Anıları, mektupları, tanıtım çalışmalarını, ağıtları, destanları, yaşam öykülerini oldum olası içtenlikli, sevecen, tertemiz, masum pek, ak pak bulur özenerek, samimiyetle itiraf edeyim ki, “Niçin ben yazmadım? ” bunları diye kıskanarak, duygu dolup coşarak, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman ağlayarak, kiminde göğüs geçirerek, bazen huylanıp saldırganlaşarak amma her zaman derin bir sevi içinde okurum.
Anlamlı, giz dolu betimlemelerle bezenmiş gezi yorum yazılarını öteden beri çok severim anlayacağınız.
Örneğin emekli öğretmen dostum Osman Nuri POYRAZOĞLU ağabeyimin yazmış olduğu kitaplar sayesinde Çukurova’ yı, oranın topoğrafik yapısını, yerel söyleniş, sövüş, ağlayış, yakarış ağzını, eğitim, öğretim durumunu, ırgatlığı, pamuğu, feodal yapılanmayı, ağalık düzenini, kumalığı, berdeli, ağ oğlunca ark içinde tecavüze uğradıktan sonra başı hep önünde eğik kalan güneyli kadının bir yaşam boyunca içinde bulunduğu ruhsal yapıyı öğrendim.
Yaşar Kemal, Talip Apaydın, Bekir Yıldız, Mahmut Makal, Fakir Baykurt tanıttı bize Anadolu’ nun zengin kültürünü…
Yemeği, çorabı, kilimi, ağıt ve kına yakmayı, baş övmeyi, diş hediği pişirmeyi, ad takmayı, avı, cengi, gağnı gıcırdatmayı, cirit atmayı onlar öğretti bize…
Bilir misiniz, hep kıskandım, Urfa’ yı, Çukurova’ yı, Eskişehir’ i… İçten içe kızdım Kalecik’ e… Kalecikliye sitem ettim içten içe. Bu kıskaçlıktan Halit Cevri Hocam da, “Babaları benim gardaşlığımdır, aslan yiğenlerimin! ” diyerek gardaşım Aliyle bizi sıcacık bağrına basarak sahiplenen Muzaffer Erdoğan Hocam da, Seyit Karcı, Ahmet Şahin, İsmet Demirtaş, Cemal Doğan hocalarım da nasibini almışlardı. Rahmi Gümüş, Haydar Kurt, Bektaş Çakır, Ali Demirdizen, nasıl olurda özelde Kalecik genelde ise halk kültürünü yaşatacak bir kalem şekillendirmezlerdi. Bu kızgınlığım aslında melmeket sevdamızın bir anlamda bizim, ekmeğimizin, aşımızın, yiğit, bağrı yanık yüreğimizin bastırık altında kalacak olmasından korkmamızın bir sonucuydu. Bunca güzelliği bağrında taşıyan, tarihin derinliklerinden süzülerek gelen öz türk/türkmen kültürünün ortaya çıkamayacak olmasından ürküyordum çünkü... Zaman zaman, “Al kalemi eline! ” demek geliyordu içimden. “Nasıl yazardım, nasıl becerirdim, nasıl sözcüğe dururdu ki heceler, acep güzel olur muydu sözcükler, ya da utangaç, sıkılgan hem giderim, hem ağlarım türünden naza mı bürünürdü ki tümceler.” dediğimde ise cesaretim kırılıyordu hep…
Yok mu bir babayiğit derken, çıkmayacak mı Kalecik’ ten bir usta diye hayıflanıp, telaşım gümbür gümbür soluyan kara bağrımı döverken, dudaklarımdaki titreyiş ani bir gülümseyişe dönüşür mü kuşkusu belleğimi tırmalarken tanıdım o kalemi…
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta