……… Sevda; görmediğimiz çöllerin ortasında kıvranan sancılı karın ağrılarıysa eşit mesafede aynı anda onu hissettiğimizdir aslolan sevgili… Ve geçmeyen sancıların devredilmesinde bize kalan uğultularıdır, onunla avunur onunla seviniriz… Kimse öğretmeden biz ürettik biz sevdik uzaklıkları gözlerimizde...
……… Ebemkuşağının turuncu renkli ucuna tutunurken sen, sarıldığım sarı renklerden papatya desteleri yapıyor, yeşil renkli yollardan sana iletiyorum, ulaştığında deli mavi bir aşkın renksiz silueti yansıyor, gülümsemelerine eklenirken… Ne çok uzakmış ve ne kadar yakınmış aslında aynı gökkuşağının farklı renklerini ayrı kentlerin örtüşen yürekleriyle çok uzaklardan aynı gözlerle izlemek… Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor renkleri aynı anda sevda soluklu tek nefes ve tek yüreğe dönüştürmek…
……… Vurgun yemektir aşk ve acemi dalgıcın denizin sığ kıyılarında kendisini Hint Okyanusunun gizemli derinliklerinde sanması, başını sudan çıkardığında ayaklarının yere değecek yakınlıkta olması değil, yüreğinin üzerinde hissettiği yürek yarısıdır, varlığı kıtalar ve okyanuslar arası uzakta olan aşkıdır, başarmıştır ilk deneyimi... Yakınlaşmıştır aşk farklı iklim ve soğukluktaki deniz suyunun ateşinde şimdi...
......... Tırnaksız ve yaralı ellerimi buz tutan yüreğimin üzerine koyuyor, yüreğime eklediğim yüreğinin sıcaklığı yayılıyor parmak uçlarıma ve bana ait olan o çıplak yürek düşük banketten yuvarlanıp sonu olmayan uçurumlara sürükleniyor, kayboluyor sensizlikte... Dizlerim titriyor ve çığlıklarıma karışıyor kayboluyorum... Senden öğrendiğim aşkın kelimelerine sarılıyorum yolumu bulmak için kitaplardan okuyup ta aşk zannettiğim kelimelerin sonsuzluğuna sürükleniyor ve iki uçurumun sonsuzluğunu birleştiriyorum, bir tek harf etmiyor, boş ve imlasız kitaba dönüşüyor aşk adına anlamsız uçurumlar ve uzaklıklarda...
......... Aya batırdığın saçlarının ucu ışık verirken yıldızlara, yüzümü yıkadığım yıldızların ışık haleleriyle karışıyor ışıklar ve bitmeyen ulaşan yola dönüşüyor uzaklıklarda... Lacivert geceye uzanan kokulu güz yaprağına dönüşüyor, onlarca gölge bırakıyorsun içinde mumlar yanan ve korktuğum gecenin yalnızlığından mum kokulu gölgelerine sarılıyorum... İki kesik yol çizgisi oluyoruz öyle yakın, öyle artarda ve bir türlü birleşemiyor uzadıkça uzuyor, gittikçe gidiyoruz nefesimiz ensemizde, sesimiz kulaklarımızda... Uzaklaştıkça yakınlaşıyor, yakınlaştıkça uzaklaşıyoruz sesimiz, nefesimiz ceplerimizde ve korunaklı ve ürkek...
..
