başladığını düşünmek yanlış olmasa gerekir. İlk oluşan aletler incelendiğinde, bunların yoğun bir biçimde av aletleri olduğunu görüyoruz. Materyal çeşitliliği düşünsel kültürün gelişimi demektir.
Anaerkil toplumda kadının otoritesinin devamlılığı kas gücü olmamasına rağmen nasıl süreklilik arz ediyordu?
Kadının doğurganlığı, çocuklarını yetiştirme sürecinde kurmuş olduğu otorite ve sürekli olarak yavru aşamasındaki besleme olgusu diğer canlılarda da olduğu gibi bağlılık, sadakat, otoriteye şartlanma biçiminde gelişiyordu. Kadının erkek kardeşleri, yetişkin oğullar bu korumacılığın doğal unsurları oluyordu. Aynı zamanda kadının doğurganlığından dolayı, ilk dönemlerde tanrısal varlık olarak düşünülmesi buna başka bir etmendi.
Erkeğin dışa açık yapıda olması, sadece bağlılığını cinsellik ve beslemede bulunmak düzeyinde tuttuğunu, bu nedenle de üretime zorunlu katkısı söz konusu olduğunu var sayabiliriz. Anaerkil toplumda üretime katılmasa bile topluluk içerisinde işlevlerini yerine getiren her üye tüketimde yer alıyordu.
Bu yapılanma biçiminin erkeğin doğal yapısına aykırılığı, erkeği yeni arayışlara itmiş ve kendi erklerinde kendi toplumsal yapılanmalarının doğmasına neden olmuştur.
İki topluluk arasında erk dışındaki temel fark ne olabilir?
Anaerkil topluluklarda herkes toplumun birer üyesi ve üreticisidir. Meta değer yargısı ile hiçbir üyeye bakılmaz. Buna karşılık ataerkil toplum yapısında erkek kadını metalaştırır, erki elinde tutmak için gerekli olan canlı gücünü sağlar (doğurganlığı ile) . Aynı zamanda üretimini yapar. Bir o oranda da ilk mübadelenin (meta olarak) başlangıcını oluşturur. Çocuklar anaerkil toplum yapısında olduğu gibi evlat ve toplum üyesi değil, gücün devamı için müttefik güçtür. Kadının ve erkeğin doğasında olan bu içgüdüsellik, bu yapılanmaların gelişimindeki önemli unsurlardır.
Toplumsal yapıda çocuğun ne gibi belirleyiciliği olabilir?
Anaerkil toplulukta kadının doğurganlık sürecinde üretimden düşmesi erkeğe ihtiyaç doğurtur. Bu erkeğin sürüden uzaklaştırılmasında vazgeçirici unsurdur. Toplayıcılıkta aktiftirler ve erkek çocukların anaya bağlılığı kadının korunmasının alt yapısını oluşturur. Aile yapısı içerisinde kız kardeşi sahiplenme olgusu oluşur.
Ataerkil yapıda ise yetişkin erkek çocuğun erki yanında, güç oluşumuna katkısı vardır. Bu kan bağı gücün o süreçlerdeki en önemli göstergesidir. Her iki erkin yönetiminde de çocuk güçsel olgu olurken, ananın bakışı ve algılaması ile atanın bakışı ve algılaması farklıdır. Çocuğa yetişmesi sırasında ananın verdiği emeğin fazlalığı, ananın çocuğa bakıştaki konumunu farklı kılar. Hatta çocuğa ihtiyaç duyduğu oranda yakınlaşmasına neden olur. Kendisine kattığı güç oranında çocuğa değer verir. Bu farklılık iki toplum içerisindeki çocuğun belirleyiciliğini ortaya koyar.
Şunu sorabilir miyiz: “ Güç, kan bağı ile mi, sistematiğe dönüşerek mi egemenliği oluşturdu? ”
Evet, gücün devamlılığının ve egemenliğe dönüşmesinin başlangıçtaki temel unsuru kan bağına dayalıdır. Yalnız bununla sınırlı değildir. Yerleşik düzene geçişteki nüfus artışları ve klan kaynaşmaları, beraberinde ayrıcalıklı seçkin insanlar yaratma biçimi de bunu desteklemiştir.
Yerleşik düzene toplumların geçebilmesi için gerekli olan şartları yakından incelemek gerekir. Öncelikle verimli bölgeyi her türlü saldırıya karşı koruyabilecek bir gücün olması gerekir. Bu korunma için onu değerli kılacak üretimsel bir fazlalığın oluşturulacağı ortamın, yani üretimsel araçların da oluşması gerekir. Bölgenin korunması için korunaklar inşa edecek düzeye gelinmiş olması da gerekir. Bu da zanaatın gelişmiş olması demektir. Bunların hepsinin biraradalığını kan bağının sağlaması mümkün değildir. Ancak farklı birikimlerdeki topluluk sayısını arttıran unsurların biraradalığı ile mümkündür. Sistematik bu yapıyı bir arada tutacak ayrıcalıklı erkin ve onun seçkin unsurlarının oluşması ile gerçekleşebilir.
Seçkin insanların oluşumu nasıl ortaya çıktı?
Seçkin insan kavramından ayrıcalıklı insan olgusunu anlıyorsak, bunun ortaya çıkışının ilkel dönemdeki yansıması, güdü ve becerilerinin biraz daha gelişmiş ve kas kuvvetinin kullanımı diğerlerinden farklı olması nedeni ile kendini ayrıcalıklı yere konmasını sağlatan yapıdaki insana deriz. Bu durumun sağlanması gerek avcılıkta olsun gerek toplayıcılıkta beceri üstünlüğü, hayranlık duygusu oluşturmada kaçınılmaz bir güdüdür. Bu ayrıcalığının diğerleri tarafından fark edilmesi, fark ettirilmesi ile oluşan ego onda ayrıcalıklı olduğu hissinin de uyanmasına neden olur. Karşılıklı etkileşim egonun yapılanmasını da geliştirir. Kas kullanımı, av aletlerini kullanımdaki ustalığı, alet yapımındaki becerisi, soyut kavramları algılaması ve onu diğerlerinin üzerinde etki unsuru olarak kullanması farklı ayrıcalık oluşturma unsurlarındandır.
Kas gücü kadar ayrıcalık oluşumunda doğanın ilkel de olsa gizemlerinin öğrenilmesi, bunun diğer insanlar üzerinde kullanılması sadece kas gücü ile değil, ayrıcalıklı olmada düşünsel ve iletişim yolu ile etkileşim yöntemleri de önemli rol oynamıştır. Dinsel etkiler, büyücülük gibi…
Bu ayrıcalıklar erki ele geçirmek ya da erkin farkındalığı ile kendi müttefiklerinin arasında bulundurarak, erkin korunmasında araç olarak kullanılması, bunları diğer topluluk üyelerinden farklı bir statüye sokar. Bu oluşan katman yerleşik düzen öncesi ve yerleşik düzene geçişte yönetici yapılanmayı ve örf ve adetlerin şekillenmesinin oluşturulmasında karar mercii haline dönüştürür.
Örf ve adetlerin oluşumu bir yerde hukukun alt yapısını teşkil ettiğine göre bunu nasıl örnekleyebiliriz?
İnsan, yaşamını devam ettirebilmek için toplumsal bir ortamın gerekliliği içinde olmak zorundadır. Her toplumsal oluşumun kendi içerisinde fiziksel ve ruhsal olarak koşulları oluşur. En küçük birim olan ailede bunu incelersek, ailede erki elinde tutan birimin yaşamla ilgili koyduğu kuralları görürüz. Erişkin üyeler aile bağları içerisinde üretime katkıda bulunur. Erişkin olmayan üyeler yetiştirilir, eğitilir, paylaşım biçim erkin koyduğu kurallar çerçevesinde şekillenir. Eğitim sürecinde çocuğun üretime katkı sağlayana nasıl saygı göstereceği, erke nasıl davranacağı, davranmadığı zaman neler olabileceği o ortamın koşulları içerisinde kendisine yaşatılır. Kuralların işlerliği biraz da toplumun kabul edeceği biçimde şekillendirilmesi gerektiği, erkin deneyimleri ile olgunlaşır.
Erke itaat ve erke karşı gelmede ceza ve bu cezanın biçimi toplumun kabul edeceği tarzda olmalıdır. Süreç içerisinde tabakalaşma ve çevre-klan ilişkileri materyal gelişiminin artması ile klan üyelerine yapılan haksızlığın ortak tepkisel refleksine dönüşerek sistemleşir. Bu tip durumlar ilk tepkisel klanlar arası kan davası niteliğinde savaşı ve süreç içerisinde de kan bedeli ödeme ve uzlaşma yöntemlerini oluşturmuştur.
Bu aşamadaki önemli unsur klan üyesine yapılan tacizin klana yapılmış olması algısı ve tepkinin bu yönde gelişimi, klan içi olaylardaki doğruyu arama yerine topluluğun korunması biçiminde şekillenmesi, ileriki aşamalarda devletin oluşumundaki şekillenmelerde toplum üyelerinin bu gelenek anlayışı ile seçkin sınıfın kendi çıkarlarını ve mal varlıklarının artımı için toplumsal yapıyı nasıl kullandığının örneklerini göreceğiz.
Materyal artışı ve özel alet ve gereçlerin yapımı ve erkin konumu, süreç içerisinde baba soyluda babadan oğula geçişi, miras kültürünü de beraberinde getirmiştir. Miras kültürü de ileri aşamalarda insanların doğuştan farklılaşmalarına neden olmaya başlamıştır.
Özel mülkiyetten ne anlıyoruz?
Özel mülkiyetin kelime anlamı “benim” diyebilme yetisinin oluşumu ile bağlantılıdır. İlkel dönemin içerisindeki toplayıcılık sürecinde, paylaşımın kolektif olduğu aşamada, alet ve gereksinim karşılamada araçların olmadığı, göçerliğin olduğu süreçte bundan söz edemeyiz. Emek sadece kollektiv tüketim ihtiyacını karşılamak için doğadan toplanan yiyecekler için sarf edilmekte, ilkel benlik buna şartlanmış konumda bulunmaktadır.
Süreç içerisinde insanın avcılığa geçişi ve bunun için kullandığı doğada bulduğu doğal gereçleri az da olsa emek sarf ederek av aracına ya da toplama aracına dönüştürmesi ona sahiplenme duygusunu da beraberinde getirmiştir. Maymunlar ve diğer canlılar üzerinde yapılan deneylerde bu canlıların kullandıkları araçları sahiplenme ve başkası bu araçlara dokunduğunda huysuzlaşmalarının gözlenmesi, insanın da alet yapımını öğrenmesi ile beraber sahiplenme ve benimseme özelliğini kazandığını, dolayısıyla mülkiyet kavramının başladığını gösterir. İlk süreçteki alanların toplumsal mülkiyet güdüsü, daha sonra aletlerin yapımı ile kendilerini emek sarf ederek yaptıkları aletleri sahiplenmelerine yol açmıştır.
İnsanın ilk oluşturduğu alet olarak bilinen taş ve sopanın süreç içerisinde birbirleri ile kaynaştığı ve ileriki aşamalarda da, mızrak, balta, yay ve oka dönüştüğü görülmektedir. İnsanın emek katarak emeğin gücünü arttırdığı maddeyi yönlendirdiği bu ilk oluşum, doğa karşısında kendisini daha güçlü bir konuma getirmiş ve birbirleri arasında kavrama ve çözümleme becerisinin yüksek olanının kas gücüne sahip olanında öne geçme sansını vermiştir. Böylece düşmanını yanına yaklaşmadan ortadan kaldırma şansını kazanmış, beslenmedeki çeşitliliğin artmasını kolaylaştırmıştır. Sadece avcılıkta değil tarımda da alet kullanmanın öncülüğünü yapmıştır.
Materyaldeki bu artış ve şekillenme beraberinde yeteneğin ön plana geçişi düşüncede de farklılaşmayı ve korunmak için bir arada yaşama zorunluluğunun sınırlarını zorlamaya başlamıştır. Bir yandan üretimin arttırılmasında aletlerin ortak kullanımı ön plana çıkarken farklı yapılanmalarda da aletler aracılığı ile imtiyazlar oluşturma çabası özel mülkiyeti geliştirmiştir.
Yerleşik düzene geçişte çok uzun bir süreç oluşmasındaki nedenler neler olabilir?
Toplayıcılık döneminde bölgedeki toplanacak gıda malzemesinin tükenmesi, toplulukları zorunlu yer değiştirmeye sevk ediyordu. Aynı biçimde av hayvanlarının da tükenmesi benzer hareketleri oluşturuyordu. Toplulukların, tarımı öğrenmeye başlaması ve av hayvanlarını evcilleştirilmesi yarı göçerliği oluşturmuştur.
İlk yerleşim bölgelerinin seçimlerinde yörenin korunma özelikleri ayrı bir önem taşırken süreç içerisinde avcılık ve savaş aletlerindeki gelişme, insanların bu aletleri kullanımdaki becerilerinin gelişimi, daha verimli olan sulak bölgeleri seçmelerine neden olurken aynı zamanda da alan savaşlarını kızıştırmıştır. Bu savaşlar da topluluklar içerisinden topluluğun korunması ve saldırılarda üstünlük sağlanması için silahşorların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu insanlar üretime katılmadan üretimden pay alan, ayrıcalıklı bir kesime dönüşmüştür. Bir yandan da erkin korunması ve gücü biçimine dönüşmüştür. Yerleşik düzene geçildiğinde de farklı yaşam tarzları ile aristokrat bir yapı oluşturmuşlardır. Toplum içi katmanların süreç içerisindeki sınıflaşmasının temelini bu yapılanma oluşturmuştur. Savaş aletlerini kullanma ustalığına erişmek isteyen insanlar, bu insanlara, bu süre içerisinde hizmet etmek zorunda kalmışlardır. Yerleşik düzende bunlar adına toprağın işlenmesinde hizmet etmeyi üstlenmişlerdir. Demirin işlenmeye başlanması ile sabanın gelişimi, çömlek çıkrığının bulunuşu, üretimin stoklanması, mübadelenin gelişimi, yeni emek gücüne ihtiyacın doğması beraberinde savaş esirlerinin bu işlerde kullanılmasını getirmiştir.
Kölelerin kullanılmaya başlanması, sulu tarıma geçiş, bölgenin korunabilecek gücün oluşturulması yerleşik düzenin alt yapısını oluşturmuştur. Materyal gelişiminin yavaşlığı yerleşik düzene geçiş süresi ile doğru orantılı gelişmiştir.
İlk sınıfın ortaya çıkışı tarım toplumunda mı yoksa ilkel toplumda mı oluşmuştur?
Sınıfın tanımına girersek bu yaklaşımı daha gerçekçi bir tahlille ele alabiliriz. Materyalist sınıf tanımı toplum içerisindeki insanların üretim araçlarının mülkiyetinde aldıkları konuma göre oluşan topluluk karakteristiklerinin direkt olarak üretim araçları ile ilgili uzlaşmaz çelişkisinin tarafları olarak belirginleşir. Efendi ile köle, işçi ile sermayedar, toprak sahibi ile çalışanı, Marks, beş kategorik başlık altında toplar:
1- İlkel kominal toplum,
2- Köleci toplum,
3- Feodal toplum,
4- Kapitalist toplum,
5- İlk aşaması Sosyalist olan Komünist toplum.
Sınıflamaları da yaparken bu üretim ilişkilerini dikkate alır. Her toplum, süreci kendi içerisinde farklı biçimlerde alsa, üretim güçleri boyutunda ele alınışı kavramsal kargaşayı ortadan kaldırır. Kavramların ya da varsayımların doğruluğu tarihsel sürecin içerisindeki oluşumların incelemesi ile netlik kazanır.
Bu anlamda şunu söyleyebiliriz: Emek tarihi yaratan tek güçtür, sınıfların oluşumu emeğin kullanımında ortaya çıkan üretim araçları ve bu yolla emeğin sömürüsü ile direkt ilişkilidir. Toprağı elinde tutanlarla, toprağın işlenişinde emeğini mübadeleye sokanlar, fabrikanın sahibi ile, üretim için emeğini mübadeleye sokanlar arasında oluşan katmanlaşmaya sınıf diyoruz. Sınıf oluşumu için gerekli koşullar şunlardır:
- Üretimde kullanılan aracın mülkiyetinin artı değer elde edecek yapılanmalarda olması gerekir.
- Üretimde kullanılacak emeğin üretim aracı ile bağlantısının olmaması gerekir.
- Bu ilişkide emeğin paylaşım değerinde bir sömürünün oluşması gerekir.
El ile beyin, fert ile gurup arasındaki diyalektik münasebet “kendi beslenme alanından tabiatın verdiğinden daha çoğunu elde etmeyi”* başardığı zaman ortaya çıkar.
“…ta köleci ilk çağdan beri, istikrarlı imparatorluklar ile yayılışlarının ertesinde dağılıp giden imparatorluklar arasındaki temel fark, birincilerde sınırlı fakat gerçek bir mal tedavülü olduğu halde, ikincilerde, günden güne su götürür hal alan basit bir askeri hakimiyet sahasından ileri gidememesidir.”*
*Kapitalist Toplumda Sınıflar, sayfa-16
* Kapitalist Toplumda Sınıflar, sayfa-21
Sınıfların doğuşunu ve sürecini algılamak sınıf yapılanmasında oluşan keskin çelişkinin uzlaşmaz karşıtlığının insan toplumunu geliştiriş biçimi, bu süreci izlerken duygusal etkilerle değil maddeci bir mantıkla bakmamızın ve bu süreç içerisinde keşifler yapmamızın bizi günümüzde o oranda doğrulara götüreceğini unutmamalıyız.
Toplulukların göçerliği ve alan savaşlarının başladığı ataerkil yapının geliştiği, erkin elde tutulması ve ayrıcalıkların oluştuğu süreçte, gücün önemli bir faktör olması, gerek korunma gerekse de saldırıda silah kullanmadaki maharetli kişilerin oluşması, bunların erkin çevresinde imtiyazlı bir guruba dönmesi, yerleşik düzene geçişte yapılanmanın ilk temelini atmıştır.
Yerleşik düzene geçişte araziler erkin sınırladığı alanlar içerisinde erk bünyesinde toplumun malıdır. Bu süreç içerisinde çanak, çömlek yapanlar, basit alet yapımcılar gibi zanaatkârların da ortaya çıkışı, mübadelecilerin oluşması, toprağın kullanımında topluluk üyelerinin tamamının toprakla uğraşmadığını görürüz. Bu süreç, toprakla uğraşanların topraktan elde ettikleri ürünün belirli bir bölümünü farklı nedenlerle erke bırakmak mecburiyetine girdiği süreçtir.
Yerleşik düzene geçiş ve üretimdeki çeşitlenme sosyal yaşamda da kendini gösterir. Ustalık ve çıraklık başlar. Ustalık öğrenmek için ustaların karın tokluğuna hizmetine girmeler başlar. Bu da ustaların üretimden daha fazla pay almalarını zorlar. Erke yakın silah kullanmada maharetli kişilere verilen topraklar derebeyliklerin de ilk işaretleridir. İlk başlarda ustalık öğrenmek için gelenlerin tarımda çalışması, bir süre sonra sabanın gelişimi ve tarımın gelişimi ile bu kesimin ihtiyacı olan emek gücü savaşlarda alınan esirlerin kullanımına dönüşür.
İlkel toplumun son dönemlerinde ortaya çıkan savaş aristokratlarının, süreç içerisinde tarımda ihtiyaç duydukları kas gücünü temin için savaş esirlerini kullanmaya başlaması köleci sınıfı oluşturur.
İlk sınıf, nüvesel olarak da şekilsel olarak da ilkel toplumun son sürecinde tomurcuklanmıştır.
Akla uygun olanın gözle görülene terbiyesi esasına gelirsek beş ana toplum yapısı ve sıralamasında ilkel toplumun sonları ve yerleşik düzene geçiş sürecindeki dönemde devletin ortaya çıkmasını, egemenliğin oluşum sürecini sıralamada bir sıkıntı olduğunu görürüz. İlkel kominal toplum, köleci toplum ve feodal toplum sürecinde, İlkel toplum sürecinin son aşamalarında çıkan erkin yanında yer alan ve erkin güç unsurları olan bu kesim, üretim dışı katkıları ile üretimden aldıkları payın nasıl tanımlanması gerektiği sorgusu ve yerleşik yaşama geçişte savaş esirlerinin kullanımına geçilmeden önceki savaş aristokratlarının arazi mülkiyetleri sorgusu akla geliyor.
Bu sıralamanın bozuluşu önemli midir, ortada bir yanılgı var mıdır?
Maddeci düşüncenin temelinde tarihsel materyalizm vardır. Bilimsel olan hiçbir şey maddenin yasasına aykırı olamaz. Bu nedenle de yanılgıdan söz etmek yanlış olur. Araştırma ve sonuç mevcut bilimlerin ışığında gelişir. Bugünün şartları ile ulaşamadığımız bir çok bilinmeyen, süreç içerisinde açığa çıktıkça, yeni verilerle beslendikçe doğru tezler safralarını atarak daha olgun bir hale dönüşürler. Asya toplumları incelendiğinde batı tarzı köleciliği göremeyiz. Göremeyişimizin temelinde bu yöredeki yaşam tarzının ve üretim ilişkilerinin elde edilişindeki yöntemler vardır. Hakim toplulukların tarım üretimine dayalı olmayışı, göçer ve savaşçı olması nedeni ile ihtiyaçlarını ganimet ve vergi ile çözmeleri, üretken olan tarıma dayalı insan gücüne ihtiyaç duymamaları, bu yapılanmada köleciliği oluşturmamıştır. Savaş esirleri, savaşlarda kendilerinin de ganimetten yararlanma ihtiyacı ile topluluğa katılması biçiminde şekillenmiştir. Yenik güçlerin ise esir oluşturamamaları tarım üretimlerinde ihtiyaçlarını kendilerinin üretmesine neden olmuştur. İşgal altındaki bir toplumun köle kullanacak esir oluşturmasının mümkün olamaması bu süreci yaşatmamıştır.
Bu tip topluluklardaki esir en fazla hükümran erkinin odalıkları, hizmetkârları boyutunu geçmemiştir. Bu durum bir yandan üretim ilişkileri boyutunda incelenen tarihi, hiçbir olgunun genellemeye dönüştürülemeyeceğinin, her gelişen yapılanmanın kendi içerisinde diyalektik süzgeçten geçirilerek incelenmesi ve o doğrultuda analiz ve çözüm ihtiyacının doğduğunun göstergesidir. Yaşamın gelişiminin bir yaratılış değil, tarihsel, kendi yasaları içerisinde evrimsel bir süreç olduğunun göstergesidir. İhtiyaçların maddesel yaşam içerisinde sosyal yaşamı şekillendirdiğinin göstergesidir.
Bu açıdan bakıldığında tarihsel materyalizmde alınan yolun, farklı biçim ve aşamalar yaşamış olsalar da temel kategorileşmede:
1-İlkel kominal toplum,
2-Köleci toplum,
3-Feodal toplum,
4-Kapitalist toplum,
5-İlk aşaması Sosyalist olan Komünist toplum.
İzlenen çizginin bu olduğunun aksini söylemek mümkün olmasa gerek. Yine aynı biçimde ilkel toplumun tamamında kominal yaşamın her aşamasında yaşandığını söylemenin mümkün olmayacağı gibi.
Egemenliğin süreç içerisinde pekişmesi, devletin oluşumu ve bunun kullanımı, yine daha fazla kazanma hırsı içerisinde olan egemenin, nüfus alanını arttırma ve bu alanda daha verimli insan kullanımını geliştirmesi ile ilgilidir. Zanaat üretimin artışında önemli bir unsurdur. Silah kullanımı mevcudiyeti korumak için önemli bir unsurdur. Eksiklerin giderilmesi için takas önemli bir unsurdur. Ulaşım, korunağın güvenli hale dönüştürülmesi için önemlidir. Bunun farkında olan egemen kesim, bu doğrultuda ihtiyacını karşılamak için toplumuna hizmet vermek zorundadır. Mübadeleciden vergisini daha fazla alabilmek için, ona ulaşımda güvence ortamları sağlamak zorundadır. Daha fazla zanaatçının oluşmasını sağlatmak egemenin çıkarınadır, Yerleşim bölgesindeki insan fazlalığı daha fazla vergi demektir. Bu insan fazlalığının sağlanması için onlara huzur ve iş alanları yaratmak da onun çıkarınadır. Bu nedenlerle kentsel yaşam ayrıcalığı yaratması gerekir. Gösteriler, okullar devletin ilk işleri arasındadır. Oluşturduğu örf ve geleneksel davranışların kanunlaştırılması, kendi hizmetinde kullanabilmesi için bir zorunluluktur. İlk yerleşik medeniyetler incelendiğinde eğitim ve sanat faaliyetlerinin bu doğrultuda olduğunu görmemizin ana sebebi budur.
Bir başka deyişle egemen, egemenliğin getirdiği nimetleri maksimuma çıkarmak için yükümlülükler ve sorumluluklar almak zorundadır. Aldığı sorumluluk ve yükümlülüklerin, çıkarlarını maksimuma yükseltmek için olduğunu söyleyecek hali olmadığı için de egemen varlığının toplumun huzuru ve refahı için olduğunu söyleyerek ihsan edici aldatmacasının içerisine kendini sokacak biçimde eğitim ve kültür yolu ile empozesini yapacaktır.
Burada sürekli olarak egemenden bahsederken egemenliğin niçin oluştuğunu ve hangi araçları kullanarak egemenliğini anlatmaya çalıştık, egemenliğin toplumsal iş bölümü ve paylaşımdaki yerini ve bu yeri nasıl sağladığını anlattık, elbetteki önemli konu daha önemlisi ise egemenliğin nasıl olması gerektiği sorusudur.
Egemenliğin kayıtsız şartsız ulusun olmasında, egemenlik kadar ulus kavramı da çok önemlidir. Ulus dendiğinde neyi algıladığımız çok önemlidir. Ulus yapılanmaları sanayi devriminin hemen ardından ortaya çıkan ulusal hareketlerin başlangıçından itibaren görülür.
Ulus kavramını elbette ki maddeci yapı ile hareket ettiğimizde tanımın içerisine giren tarih sürecindeki tüm toplulukların yapılanması düzleminde ele alacağız. Bu bize aynı zamanda ulusal devlet yapılanmasındaki kavram kargaşalarına da bir son demeyi getirecektir.
Ailelerin bir araya gelmesi toplulukları, toplulukların bir araya gelmesi klanları, klanların bir araya gelmesi de yerleşik düzen ile birlikte bu yapılanmaları bir arada tutacak olan hiyerarşik yapıyı, devletleri oluşturmuştur. Güçlü olan devlet yapılanmaları fetihlerle imparatorluklara dönüşmüştür. Bu oluşumların tamamında iktisadi maddi gelişimlerin zorlaması önemli faktördür.
Üretimsel güçlerin gelişimi bu yapılanmayı nasıl kurduysa yine üretimsel güçlerdeki gelişme, sanayi devrimi ve buna öncülük yapan tüccarlar ve tefeciler imparatorlukların ellerindeki kaynakları ve gücü almak için ulusal hareketlerin örgütlenmesinde lokomotif görevi yapmışlardır.
Ulus olabilmenin temeliyle ilgili aşağıdaki alıntıları inceleyelim:
“Kararlı tarihsel süreç içinde kurulmuş ve bir kültür birliğini oluşturan dil, toprak, ekonomik yaşam ve ruhsal oluşum ortaklığı temeli üzerinde doğmuş bir insan topluluğudur.”*
“Bir ulusun, başka uluslara göre doğal ya da sonradan kazanılmış, kendine özgü kişiliklere sahip olması, başka uluslardan ayrılan bir organik yapı oluşturması, çoğu kez onlardan ayrı olarak, onlara koşut (paralel) bir gelişmeye çaba göstermesi olgusuna uluslaşma ilkesi denir.” *
Ulusun ilk etapta doğal ya da sonradan kazanılmış kendine özgü kişiliğinin olması (ruhsal oluşum) gerekmektedir. Bu kişiliğin oluşabilmesi için o topluluğun kendi arasında iletişiminin bilgi alış verişinin olması gerekir. Bu alış verişin gerçekleşmesi için ilk başta ortak dil kullanılması gerekliliği ortaya çıkıyor. Ortak bir mazilerinin olması, aynı topraklarda kader birliği yapmaları onları birbirlerine yakınlaştıracak iktisadi ve sosyal alt yapının gerçekleşmiş olması gerekir. Kültürel olarak birbirlerine ters düşmeyen bir maziye sahip olmaları ve ortak sevinç ve üzüntü yaşamış olmaları gerekir.
*J.Stalin, B.Eserleri, c.2, s.264
*Çağdaş Bilgiler Yurt Betiği, M.Kemal Atatürk
Bunların gerçekleşmesi her şeyden önce ortak bir amaca dayanmalıdır. Bu ortak amaç oluşmadıkça ulusun ortaya çıkması mümkün olmaz. Arapların ortak bir amaç gibi görünen İslam birliktelikleri ulus kavramı içinde değerlendirilebilir mi? Elbette hayır! Buradaki birliğin yapısı toplulukların istemleri doğrultusunda bir araya gelmekten çok bir ülkünün yayılması doğrultusunda olan şekillenme, ve bu şekillenmenin içindeki ümmet anlayışı, egemenlik yapısının tamamen güç ile elde tutuluşu, toplulukların bir arada olmasını sağlayan etmenin, ortak yaşam isteğinden çok işgallerdeki yenilgiler sonrası boyun eğme düzeyinde olması, yapıyı ulus olma özelliğinden uzaklaştırmaktadır.
Sümerler’i ya da Akadlar’ı ulus olarak tanımlayabilir miyiz? Bunun için önce o yapının kuruluş ve oluşum sürecini incelemek gerekiyor. Bu incelemelerde görülür ki, yapılanması bir kan bağına dayalı olan erkin hakimiyeti çevresinde oluşan egemen bir örgütlenme olması nedeni ile, toplumsal mutabakatın bireylerin kendi özgür düşünceleri çerçevesinde oluşmasının mümkün olmaması nedeni ile, ulusun oluşmasında gerekli olan alt yapının olmadığı ve bu nedenle ulustan bahsetmemizin mümkün olmadığını görürüz. Buradaki ülkü birliği olsa olsa egemenin inisiyatifidir. Bir tanımlama yapılacak olursa bu yapının adı da ümmet toplumudur.
