AYNUR ULUÇ LACİVERT ŞİİRLERİ

AYNUR ULUÇ LACİVERT ŞİİRLERİ

Aynur Uluç

Melissa, o akşam içinde olmak isteyeceği kıyafetin nasıl olması gerektiğini düşünüyordu. Birkaç etek, blûz, pantolon denemelerinin sonunda seçtiği bir takım üzerinde karar kıldı. Lacivert kısa eteği ve üzerine yeni aldığı pembe dantelli bluzu birbirine ve kendine çok yakıştırıyordu. Gerçekten de, çok güzel olmuştu giyinince.

Arkadaşı Özlem’le birlikte Şirinkent’e doğru arabayla yola çıktılar. Son günlerde nedense hep morallerini bozacak bir şeyler oluyordu. İkisine de oralarda biraz takılmak iyi gelecekti. Bir müddet etrafta öylesine dolaştıktan sonra, Kömür’ün Yeri’ne girmeye karar verdiler. Çevredeki insanlar bikinili, mayolu dolaşırken onların bu şık kıyafetli ve onlarla kıyaslanınca fazla özenli kalan hâlleri oldukça dikkat çekiciydi. Ancak duruma aldırmamaktan başka yapacakları bir şey yoktu. Hava kararmaya başlayınca ise, bikinili kızların yerini yavaş yavaş alımlı kadınlar ve onların şık kostümleri almaya başladı. Bu hanımlar, öylesine abartılı giyinmişlerdi ki; aynı gece içinde, aynı mekânda, aynı kıyafetlerle özensiz ve silik kalma duygusunu yaşadılar bu kez de.

İki bira içip denizi ve etrafı seyrederek sohbet ettiler aralarında biraz. Artık kalkmayı düşünüp, hesap istediklerinde sekiz lira hesap geldi. Melissa hesap almaya gelen gence on lira uzattı ama kısa süre geçmeden para olduğu gibi geri geldi. Kömür, Özlem’in kocasının tanıdığıydı ve şimdi yengeden para alınamazdı. Öte yandan yenge de ödeme yapmazsa bir daha buraya gelemezdi. Üstelik kendi arkadaşı da değildi bu adam.

Bir süre ne yapacaklarına karar veremeden, masada öylece oturdular. Hesap konusunda olağanlaşmış davranış şeklini gözlemlemeye başladılar, belli etmeden. Görevli genç, insanların kalktığı masanın yanına kısa süre içinde geliyordu.'Demek ki, masaya bırakılan paranın kaybolması olanaksızdı. On lirayı (bu durumda para üstünü de gözden çıkarmak gerekecekti) iyice tabağın altına sıkıştırıp hızla ayağa kalktılar. Kömür “iyi akşamlar” deyip bir şeyler söyleyecek gibi oldu, onlar yanından geçerken. Ama kızlar kısa ve keskin bir ifade ile” iyi akşamlar”a hızlı bir karşılık verip, koşar adımlarla kapıya yöneldiler. Bahçeye çıktıklarında elinde on lira ile peşlerinden koşturan genç, onlara seslendiğindeyse telaşla koşmaya başladılar. Kızlar önde, genç arkada koşturmaca sürerken genç tökezlendi ve yere düştü. Hayır, durup arkaya bakacak zaman yoktu. Koşup arabaya dar attılar kendilerini.

Melissa telaşla “ Çabuk gazla, Özlem abla” diye bağırıyordu. Özlem, her zaman yaptığı gibi önce koltuğuna bir güzel yerleşme, teybi yerine takma ve emniyet kemerini bağlama gibi davranışlarına yeltenmedi bile bu kez. Aceleyle gaz pedalına bastı. Arkalarına bakmadan hızla uzaklaşırlarken hala nefes nefeseydiler. Ne yaptıklarını fark edip gülmeye başlayabildiklerinde ise, yolu yarılamışlardı bile.

..

Devamını Oku
Aynur Uluç

Gelecek sözü ağzımdan çıkarken
ilk hecesi çoktan geçmiş oluyor

Sessizlik derken yok ediyorum onu

Hiç sözcüğünü söylediğim an
Hiçlikten, tutulabilir bir şey yapıyorum


Wislawa Szymborska
..

Devamını Oku
Aynur Uluç

On dört şubatta sevgililer günü nedeniyle pek çok etkinlik yapıldı, farklı yerlerde. İstanbul’da bir belediye de şiirle kutlamak istemişti bu günü. “Aşk denilince akla şiir gelir” diyerek.