…
Sevgiliye Mektuplar SENİ İZLİYORUM…
……………Seni; Türkçe bakan bir çocuğun umutsuz, Kürtçe bakan çocuğun ezik, yoksul, horlanmış ama umutlarını yitirmemiş, sokak çocuklarının o yaşlı, yorgun, ürkek bakışlarıyla seviyor ve çoçuksü kahkalarımı ekliyorum lacivert harelerime… Seni izliyorum bakışlarımın renkleriyle…
…………… Eflatun benizli sabahlara firari uykusuzluklarımla ulaşırken, sarı sıcak gecelerin boğucu nefesinde sırılsıklam olurken bir kentin yatakları nemden, terlerimle üşüyorum, donuyorum geceden sabaha… Sabahları biraz olsun nefes almaya başladık diyor karşılaştığım, karşılaşan insanlar ve onların sıcaktan, soğuktan, ılıktan, nemden başka konuları yok mu? Diye bildiğim sövgüleri sıkıyorum dişlerimden arasından ve en ağırlarını ama heyhat ezilen, vurulan yok… Ve her söz sanki bana geri dönüyor ve tenimde alevler çoğaltıyor çarparken, bunalıyor, terliyor, isyan ediyorum tenimdeki ateşin, içimdeki buz tutan kalıplarla uyumsuzluğuna…
…………… Vedası erken yaz mevsimi miydi yaşadığım, sonbahara uzanan sıcaklığı mıydı bunaltan, boğan, ateş altındaki akrebin iğnesini kendine batırıp intiharı seçmesi miydi? . Yediğim, içtiğim, otur duğum, yattığım, kalktığım, gezdiğim yerlerde, ardında seni izliyorum ayak izlerinden, nefesinden ve hatta kente yayılan uhrevi kokundan, sofistike şekilde protesto edilen papaya ve okuduğum an seninle paylaşıp tamam şimdi suç unsuru bulurlar dediğim yazar Elif Şafağın son romanına kadar ve yaşamın garsız peronlarında voltalıyorum kaybettiğim yüzümle…
…………… Tövbekar şarapçının suya dargın, alkol dolu bedeninden yayılan kokularla irkilirken güllerin en renkli, en kokulusunu almak istiyorum seyyar bir çiçekçiden vazgeçiyorum, tenindeki ıtırların sindiği satırlarla dolu yollayamadığın mektupların zarfına sarılıyorum boşlukta ve kelimelerine tutunuyor ama düşüyorum yumuşak harfleri kullanmadığından… İlginç, yaralanmıyorum ve göz bebeklerine her bakışımda gözlerime değen sevgi kurşunların içime akar, ılık bir sevda ırmağı olurdu içimin dere yataklarında ve geceleri bu nehirde boğulurdum, sen kurtarırdın yüreğinin can simitleriyle…
..
......... Sevdaya dair onca söyleminde tıkadığım kulaklarım yeni açılıyor ve anlıyorken şimdi seni içimde tarifsiz sancılarla kıvranıyor ve utanıyorum dinlememişliğimden... En çok gece uyuduğumuzda sabahladığın gün/hafta/ayları düşünür oldum şimdi asla boşa geçen geceler değildi, şimdi nasıl sancılar doğuruyorsam aynısını çekiyordun o anlarda...
......... Evveli sonrası olmamış gibi varsayarken sen hep bende içimdeydin, sen gibi sevgimi göstermez saklardım ama sen bilirdin, sen yollarımı açar, ufkumu genişletir, yürüdüğüm ve yürüyeceğim bütün yollarda olabilecek engelleri hesaplar ve ayağımdan takılmadan geçmemi sağlardın...
......... Ve en çokta kendine aldığın kitapları senden önce okuyup bitirmemi kıskanır ama gizli ve sevinç yüklü gülümserdin... Hep bir yanım eksik kalırdı okumayınca, gün yaşanmamış gibi, rutinden öte tekdüze olurdu… Can Yücel ve Nazım Hikmet derdin hep bense şiirden çok denemelerini okur ve keyif alırken ‘’ şair babam ‘’ diye öykünürdüm ama sen bilmezdin… Yazı ve şiirlerinde kimsenin farkına varmadığı ve ince sitemler yüklediğin babaannemin senin yazdıklarından habersiz olması da beni her zaman ve çok üzüyor...
……… Türkiye şair cenneti oldu baba…! İki kelimeyi yan yana getirip internetteki her hangi bir sitede yayınlayan şair oluyor ve altında yıkama-yağlama yorumları edebiyata katkı sunuyor…! Kime O ünlü dizeleri ya da şairleri sorsan biliyor gibi yapıyor ve bundan utanmıyorlar, oysa asistanlık sınavını kazanıp gideceğim akşam saatlerce şiir okumuştun ustalardan, bir kez daha aşık olmuştum sana ve nerde şair görsem senin gözlerindeki lacivert halkaları arardım, gizliden gizliye bakar göremezdim, kimsede yoktu ve gizlice ağlardım sana doğru…
……… Aşk diyordun, bir kez yaşanır ve ölene kadar damarlarında sancılı bir acı gibi yerleşir asla seni terk etmez… Bu söyleminle ilgili bir tez üzerinde çalışıyorum ve fikir babası olarak girişte adın olacağı için şimdiden heyecanların büyüğünü yaşıyorum… Bu yedinci tezim olacak ve hep söylemediğin bir şeyler olurdu şimdi ben düş ve şiirlerimle bunları kitaplaştıracağım... Son bölümde Ulaşın kısa bir şiiri yer alacak, katkı sunmasını istedim onunda, şiirleri çok okunuyor ve seviliyor… Adı ve lisedeki devrimci eylemleri nedeniyle askeri liseye alınmaması ise tam isabet olmuş, zira oradaki disipline ilk günden uyum sağlayamaz ve atılırdı…
..