O zaman ulusun oluşumunda yurttaşların özgür iradelerini kullanmaları gerekmektedir. Kendilerini ifade edebilecek bilinç düzeyine erişmiş olmaları gerekir.
Ulusun oluşumundaki kavram kargaşalarını ortadan kaldırmak için daha fazla ayrıntıya ihtiyacımızın olduğu kaçınılmaz. Ulusal yapılanmanın bir sınıf yapılanması olmadığını, kendine has bir yapılanma olduğunu, aynı zamanda salt ekonomik bir yapılanma da olmadığını bilmemiz gerekiyor. Tek başına ülkü birliğine de bağlamak mümkün değil. Günümüzde ve tarihsel süreç içerisinde de ülkü birliği çerçevesinde bir çok ekonomik yapılanmaların mafya gibi, masonluk gibi çeteleşmelerin varlığını biliyoruz.
Ulus yapılanması içerisindeki ekonomik örgütlenmenin, feodal yapılardaki direkt erke bağlı bir sistem olmadığı ama aynı zamanda da eşitsizliklerin yok olmadığı bir yapılanma olduğunu biliyoruz. Buradaki önemli olgu ulusu oluşturacak toplulukların öncelikli olarak özgür irade oluşturma istemlerinin oluşması gerekliliğidir. Özgür irade isteminin oluşabilmesi için toplulukların bir tanrı ya da krala ihtiyaç duymadan kendilerine yetebilecekleri bilincinin şekillenmiş olması gerekir. İşledikleri toprağın üzerindeki hâkimiyette hiçbir yüce gücün olmadığının farkındalığını kavramış olmaları gerekiyor. Bir başka deyişle merkezi otoriteye güvenlerinin sarsılmış olması, emek ve katkılarının yaşamı şekillendirdiğini görmeye başlamış olmaları gerekiyor.
Ulusal hareketlerin ortaya çıkışı ve ulusların oluşumuna baktığımızda bu nedenlerle sanayi devrimi sonrasına geliriz. Ticaretin gelişmesi, ucuz emek ihtiyacı, sanayinin gelişmesinin alt yapısını oluşturmuştur. Artan sermaye birikimlerinin oluşturduğu sermaye gücü, merkezi otoritelerle yaşadıkları problemler, topluluklar içerisinde hızlı bir aydınlanma sürecini ve örgütlenmeyi başlatmıştır. Sanayileşmiş ülkelerle başlayan değişim süreç içerisinde hızla yayılmış, mutlakıyetle yönetilen yapılanmalarda toplulukların daha fazla hak istemleri bu yapılanmalarda çöküşleri kaçınılmaz hale getirmiştir.
Sanayisini tamamlamış ülkelerin oluşturdukları ulusal devletler kendi mevcut yapılanmalarında ilk olarak iktisadi konularda, ulusal sınırları içerisindeki ekonomik faaliyetlerin de katı önlemlerle iktisadi yapılarını, ulusal sermayelerini koruma statüsüne götürmüşlerdir. Bu yapılanma bir nevi kapitalist ekonomik güçlerin ulusal boyutta korunması biçimine dönüştürülüyordu.
Ne gariptir ki bunu yaparken de erke karşı arkasına aldığı güç, ulusu oluşturan ve sömürü sisteminde beslendiği halkı kullanıyordu. Kurallarını koyarken de yine aynı aldatmaca ile ulus çıkarları şiarları ile yapılıyordu.
Kendi ülkesindeki yapılanma ve artı üretimin pazarlanması, hammadde kaynaklarının bulunması için ikinci aşama olan pazarlar bulma girişimlerinde zayıflamaya başlamış imparatorluk topraklarında, merkezi otoritelerin erişmede güçlük çektiği bölgeler seçiliyordu. Buralarda ticari faaliyetlerle birlikte, merkezi otoriteye karşı, toplulukların merkezi otorite olmadan kendi yapılanmaları ile daha refah içerisinde yaşama olanakları sağlamak, özgür düşünce ve yaşama fırsatları için teşvikler yapılıyordu. Sanayileşmesini oluşturamamış, hala feodal yapılanmanın dışına çıkamamış bu yapılanmalar, bu ülkeler için mükemmel bir pazar ortamı oluşturuyorlardı.
Kendilerine yeni ticari koloniler oluşturmak için merkezi otoriteden koparmak amaçlı başlatılan isyanlarda, bazı bölgeleri tüccarlar aracılığı ile başlatılan destek ve yardımlar, birçok kez imparatorluklar tarafından acımasızca bastırılırken birçok sefer de başarıya ulaşıyordu. Yunanistan, Mısır, Cezayir’de olduğu gibi, kendi ulusal yapılanmalarını kuran bu devletler, koloni olmanın ötesine geçemiyorlardı. Bu kopuşlar sadece bu kadarla kalmıyor, himayesine girdikleri koloni konumuna getiren ülkelerin kolonilerini büyütmek amaçlı yeni topraklar istemi doğrultusunda, daha önceki bağlı oldukları İmparatorluklarla sorun yaşatma ve yaşama sürecini devam ettiriyordu. Bu doğrultuda kurulan misyonerlik faaliyetleri ile topluluklar arasındaki fark kültürü kaynaşmış yapı birliktelikleri hızla siliniyordu. Ticaretin doğurduğu menfaat ilişkilerinin büyüklüğü yüzlerce yıllık kaynaşmaları bile silip atmaya yetiyordu.
Feodal yapılanmalardaki ulusal hareketlerin ortaya çıkış biçimi tüccarların güdümünde olsa bile mevcut mutlakıyet tarzı üretim ilişkilerine karşılığı açısından ve üretim ilişkilerindeki değişim isteği doğrultusunda başkaldırışı, niteliği açısından ilericiliklerini korurken, aynı zamanda da bir başka devletin güdümünde ve teslimiyetçi anlayışında olması nedeniyle gerici olduğu saklanamaz bir gerçek olmuştur.
Bu açıdan bakıldığında bu tip hareketlerin ulusalcı olması ile birlikte, ulusalcı niteliklerinden bahsedilebilir olması kendi içerisinde bir çelişki doğurur. Bu hareketlerin ilericiliği, dönemi içerisinde incelense bile genel anlamda bakıldığında düşündürücüdür. Ulusal kimliğin bir alt yapısı olarak bakmak sanırım daha doğru olur. Burada nasıl ulusal yapılanmalarda sanayileşmiş ülkelerle imparatorluklar bünyesindeki ülkelerin farklı bir konumda yapılandığını söylüyorsak, ülkemizdeki ulusal yapılanmanın da diğer ülkelere göre farkını koymadan geçmek ve bu aşamadan sonraki özellik değişimini de ortaya koymak zorundayız.
Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşı bir yandan mevcut erke ve onun ekonomik siyasi yapısına karşı olurken, diğer yandan da paylaşımcı devletlere karşı verilmiştir. Bu, ulusal kurtuluş hareketlerinin kimlik yapısını değiştirmeye ilerici bir kimlik yapısına dönüştürmeye neden olmuştur. Türkiye’deki ulusal kurtuluş savaşı anti-emperyalist, anti-himayeci ve mandacıdır.
Bu hareket kısa süre içerisinde diğer ulusallaşmaya çalışan devletlere de yansıyacaktır. Cezayir, Hindistan, Pakistan, Balkan ülkelerindeki yeniden yapılanmalar ve mücadeleler bunların örnekleridir.
Hangi açıdan girersek girelim, konuların temelinde ekonomik ilişkiler, üretimin oluşumu ve paylaşımındaki karmaşık ilişkilere geliyoruz. Emek ve emeğin sömürüsü eksenine.
Emek sömürüsü sınıfsaldır, ırksal değildir. Irksal olmaması bunun kullanılmayacağı anlamına gelmez. Erk her oluşumu ve kavramı emek sömürüsünün bir aracı haline dönüştürmek için elinden gelen çabayı sarf eder. Sömürü için gerekli oluşumu oluştururken daha sonra daha fazla kar için onu yok etmekten kaçınmaz.
İlkel toplumlardan yerleşik düzene geçişte; erkin oluşturduğu kurallar, erkini korumak amaçlıyken, bunu topluma onların refahı ve güveni olarak nasıl yutturduysa, ulusal yapılanmalarda da sermaye, dünya üretiminden daha fazla pay almak için kendi militarist gücünün arttırmak amaçlı yapılanma doğrultusunda kurallarını oluşturur.
Kendi ulusal kimliğini yüceltme, koloniler aracılığı ile elde ettiği ranttan kendi toplumuna pay verme yolu ile susturma ve verdiği ulusal şan ve şöhret kültürü ile kolonileşmiş uluslardaki soygunun yaşamsal bir süreç olduğunu aktarma yolunu izler.
Bir yandan da kolonileşmiş ulusları ve başka ulusları aşağı gösteren sermaye, bu ulusların gelişmiş beyinlerini de satın alarak devşirilmekte. Devşirdiği bu insanların öncelikle kendi asli toplumuna yabancılaştırılması sürecini yaşatmaktadır.
Ulusalcılığın artık günümüzde tek başına alınarak ilericiliğinden söz etmek mümkün değildir. Gelişen sanayi ve iletişim araçlarının insanın, insana olan yabancılığını kaldırabilecek düzeyde olması bugün için bunu gerçekleştiremiyor bile olsa bir süre sonra gerçekleştirecek konuma gelmesi birçok çelişkinin de çözümleneceği anlamını taşır.
Kapitalizm üretim araçlarını ve ilişkilerini geliştirdikçe, yayılmacı ilişkilerini de değiştirir ve geliştirir. İlk başlarda kurdukları işgal ve vali-bürokrat atama yöntemi daha sonra kendini bu ülkede oluşturdukları çıkar çemberi kanalı ile komprador yapılanmalarla bırakır. İlk başlardaki sanayiden yoksun bırakmaları sonraları nakliye sorunları nedeni ile montaj sanayiye, daha sonra da eski sanayi biçimlerine dönüşür.
Ulusal yapılanmanın ilericiliğinin mutlaklaşması, ülkü birliğinin emek ekseni olması koşulu ile gerçekleşebilir. Üretim araçlarındaki hâkimiyetin bir başka deyişle egemenliğin ulusun elinde olmasıyla mümkündür.
Egemenliğin, devletin mevcut düzeni korumak ve devam ettirmek için devlet aracılığı ile toplum üzerinde güç unsurunu da elde tutarak kurmuş olduğu yapı olduğunu belirtmiştik. Egemenlik bir yandan emek sömürünün unsuru olabileceği gibi, emek sömürüsünün engellenmesi doğrultusunda bir unsur olabileceğinin egemenliğin kimlerin elinde olduğu ile ilgili bir sorun olduğunu belirtmiştik.
Egemenliğin ulusun elinde olması kavramı, yüzeysel bir bakış ile soyut görünse de işlevsel açıdan somut bir işleyiş içerisindedir.
Egemen unsurlar ellerinde tuttukları bu güç ile mevcut yapılanmadaki iktisadi, sosyal ve kültürel yapılanmalara yön verirler. Bu nedenledir ki tarih önünde ilericilik bu yapılanmanın çözümlenmesi ile tespit olunabilir.
Ulusun ortaya çıkışı biraz daha açılabilir mi?
Mutlakıyet ile yönetilen toplumlarda sanayinin gelişimi ile birlikte üretim ilişkilerine dayalı olarak değişimlerin yaşanılması kaçınılmazdı. Ticaretin gelişimi zanaatın da gelişmesinin önünü açtı. İleri üretime geçişlerin artımı ve benzer faktörler, paranın sadece satın alma gücü değil, başka yönlerinin de olduğunun görünmesi ve başta kent hayatından zanaatkârların ve çalışanların yoğun olduğu bölgelerden başlayan, mutlakıyetin baskıcı rejimine karşı olanların örgütlenmesini getirdi. Köylü hareketlerinden çok farklı bir önderlik söz konusuydu. Toplumun her kesiminin daha fazla özgür olabilmesi ve yönetimlerde söz sahibi olması gibi ortak çıkarların söz konusu olduğu ortam için topluluklar bir araya gelmeydi.
Demokrasi fikri kabaca da olsa kulağa hoş gelen ortak bir amaç oluşturuyordu. Bu amaç doğrultusunda burjuvazinin önderliğinde mutlakıyetler ilk olarak sanayi devrimini tamamlamış ülkelerde, her ülkenin kendi içinde, kendi yöntemleri ile çözümlendi.
Ulus devlet yapılanmasının oluştuğu her devlette ilk yapılan düzenlemeler, gerek iç ticaretin düzenlenmesi, gerek dış ticarette yerli üretici ve sermayeye karşı gümrük duvarlarının oluşturulması, para politikasının oluşturulması, devletin egemen unsurlarının yapılanmasına yönelik koruyucu kalkanları şekillendirmesi…
Toplumun mutlakıyetten çıkması onun üzerindeki acımasız sömürü sistemini kaldırmadı. Sadece hafifletti. Sermaye sahiplerinin önderliğindeki demokrasi anlayışının ne anlama geldiğini süreç içerisinde yaşayarak gördü. Bu arada verdiği mücadelelerle (ki bunda da sermayenin mutlakıyete karşı verdiği mücadele sırasındaki bilinçlendirme sürecinin etkisi büyük olmuştur) vatandaş olma özelliğine sahip oldu.
Toplumun ortak amacı tek başlı yönetimin yıkılması ve vatandaşlık haklarının elde edilmesiydi. Meselenin vatandaşlık hakları ile bitmediği daha sonraki süreçlerde birinci paylaşım savaşına kadar giden süreçte kendini gösterecekti.
Ulus devletlerin ortaya çıkması tarihsel sürecin akışını etkilemiş midir?
Ulus devletlerin oluşumu ile beraber, üretim ilişkilerine bakıldığında düşüncede de hızlı bir değişim yaşanmıştır.
Devlet yapılanması artık bir zümre olan erkin denetiminden çıkmış, mülkiyet sahiplerinin gelişiminin hizmetine girmiştir.
Ülke zenginliği için, ülkenin gelişimi için gerekli olanın sermaye hareketinde, bunun için de sanayinin gelişimi ve hammadde kaynaklarının artması ve pazarlar yaratılması gerekliliği ile bir faaliyet biçimine dönmüştür.
Bu arada mutlakıyet rejiminden kurtulan ama bu sefer de kapitalist sömürü ağının içine düşen halk, yapılanmadaki söz sahipliklerini kullanmak istediklerinde aldıkları acı yanıt ile farklı bir mücadelenin içine girmiştir. Bu durum emekçi ve mülkiyet sahibi arasındaki çelişkinin keskinleşmesini, emekçi düşünce tarzını; diyalektik materyalizmi doğurtmuştur.
Tarihin akışına bu en büyük etkidir. İlk kez sömürünün bir alın yazısı, kader olmadığı bilinci şekillenmiş ve kök salmıştır.
Sanayileşmesini tamamlayan tekelleşmiş egemen yapılar, bu sefer de ürettiklerini pazarlayacakları ve hammadde bulacakları toprak arayışlarında, zayıflamış imparatorluk topraklarına göz dikerek, buralarda kendi güdümlerinde ulus devletler yaratma yoluna gitmişlerdir. Bu doğrultuda misyonerlik faaliyetlerini hızlandırmışlardır.
Bu durumda iki tip ulus devlet yapılanması mı oluştuğunu söylemek istiyoruz?