Kalkıp gitmek istedim, “ama önce bir programı soralım, bakalım” deyip telefon ettim. Dedim ki “arabesk içerikli bir program değil, değil mi? ” Dediler “ yoooook, çok güzel, bayılacaksınız” Edebiyat çevrelerinde sıklıkla gündeme gelen bir konu vardır: “Şiir halktan, halk şiirden koptu”. “Peki bu çevreler dışındaki şiir etkinlikleri, nasıl düzenleniyor acaba” diye düşündüm. Toplumun geniş kesimi şiiri nasıl yaşıyor? Tamam, televizyonda görüyorduk şiir (!) kliplerindeki hali ama, gidip yerinde bir tespit fena olmazdı.

Oraya gittiğimde ilk olarak bir salon dolusu seyirci, girdi görüntüme. “En az bin kişi vardır” diyerek kaba bir hesap yaptım önce. Sonra bir genç çıktı sahneye. Sonra bir genç daha ve bir genç daha. Hiçbiri seyirciyle ilgi kurmuyordu. Çünkü gecenin esas kahramanları onlar değildi. Kendi kendineyken olduğu gibi önündeki enstrümanı çalmak yeterliydi anlaşılan onlar için. Sonunda seyirciyle ilgi kuran birisi geldi, elinde sazı ile. Sesi güzeldi, klipleri de varmış. Başladı türküler söylemeye. Arada bir de biraz sonra sahneye çıkacak olan “en bi en şair”den bahsediyordu. Biraz sonra, sözü edilen “en bi kahraman şair” çıktı sahneye. Deterjan reklamlarına taş çıkartan beyaz ceketi, ucu sivrilikten yana gerekirse kendini koruma amaçlı da kullanabilecek ayakkabıları, ışık her vurduğunda göz doldurucu fularının arasından parlayıverecek şekilde ayarlanmış altın kolyesi ile. Ortalık yıkıldı. Şair çok fiyakalıydı.

Göz dolduran bir sesi vardı şairin. Hiçbir şekilde okuduğu eser sahiplerini söylememe huyu vardı. Ama bunun ne önemi vardı. Mühim olan şovdu. Hani şu “ must go on” olanından.Yer yer arabesk nağmeler eşliğinde ortaya döküverdiği dizeleri, yer yer seyirlik stand up komedi türü esprileri yöresel ağızdan öykünülen bir sesten izlerken gülüyordu herkes. Bu şiir işi çok eğlenceliydi canım. Çok gösterişliydi. Çok bi şovdu.

Her şey tamamdı. Var olanla kol kola girmekten değil, ona karşı durmaktan beslenen, güzeli arayan sanat, anlaşılan attaaa gitmişti. Onun yerine gelen bu yanılsama, açık açık “aman ne iyi olmuş da, şu sevgililer günü var olmuş. Bugün çıktığım televizyon, radyo, canlı program dahil bu sekizincisi oldu. İyi para kazanılıyor valla böylesi günlerde” diyordu. Evet, böyle diyordu ve insanlar gülüyordu.

..

Devamını Oku
Aynur Uluç

Nazeyne, eski bir sahil kasabasında tanımıştı Yilmi’yi.Ve, o günden sonra tüyünden yapılı kolyesi gibi taşımıştı ismini koynunda. O duysun diye, köpüren dalgalara söylemişti en güzel şarkılarını. Hüznünü denizin terine, yüzünü İnanna’nın tenine akıtmıştı.*

Yilmi’ninse, başını denizden çıkarttikça söylediği, kocaman cümleleri vardı. Ve inadına kısık gözleri. Öyle ki, gecenin kâbusunu, gündüzün düşünde seçebilirdi. O da sevmişti Nazeyne’yi kendince. Gökyüzünde taklalar atarak süzülüşünü, denizine yaklaşıp gülüşünü, her rüzgârda yeniden üzülüşünü sevmişti. Köpüklü dalgalara söylediği ezgiler, dolmuştu kulağına zamanla.

Cinsiyeti önemsiz, bedeni silik çizip; ruhları tarifsiz örten bir sevda başladı aralarında.Yeniden tanımlandı aşkın dokusu. Fermanlardan konuşuldu aşka engel, ve dermanlardan; “an”a çengel atmaya sebep. Belli ki; binbir kılıkta, binbir sınavdan geçecekti yolculuk.

Yilmi, sularda dans etmeyi seviyordu; Nazeyne, bulutları teyellemeyi. Yilmi bezirgân başı olunca, Nazeyne “Aç kapıyı” diyordu. Tat yeniydi, heyecan neşeli. Ne var ki; yeni de olsa her beden, genlerden örülüyordu. Mayasına, çağlar sinmiş eşler, eski gülüşler, terk edip gidişlerin tortusu karıştı her geçen gün. Güneşin, dolunayın hikâyeleri; dağların, ağaçların ninnileri aktı heybeye usulca. Sessizliğin sezgisinde yol üstüne yol almaların sevdasına, önceki kavşaklarda tıkanıp kalmışlıkların yorgunluğu eklendi. Yol sarpa sarınca eridi kalkanları. Başka sesler, başka kuşlar girdi sahneye.