……… Sevda; esir nefeslerden özgürlüğe kanat çırpışıdır adı olmayan kuşların, ressamın tualine son fırça darbesi, bestekarın son ve anlamlı altın bestesi, pisinlerdeki yüzücünün rekora uzanan son kulacı, uzaklardan onurlu dünya kuranların, açmamış çiçeklerinin aşk tohumlarıdır, toprağa ekilmeye gebe, yeryüzüne kıvılcımlarla fışkırmaya gün sayan…
……… Engizisyonlarında bizsizde olsak engelleyemediler güneşin doğuşunu, bitiremediler biriken özlemlerin onurunu, kurutamadılar akan nehirlerimizi, uzaklaştıramadılar uzaklıktaki yakını, açmazları, korkuları, heyecan boranlarımızı dindiremedi, fark edildi farkındalıklar… Er yada geç farkedilen dünyalara bedel güzellikler vardır, dile, yüreğe, bedene düşen ve iz bırakan ve geçmeyen asırlarca ve çağlar öncesinden var olduğuna inanılırda gizemler örülür üzerine, sırlarla dolu agoradır…
……… Vaftiz edilmeden adı konur hani, yıllar sonra adı, varlığı, susuz kutsanır ve ekmek ve zeytin ve şarapla dünyadan kaçış yolculuklarında, içselliklerinin dışa yansımasıyla oluşturdukları sunaklarında kelebek kanatlarında aşklarıyla yeniden doğarlar inadına… Kutsarlar gözlerinde, kimsesiz kalan sağ yanakları, serçe parmaklarında ve koyarlar adını gizemli bahçelerin zirvelerinde sönmeyen ateşlerin yamacında… Törensiz aşk mabetlerinde sessiz kutlamadır, yerinde yeller esen, tarihe yazılan antik kentlerin kalıntısında ve vaftiztir sevgileri ve sunaktır yedikleri, içtikleri…
……… Tanrıların yaratılmadığı çağlarda gülümseyerek doğuşun, güne, aya, yıla adını veriyordu ve ben örümcek ağlarından tül perde örttüm ipeksi, meleksi, bebeksi tenine ama sen hiç bilmedin, çünkü ben iki kişilik üşürdüm senli olmayan zamanlarda… Kumdan kale yaparken sen, midye kabuklarından ev yapardım sana, bir tekmede yıkardın, kendi yaptığın kumdan kalenin içinde prenses gibi yaşayacağını söylerdin, ben gülerdim, sen kovalardın… Oysa biz bu yaşımızda bile yüreğimizin çocuk kalmış saf yanıyla, sevdamızın gücüyle roller edinir sergileriz dünya adına! İnsanlık adına! Sahte mutluluklar ve ikiyüzlülükler adına! … Bilirizki kirlenen dünyada saf, masum, temiz kalan esir yüreklerin özgürlüğü, koca bir halkın özgürlüğüne eşdeğerdir…
…….. Aklıma sen kokulu çiçekler, gözlerime karasevda rengi bakışlar düştüğünde, içimin kıyılarında sular çekilir, kasırgayı hissetmişlerdir aniden gelecek olan… Sürüngen yalnızlıklarıma yol alırken, yaz güneşinde üşür, kış ayazında ısınırım kılcal olmayan ormanların derinliklerinde… Usuma, tenime, gözlerime, yüreğime düşen bir damladır ve içime hapsettiğim, korunağım olan o damla, hayata, sana, bize, değerlerimize sarılışımdır, şimdi ve asla vazgeçemeyeceğim…
..