İki tip değil tabi ki, her ülke kendi kültürel miras birikimlerinin etkisi ile bu süreci yaşamıştır ama genellemeye gidildiğinde sanayisini tamamlamış ülkeler ile daha sonra kendilerine koloni oluşturmak için imparatorluklardan parçalama amaçlı kışkırtmalarla yaptırılan ulus devlet yapılanmalarını farklı tutmak gerekiyor. Burada bir çok örnek gözümüzün önünde Osmanlının son dönemlerinde, İngilizler ile Yunanistan, Fransızlar ile Cezayir ve diğerleri buna bir örnektir.
Manda ve himaye eşliğinde kurulan bu tip devlet yapılanmalarının dışında yine bir üçüncü oluşum da, tüm manda ve himayeye, emperyalizme karşı verilerek kurulan ulusal hareketler olarak bakabiliriz. Türkiye’den başlayarak dünyaya yayılan.
Ulus dendiğinde o zaman tekdüze bir anlayışın ya da tanımın yapılmasından bahsedemez miyiz?
Elbette ki her şeyde olduğu gibi ulus tanımında da bir genelleme yapabiliriz. Bu sadece genel anlamda ulusun yapısını içerse de, tarihsel süreç içerisinde diyalektik materyalizm bize hiçbir şeyin aynı kalmadığı gibi hiçbir yapıda süreç içerisinde aynı özelliklerde kalmadığını gösteriyor. Gelişen üretim ilişkileri ve teknoloji, aynı hızda oluşumlarında sınıf çelişkilerinin özü dışındaki konumlanmalarını değiştiriyor. 1700’lü yıllardaki yapılanmalarla, 1900’lü yıllardaki ulusal mücadelelerin ve bugünkü mücadelelerin aynı özelliklerde olmayacakları muhakkaktır. Bu açıdan bakıldığında “Kararlı tarihsel süreç içinde kurulmuş ve bir kültür birliğini oluşturan dil, toprak, ekonomik yaşam ve ruhsal oluşum ortaklığı temeli üzerinde doğmuş bir insan topluluğudur.”* tanımı da akla geliyor. Bu tanım kapsamında farklı amaçlar birliğinde örgütlü insan toplulukları olacaktır ve bunların ulusallaşması, kaynaşması süreci ile ilgili olacaktır. Günümüz gündeminde olan Gürcistan, ulusal kimlik edinme sürecini ABD himayesinde gerçekleştirme mücadelesi ve ardındaki güç ile bir başka toplumu kendi boyunduruğu altına alarak baskı Osetya ve Abhazya topluluklarının da bir başka gücü devreye sokarak uluslaşma isteğine dönüşmüştür. Bu emperyalist yabancılaştırma politikasının bir ürünüdür. Üretim ilişkilerine ve paylaşımcıların bu ilişkilerdeki yayılma ve talan politikasına dayalı olarak kavramlar sürekli olarak zorlan-makta ve sıfatlandırma çağrışımı içerisine girmektedir.
*J.Stalin, B.Eserleri, c.2, s.264
Ulusun oluşumunda bilinçli bir karardan söz ederken Gürcistan örneğinden hareket edersek bu ne derece doğru bir tahlil olur?
Yunanistan örneğini verirkenki konumdan özsel olarak farklı olmasa da biçimsel olarak elbette ki bir fark vardır. Bağımsız olmak isteyen Osetyalılar, Abhazyalılar ve Gürcüler oluşturdukları egemen yapının çıkarları doğrultusunda, çıkarlarının ABD ile uyuşması ile özgürlüklerini ana malcı ülkenin yatırımcılarının eline teslim etmeleri ve emek eksenli olmaktan çıkıp sermaye eksenli bir egemenliğe geçişleri, bu yapılanma içerisinde doğan uzlaşmaz çelişkileri de süreçle beraberinde getirmiştir. Bu durum kaçınılmaz olarak sermaye içinde de emek ve hammadde kaynaklarının sömürüsünden aslan payının arta kalanının paylaşma kavgasını kaçınılmaz olarak doğurmuştur. Bu durum iki gücün hâkimiyet pekiştirme doğrultusunda yabancılaşmayı kullanarak bir pazar savaşına dönüşmesini sağlatmıştır. Buradan uluslaşma kavramına geçildiğinde olayın insan topluluklarının isteklerinin dışında şartlı refleksleştirilerek güdümlü pazarlar oluşturmanın ötesinde bir şey olmadığını görüyoruz.
Bu yapılanmaların ulus olmadığı sonucunu mu çıkarıyoruz?
Ulus yapılanması etnik kökenli değildir, ırki özellik arz etme. Topluluklar arası ortak ülkü birliği mutabakatı vardır ama günümüzdeki şekillenmeler bu doğrultuda gelişmektedir. Buna ulusal adını takmak ya da yeni ad koymak ciddi bir çalışma gerektirir. Bu çalışmaların artık yapılma zamanı gelmiştir. Bu etnik yapılanmalar beraberinde birçok alan ve pazar savaşının nedeni oluyorsa, bunun özündeki neden, anamalcıların nüfuz, yayılma politikalarındandır. Parçalanan her yapı anamalcı devletlerin sistemlerinin işleyişinin ve hedeflerinin önünü açacak niteliktedir. Ortadoğu ve Kafkaslar’da bugün için oluşturulan etnik savaşlar hızla bir hat çizerek Çin’e doğru yol almaktadır. Bunların piyonları hammadde kaynakları üzerlerinde olan ve üreten halklar olacaktır. Ortak bir tarihe sahip olan, bugünlere kadar farklı devlet adları ile yönetilen, birbirleri ile kaynaşmış, iç içe geçmiş insanların bu süreç içerisinde birbirlerine yabancılaşmaları ve birbirleriyle savaşmaları elbette ki bir rastlantısal olay olamaz. Uzun soluklu emek ve kaynak sömürüsü planının bir parçasıdır. Böyle bir yapılanmanın, etnik tabanlı devletleşmelerine ulus dememiz, sıfatlama yapmadan ne derece mümkündür?
YABANCILAŞMA, DİL VE KÜLTÜR
Sınıfların ortaya çıkışını incelerken de üretim araçlarının ve güçlerinin oluşumunu, katmanlaşmaları ele almıştık. Bunların hepsinin özünde insanın daha rahat ve kolaycı bir yaşam ile ayrıcalıklı yaşam oluşumlarının yol açtığını ve bu süreçte, değer üreten emeğin değerlerinin sömürüsünün izlediği yolu bir kez daha farklı açıdan bakarak incelemeliyiz. Bunun için emek sömürüsünün özünde yaşam konforunun kolay yoldan az emek ile sağlanmak istendiğini söylersek yanılmamış oluruz. Bu, kişiler için nasıl geçerli ise sanayi devriminden sonra uluslar için de aynı biçimde geçerlidir. Egemen kesim kendi içindeki huzursuzluğu ve sömürü düzenini köleci, feodal toplumlarda bastırmak için güç ve fetihlerle ganimet payı dağıtmayla yapıyorsa, günümüzde de izlediği yol farklı bir yol değildir. Karmaşıklaşan ve çoğalan üretim ilişkileri, örgütsel ve organizasyonsal boyutta, o oranda karmaşık yöntemlerin gelişmesine neden oluyor. İzlenen yöntemlerin ve söylevlerin farklılığı, kültür karmaşıklığı, bu sistemin sürdürülmesi ve gücün sürekli olarak elde tutulması için oluyor.
Sanayi devrimi ile başlayan, imparatorlukların parçalanarak ulusal devletlerin oluşturulmasındaki paylaşımcı devletlerin izlediği siyasal anayol, ilk olarak toplulukların birbirine yabancılaştırılması için oluşturulan misyonerlik faaliyetleridir. Diğer yandan da imparatorlukların askeri ve siyasi gücünü zayıflatma yoludur. Bu sayede oluşan isyanların başarıya ulaşmasına, ulaşmadığı takdirde de dökülen kanın toplulukları birbirine yabancılaşmasında etmen olmasını sağlamaktadırlar. Bu ileriye yönelik ekilen tohumlar mahiyetindedir. Kültürel olarak da etnik, bölgesel, dinsel, dilsel motif ayrıcalıkları işlenerek, farklılıklar yolu ile yabancılaştırmalar oluşturulmaktadır.
Ulusal hareketler incelenirken gözden kaçırılmaması gereken olay, yapay olarak oluşturulan yabancılaştırılmalara ve paylaşımcı devletlerin manda ve himayesine karşı alınacak tutum, aynı zamanda da ortaya konan toplumun ülkü birliği büyük önem taşımaktadır.
Hiçbir etnik kökenli ve dinsel kökenli ulusal hareket ulusal kimlik taşıyamaz. Bu nedenledir ki ilerici olma ve sınıfsal yapıya bürünme şansı yoktur. Bu yapılanmaların özünde daha işin başlangıcında emeği bir tarafa koyduğu gibi, emeğin oluşumunu ortaya koyan insanı da reddeder. Emek eksenli söylevleri bu açıdan bir taktik sorunudur.
Etnik, dinsel ve bölgesel kökenler yolu ile yabancılaşmanın önüne geçildikçe kaynaşmanın ve bu birliğin devamı sağlanamaz. Aksi takdirde hiçbir yapılanma tüccar devletlerin yemi olmaktan öteye gidemez.
İnsan topluluklarının oluşumu ilk günden başlayarak tüm tarihsel süreç içerisinde görüyoruz ki ihtiyaçların karşılanması doğrultusunda yapılanmadan ibarettir. İlk dönemlerdeki beslenme ve korunma amaçlı birliktelikler, üretim güçlerinin çeşitliliği ile beraber kendi içinde başlayan üretimin paylaşımındaki mevzileşmeye dönüşüyor. Daha sonraki süreçte de bu mevzileşme pay kapmaya, daha kolay ve daha rahat yaşamaya yöneliyor. Küçük topluluklarda bu yapının denetimi ve kurallaşması basit yöntemlerle çözülürken, toplulukların gelişmesi ve nüfus artımları, üretim ilişkilerindeki üretim biçimlerindeki ve araçlarındaki çoğalmalarla bilincin gelişimine paralel yeni oluşumlara yol açıyor. Bu akla hemen şunu getirebilir:
Daha küçük topluluklar aracılığı ile yönetim tarzları emek sömürüsünün önüne geçer mi?
Basit ama gerekli olan bu soruya yanıtımızı yine tarihsel süreç veriyor. Kendi iç dinamiği ile işlevselliğini tamamlamamış hiçbir yapılanma, bir üst örgütlenme sürecine kapitalizm var olduğu sürece giremez. Güçlü olan zayıf olanı yutar, himaye altında bulunan hiçbir toplum özgür iradesi ile hareket edemez. Bunlar var olduğu sürece de hiçbir toplumsal yapıda egemenlik toplumun ilerici güçlerinin elinde olamaz, emek güvence altına alınamaz.
Egemenliğin ilerici güçlerin eline geçmesi ile emeğin güvence altına alınacağını bilmemiz, bunun nasıl olması gerektiği konusunda ipuçları verse de çözümü tam olarak önümüze koymuyor. Hala kafamızda bu rotanın hangi doğrultuda yol alması gerektiği ile ilgili birçok kavramsal kargaşa var. Aşama aşama bunların içerisine girmemiz gerekiyor. İlerici güçler çözüm ararken karşısındaki cephede sürekli olarak bu oluşumun gecikmesini sağlatmak için her türlü olanağını kullanıyor. Onların elindeki sınırsız olanaklara karşılık bizim elimizde sadece tarihsel materyalizm ve diyalektik öğreti var. Bu öğreti bizler kadar onların da inceleme konusudur. Galiba dengesiz güç kullanımı olanaklar ölçüsünde en iyi tanım olarak bu durumda ortaya çıkar. İçinde bulunduğumuz yüzyıl, küreselleşen bir sermayeden bahsederken bunun dünya ekonomisini yöneten sermayedarların diğer sermayedarlar ile iç içe girmişliğinden bahsetmek en büyük saflık olur. Hiçbir egemen, egemenliğine gönül rızası ile güçlü olduğu bir süreçte ortak almaz. Sadece diğerlerini amacına ulaşmak için kullanır. Bu kullanım birçok amaca hizmet eder. Sadece kendi gücünü arttırmakla kalmadığı gibi aynı zamanda diğer güçleri de zayıflatma ve toplumu ile yabancılaşmasını sağlar.
İlk toplulukların oluşumundan bu güne sürekli olarak savaşımlar kendilerine yabancı olan topluluklar arasında olmuştur. Topluluk içi kavgaların da kökeninde çoğunlukla anlayışlardaki yabancılaşmalar yatmaktadır. İletişim ile bir araya gelen topluluklar yine iletişim ile yabancılaşarak bölünmüşlerdir. Tarih birbirlerine yabancılaşan kardeş prenslerin çıkar kavgaları ile doludur. Yabancılaşma tek başına bir kavga sorunu değildir. Yabancılaşmayı oluşturan kültürün üretim ile ilişkilenerek çıkar çerçevesine girmesi gerekmektedir.
Ana sermayeciler bunu son derece iyi bilirler ve bu doğrultuda toplumun kültürel ve siyasi yelpazesini genişletmek için her türlü çabayı gösterirler. Her fikir karşıtını doğurur ve her fikrin süreç içerisinde de beslendikçe taraftarları oluşur. Bu sadece ekonomide, felsefede veya siyasette değil yaşamın her alanında böyledir. Köpek severlerin karşısına her zaman için hayvanların yarattığı sorunları dile getirenler çıktığı gibi, farklı biçimlerde bu oluşumların alternatifleri de ortaya çıkar. Bu, bu insanların toplumda kendilerini farklı hissetmelerini, o guruba katılmayanlara karşı da yabancı gözü ile bakmalarını sağlar. Aynı olay hemşericilikte de böyledir. Gittiği kentte kendisini yabancı hisseden kişi hemşerileri ile kurduğu derneklerde sosyal yaşantısını bu yapının içerisine alarak kent ile bütünleşme emek değerinin savunulması yerine hemşericilik dayanışmaları ile kişisel rant çemberinin içine girer. Oluşturduğu derneğin nicel yapısını kullanarak sistemden nemalanma düşlerine girer. Bu yapılanma sistemin tehlikeli gördüğü emek eksenli örgütlenmelerine destek olmaması, fiiliyattaki köstekliği nedeni ile egemen güçlerin istediği oluşumlardır ve sistemden beslenirler. Bu tip bölgesel ve etnik yapılanmalar aynı biçimde meslek kuruluşlarının seçimlerinde de çalışmalarında da kendini ön plana çıkarır. Bu yapılanmalar ilerici olmaktan çok toplumsal örgütlenmelerin emek eksenli olmalarının önündeki sibop görevi yapan kurumlar haline dönüşmüştür.
Bu tip sivil toplum örgütlerinin çoğalması sendikal hareketlerdeki ivmenin düşmesi ile bağıntılıdır. Aynı zamanda mevcut siyasi partilerin de arka bahçeleri halindedirler, doğası gereği. Bu açıdan bakıldığında ulus bütünlüğü içerisinde, bölgeselciliğin ön plana çıkarıldığı yapılanma, özünde ilerici olamaz. Söylevleri taktiksel olmaktan öteye gidemez.