Kendilerini yaban seslere ses katar, yola çamur atar buluverdiler. Birbirine dokunmamaya kararlı parmakların izine bulaştı aşkın zehiri. Birisi, söylediği kocaman cümlelere için için inanmazken, diğeri o cümleleri giyinip, uçan halılardan düşüveriyordu ansızın kan taşlarına. Çaresiz ayrılacaktı yolları. İkisi de, masalcı dedenin düşlerine binecek olsalar da bir gün, belli ki ayrı ayrı açacaklardı gül kapısını.

..

Devamını Oku
Aynur Uluç

Ankara’dan, iki ayda bir bizlere merhaba diyen Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, altıncı yılını doldurup yedinci yaşına girdi. Bu dergi özenli seçtiği öykü ve şiirleri kadar mercek altına aldığı dosya konuları ile de bir şekilde ilgimi çekmeyi hep başardı. Onların söylemiyle tekrar edecek olursam, dosya konusu seçimlerinde, edebiyata dayanırken insanlık hâlleriyle ilişkilenen konulara büyüteç tutmayı seviyorlar. Ocak Şubat 2011 sayılarında, göç olgusuna edebiyatın içinden bakmışlar.

Dosyaya ilgiyle bağlanmamı sağlayan sözler, Remziye Arslan’dan geldi. Arslan yazısına şu sözlerle başlamış:'Exile, sürgün..Dışa atılan anlamına gelen ' exile' ölüme; yani ' ex' olmaya komşu bir sözcüktür. Evet... sürgünlük ölüme komşudur. Ölüm; canlı bir bedenin, ardında yankısız boşluklar bırakarak bu dünyadan çekip gitmesidir. Bedenini alıp ayrıldığı canlılar dünyasına ruhunu bırakıp gider ölen. Oysa sürgün, ruhunu yanına alıp gidendir. kendisinin olmayan diyarlarda, en çok ona ihtiyacı olacaktır çünkü. Sürgün, bir zamanlar beraber olduğu, kendine ait olan ve kendini ait hissettiği her şeyi sonsuz derinliklerine gömdüğü bir dehlizi taşır içinde. Bu nedenle o, hep hatırlayan ve durmadan özleyendir. Bir anlamda içbükey bir yaşamdır onunkisi.'

Dosya kapsamında ilgi çeken yazılardan diğerinin dokusu ise çok farklı. Ayhan Kaya, Emmanuel Levinas’ın Öteki’ne dair çıplaklığını “Egoloji’den İdoloji’ye” kavramları eşliğinde aktarmış. “Levinas’a göre modern felsefe “Öteki” ile olan ilişkisini anlama, tanımlama ve kategorileştirme temeline oturtmamalıdır.” sözleri yazıyı daha bir ilgiyle okumamı sağlayan bölüm oldu. Levinas’a göre anlamak iktidarın bir başka türü çünkü.

Talat Sait Halman, yazısının başlığını “Kaç/Göç: Edebiyat Kültür Araştırmaları” olarak koymuşsa da göç olgusunu daha çok Türklük üzerinden işlemekten kendisini alamamış görünüyor. Fesun Koşmak, Steinbeck’in Gazap Üzümleri’yle Yaşar Kemal’in Ortadirek’ini göç olgusunu işleme noktaları bakımından analitik olarak karşılaştırmış. İlçen Mert, eskilerden diline takılmış bir türküyü çığırmanın göç etmiş insan üzerindeki hâlini anlatarak başlamış ve yerli olmak ile o türkü üzerinden yeniden bağ kurarak sürdürmüş yazısını. Bu bağ yer yer kendine yabancılaşma, yer yer o türküde kendini bulma olarak sürüp giderken, 'Ağacından kopmuş yaprak gibi, nehirde suyun akışıyla havada rüzgarın esişiyle gezer durur, ta ki bir köşede çürüyüp yok oluncaya kadar. İşte o zaman çürüdüğü toprağa ait olur. işte o zaman türkü susar ve yol biter.' diyerek sonlandırmış yazısını.

Birsen Karaca, göçü algı bakımından üç başlıkta incelemiş. Göçmenleri uğurlayanların göç algısı, göçü yaşayanların ve göçmenleri kabul edenlerin göç algısı olmak üzere.Yücel İzmirli göç üzerine genel notlar çıkartırken, Yelda Karataş’ın yazısı oldukça sıcak. Karataş, göç’ün kendi kültürünü kendisi yaratan bir olgu olduğuna dikkat çektirtmiş ve “Göç bir yüreğin bir başka yürekle aşk için aşkla buluşması olsun, böyle geçsin kitaplarda şarkılarda. Belleklere böyle yazılsın” demiş son söz olarak.

..

Devamını Oku