(gül kokulu yağmurlarda ıslandık / yine de senin kokun gitmedi / Kadınımdan)
…………… Sağanak yağmurlarda yürüyorum günlerdir durmadan, her damlanın saçlarımdan ayaklarıma kadar süzülmesini izliyor, onlarca, yüzlerce damlacığı tek tek takip ediyorum saçak altı ve şemsiye tutan korunaklı, meraklı bakışların izleyişinde… Biliyorum insanların akıllarından neler geçirdiklerini ve ben düşünmek istemiyor ilerliyorum damla damla… Islanmayan tek zerrem kalmasın, yaşamda kirletilmemiş ne kaldı diye anımsamaya çalışırken saf, masum, temiz ve dokunduğu, gezinti yaptığı her dokumda çocukluğumun çizmelerini renklendirip, birikintili yerlere giriyorum su ile dolsun diye ayakkabılarım…
……………En çok Serpili severdim küçüklüğümde, benden deli ve her su birikintisinde adeta vals yapar gibi yürüdüğü ve çamurlu suları yüzüme atıp sonra temizlerken anne şefkati gösterdiğinden, sonra da bize gidelim üstünü kurulayayım dediği için ve ben büyümeyen asla da büyümeyecek olan utangaçlığıma hiçbir kılık giydirmeden utanır koşarak eve kaçardım… Serpilden… Yağmurdan… Utangaçlığımdan… Ve ablamın okuldan gelmesine yakın saatlerde onun havlusunu kullanırdım kızacağını ve beni birkaç mahalle kovalayacağı bildiğimden… Vazgeçmezdim büyüklerimin öfkesini, kızgınlıklarını bana aktarmalarından ve onların bu sayede sinir sistemlerini çalıştırdığımı düşünür her hangi kalp rahatsızlıkları geçirmeyerek uzun soluklu yaşayacaklarına inanırdım çocuk yüreğimle… Ve sevinirdim ölmeyeceklerine dair… Şımartılmama uygun fırsat ve insanlar olmadığından her an mahallelinin tümüne usumdan geçen geçmeyen her muzurluğu onların istemediği benim çok sevdiğim, hala tatlı tatlı gülümsediğim biçimde sunardım…
…………… Veraya yazdığı mektupları okurken büyük ustanın... Kaldığım, daha sonra okunmak üzere açacağım sayfanın aralarına bahçemizden kopardığım güllerin yaprağını koyardım açıldığında koksun, yayılsın diye okuduğum ortama… Sınıftaki kızlardan öğrenmiştim kitap arası kurumuş gül yapraklarını ve önceleri kırışırken sonra ütülenmiş gibi olurlardı sayfa aralarında orta okula giderken ve bedenimde sesimde ergenliğe geçişin izlerini taşımaya başlıyordum usul ve ağır ve delişmen… Değişirken ben tüm fizyonomimle, duygularıma bana ait olmayan romantizmleri eklerken, gülle tanışıyor, renklerini karıştırıp olmayan renkte güller üretiyordum bahçemizin kimsenin göremeyeceği kuytu bir köşesinde… Her gün yeni bir renk ekleniyordu bahçemizin gizli gül köşesindeki güller den yaptığım dünyama ve en güzel gülü senin için yetiştirmeye başlıyordum o zamanlardan bugüne sana ulaştırmak gül kokulu tenine emeğimin güllerini sarmak için… Solan ve yaprakları azalanları kopartıp gökyüzüne serpiştiriyordum gece ve yıldız yıldız düşüyorlardı savurduğum uzaklıktan toprağa…
…………… Taç olarak kalanları koparıp yenilerini ekiyordum bahçeyi gül kokuları kaplarken ve en çok geceleri sever, sular, konuşurdum onlarla ki ağır, dingin büyümesi yılları alacak olan göz kırpardı bana gecenin karanlığında, yıldız yansırdı çenekleri ve taçlarından, her yağmur yağdığında kokusu giderken hepsinin, yıldız gözlü gül adeta raks eder, damlaların sesinde gök yüzüne yansıtırdı rengini, tek renkli gökkuşağı oluşurdu sadece benim gördüğüm ve bana yansıyan… Yağmurlu gecelerde görünmeyen yıldızlara kızar, açık havalarda toplardım yıldızları asılı oldukları lacivert geceden ve ceplerime doldurup yağdığında yağmur, binerdim sen renkli gökkuşağının üzerine yol alırken seninle, semada, birer birer çıkartıp ceplerimden serperdim dünyaya yıldızları… Yıldız yağdırırdım düşlerimden güllerimin üzerine, ebru desenli gül zar oluşturmak, bahçemim çitlerini yıldızlarla çevirmek için…
..
Gürül gürül, sarıl şarıl
Irmak ırmak, deniz deniz
Dalgalarla, boranlarla
Geldin
Gelen sen değil suretin, sesin...
Soğuk tu, yanlız dım, yağmur çiseliyor du
Solist kızın buğulu sesiyle seslendirdiği
DOYMADIM DOYAMADIM SEVMELERE SENİ BEN
KİMSEYİ KOYAMADIM YERİNE… nin ardından
..
Seni Yavaş Yavaş Unutuyorum
Önce saçların düşüyor aklıma
Ordan başlamalıyım unutmaya
Gördüğüm hiçbir kadın
Bahar esintili saçlarını çağrıştırmıyor
__Unutamıyorum
Gözlerindeki
Hüzün ve sevginin sıcaklığı geliyor usuma
..
Olmayan lacivert damatlığıma
Elinde yapma çiçek
Duvağında gelinliğin
Sandığında etaminlerinin el emeği
Kanaviçelerine göz nuru akıtılmış
Süslü puslu gelin arabası
Kornasında kirlilik yaratan gürültüler
Değildi seni getiren…
Hayat(lar) ımızın,
Vermediği mutlu olma şansını
..