Ulusun oluşumundaki amaç birliği ve bu amacın gerçekleşmesi ve yapılanması sonrası egemenliğe hakim olan yapı ulusun niteliğini belirler. Üretim araçlarının üzerindeki mülkiyetin ulusal olması, ulusun diğer uluslar karşısında özgür iradesini koyabilme şansını vermesi açısından önemli ve gereklidir. Bu aynı zamanda ulusu oluşturan insan topluluklarının da üretim araçları üzerindeki hakkı, toplumsal yaşamda ferdin öz güvenine katkı sağlaması ve paylaşımda dengenin sağlanması açısından önemlidir. Burada karşımıza çıkan iletişim ve yabancılaşma olgusuna dikkat edilmediğinde sorunların oluşumu içinden çıkılmaz bir hal alır. Yabancılaşma, başlı başına bir konudur. Kısaca yabancılaşma derken neden bahsettiğimize tekrar dönelim.
İnsanoğlu oluşumundan bu güne toplumsal bir yaşam sürmüştür. Kan bağı ile başlayan ilk topluluklar süreç içerisinde genişleyerek, birbirlerine karışarak günümüze kadar gelmiştir. Bilinç geliştikçe ırk ve kan bağının önemi zayıflamış, süreç içerisinde de gelişmiş toplumlarda sadece bir asalet silsilesi biçiminde gereksinim duyanların kullandığı yönteme dönüşmüştür. Diğer taraftan ana paylaşımcılar pazarların denetimini daha kolay sağlamak ve karşı güç olarak gördükleri kesimlerin güç birleşimlerinin önünü kesmek için ulus topluluklarının parçalanmasına temel oluşturmuşlar, yabancılaştırma politikası olarak ırk olgusunu kullanmışlardır. On binlerce yıl süren, toplulukların oradan oraya göç ve savaşları, tekrar tekrar kurulup dağılan birlikler, bu süreçler içerisindeki kız alıp kız vermeler, hiçbir yapılanmanın ırki temeller üzerinde kalmadığının göstergesidir. Geçmiş dönemlerde oluşmuş olan devlet yapılanmalarında, halk kesimini oluşturan kesiminin kan bağı ile değil, farklı toplulukların bir araya gelmesi yoluyla olduğunu düşünecek olursak bu tespitin ne kadar doğru olduğunu fark ederiz.
Anadolu örneğini ya da Ortadoğu örneğini incelediğimizde, birbirine geçerek oluşmuş onlarca medeniyet saymamız mümkündür. Her birinin adı farklı farklı da olsa, buradaki halklar yeni katılımlar dışında aynı kalmıştır. Aksi biçimde her seferinde yeni gelen bir avuç insanın, bu bölgelerin ırki yapısını değiştirdiğini düşünmemiz mümkün olamaz. Bu kadar açık ve net olan bu yapılanmalarda, hala etnik köken deniyorsa, bu ısrarın arkasındaki maddi unsurlara göz atmamız gerekir. Bu, son tahlilde kime hizmet edecektir? Bu söylevlerin çıkış kaynağı ve amacı nedir? Maddesel ırkların on binlerce yıl boyunca kaynaşması göz önüne alındığında, sanırım bunun en önemli açıklaması pazar ekonomisinde daha etkin pazarlar oluşturmak, bunun için de ulus toplumlarını oluşturan yapılanmalar içerisinde çelişkiler doğurarak yabancılaştırma politikası izletmektir. Peki, bu nasıl yapılır? Yakınlaştırmayı sağlayan unsurların zenginliği ve bu zenginliklerin birbirine olan üstünlüğü tezi yöntemlerden biri olsa gerek. İletişim köprüsü olan dilin parçalanmasını sağlatmak, bunu yaparken de kavram oyununu iyi kullanmak.
Evlilikleri incelediğimizde iki farklı kültürden insanın bir araya gelerek kendi kültürlerini oluşturduğunu görürüz. İki kültürün de olumlu ve olumsuz yanları süreç içerisinde ailelerin karışmadığı süreçlerde harmanlanarak yeni bir kültüre gider. Bu, o ailenin ayakta kalmasını sağlayan unsurlardır. Ailenin bireyleri daha önce farklı dillere sahip olsalar da, süreç içerisinde ortak dil kullanılmaya başlarlar. Ortak dil, koşulların aile dışı ortamda da ihtiyaca en uygun olan dile döner. Bir Almanla evli olan Fransız, çocuklarının eğitim göreceği dile yönelik ev içi konuşmalarını şekillendirir. Diğer dilin de öğrenilmesindeki yararı göz ardı etmez. Mümkün olursa daha fazla dil öğrenmesi için çaba sarf eder.
Dil ihtiyaçların karşılanmasındaki, üretimin örgütlenmesindeki, tüketicinin bilinçlenmesindeki en önemli iletişim aracıdır.
Bir bebeğin ağlamasının nedeni en zor tespitlerden birisidir ancak onun ihtiyaçlarını ve vücut dilini bilen annesi sıkıntısını algılayabilir ve sorununa çare bulmada öncelikli olarak bir doktordan daha büyük katkı sağlayabilir. Aynı biçimde bir bebeğin muayenesinde doktorun en büyük yardımcısı iletişim köprüsü olan annedir.
İnsan hakları insanların temel hak ve özgürlüklerini mevcut bağlı oldukları topluluk kuralları dâhilinde kullanabilme yetkisidir. Bu nedenle insanın en doğal hakkı olan iletişim, yozlaştırıldığında ya da parçalandığında toplumsal yapı burada ilk zarar görendir. Farklı diller konuşan iki kardeşin birbirleri ile olan iletişimi ve paylaşımı ne oranda olur? Her toplumsal yapı yabancılaşmanın önünü almak için topluluğunun ortak, resmi bir dilde birleşmesini sağlatmakla yükümlüdür. Bu doğrultuda eğitimini vermek o toplumsal yapı dinamiklerinin asli görevidir. Ben bu dili öğrenmek, bu dilde eğitim görmek istemiyorum, düşüncesi toplumsal yaşamın bütünlüğünde ve sarmalında sadece kişiye yönelik bir zarar değil bütüne yönelik bir zarar olacağı için bu tip bir istem insan hakkı olamaz. O insanın toplumdan kendini soyutlamak isteği, toplumsal paylaşıma ters düşer. Tüm bu gerçeklere rağmen ana dilde eğitim söylemleri ulusal yapıdaki toplumlarda taban tabana toplum bireylerini insan olarak düşündüğünüzde toplumun içerisinde iletişimsizlikler oluşturma çabası olarak algılanması nedeni ile insan hakkına aykırı olduğu gerçeğini ortaya koyar. Kimsenin kimseye daha fazla dil öğrenmeyi yasaklayamayacağı gibi.
Bir başka açıdan baktığımızda da dil, iletişim ile birlikte kültürün oluşmasında önemli unsurlardan birisidir. Bu açıdan da dillerin özgün biçimleri ile korunması tarihsel bir görevdir.
Aileyi incelerken iki farklı kültürden insanın bir araya gelerek kendi oluşturdukları kültürde yaşamalarından bahsetmiştik. Çoğu ailelerin dağılmasında ebeveynlerin araya girerek, art niyetten uzak, yeni oluşuma kendi kültürlerini empoze etmeye çalışmalarının süreç içerisinde yeni ailenin dağılmasına neden olduğunu hepimiz yaşanmışlıklardan biliyoruz. Bununla ilgili hiçbir istatiksel kaynağa ihtiyaç duymadan hem de. Ama her nedense toplumsal yapıda, ulusun oluşum süreci içerisinde yeni oluşan ulusun da kendi kültürünü yaratmasını son dönemlerde asimilasyon olarak değerlendiriyoruz. Tarihsel süreçte oluşan hiçbir kültür, bir medeniyetin bir başka medeniyete has mirası olamaz. Bu miras tüm insanlığadır. Tarihsel materyalizm yaşamın toplumlar arası kaynaşma ve madde bilinç arasındaki devinim, beceri ve birikim aktarımlarının etkileşimli bir biçimde akışkanlıklarla günümüze geldiğini söyler. Piri Reis haritasını çizdi ise bunda pusulayı bulan insanın hiçbir etkisi olmadığını, ya da onu eğiten toplumun katkısı olmadığını söyleyebilir miyiz? Amerika’nın keşfi ya da olumsuz etkilerini, matbaanın gelişiminden sonra şeriatçıların “İstemeyiz! ” demelerine rağmen uzun bir süre sonra Anadolu’ya gelmiştir. Daha da derinlere inilirse, baskı yolu ile ilk kitap basımı M.S. 618-906 yılları arasında Çin’deki Tang sülalesinin eseridir. Konfüçyüs klasiklerini basmışlardır. 600’lü yıllarda ortaya çıkan bu keşfin Avrupa’ya geçişi 1430’lara rastlar. Bu uzun sürenin nedeni incelendiğinde görürüz ki, Çin’den Avrupa içlerine kadar uzanan yol güzergâhındaki oluşumlar, bu bölgelerdeki sonu gelmez savaşlar ve hâkimiyeti ele alan devletlerin bilime bakışı ve ticaret anlayışı, daha sonra Avrupa’daki rönesans ve reform girişimleri ile ortaya çıkan gelişmeler, Avrupa ticaretinin deniz yolunu kullanarak uzak diyarlara ulaşması, bu gelişmelerin geç de olsa mirasın taşınmasına aracılık etmiştir. Yine bu seyahatler, dünyanın bir tepsi üzerine konmadığını, gök kubbenin yuvarlak olduğunu belgelemişlerdir.
Tarihin kişilerle değil kişilerin madde düşünce gelişiminin devinimi ile ilgili olması ve bunun sadece bir topluma mal edilmesinin önündeki engel olması nedeniyle, tarihsel miras, toplumların değil tüm insanlığın mirasıdır. Bu nedenle de her türlü kültürel mirasa aynı oranda sahip çıkılması gerekir. Bu açıdan bakıldığında kültürün toplumları yabancılaştırmayacağı, yakınlaştıracağı bir olgu olması gerekirken, paylaşımcı güçler kültürü, şan ve şöhret biçimine dönüştürerek etnik kökenler arası fark yaratma istemlerinde kullanmışlar, yabancılaştırma politikalarından birisi haline getirmişlerdir.
Şan ve şöhret edebiyatı ilkel benliğin tatmininden öte bir olgu olamaz. Tarih boyunca fetihlerin o süreç içerisinde yaşamsal bir olgu olduğu gerçeğinin kabullenilmesi ve süreç içerisinde yaşanılanların hiçbir biçimde emek adına bir övünç kaynağı olamayacağı açıktır. Bu olsa olsa akla uygunluğun gözle görülen tarafından eğitimi olur.
Bu fetihlerin oluşturduğu yabancılaştırmaların, tarihin akışına nasıl sekteler vurduğu yine tarihin gizli kalmış sayfalarının içinde gizlidir. İbni Sina’nın Abbasiler’den kaçarak yerinden yurdundan olması bir yana, ortak çalışma arkadaşlarından uzaklaşması tıp dünyasındaki kayıpların; Galile’ye yapılan baskıların astronomi konusunda oluşturduğu olgular yabancılaşmanın, her şeyden önce akla uygunlukla yabancılaşmanın olumsuzluklarını ortaya koymaya yeterlidir sanırım.
Ulus kendi içinde yabancılaştıkça, sivil örgütlenme yapılanmaları da o oranda birbirlerine yabancılaşır. Yabancılaşmanın özünde yatan bilinç dışı yönlendirmeler ön plana çıktıkça, üretim ilişkilerindeki mevzileşme yerini yeni kavramlara bırakır. Yeni üstünlük arayışları ve tezleri ekonomik hak aramaktan öte etnik (ırk, din, mezhep, bölgeselcilik) sentezlere ve sorunların ana unsurları yerine detaylarında boğulmaya dönüşür. İnsanların temel arzuları olan üretimin karşılığı olarak ailesel ortamda gelecekten korkmadan yaşama arzusu bu süreçte detaylar içerisinde oluşan yabancılaşmalarla empoze edilmiş, bu arada ulusun oluşumundaki özgür düşünceden uzaklaşmış, kopmalarla ana sermayecilerin yemi haline dönüşmelerine neden olunmuştur.
Dil konusu dendiğinde sürekli olarak anadilde eğitim denir, bunun nedeni nedir?
Dil iletişim araçlarının en temel unsurudur. İnsanlık gelişiminin kırılma noktalarından en önemlisinin de, ayağa kalkışından sonra, gırtlak yapısı olduğunu belirtmiştik. İnsanlar, heceleri birleştirip konuşma dilini oluşturduktan sonra, gerek avcılıkta ve gerekse komşu topluluklarla olan ilişkilerinde örgütlü bir hal alırken erkin yapılanmasında da bu, büyük önem taşımıştır. İletişim, gerek üretimdeki iş bölümünde, gerekse de paylaşımda olduğu kadar, mübadele ve ticaretin gelişiminde de önemli rol oynamıştır. Devletlerin güçlenmesindeki en önemli unsurlardan birisi olan ticaretin, üretim ve hammadde kaynakları kadar bu ticareti gerçekleştirdikleri topraklardaki dilleri bilmek de bir o kadar iletişim için önemliydi. Yemen’de kurulan ticarette çok ileri giden, ticaret yolları olan Kızıldeniz’de uzun süre üstünlük sağlayan bu topluluğun dil yapısı incelendiğinde kendi çivi yazısı yerine bir süre sonra Fenikelilerin ebced harflerini kullandıklarını görürüz. Bu sayede gemicilikte ileri giden ve daha çok ülkede kabul gören dillerin öğrenilmesinde kolaylıklar sağlanması, ticaretlerinin de daha ileri aşamaya geçmesini sağlamıştır. Main devlet yapısı incelendiğinde gelişiminin, diğer devletler gibi savaş yolu ile değil ticari ilişkilere dayalı bir yapılanmasının olduğunu görürüz. Kızıldeniz’deki ticari yolu ellerinde tutmaları, savaşçı bir toplum olmamakla beraber güçlü devlet olduklarının da belirtisidir. Yemen’de bulunan kazılarda bu devletle ilgili çok az bilgi olmasına rağmen, Sümer, Bizans ve bu dönem yaşamış medeniyetlerinin kalıntılarına bulunan tabletlerde sıkça rastlanır. Dil, iletişim aracı olması nedeni ile bir örgütlenme aracı vazifesi görürken aynı zamanda da kolektif üretimin oluşmasındaki temel araçlardan birisidir. Kültürün oluşması ve gelecek kuşaklara aktarımı da dil yolu ile olur.
Bu açılardan bakıldığında egemenlerin en fazla üzerinde oynayacakları yapı dildir. Ulusal yapılanmalarda aynı topraklar üzerinde yaşamanın getirdiği şu ya da bu biçimde ortak kullanılmış bir dil her zaman mevcut olmuştur. Uluslaşma süreci içerisinde çıkarlara ve tüm topluluklara hitap edecek ortak bir dilin kullanılması ve bu dilin resmiyet kavuşması ulusun kaynaşması ve yakınlaşması için gereklidir. Bununla birlikte bu dilin ilk dönemlerde ulaşamayacağı bölgelerdeki insanların süreç içerisinde yaşayacakları sıkıntılarda ve yabancılaşma duygusu da kaçınılmaz olacaktır. Bu durum uluslaşma aşamasında kaçınılmaz bir olgudur. Eğitimde kullanılacak dilin tek bir dilde birleşmesi toplumun yakınlaşmasına neden olacakken bunun kargaşaya dönüşmesi dil üzerinde yapılan sürekli yanılsılatmaların ürünüdür. Elbetteki farklı dillerde de resmi eğitimin olması ulusal yapıyı bozmaz ama toplumların iletişiminde ve örgütlenmesinde doğacak yabancılaşmanın, toplumların çıkarına olmayacağı, tam tersi yabancılaşmanın getirdiği ortamdan yararlanmak isteyenlere yarayacağı kaçınılmaz bir gerçektir.
Artık çağımız bilgi çağıdır. Bilgiye ulaşmak, sistemli bir eğitim ve çok dil öğrenme çağıdır. Anadilin korunması adı altında dilden koparılma çağı başlamıştır. Kökten türetilen değil, üretilen birçok kelime dağarcığımıza girerken, hem geçmişimizden hem de diğer dilleri konuşan toplum yapılanmalarının gelişiminden hızla koparılıyoruz. Bunları masum istekler olarak değerlendirmek, liberalizm gerçeğini göz ardı etmek olur.
Bu ön bilgiden sonra, ana dilde eğitim, denen olgunun altında yatan gerçeğe baktığımızda uluslaşmış, kaynaşmış toplum içi etnik yapılanmaların yabancılaştırılması ve parçalanması zihniyetini çok rahat görülür. Yunanistan örneğini ele aldığımızda Yunanistan’da yaşayan birçok etnik yapının eğitim sistemini resmi dilin dışına çıkararak ana dile çevirdiğinizde, en az beş farklı dilde eğitim vermesi gerektiği zorunluluğunu kabul etmemiz gerekir. Bu eğitimi vermenin bir de alt yapı sorunu vardır. Sadece kitapların basım işlemleri değil, bu konuda müfredat ve bu müfredatı uygulatacak örgütlenme sorunu, bununla da kalmayıp ürün etiketlemesinden ekonominin her alanına yansıyan çığ gibi büyüyerek tekrar halkın üzerine vergi yükü olarak gelecek masraflar bütünü. Yüzeysel olarak bakıldığında masum, doğal bir insan hakkı gibi görünen tümce, bağrında sömürü mekanizmasının bir canavarını gizlemektedir. Bunun, içerisine daldıkça daha da net göreceğimiz bir aldatmaca olduğunu fark ediyoruz.
Elbette ki bu değerler parasal yapılandırmalarla değerlendirilemez ancak toplumun iletişimi ve kaynaşması için gerekli olan alt yapının oluşturulmasında iktisadi hesaplar toplumsal yapının felaketi ile sonuçlanır. Buradaki konu, yakınlaşma ve bu yapının korunmasındaki unsurların hedeften uzaklaştırılması için ortaya atılan tezlerin, akla uygunluğunun gün ışığına çıkarılması doğrultusunda örneklemedir. Her kesim içinde bulunduğu sınıf yapılanmasının veya bilinç düzeyinin ışığında konuya bakarak saffını belirler.
Kişi, çelişkinin üretim araçları mülkiyetinde, bu nedenle de emek ekseninde konuya bakıyorsa, her türlü emekçi birlikteliğinin yabancılaştırılmasına karşı bir duruş sergilemek zorundadır. Konuya bölgeselcilik ve kümeleşmelerden elde edeceği menfaat gözü ile bakıyorsa, menfaatine hizmet edilecek çerçeve ile bölgesel değerlendirme açısı ile bakmış olur. Yugoslavya’nın ulus yapısının bölgeselciliğe kayması neye hizmet etmiştir? Bugün Gürcistan örneğinde olduğu gibi. Irak’ın üç parçaya bölünmesi neye hizmet edecektir?
Ulusların kaderleri yerine üreten halkların kaderi dersek ne demek istediğimizi daha net anlatmış oluruz sanırım. Ulus, aynı topraklar üzerinde yaşayan toplulukların birleşmesidir, halk ise devletlerin üretici gücüdür.
Halkı daha açık nasıl ifade edebiliriz?
Yaşam içerisinde direkt olarak üretimde bulunan, emeğini, bilgisini ortaya koyan toplumun tüm katmanlarıdır halk. Yani pazarcısı, esnafı, işçisi, öğretmeni, mühendisi, doktoru, öğrencisinden oluşan insan toplulukları. Bir başka deyişle sınıflı toplumlarda emeği sömürülen her birey, halkı oluşturur.
Bu arada kültürden hiç bahsetmedik.
Halkın üretim ilişkilerine dayalı olan ve geçmişten gelen kültürel aktarımlarla birlikte yaşam tarzında oluşan ve oluşturulan kurallar dizisi kültürü oluşturur ve şekillendirir. Her egemen, mevcut erkinin korunmasında yaşam tarzının önemini bilmesi nedeni ile kendi varlığını devam ettireceği anlayışı topluma verir. Kültür bu nedenlerle sınıfsal içeriklidir. Örf ve adetlerden güzel sanatlara kadar her şey egemenin denetimindedir. Tarihsel sürece diyalektik olarak baktığımızda görürüz ki, anaerkil süreç ile ataerkil süreçte, ikisinin de ilkel olmasına rağmen farklı yaşam biçimleri ve ahlak anlayışları vardır. Yerleşik düzene geçildiğinde miras kavramının ilk ortaya çıktığı toplumlarda yakın akraba evlilikleri, mirasın bölünmemesi için mecbur kılınırken, farklı yapılanmalarda nüfus genişlemesi, güç pekiştirilmesi ve kaynaşması için yasaklanmıştır. Başlık parası kimi toplumlarda kadınların pazar değerini oluştururken kimi toplumlarda drahomaya dönmüş durumdadır. Özüne inildiğinde bu oluşumların tamamına yakınının baştan aşağı empoze biçiminde oluştuğunu görürüz. Büyüğe saygı, özünde güçlüye saygı biçimindedir.
Feodal yapının oluşturduğu üretim ilişkilerindeki yapılanmalar ağa-serf ilişkisi, baba-oğul ilişkisinden farklı değildir. Ağanın despotluğu ya da hoş görüsü marabasının aile içi davranışlarına yansımaktadır.
Bu durum kapitalist üretim ilişkilerinde yapısına göre şekil değiştirse de özünde farklı bir fiil değildir, algıladığı biçimde yaşam tarzıdır.
Kültür toplumsal yaşam biçiminin yansıması olarak algılandığında, toplumsal yaşamın oluşan ve oluşturulan şekillenmelerin özünde yatan üretim ve üretici güçler ilişkisinin kültürü de biçimlendirdiğini görürüz. Dil iletişimden kaynaklanan bir alt yapı unsuruyken, kültür bu özellikleri ile bir üst yapı sorunudur. Her egemen, kendi kültürünü empoze eder, kimi zaman yasalarla kimi zaman ise elindeki olanakları kullanarak alıştıra alıştıra. Amaç aynıdır: Sistem içerisindeki dengelerin egemen anlayışına göre toplumu yönlendirmek.
ÖZGÜRLÜK
Ulusun oluşumunda özgür düşünce ile ortak oluşturulan gayeden bahsetmiştik. Ulusal hareketin ilerici olabilmesi için, özgürlük kavramı da çoğu zaman karıştırdığımız konulardan birisidir. Özgürlüğü tanımlarken insan oğlunun toplumsal bir düzen içerisinde yaşadığını ve bu etkileşim sarmalından dolayı her zaman yaptığı herhangi bir hareketin toplumun diğer üyelerinden bağımsız olamayacağı gerçeğini unutmamalıyız.
Özgürlük dendiğinde soyut gibi görünen bu kavramın derinlerine indiğimizde üretim araçlarının mülkiyetinin oluşturduğu sistemlerden kopuk düşünülemeyeceğini görürüz. Düşünce özgürlüğü derken, düşüncenin insanın toplumsal çevre koşulları ile edindiği birikimlerin aracılığı ile maddesel olguyu soyutlama refleksi olduğunu söyleyebiliriz. Şartlı ya da şartsız olması bunu değiştirmez. Düşünce fiiliyata geçirilmediği sürece kişiye aittir. Bunu, kişi söze, yazıya ve eyleme döktüğü an toplumsallaşır ve etkileşime girer. Bu açıdan bakıldığında düşüncenin özgürlüğünün kısıtlanmasından bahsetmemiz mümkün olamaz. Düşüncenin yayılması ve eyleme dökülmesi fiiline gelindiğinde, bu, mevcut toplumsal yapılanmanın, egemen yapılanmasının konumu ile ilgili olduğu kadar toplumun hazırlanması ile de ilgilidir. İnançları güçlü bir kesimin yanlış inanç içerisinde olduğunu düşünebilirsiniz. Bu düşünceniz doğru da olabilir ama bunun değişimini sağlatmak için seçeceğiniz yöntem, özgürlüğün sınırlarını belirler. İnanç yapısı toplumsal gelişmenin önünde engeller oluşturuyorsa öncelikli görev o engellerin kaldırılmasını yabancılaşmadan sağlatmak olmalıdır. Bu inancın inkarı, saçmalığını vurgulamak ve sergilemek o inanca sahip toplulukların yabancılaşmasına, diğer kesimlerin de onlara yabancılaşmasına neden olur. Yabancılaşmanın başladığı yerde özgürlük kısıtlanır. Bilginin doğruluğu ve eğiticiliği fanatizmin oluşması ile değerini yitirir. Bilgiye ve doğruya olan saygı, yerini gurubun ortak çıkarlarını koruma güdüsüne bırakarak sorumluluk anlayışındaki değişim kişilerin özgürlük anlayışını topluluklarının güdümüne sokar ve diğer kesimlerin özgürlükleri önünde engel oluşturduğu yargısına neden olur. Bu tip ortamların yaratılması genelde ekonomik örgütlenmelerin alt yapısı egemenin çıkarları doğrultusunda şekillenir.
Kişinin istediğini alabilme ve istediği yere gidebilme, istediği biçimde yaşayabilme özgürlüğü ancak onun ekonomik yapısının bunu gerçekleştirebilecek biçimde olması ile mümkündür. Çoğu zaman bu da yetmez. Ekonomik yapı ile sosyal edinimlerinin de buna uygun olması gerekir. Müzik dinleme isteği, dans ya da halay çekme isteği gibi.
Özgürlük, özgür olmak isteği ile gerçekleşmez. Bunun için gerekli olan bir alt yapı kadar üst yapının da buna uygun olması gerekir. Bunun dışında özgürlükle ilgili hiçbir alt yapı çalışması olmadan bir ulusun özgürlüğünden bahsetmek, kandırmacadan öteye gidemez. İktisadi, sosyal ve kültürel özgürlüğe kavuşmayan bir toplum özgür olamaz. Özgürlük bireysel ya da parçasal olamaz, bir bütündür ve ancak bütünsel hareketlerle gerçekleştirilebilir.
Özgürlük toplumsal yaşamın oluşturduğu kurallar çerçevesi içinde bir davranış biçimidir fakat bu davranışların gerçekleştirilebilmesi belirttiğim gibi birbirinden kopuk alınamayacak kadar birbirine girmiştir. Devlet yapılanmasının ve egemen yapılanmanın dolayısıyla üretim güçlerinin direkt olarak konunun içine girmesine neden olduğunu görüyoruz. Toplum üyesinin özgürlüklerinin sınırı bir yerde egemen yapının çıkar ilişkisi ile bu temele göbekten bağlılığı ve bu kesimin sınırlaması çerçevesinde olmasına neden oluyor. Özgürlük için egemenliğin önemi burada çok açık net bir biçimde ortaya çıkıyor.
Özgürlük aynı zamanda sorumluluğu da kapsamaktadır. İnsan davranışlarında toplumsal yaşam gereği biri diğerinden bağımsız değildir. Davranış biçimlerinin bu nedenle diğer fertlere karşı bir sorumluluk içerisinde yapılması görevi vardır. Ortak olarak kullandığı yolun, okulun, yaşadığı apartmanın yıpratılmasına, bakımına sırtını dönemeyeceği gibi, yanlış yapılan bir eyleme karşı da kayıtsız kalması yine kendisine olumsuzluk olarak dönecek olması nedeni ile kendi davranışlarında da bunun farkındalığını ve sorumluluğunu bir görev olarak algılama zorunluluğu vardır.
Buraya kadar olan kesimde sürekli olarak çelişkilerin egemenlik olarak ortaya çıkmasının rastlantısal bir olay olmadığını, tamamen egemenlik sorunu yani devlet sorunu olduğunu, devletin yapısı ile direkt ilişkili olduğunu açıkladık. Sorunu yaratan biçimin çözümününse devlet biçiminde yattığı kaçınılmaz bir gerçektir.
Devletin yapısı bu durumda ön plana çıkıyor. Devlet, egemenlerin toplumsal düzeni sağlamak ve çıkarlarını korumak için oluşturulmuş bir hiyerarşik yapılanmadır. Devletin ortaya çıkışı, yerleşik düzenle birlikte nüfus artımının ve erkin direkt talimatları ile egemenliğini kurmuş yapının çıkarlarını koruyamaması sonucu yapılanmıştır. Küçük bir zümrenin büyük çoğunlukları yönetebilmesi ve denetleyebilmesi, üretimden payını alması için bürokratik ve militarist yapısı ile süreç içerisinde şekillenmiştir. Bu açıdan bakıldığında uzlaştırıcı değil, kural uygulayıcı nitelik taşır. Tabandan değil, egemenler aracılığı ile tepeden aşağı dikte yöntemi ile oluşur. Bu karakteristik özelliğini de, sınıflar var olduğu sürece devam ettirecektir. Bu nedenle devlet egemenin siyasal iktidarıdır. Egemen sürekli olarak bu iktidarın güçlenmesi, egemen olmayan güçler de değişimi için mücadele ederler. Bu mevcut çelişki devlet yapılanması, uzlaştırma değil, egemenin egemenliğinin pekişerek derinleşmesi doğrultusunda hareket eder. Kimi zaman güce başvursa da, daha çok toplumun geneli için varlığını sürdürüyor izlenimi ile elinde tuttuğu medya ve aydın kadro, eğitim sistemi gibi olanaklarla yaptığı kültür dejenerasyonu ile yabancılaşmayı körükler. Emek eksenli mevcut çelişkiler doğrultusunda örgütlenmenin önüne engeller koyarken, yaratmış olduğu katmanlar içi çelişkileri körükleyerek dikkatleri buralarda toplar. Kimi zaman din eksenli, kimi zaman vatan-millet eksenli, kimi zaman da dil eksenli oluşumlarla katmanlar içi kargaşalıkların oluşumuna aracı olur. Bu oluşturulan kargaşalıklar, katmanlar arası ve katmanlar içi çelişkilerin de keskinleşmesine ve yabancılığın artmasına neden olurken, özgürlüklerin de önündeki uzlaşıcı ortamın kalkmasına engeller koyar. Devlet uzlaşı sağlayıcı bir kurum değil, bir yürütme organıdır. Egemenin oluşturduğu yasaların uygulayıcısıdır.
Bu düzlemde lafı hiç esirgemeden şunu söyleyebiliriz: Özgürlük egemenliğin olduğu yapılanmalarda, egemenin sınırladığı ölçülerde hareket edebilme serbestisidir. Bu durumda kimse, özgür değilim, diyemez. Özgürlük iş ve sorumluluk paylaşımındaki sosyal haklar olması nedeni ile sorumlulukların bilincinde olmayan bir toplumun özgürlük bilincinin de geliştiğini düşünmek mümkün olamaz. Sadece egemenin kendine verdiği anlayış çerçevesi içerisinde daha fazlasını istemenin dışına çıkamaz. Konu, burada anlayış olarak kilitlenir. Egemen, onun önünde işçinin sendikal hakkının bir sermaye düşmanlığı olduğu kavramını empoze ettiyse ve sermayenin bağışları ile fakirin doyduğu, okulların, camilerin, yurtların yapıldığı imajına soktuysa, sermaye düşmanlığının, inanç (Din) düşmanlığı olduğunu empoze etmişse, burada sendikal faaliyet yürütmek özgürlük olarak algılanmaktan uzaklaşır. Ekonomik örgütlenme haklarından uzaklaşan toplumsal yapı, buna göre hak politikasını örgütsüz yapıya kabul ettirmesi sonucu, sosyal yaşamdaki konfor isteğini gerçekleştirebilme özgürlüğü, çalışanın elinden zora başvurmadan alınmış olunur. Herkes seyahat edebilir, yazlık sahibi olabilir, işletme açabilir. Tabi ki ekonomik gücü var ise.
İnanç olgusu, yasalarla şekillendirmeye gidilmese de, toplumsal yönlendirmelerle, şartlı reflekslerle yasaklamalar oluşturur. Dinde zorlama yoktur ama ben oruç tutuyorsam herkes tutmalı, tutmayan kafirdir, atalarımın Viyana kapılarına dayanan şanlı tarihini ganimet ve baç ekonomik anlayışı ile nasıl değerlendirerek küçük düşürürsün, baskısı ortaya çıkar. Bu baskılar, örgütlenmelerinin gücü oranında giyim kuşama müdahalelere kadar gider. Bu tip her olay toplum içi bireylerin birbirlerine yabancılaşmasını körükler ve yakınlaşmamalarının sonu ile başlayan süreçte, hak isteme çerçevesinde örgütlenememeler, otoritenin tam bir hükmüne girmeye dönüşür. Bu tip yapılanma adı ne olursa olsun ulus kimliği olmasına rağmen ümmet anlayışına dönüştür.
Şartlı refleksten kasıt nedir?
Şartlı refleksten kasıt, insanların doğal davranışlarının dışında, daha önceden koşullandırılması olayıdır. Bunun yapılması için birçok yöntem kullanılır. Kimi zaman ceza ve ödül olduğu gibi, kimi zaman da empoze edilen bilgilendirmeler söz konusu olur. Üretim araçlarının sahibinin izni olmadan kendi yararına kullanma ahlak dışıdır, güdülmemesi buna örnek verilebilir. Kan davalarındaki geleneksel anlayış, ya da beslenmek için iş, aş isteğinin ne kadar haklı olursan ol, militarist güçler tarafından şiddetle bastırılacağını düşünmek, bu hakkın talebinde dahi yaşayacağın olumsuzluklardan korku, istemler için örgütlenmeyi ve mücadeleyi olumsuz hale getirir.
İstanbul ve Ankara’da tiyatro oyuncularının sokak gösterilerinde, 1980’li yılların sonlarında, nazi elbiseleri giymiş oyunculara, sokakta herkes yere yatsın, komutu, herkesi yere yatırmaya yetmiş durumdaydı. Soranların kimliğinden çok, sesin otoriterliği yetiyordu. Benim kim olduğumu biliyor musun, sorusu birçok yasanın üzerine çıkıyor, tüm kapıları açıyordu. Şartlı refleks derken kişinin veya toplumun güdülmeye hazır bir hale getirilmesi olgusundan bahsederken kastettiğim olay bunlardı. Ordunun vatan için savaşa götürüldüğü söylenerek oradaki kahramanlıkların ön plana çıkarılarak, Kore neresi, vatan neresi, sorularının bilinçte oluşmamasını sağlamak, kişilerin ve toplumun şartlandırılarak gözle gördükleri, duydukları doğrultusunda daha önceden kendilerine sunulan çerçeve içerisinde tepki vermesini sağlatmaktan başka bir şey değildi.
Özgürlük bu durumda yapmak istediklerinizi yapmak olmuyor sonucu çıkmıyor mu?
Özgürlüğün yapmak istediklerinizi yapmak olabilmesi için, her koşulda yaşama ve yaşam içerisindeki kurallara sorumlu ve saygılı olarak davranışları biçimlendirmek gerekir. Burada önemli olan kural ve sorumluluk bilincidir.
Kuralların ve sorumluluğun egemenler tarafından oluşturulduğu toplumlarda ki bu sınıflı tüm toplumlardır, egemenin kuralları çerçevesinde hareket olduğu açıktır.
Bu durumda özgürlüğün bir anlamı kalmıyor gibi!
Bu, yanlış bir düşünce! Özgürlüğün sınırlarının belirlenmesinde ulusun tamamının belirleyebilmesi için egemenliğin kimde olması gerektiği ile ilgili mücadele sorumluluğunu hissederek hayata geçirme olayını gündeme getiriyor. Yani, özgürlüğün sorumluluk duygusu ile özdeşliğini.
Sorumluluk duygusu olmadan özgürlük gerçekleşemez.
Egemenliğin kayıtsız koşulsuz ulusta olmasını istemenin özünde yatan neden bu olsa gerek…
Bu durumda sınıflar ne oluyor?
Sınıfsız bir toplum isteminin gerçekleşebilmesi için, devlet yapısının aşama aşama ortadan kalkarak, egemenlik olgusunun bitirilmesi gerekmektedir. Binlerce yıllık kültür ve bilgi mirası, yeni yapılanmada uzun bir süreci gerektireceğinden ve gelişen hızlı teknolojinin buna ne kadar katkı sağlayacağı bilinmediğinden, bu süreci geçerken nasıl bir yöntem uygulamalı, sorusu en büyük tartışma konularının başındadır. İlk aşaması sosyalist toplum olan komünist toplum, sınıfsız toplumdur. Yani sınıfsız toplumdan önce çözümlenmesi gereken konu egemenliğin ortadan kalkacağı yapılanmaya gidiş yolu olan sosyalizm aşamasının nasıl çözümleneceğidir. Yerleşik toplumsal yaşama geçişten bu yana, egemenlerin oluşturduğu emek sömürüsüne dayalı kültür mirası nasıl reddedilecek? Basit gibi görünen karmaşık yapı budur. Direkt olarak üretime ve paylaşıma dayalı oluşmuş bu kültür, yine bu alt yapıdaki değişim ile üst yapının da yeni ilişkilere göre yapılanmalıdır ama tarih bizlere göstermiştir ki, her etki kendi tepkisini doğurmuştur. Her zorbalık, içinde karşıtını doğurmuş ve onun tarafından yok edilmiştir. Bu düzlemde basitçe sorunun yanıtına gidecek olursak, sistematikleşmiş egemenlik olgusunu, yine bir başka sistematikleşmiş yapı çözümleyecektir. Çözümleyecektir çözümlemesine de, bu sistematik yapının da bir çekirdeğinin olması zorunluluğu, kalıplaşmış devlet anlayışının yok olması düşüncesinde, devletin ad değiştirmesi olarak çağrışım yaptırmıyor mu?
Bu düzlemde Bolşevik anlayışına bakıldığında Sovyetler’de oluşan proletarya diktatörlüğü çökmüştür. Çöken sosyalizm değil Bolşevik anlayışıdır. Bolşevik yönetiminin baskıcı ve kısıtlayıcı yaklaşımı, etkinin tepki ile karşılaşması ve dış güçlerin negatif desteği ile çöküşünü getirmiştir. Bu sadece Bolşevikler için değil tüm dünya üretici güçlerinin sorunun nedenlerini çok yönlü araştırma sorumluluğunu ve görevini vermiştir bizlere.
Egemenin sınırlamaları ve yönetilenin çözümde sıkıntıları beraberinde mutlaka metafizik çözüm arayışlarını getirir. Bugün bu dağılmış ülkelere baktığımızda, hızla dinsel bir yayılmanın varlığını görürüz. Bu, insanların bilimsel bir eğitimden geçmediği anlamını taşımaz. Yaşama yabancılaşmanın ve kaynaşma mesafesi ile oluşan kopukluğun yerini doldurma isteğidir. Özenti güdüsünün sisteme zarar vereceği düşüncesi ile oluşturulan koruma çabası ve sınırlaması sonuçta sisteme en büyük zararı vermiştir. Günümüz insanlığı artık sadece temel beslenme ihtiyaçları ile yetinemez, aynı zamanda yaşam konforunu da isteyecektir. Bu burjuva sınıf anlayışlığı ile değerlendirilemez. Onu hak edeceği üretimi yaptığı sürece sağlama konforunu da geliştirme hakkına sahip olması gerekir. Sorun insanın yaşam konforunu yükseltmesi değil, bunu yükseltirken kullandığı yöntemlerdir. Emek sömürüsünden uzak bir yapılanma içerisinde toplumsal yapıya ve dengeye zarar vermediği, katkıda bulunduğu sürece bu onun en doğal hakkıdır.
Amatör bir sporcunun müsabaka kurallarına uygun olduğu sürece spor aletleri üzerindeki geliştirici çalışmasının karşılığını diğer sporculardan farklı olarak alması kaçınılmazdır. Burada ne yapılması gerekir? Bu geliştirme olayı kurallara uygun olması nedeni ile sporun ve toplumsal gelişmenin önünü açacakken, bunun yaratacağı ayrıcalıktan dolayı kısıtlamamız mı yoksa bunu diğer sporcuların da kullanabileceği biçime getirmek mi olmalıdır tavrımız? Tabi ki ikinci seçenek olacaktır ve sorunun da özü burada başlayacaktır. Bu gelişmeyi yaratan sporcu ile diğer bu haktan yararlanacak sporcular arasında bir farkın oluşup oluşmaması sorunu, bu gelişmeyi sağlatan kişinin yaşam konforuna olumlu etki yapmayacaksa buna neden devam etsin, sorusunu getiriyor aklımıza.
Bu bir kültür sorunudur, kültür devriminin tamamlanması ile ortadan kalkar, düşüncesi insanın egosuna takılır. İnsanın egosunda çözümlenemeyecek, canlının oluşumundan bu yana alt yapısını oluşturan temel sahiplenme duygusunun özüdür.
Yani özgürlüğünün biçimleniş temelidir.
Özgürlüğün önü kesildikçe yaşamın da önü kesilir. Özgürlüğü tanımlarken sorumluluk duygusundan kopuk tanımlamak mümkün değildir. İnsan önce kendisine, sonra da en yakınından başlayarak tüm yaşama karşı sorumludur. Sorumluluğunu taşımadan yapılan fiili özgürlükle karıştırmak bir yanılgıdır.
Şartlı refleksten bahsederken din olgusu tam açılmadı gibi…
Din, insanların çözümsüzlüklerinde ve zayıf olduklarını hissettiklerinde sığınmak için buldukları yöntem olarak başlayan olgudur. Süreç içerisinde erk tarafından fark edilerek, sistemin çalışmasında kullandığı bir araç haline dönüştürülmüştür. Gelişim ile birlikte çözümlemeler birçok dini inanışın sonunu getirirken, egemen güçler ya da egemenlik oluşturmak isteyen güçler, sürekli olarak toplumları yönlendirmede insanın bu yapısını kullanmışlardır. Ayırt etmeksizin, kitaplı ve kitapsız tüm dinler, tanımlanamayan veya tanımlanmayan güce zorunlu itaati emreder. Güç sürekli olarak egemendedir. Bu nedenle de egemenin haklarını korur. Bunun aksinin, öteki dünyada mükâfatı ve cezasının varlığından bahsedilse de, isyankârlıklarda ve kuralın dışına çıkışlarda çoğu zaman bu dünyada cezalandırılması gerçekleştirilir.
Genel anlamda ortaklaştıkları kurallar, bulunduğun duruma şükretme, kader Allah’tan sayıp ona razı olma, yaratılışın kökeninde insanların farklı yaratıldığı, hakkın olarak sana sunulandan fazlasını istememe, yaratanın işi ile ilgili fikir yürütme…
Bu şartlanmalarda emeğin sömürüsünün yasallaşmadığını söylemek mümkün mü? Durum böyle olunca egemenin en fazla sarılacağı koz elbetteki din olacaktır. Misyonerlik faaliyetlerinin özünde de tüccar devletlerin bunu finanse etmesinde de bu yatar.
Sana sunulan kadarı ile idare et, kaderine razı ol, bunun böyle olmasını tanrı istedi, eğer tanrı isteseydi seni farklı yaratırdı…
Tanrı istekleri ile başlayan algılama düşünce üretmenin de önüne bir engel oluşturur. Kişi kendine ve yaşama yabancılaşarak robotlaşır, kendisine verilen görevleri bir insan olarak değil yaratıcısının istemlerini yerine getiren bir makine gibi yapmaya başlar. Bu tüm acımasız ortamın tetikleyicisidir.
Binlerce yıl din adına yapılan savaşların ardında yıllar sonra egemenler arası bir paylaşım olduğunu görürüz. Bilimin, medeniyetlerin yok edilişlerini ve tarihsel sürecin bu yolla geciktirilişini, dinsel rejimlerle yönetimlerin iç ekonomik yapılanmasına bakıldığında görürüz. Ki geri kalmışlıkla beraber sınıf farklılıklarında büyük uçurumların olduğunu, dünyanın en zengin soylu insanlarının ekonomi dergisi Forbes’in yapmış olduğu araştırmaya bakıldığında Ortadoğu, Afrika ve petrol ülkelerinden çıktığını, oranın genele konduğunda her üç kişiden birisinin Arap şeyhi olduğu görülüyor.
Arap ve Afrika ülkelerinin batıyı, soylu zenginliklerinde geçerken yine aynı ülke insanlarının yoksullukta da batıya el açmış ve açlıktan kırıldıkları gerçeği ne gariptir!
Din olgusunun kadere razıcılığının getirdiği düşünce üretme özgürlüğünün önündeki engelin oluşturduğu ortam ne gariptir!
Batıdaki insan, emeğinin çalınmasının bir kader olmadığını düşünerek, laik ortamda sağladığı kısmi düşünce özgürlüğü ile direnerek haklarının bir kısmını alırken bu ülkelerde, kadere razıcılıkla suskunlukları, verilenle yetinmeleri egemenlerin daha da acımasız soygunlarını oluşturmuştur.
Özgürlük basit bir tanımlama ile sınırlı değilmiş!
Özgürlük kavramı toplumsal yaşamın en bağıntılı ve geniş kapsamlı konusudur. Tek bir fiili kendi başına alarak değerlendirme yapamayız.
Tüm bu birbirinden farklı oluşumlar gibi görünen yapılar, özünde üretim araçlarının gelişimi ile beraber üretim ilişkilerindeki şekillenmeler doğrultusunda on binlerce yıl süren bir yapılanmanın ürünüdür. On binlerce yıl sürmüş ve kültür mirası olarak günümüze genişleyerek gelmiştir. Binlerce yıl süren üretim ilişkilerindeki nicel birikimler üretim araçlarındaki gelişimin sıçramaları ile birlikte toplumsal yapıda da benzer sıçramalara neden olmuştur. İnsan topluluklarının üretim tarzındaki ortaklaşa hareketleri nüfus artımları ile birlikte basitten karmaşığa giden paylaşım sistemini yönlendirirken, oluşan yönetim erkinin, erki, kendi ve kendisine yakın oluşturduğu ayrıcalıklı kesim için yaşam konforuna yönelik kullanmaya başlaması ve yerleşik düzenle birlikte devlet mekanizması ile gücü kontrolüne alması ve bu gücü üretim ilişkilerinde kullanım biçimi topluluk yapılarının üretim araçlarındaki konumlanmalarına göre toplumsal yapıları ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle insanı incelemek, yönetim biçimlerini, zorunlu olarak üretim araçlarını ve mülkiyet hakkını, bu nedenle de devlet örgütlenmesinin de ayrıntılarını incelemeyi zorunlu hale getirir.
Üretimin nüfusla beraber artımı ve çeşitlenmesi, teknolojinin kullanımı ile birlikte ihtiyaçların doğallığın dışına çıkması, insan yaşamında çok farklı ihtiyaçları da beraberinde getirmiştir. Bu ihtiyaçlar temel olmasa da günümüz insan yaşamının önemli bir yerini tutmaktadır. Yaşam konforunda geriye dönüşün olması beklenemez. İlk insanın üretim ve paylaşımındaki sanayi devrimine kadar uzatacağımız süreçte, karmaşık olmayan yapı günümüzde çok farkı niteliklere dönüşmüştür. Gazetenin bile lüks olduğu dönemlerden, artık internetin her eve girdiği ve ticaretin içerisinde de önemli bir rol aldığı aşamaya geldik. Buzdolabı, çamaşır makinesi gibi birçok elektronik alet, yaşamın olmazsa olmazlarından oldu. Enerji kaynaklarındaki gelişimler artık üretim aracının da önüne geçer hal aldı. Enerji kaynaklarının denetimini ele geçirmek, bilgiyi tekelleştirmek yeni sancılarla birlikte nicel birikimlerin artık doğum sancıları niteliğine dönüştürdüğünün izlerini oluşturdu.
Üretim araçlarındaki bu gelişim, üretim ilişkilerindeki bu karmaşık güzergah, egemenin izlediği yöntemler, beraberinde çok net bilinen kavramların bile detaylar içerisinde kaybolmasını beraberinde getirmiştir. Detaylar sürekli olarak yeni detaylar ile beslendikçe, insanlar bu detaylar içerisinde ortak dil bile kullansalar, algılama ve anlama konusunda çektikleri sıkıntı, aynı oranda anlaşılmada da çekilmeye başlanmıştır. Bu ortam, iletişimden yoksunluk yaşanmazken, iletişimsizliği beraberinde getirmiş ve toplum üyeleri her geçen gün birbirine yabancılaşmıştır. Yabancılaşma beraberinde sevginin değer kaybını, tedirginliği, endişeyi ve yalnızlığı körüklemiş sonucunda da kurtarıcı arayışını arttırmış, gücün çevresinde oluşumları teşvik etmiştir.
Özgürlük her kişinin kendine yakın hissettiği güçlerin tanımlanması doğrultusunda kavramsal bir değişkenliğe dönmüştür. Sınıflı toplumlarda egemenin istediği durum budur.
Özgürlüğü her istediğini yapabilmeden ayırtan nedir, diye soracak olursak, kendi bütünsel ve içsel kurallarıdır, diyebiliriz. Bir tanımın doğruluğu onun yaşamsal gerçeklerin içerisinde kanıtlanması ile mümkündür.
Özgürlük sürekli değişen bir dengedir. Doğanın yaşamının devam etmesi gibi, toplumsal yaşamın da devam etmesini gerektiren bir denge. Nasıl doğanın içerisinde suların toplandıkları yataklar ve onların da yer çekimi ile oluşan akıntıları ve bu akıntılar sonucu oluşan yatakları ve denize ulaşması gibi devinimin içerisinde ayrı ayrı ve birbiri ile bağıntılı denge kuralları var ise, yatağının taşıyacağı suyun fazlası ile çevreye tahribat yaratıyorsa, nasıl yataktaki suyun toprağın ve bitkilerin emdiği sudan az olması durumunda yatak kuruyor çevrenin yok olmasına neden oluyorsa; özgürlüğün içerisindeki, birbirinden bağımsız gibi görünen ama özünde bağlı olan kuralların oluşumundaki eksik ve fazlalıklar, toplumsal yaşam içerisinde de aynı tahribatı yaratırlar. Yine aynı biçimde nasıl su yataklarının ıslahı ve debisinin şekillendirilmesi mümkün oluyorsa,toplum içi özgürlükte de kurallar, kullanımından zarar gören veya çıkar bekleyen kesimler tarafından şekillendirilir.
Bu açıdan bakıldığında özgürlüğün sadece insan toplumunu tanımlayan bir kavram olmadığı, yaşamsal bir kavram olduğu ve değişebilir kurallar içerisinde olduğunu görürüz. Kişiye göre değişken olmayan üretim yapılanmasına yön veren kurallar çerçevesi.
Bu durumda özgürlükten bahsederken yokluğu değil de uygulamadaki hizmet ettiği yapılanmanın niteliği önem kazanır. Üretimin toplumun ihtiyacına doğru toplumsal davranışlar kurallaması ile üretimin ranta dayalı her kişinin menfaatlenmesi doğrultusundaki kurallama, özgürlüğün olup olmadığını değil niteliğini ortaya koyar.
Özgürlüğün bireysel istemlenme biçiminde algılanması, kuralların ortadan kalkmasına ve anlaşılmaz hale dönüşmesine neden olur. Birey olmak toplumun parçası olmaktan bireyi çıkaramaz. Toplumsal güdülenme içinde hareket ne kadar eksik ve yanlış ise birey olmak adına toplumun dışına çıkmak ve yabancılaşmak o oranda eksik ve yanlışı taşır.
Özgürlük kavramı bütün içerisindeki yaşamsal kurallar içerisinde, parça olarak, o bütünsellik kuramını ihtiyaçlar doğrultusunda geliştirerek ileri götürme sorumluluğudur. Bir başka deyişle içsel kurallar oluşturmadır.
AKLIN KULLANIMI
İnsan oluşum sürecinden itibaren tüm duyu organları ile aldıklarını beyne gönderir. Beyin, algılamaları sürekli olarak kendi içerisinde değerlendirerek tasnif eder. Karar verme aşamasına geldiğinde, ortaya çıkan bilgi kadar, insanın yapısında var olan edinimleri ve kültürel mirasların yönlendirmesi ile oluşan acıma, utanma, namus ve dini inanç gibi faktörler, aklın karardaki uygunluğu ile çelişir ve sonuca giden yol bu çelişmelerin çözümü ile ilgilidir.
Egemenliğin ve kültür empozesinin önemi burada başlar. Avcılığın başlaması, av aletlerinin artımı ve bu aletlerin kullanımında uzmanlaşma, insanoğlunun doğanın verdikleri ile yetinmemesi gerektiğini, gereksinim karşılamak için emeğin gerekliliğinin gözle görülür hale gelmesi, avcı güçlerin alet kullanımındaki ustalıklarının artması, alan korunmasında güç biçimine dönüşmesi ile yerleşik düzene geçişteki verimli arazileri elde tutabilme yetisinin gelişmesi ile başlayan süreç, insanın üretimdeki doğa dışı alet ve daha az emek ile üretimi arttırması, emeğin gücünün farkındalığını ortaya koymuştur.
Aklın gücün üretim araçları üzerindeki etkisini algılaması ile başlayan toplumsal yaşam gelişimi, kendi içerisindeki devinimle, kurmuş olduğu güce dayalı emekten rant edinimleri farklı şekiller alarak günümüze kadar gelmiştir. Aklın gözle görülene üstünlüğü, süreç içerisinde yine gözle görülen ile kendini terbiyesi, egemen yapılanmanın oluşumunu ve bunu sürdürüş tekniklerini geliştirmiştir.
Aklın gelişimi insanoğlunun üzerindeki en büyük farklılaşmayı oluşturan değer olmuştur. Kullanımındaki niteliksel farlılıklar egemenliğin ve buna dayalı olarak ekonomik, kültürel ve siyasal gelişimin öncüsü olmasını sağlatmıştır. Üretim araçlarının ve ilişkilerinin etkileşimi ile gelişen bu yapı, artık toplumsal dönüşümlerin de öncülerinden olmasını sağlatması bilgiyi en değerli sermaye biçimine dönüştürmüştür. Bilgilenme ve bilginin kullanım biçimi emeğin ve emek güçlerinin şekillenmesinin de gücün de önüne geçmiştir. Buradan hareketle çağdan bahsederken çağın bilgi çağı olduğunu söylememiz yanlış olmaz sanırım.
İç içe girmiş ekonomik yapılanmalar kaçınılmaz olarak beraberinde de; iç içe girmiş siyasal yapılanmaları getirmiştir. İletişimde ulaşılan üst boyut gerek yatırım anlayışının, gerekse ticaret anlayışının nicel yapısal değişimden, nitel sıçramalara geçiş boyutuna geldiği sinyallerini vermektedir.
Ekonomik dev krizler, artık küreselleşmiş sermaye yapısının çözüm arayışlarında farklı biçimlerde davranış geliştireceklerini göstermektedir. Egemen yapı artık milliyetçi kimlikten çıkmış, tamamen ekonomik bir kimliğe bürünmüştür. Sınırlarını genişletme şansının bütünsel yapılanmaların direnişini kırmak için ayrıştırma ve yabancılaştırma politikalarında olduğu gereksinimini daha açık ve net olarak görüp, emek yapılanmalarına alternatif, etnik ve bölgesel kavramlar yaratma yoluna gitmiştir.
Yabancılaşma ortak gereksinim ihtiyaçlarının ortak çözümleme isteğinden kopması ile başlar. Bu isteğin oluşturulmasındaki karmaşık yapılanmaların çözümsüz hale dönüştürülmesi, mistik ve geri toplumsal değerlerin ön planda tutulmasını sağlayacak kültürel yapının inşası ile mümkündür. Bu nedenlerle milli, dini ve bölgesel öğeleri ön plana çıkartmak için ortamlar sağlamaya çalışılır. Yöre kültürleri, yöre gelenekleri, geleneksel değerlerin yüceliği, üstünlük kavramları, benim, senin, barışın kargaşaları bu tip yapılanmaları etki tepki yasası ile yaygınlaştırır. Bunun için de özel bir gayrete gerek yoktur. Ekonominin kullanılması, bölgesel, kültürel faaliyetlere teşvik verilmesi yeterli olur. Bu sayede nice cevherler keşfedilir. Ve bu her keşif yeni yabancılaşmalar doğurur.
Genel olarak anlattıklarımıza girersek, ilk adımımız her zaman olduğu gibi yaşamsal gereksinimlerin karşılanması için üretim ve bu ilişkilerin gelişimine girmek olacaktır. İnsan ihtiyaçlarının çeşitlenmesi ve artması üretim ilişkilerini ve çeşitlenmesini sağlarken, toplumsal gelişim davranış serbestisini hızla üretimden pay alış biçimine dönüştürür. Bu, üretimdeki yönetimsel konumlamanın gücü oranında şekillendiğini gösterir.
Buradan devlet konumuna girdiğimizde, devlet yapılanmasının da özsel niteliği egemen yapılanmanın korunması niteliğinde şekillenir. Ekonomik yapılanmalardaki kimliksiz, siyasi ve kültürel yapılanmalarda ön plana çekilen benlik duyguları biçiminde yönlendirilir. Bu oluşumun ters yönde çalışması, işleyişi zorlaması nedeni ile sancılıdır. Alternatif arayışlarının sonuçsuzluğu sistemin kendi içerisindeki krizleri doğurur. Bilgi çağı ve bilginin doğru kullanımının yaygınlaşması, kavramlarda belirginleşerek iletişimin yaygınlaşması, üretim ilişkileri içerisindeki güçlerin yaygın diyalogu, bu krizleri derinleştirirken beraberinde de yeni çözümleri getirecektir.
Her toplum, rahmine düşen üst aşamasını günü geldiğinde doğuracaktır. Bunun geciktirilmeye çalışılması sancıyı arttırmaktan öteye gitmez.
Aklın terbiyesi eğitim ve öğrenime dayalıdır. Burada birçok defa belirttiğimiz gibi, her şey gereksinimler doğrultusunda oluşur. Eğitim nasıl toplumsal yaşamın bir gereksinimi olarak doğdu ve gelişti ise; öğrenim de ihtiyaçların çeşitlenmesi sonucu emeğin verimliliğini ve kalitesini arttırma doğrultusunda şekillenmiştir.
Silah kullanmayı öğrenme ve daha sonra öğreterek güç oluşturma, çanak çömlek yapımı ve bu konuda zanaatçı yetiştirme, öğrenim kapsamında yerini alırken, bu öğrenimi vermenin alt yapısında yatan gerçek incelendiğinde, görülecektir ki kişinin toplum içerisindeki emeğinin ranta dönüşümünde artı değerin arttırılma çalışmasının yatar.
Gereksinim ile başlayan ve süreç içerisindeki üretim ve üretim biçimlerindeki zenginleşme ve üretim araçlarındaki gelişme ile gereksinimin yaşamsal niteliğinden çıkıp konfora dönüşmesi, sanayi devrimi ile beraber üretimin bağıntılarının çoğalması, eğitim ve öğrenimin denetiminin önemini arttırmıştır.
Eğitim ailede başlamış olsa bile, çocuğun toplumsal yaşama girişiyle beraber çevre koşullarından etkilendiği görülür. Çocuğun geleceği ile ilgili planlamalarının, aklı kullanmadaki verilerin birikimi ile olacak olması nedeni ile egemen yapı bu aşamada devreye girer. Eğitimin, sistemin işleyişi yönünde olabilmesini sağlayacak, sistemin işleyişine ters düşmeyecek yönde veriler sunar. Bunu yaparken de, öğrenimi bu statünün üzerine oturtur. Bu nedenle diyoruz ki “Her toplumsal yapılanma kendi kültürünü de yapılandırır.”
Devlet egemenin toplumu yönettiği bir yapılanmadır. Her toplumsal yapı kendi egemenini oluşturur ve egemen, devlet oluşumunu şekillendirir. Egemenliğin bugüne kadar oluşum biçimine bakıldığında sürekli olarak güç kullanılarak el değiştirdiğini görürüz.
Egemenliğin doğal yapısındaki gücün unsurları, devlet yapılanmasında toplanır. Devlet, bu gücü egemen adına kullanır. Bu nedenlerle egemenliği elinde bulunduranın kimliği toplumsal gelişimi ortaya koyar. M.Kemal’in egemenliğin kayıtsız koşulsuz millete ait olmasını istemesi, Kurtuluş Savaşı’nı veren bu toplumun bunu hak ettiğine inanması nedeniyledir.
Ne yazık ki ülkemizde, devrimler kesintiye uğratıldığı için egemenlik milletin eline geçememiştir. Buradaki hatayı sadece zamanın yöneticilerine yüklemek başka bir hata olacaktır. Katılımcılığın olmadığı toplumsal yapılanmada, doğan boşluğu dolduracak, fırsat bekleyen ve bu fırsatı bekleyenlere vermeye hazır kesimlerin olacağı şüphesizdir.
Türk Öğer KoçKayıt Tarihi : 15.11.2011 21:28:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!